Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left 1.
Bölüm
keyboard_arrow_right
@miran
Her zamanki gibi sabahın tam 07:00’sinde telefonumun alarmı ile uyandım. Kalkar kalkmaz tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadım. Hızlıca üstümü değiştirdim. Haftanın her günü çalışan bir insan olmanın hayatınıza katabileceği en iyi şey düzenli bir hayata sahip olmaktır. Kaçıracağınız bir dakika bile dinlenmenizi engelleyebilir ya da çalışma veriminizi düşürebilir. Gerçi bu durumdan pek şikâyet ettiğim söylenemez. Kimsenin kolay kolay iş bulamadığı bir dönemde güzel ama yorucu bir işte çalışıp ihtiyaçlarımı karşılayabilmenin huzuru beni ayakta tutuyor. Gençlerin kafe köşelerinde ellerindeki üç beş kuruşu çar çur ettiği bir dönemde harcayamayacağım kadar paramın cebimde olması inanılmaz bir güven veriyor. Ben çalışmaktan gücenen bir insan değilim. Oturmak artık beni gücendirir. Sıkılırım. Şu an ki gençler gibi “ben bunu yapmam, etmem, yapamam” diyemem. Demek ister miydim, belki. Ama öyle bir lüksüm yok. İşte bu düşünceler çoğunlukla sıkış tıkış bindiğim belki dünyanın en uzun otobüs yolculuğunda aklımdan geçiyor. Otobüs dediğim şehirler arası değil. Artık bir sınırı olmayan İstanbul’un bir ucundan bir ucuna çalışmaya gitmenin zorluğunu bilenlerin anlayabileceği uzunluktaki otobüs. Nedense hem gidişte hem dönüşte oturamadığım bu otobüsle garip bir ilişkimiz var. Durakta sürekli onun özlemiyle yollarını gözlediğim, bindiğim zaman sinirlerimin gerilmeye başladığı, saatlerce tanımadığım insanların suratlarına ve seslerine maruz kaldığım ve çoğunlukla inişe yakın mutluluk yaşamaya başladığım bir otobüs. İnsanları dinlemekten nefret etmeme rağmen otobüsün içindeyken içerideki seslere kulaklarım kesilir ve merakla dönen muhabbetler ışığında tanımadığım yüzler aklımda belirir ve dudaklardan dökülen her sesle yönlenen birer oyuncuya dönüşürler. İçimden her dönen sahneye müdahale gelir tabi. Bazen kendi hayatımdan kesitlerle bazen de izlediğim filmlerin karakterleriyle özleşen bu karmaşık hikayelerle bezenmiş oyun bir süre sonra başka sesler ışığında sürekli değişerek devam eder. Otobüsten indiğim zaman ne pencereden yıllardır görüp her seferinde farklı şeyler keşfettiğim görüntüler kalır aklımda, ne de otobüste dönen o oyunlar. İşyerine girer girmez artık bir ritüel haline getirdiğim tek tek herkesi selamlama merasimleri bugün içimden gelmedi açıkçası. Bugün ayrı bir yorgunluk var bende. Çalışmak pek içimden gelmiyor sadece bir ödevi yerine getiriyor gibiydim. Uzun zamandır “kaçıp gitmek” fikri aklımı kurcalasa da kısa süreli bir macera filminden bir kesitmişçesine hızla görünüp kayboluyordu. Burada yapmam gereken çok şey vardı. Daha taksitlerim bitmedi mesela. Ya da uzun zamandır beklediğim terfiyi kaçırma gibi bir lüksüm yoktu. Neyse masama geçip kulaklığımı taktım. Ve beş yıldır aralıksız olarak yaptığım işime yine aynı saat ve dakikada başladım. Yine aynı sorunları yaşayan insanlara aynı cevapları vermenin beni nereye götürdüğünü fark etmeden ezberimden dökülen sözcükler eşliğinde onların nasıl tipte insanlar olduğunu bir yandan hayal ediyordum. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Ancak şu an konuştuğum insan ilk defa alışılmışın dışında bir şey söyledi. Şaşırdım ve sustum. O sözcüğü tekrar etti; “Rüzgâr, Nasılsın?” müşteri ile böyle bir muhabbet kurmak profesyonel bir yaklaşım olmazdı. Ancak bir şekilde rayından çıkıp “teşekkür ederim. Ancak iyi miyim bilmiyorum.” dedim. Çok basit bir soru olabilir. Ancak benim gibi yoğun çalışan insanların hayatlarında üç beş kişi varsa mutlu olurlar. Benim hayatımda birkaç yıldır bir kişi bile yoktu. Annem bile bana sormazdı nasıl olduğumu. İlgilenmediğinden değil ama sormazdı. Sormaya mecali yoktu belki de. Belki dinlemek bile istemiyordu. İş arkadaşlarımda sormazdı. Herkes iyi görürdü beni belki ondandır. Cevabımdan sonra “neden?” diye sormasını bekledim ancak sormadı. Diğerleri gibi kendi sorununa çözüm olmam için beni yönlendirdi. Tabi hızlıca toparladım sorununu çözdükten sonra telefonu kapattım. Kendimi kötü hissetmiştim. Gün boyunca içimde bir burukluk vardı. Zaman zaman aklımdan çıksa da neden böyle bir cevap verdim diye kendime de kızıyordum. Hiç profesyonel değildi. Hem ne gereği vardı ki? Nedenini sorsa ne cevap verecektim ki zaten. Kafam hiç olmadığı kadar saçma bir meşguliyetin içerisinde TV’deki siyasi tartışmalardaki gibi farklı görüşteki kişilerin kavgalarına sahne oluyordu. Saçlarımı bağladım. “Bu böyle olmayacak en iyisi ben bugün mesaiye kalmayayım” dedim yanımdaki arkadaşıma. Nedenini bile sormadı kafasını salladı. Bende toparlandım. Çıkış saatime on dakika kala erken çıktım. Görülmüş bir şey değildi ama herkes kendi işiyle meşguliyetinden fark edilmedim bile. Bizim meslekte kendi hayat hikayeni anlatabileceğin bir arkadaşının olması pek mümkün olmuyor. Gün sonunda başın sızlamaya ve hiçbir şeyi algılayamamaya başlıyorsun. Kapıdan çıkar çıkmaz bir yanım eve gitmek isterken bir yanım da beni farklı bir şey yapmam için ikna etmeye çalışıyordu. Nereden çıktı şimdi? diye söylenirken otobüs durağına varmıştım. Birden önümde bir dolmuşun durduğunu fark ettim. İçerisinde bir grup gencin kahkahaları dalgalanıyor ve o dalga kulağıma çalınıyordu. Anlamadan oraya doğru çekildim ve binmek istedim. Denizi görmek belki beni rahatlatırdı. Çokta düşünmeden kendimi Kadıköy dolmuşunda üç kişilik koltuğun en kenarında dolmuştaki muhabbetleri dinlerken buldum. İçimden bir anda inmek ve eve gitmek geliyordu. Ama kendimi durduramadım. Bugün farklı bir şey yapmalıyım yoksa içimden bu gerginliği atamayacağım fikri ağır bastı. Hiç benim tarzım değildi. Hem ne yapacağım Kadıköy’de. Nereye gideceğim? Ne yapılır ki tek başına? Başladı aklımda deli bir curcuna. Bir yandan da kulağım dolmuştakilerin muhabbetine kesilmiş ayrı bir senaryoda kilitlenmişti. Dört kişilerdi. İki kadın iki erkek. Yaşları belki yirmi bile değildi. Bana göre bayağı marjinal ama belki kendi yaş gruplarında normal denebilecek tarzları vardı. Saçları benim gibi uzun olan gence gözlerim takıldı istemsizce. Üzerinde kuru kafalı bir tişört, kısa bir şort, kulaklarında birden çok küpe vardı. Saçlarının ön kısmında sarı katlar, kaşında persengi ve köse diyebileceğim kadar silik bıyıkları vardı. Kaş hatları gayet düzgün ve konuşması beklemediğim kadar naifti. Tuhaf kendime benzettim bir an. Ama çok alakasızdı bu benzetme. Ben artık otuzda saçını anca uzatabilmiş ve kıyafet olarak üzerinde gömlek ve kumaş pantolon eksik olmayan bir insan olarak küpe bile bana marjinal gelirken bu kadar farklı bir tarzda olan biriyle kendimi nasıl ilişkilendirmiştim? O kadar çok süzdüm ki sonunda onun gözleri de bana takıldı. Baştan aşağı süzmeye başladı beni. O değil ama benim rahatsız olmam belki ilginçti. Hemen kafamı dolmuşun diğer tarafına çevirdim. Dışarıyı seyrederken birden bir ses bana doğru çalındı; “Merhaba!”. Bana sorulmadığını düşünerekten cevap vermedim. Sonra bir eli sırtımda hissedince seslenmenin muhatabının ben olduğumu anladım. “Merhaba! Bir şey sorabilir miyim?” dedi. Ona döndüm. Hafif bir gülümsemeyle benden cevap bekliyordu; “Tabi, Buyurunuz” dedim. Gülümsemesi ince bir tebessüme döndü; “Sizi bir yerden tanıyor muyum? Çok tanıdık geldiniz. Birde öyle detaylı bana bakınca, tanıdığım biriyseniz ayıp oldu diye düşündüm”. Düşüncesinin naifliği ve sorarken ki rahatlığı içimde garip bir hissi uyandırdı. İşte neden kendime benzettiğimi anladım galiba. Bende gülümsedim; “Hayır, sizi tanımıyorum. Ama çok düşünceli bir hareket yaptığınız. Sizin kuşaktan böyle bir naifliği beklemezdim doğrusu” dedim. Ama çok utandım söylediğim şeye. Nerden çıktı şimdi bu? Ne saçma bir cevaptı. Çocuk gülerek; “Bizim kuşak? Kaç yaşınızdasınız ki?” dedi. Bende biraz utançla “Bu sene 30 oldum.” dedim. Gülerek devam etti “Bende 28 yaşındayım. Arada bir kuşak göremedim doğrusu” dedi. Bu cevabı ne bekliyordum ne de ihtimal veriyordum. Bundan sonra işi gırgıra çevirmeye ve şu an ki gençlikle bizim dönemi kıyaslama muhabbetlerine geçtik. Yol ne ara bu kadar hızlı bitti bilmiyorum ama muhabbet devam ederken Kadıköy’e varmıştık bile. Dolmuştan indik. Ben vedalaşmak için ona yakınlaşınca o birden “Biriyle buluşmayacaksan, İşin yoksa bizimle gelsene, biraz daha muhabbet ederiz.” dedi. Yani ne diyeceğimi şaşırdım. On farklı senaryo kafamda dönerken cevap vermeden yürümeye başladığımızı fark ettim. Bir hayli yürüdükten sonra arkadaş grubunun dağılmaya başladığını fark ettim. En son ikimiz kalmıştık. Ben istemsizce “Nereye gittiler diğerleri? Beraber eğlenmeye gelmediniz mi?” dedim. Oda “Hayır. Biz burada yaşıyoruz. Bir arkadaşımız eve çıkmıştı. Kutlama yemeğinden döndük.” dedi. Bende “Eee neden söylemedin. Seni boşuna tutuyor gibi hissettim şimdi. Sen evine geç direk dinlen istersen. Yorgunsundur şimdi.” dedim. Güldü ve “Yok ne yorgunluğu bak şurada güzel bir yer var oturalım istersen” dedi. İşin komik yanı da bu. İsmini bile bilmediğim bir insanla bilmediğim bir mekânda oturup muhabbet etme fikri benim hayatımda pek bir yere oturabilecek kadar gerçekçi değildi. Oturduğumuz yerin yarı bar yarı kafe olması da cabası. Hayatta içki içmeyi sevmeyen biri olarak içkili mekanlar bana gereksiz ve saçma gelirdi. İnsanların oturup neden içki içip bu kadar parayı fuzuli bir şekilde buralarda harcadıklarına aklım ermezdi. Oturur oturmaz ismini sordum. Oda şaşırarak “Doğru ya! Biz doğru düzgün tanışmadık. Adım Tekin. Senin adın ne?” biraz güldükten sonra adım “Rüzgâr” dedim. “Çok güzel bir ismin varmış… Ne içersin Rüzgâr?” dedi. Ben kahve söyledim. O da bir bira. Saatler akıp geçti. Ben kolumdaki saate göz kestirirken şaşkınlığımı gizleyemedim. “Otobüsü kaçırdım. Nasıl gideceğim şimdi! Yarın iş var birde!” diye telaşlandım. Tekin güldü. “Bende kal istersen. Evim hemen karşıda bina da zaten. Sabah erkenden de dolmuşla geçersin işine.” dedi. Ben kabul etmedim. O ısrar etti. Sonra çok seçeneğimin olmadığını fark ettim ve kafamı onaylayacak şekilde salladım. Uzun uzun kafamda dönenen düşünceler bu çocukla konuştuğumdan beri azalmıştı. Hatta şu dakikalar sessizlik korkutucu bir şekilde kafamın içine oturmuştu.

Tekinle mekândan çıktık iki adım sonra evine gelmiştik. Evin içinde yaklaşık dört genç vardı. İki odalı bir evde kahkahalarla dolu bir salonun ortasında kendimi bulmuştum. Tekin herkesle selamlaştıktan sonra odasına doğru geçti. Ben çekingen bir şekilde bana bakan gözlerle muhatap olurken bir anda bana seslendi; “Rüzgâr odaya gel istersen!” dedi. Odasına girdiğimde karma karışık, korkunç bir dağınık ortamla karşılaştım. Yatağının üstündekileri eliyle yere fırlattıktan sonra “Sen istersen gel uyu.” dedi. Ben hala içeriyi sindirmeye çalışırken. Elime bir şortla tişörtü sıkıştırıp odadan çıktı. Tabi benim için şu ana kadar yaşadıklarım tek başına benim için sarsıcı olmasına rağmen üstüne daha yeni tanıştığım bir insanın kıyafetini giyip yatağında uyuma fikri ne kadar korkunç anlatamam. Bir süre şaşkın şaşkın etrafa baktıktan sonra yorgunluğumu fark edip çaresizce üstümü değiştirip yatağa uzandım. Kafamda dönenlerin uyumama izin vermemesi bir yana birde içeriden gelen kahkaha sesleri olan uykumu da kaçırmaya yetmişti. Ne yapıyordum burada? Ne işim var hiç bilmediğim bir kişinin yatağında? Hadi bu benim için çok korkutucu bir şeyde o da mı düşünmedi yahu daha yeni tanıdığım bir insanı nasıl evime çağırırım? Ya psikopat olsa? Ya da hırsız? Gerçi çalınacak neyi var ki neyi çalsın hırsız?...

Ben kendi içinde sancılana durayım kapı aralandı ve Tekin bayağı sallana sallana yanıma uzandı. Yatak iki kişilikti ancak böyle bir şeyi beklemiyordum açıkçası. Benim sırtım ona dönüktü. O da yatağa yerleşmeye çalışıyordu. Yatakta doğruldu. Üzerindeki tişörtü çıkardı ve yanıma uzandı. Tabi ben nereye düştüm neyin içine düştüm gibi düşüncelerle kendimi yerken elinin sırtımda olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Tekin bana dönük bir şekilde; “Uyudun mu?” dedi. Bende birden hızlıca ona döndüm ve “Hayır, uykum kaçtı!” dedim. O gülmeye başlayınca bende gülmeye başladım gergin bir şekilde. Gülüşme bitince Tekin; “Oğlum yarın işin var yatsana sen!” dedi. Bende; “Yerimi yadırgadım galiba” dedim. Biz konuşurken yüzümüzün dip dibe olduğunu fark ettim. Ağzından gelen bira kokusu burnumda geziniyordu. İlginç bir şekilde beni çeken bu koku normalde nefret ettiğim birçok şeyi içinde barındırıyordu. Ben onu istemsizce süzmeye başladım. Gülüyordu ama gözleri kapalıydı. Yakışıklı bir çocuk olduğunu yeni fark ediyordum. Üst kısmında hiç kıyafet yoktu ve vücudunun da bıyıkları gibi seyrek kıllardan oluşması ilginç gelmişti. Yine zayıf ve şekilsiz bir vücudu vardı. Saçları da hafif yağlıydı. Hatta göğüslerinin biraz büyük olduğunu yeni fark ediyordum. Ben onu süzerken kulağıma yaklaştı; “Herkesi böyle detaylı süzüyor musun?” dedi. Bende irkildim. Ona doğru baktığımda güldüğünü fark ettim. Sonra “Hayır tabi. Ama meraklıyımdır. Her şeyi gözleyip onun üzerine düşünmekten kendimi alı koyamam.” dedim. Gülmeye devam etti sonra sırt üstü yattı; “Faklı bir adamsın dostum. Gel göğsüme yaslan istersen” dedi. Ne dediğini bilmiyordu galiba. Sonra kolunu başımın aşağısından sokup kendi göğsüne doğru çekti. Ben şok içerisindeydim. Göğsünün üstüne kafamı koyup elimi de göbeğinden beline doğru salı vermiştim. İlginç bir şekilde kendimi huzurlu hissettim. Saçlarım ağzına gelse de onu rahatsız etmiyor. Kolunu çapraz bir şekilde boynumdan kendi göbeğine atmış ve inanılmaz rahattı. Ben biraz öyle kaldıkça kokusunu daha derinden almaya başladım. Çok farklı bir kokusu vardı. Daha fazla içime çekmek istiyordum. Vücudumun istemsizce hareketlenmeye başladığını fark ettim. Libidom yükselmişti. Ama bu böyle olmazdı. Yani bu doğru değildi. Bir süre sonra iyice birbirimize kenetlendik. Yani iyice sıkıca birbirimize sarılmıştık. O sızmıştı. Bende açıkçası bunun farkında olduğum için rahatça hareket ediyordum. Heyecandan olsa gerek deli gibi terliyordum. Onu uyandırmaktan da korkuyordum. O kadar yavaş hareket ediyordum ki aklımdan geçenler ve beynimin bana sürekli parmak sallayan bir teyze gibi durdurma çabaları beni daha da ağır hareket etmeye zorluyordu. Sol elim yavaşça göbeğine doğru ilerledi. İlk defa bir erkeğin göbeğine temas ediyordum. Sıcaktı ve farklı bir histi. Ağır ağır aşağıya doğru elim kayıyordu. Birden elim şortunun üzerinde gezinmeye başladı. O an inanılmaz kalbim atmaya başladı. Hiçbir şey düşünmeden oraya doğru odaklanıyor bir yandan da kendimi durdurmaya çalışıyordum. Ancak durduramadım. Ve önünün haylice kabarık olduğunu fark ettim. İçimden kavramak gelse de elimi geri çektim. Sonra bir hamlede sırtımı ona döndüm. Oda bir an sırtımı döndüğümü fark etti bilinçsizce. Eli hala başımın altındaydı. Sonra arkamdan bana sarıldı. Artık uyumalıydım. Saat geç olmuş ve yarın iş vardı. O iyice beni kavrasa da birden uykunun ağırlığı içimi sarmaya başladı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına çarparken kendimi rahat bıraktım ve uykuya daldım.

Uyumak istediğim zamanlar hiçbir şey buna engel olmazdı. Saat 12’de mutlaka uykuya dalardım. Top patlasa uyanmazdım. Oto kontrolümden mi yoksa yorgun düşmemden dolayı bilmem ama liseden bu yana hep böyleydi. Gece istersem 3’te, istersem de 5’ te yatayım 7’de mutlaka uyanırdım. Ancak o gece öyle olmadı. Sabah 5’te uyandığımda boynumda onun başını hissettim. Saatime baktım ve erken uyandığımı fark ettim. O kadar huzurluydum ki uyanmak istemedim ve tekrar daldım uykuya. Saat 8’de telefonumun sesiyle uyandım. Sürekli çalıyordu. Tekin sıkıca bana sarılmıştı. Üzerimde büyük bir ağırlık ve rahatlık vardı. Gözlerimi araladım uykulu bir şekilde telefonuma baktım. “Rüzgâr neredesin oğlum! Akşam eve gelmedin mi? İşte misin?” diye annem telaşlı telaşlı beni sorguya çekiyordu. Bir an gözlerim saatime ilişti ve saatin 8 olduğunu fark ettim. Apar topar ayağa kalktım. Bir yandan anneme cevap veriyor bir yandan Tekin’in uykulu gözlerle bana bakışını seziyordum bir yandan da kıyafetlerimi arıyordum. Telefonu kapattım üzerimi değiştirdim ve Tekin’in ayaklandığını gördüm. Giyindikten sonra lavaboyu sordum. Lavaboya gidip aynadan hazırlanmaya başladım. Benim için korkunç bir keşmekeş vardı. O esnada kendime baktım ve salak bir gülümseme attım. Saniyelik bir şeydi ama içime işledi o gülümseme. Hemen toparlandıktan sonra lavabodan çıktım. Tekin karşımdaydı; “Geç kaldın galiba. Kusura bakma bende uyuya kalmışım yoksa normalde erken uyanırdım. Telefonunu unutmuşsun oda da onu getirdim.” dedi. Telefonumu aldım ve sarıldık. Bir an hoşuma gitse de hemen evden çıktım. Dolmuşlar neredeydi? Kadıköy’ün neresindeydim? tam olarak hatırlamasam da ayaklarım beni bir şekilde doğru yöne sürükledi. Dolmuşa binerken iş yerini aradım. Ben arayınca farkına vardılar benim gelmediğimin. Ne tuhaf izin kullandığımı düşünmüşler. Oysa bir yıldır izin kullanmıyordum. İşe giderken aklımın karmaşasından ne yapacağımı şaşırmıştım. Binlerce düşünce kafamı yoruyor ve iyice çılgına dönüyordum. Sarhoş olsam onun etkisi derdim. Ancak sarhoşta değildim. Yüzlerce düşünce cirit atıyordu aklımda. Ne yapsam da kafamda sadece o geceye dair görüntüler vardı. Atamıyordum.
Olanları düşünürken dolmuştan indim ve iş yerine geçtim. Herkes bana bakıyordu. Sanki dün yaşanan her şeyi biliyorlarmış gibi hissettim. İnanılmaz bir utanç bürüdü üzerimi. Yüzüm kızardı ve kendimi teskin bile edemedim. Masama geçtim oturdum. Nazan sonunda ilk defa bir şeyleri fark ederek “Rüzgâr neredesin sen? Saat kaç oldu? Yetişemiyoruz!” dedi. En azından yokluğumu bu şekilde de olsa fark etmesi tuhaf bir şekilde beni mutlu etti. Hemen kulaklığımı taktım ve işe başladım. Birkaç saat sonra öğle molasına çıkarken müdür beni yanına çağırdı. Odasına gittiğimde yüzünde ilk defa sert bir ifade görmüştüm. “Geç, Otur!” dedi. Hemen oturdum ve söze girdi: “Ben seni buradaki herkese örnek olarak gösteririm bilirsin. Bunu senin yanında da çoğu kez yaptım.” dedi. Kafamı sallayınca onayını aldı ve devam etti; “Ama bir kere istikrarsız bir durum olursa buda kötü örnek oluşturur. Biliyorsun biz burada kimsenin hakkına girmeyiz. Hakkımıza gireni de hoş görmeyiz. Bir kere düzen bozulursa bunun devamı gelir. Hem geç kalıyorsun hem de benim yerime buradaki arkadaşlarını arayıp benim bu durumu fark etmemem için yalan söylemesini rica ediyorsun. Bu bir daha tekrarlanırsa olacaklardan ben mesul değilim. Sana bu tarz hareketler yakışmıyor Rüzgâr! Kendine hemen çeki düzen ver! En sevmediğim şey bu biliyorsun. Bu konuşmaları da yapmayı sevmem. İlk ve son olsun!” dedi. Şaşırmıştım. Yıllardır istikrarlı bir şekilde işimi yapıp çoğu zaman saatinden önce gelip çalışmaya başladığım yerden böyle bir tavır görmek zoruma gitmişti. Ki benim böyle bir şey yapmam zaten en çok beni kızdırmışken üzerine azar yemem daha da onur kırıcıydı. Kafamı sallamaktan başka bir şey yapamadan odadan ayrıldım. Belki biraz kendine güvenen bir insan olsaydım daha önce onlar için nasıl fedakarlıklar yaptığımı, işimi hakkından fazla yerine getirdiğimi, onlarca saat mesai yapıp ücret almadığımı vs. söyleyip istifa edip çıkabilirdim. Ama tabi böyle bir şey yapma fikri saatlerce haksızlığa uğradığımı düşünerek kendimle kavga etmemden sonra ortaya döküldüğü için o an aklıma bile gelmemişti. Öğle molasından sonra iyice yorgun ve mutsuz bir şekilde işe döndüm. Bocaladım ve müşterileri yanlış yönlendirdim. Tabi bunlar şikâyet olarak dönmesin diye dakikalarca özür dileyip ikna etme çabalarım da işin cabası. Bir şekilde gün sonuna gelmiştim. Korkunç bir yorgunlukla eve dönmenin hasretiyle durağa yürüdüm. Durağa vardığımda artık düşünmeye bile takatim yoktu. Aklım karman çorman ve bir düşünceye odaklanamayacak kadar yorgundu. Çok geçmeden otobüsüm geldi. Birde evden önce anneme uğramam gerektiği fikriyle durdum. İçimden gelmese de otobüse bindim. Yine her günkü gibi kalabalık ve artık bir girdap gibi beni boğan seslerle dolu otobüste kafam cama dönük bir şekilde yola koyulmuştuk…

modal aç
modal aç
modal aç