@_1_kadin
|
HİCRAN
Soğuk bir sonbahar günüydü. Ağaçlardaki yapraklar son saatleri olduğunun farkındaymışçasına sessizce onlara yazılan kaderi yaşamayı bekliyordu. Yağmur yağacaktı. Gök gürlüyor ve şimşekler çakıyordu. Korkunç bir sesle çakan şimşekler insanda kıyamet alâmetiymiş gibi bir his uyandırıyordu. Etrafta ıslanmamak için baraka altlarına sığınan, şemsiyeleri uçuşan ve kalın montlarına sarılan insanlar sıradan bir günün bitmesine hazırlanıyorlardı. Yorgun ve telaşlı bir şekilde bir yere yetişmeye çalışırlarken fazlasıyla acelecilerdi. Sağlık lisesine giden on yedi yaşında ki Hicran, belediye otobüsünü kaçırdığı için saatine bakıp duruyordu. Belli ki geç kalmıştı. Staj gördüğü hastaneden aceleyle çıkmıştı ve eve uğramadan yarı zamanlı çalıştığı lokantaya gitmeye çalışıyordu. Neyse ki bir sonraki otobüs erken gelmişti. İş yerine varınca patrona gözükmeden gizlice üniformasını giydi. Çalıştığı bu lokantada çok fazla yorulsa da uzun bir süre daha bu işi yapmak zorundaydı.
Annesini daha çocukken, babasını ise iki yıl önce kaybetmişti. On üç yaşındaki kız kardeşi Feda ile tek başına babasından kalan evde yaşıyordu. Babalarından kalan bir yetim maaşları vardı, ama geçinmeleri için yeterli olmuyordu. Hem kendisi hem de kardeşi için iyi bir gelecek planlıyordu. Kısa zaman önce kazandığı bursluluk sınavıyla kendi okul masraflarını karşılıyor, elinde az da olsa bir miktar para kalıyordu. Bunu da kız kardeşine okul harçlığı olarak veriyor, hatta bazen sınıftaki öğrencilere özel ders vererek aldığı parayı kız kardeşi için kullanıyordu. Bu ay alacağı maaşla kız kardeşine bir sürpriz yapmayı, ona çok istediği boks eldivenlerini almayı düşünüyordu. On yedi yaşındaki abla, yaşına rağmen oldukça olgundu. Saf, temiz ve duru bir güzelliğe sahipti. Dikkat çeken güzelliği yüzünden bütün gözler onun üzerindeydi. Öksüz ve yetim büyümek zorunda kalmaları büyük bir yük yüklemişti omuzlarına, ama o kendisini kardeşine adamıştı. Hem annelik hem babalık yapıyordu. Kardeşi onun aksine sessiz ve biraz da sinirli bir yapıya sahipti.
Pedagoglar, küçük yaşta kaybettiği aile bireyleri yüzünden sinirli ve içine kapanık hâllerinin normal olduğunu ve zamanla bu durumun tedaviyle düzelebileceğini söyledi. Ne yazık ki zaman geçtikçe bu durum daha da ilerledi. Feda tedavi görmek istemiyordu. Yine de içinde olduğu durumun farkındaydı. Babasına olan bağlılığı, sevgisi ve özlemi gün geçtikçe daha da artıyor, ablasına zorluk çıkarmadan okuluna gidip geliyordu. Babası onun lisanslı bir boksör olmasını çok istiyordu. Onun da tek hayali buydu. Babasına ölmeden önce bir söz vermişti. Dünyaca tanınan ve iyi dövüşen bir kadın boksör olacaktı. İsminin manasını hak etmeliydi. Babası ona “Feda” diye seslenirken hemen ardından, “Delikanlı kızım… Benim cesur kızım,” derdi.
Feda, babasına verdiği sözü tutmak için çok çalışıyordu, fakat ablası onun boksör olmasını istemiyordu. Daha iyi şartlar altında ve normal bir meslek seçmesini istiyordu. Bu yüzden Feda, dövüş eğitimi aldığını ablasından gizliyordu. Zaten iş yoğunluğundan eve geç saatte gelen Hicran çok yorgun oluyordu. Çoğu zaman işten çıkıp eve geldiğinde kız kardeşini kendisini beklerken uyuyakaldığını görüyor, bu duruma çok üzülüyordu. Çünkü kardeşiyle yeterince vakit geçiremiyordu. İyi bir üniversite kazanmasına az bir vakit kalmıştı. O zaman daha çok boş vakti olacaktı. Hep bunun hayalini kurup kendini avutuyordu. Bu gece birçok şeyin mahvolacağını elbette ki bilemezdi. Her iki kız kardeş için de ömürleri boyunca unutamayacağı bir gece olacaktı. Bu geceyi yaşamamayı tüm kalbiyle dilerlerdi. Her hatırladığında kalbi ağrıyor, nefesi daralıyor, elleri titriyordu. O gün işleri tahmin ettiğinden çok daha uzun sürünce kardeşini arayıp eve geç geleceğini söyleyecekti, ama kardeşi telefona cevap vermedi. Durumdan endişelenip patronundan erken çıkmak için izin istedi. Patronu lokantanın kalabalık olmasını bahane edip izin vermeyince çaresizce bir kenara çekildi. Çekildi çekilmesine ama ablalık duygusu onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Hemen komşuları olan Mevlüt dedeyi arayıp kız kardeşine ulaşamadığını söyledi. Mevlut dede, “Kızım, demin sizin evden sesler geliyordu, ama şimdi ışıklarınız sönük. Sanırım Feda kızım uyuyor,” deyince Hicran panikledi. Ne yapacağını bilemez vaziyette önlüğünü çıkarttı ve koşarak lokantadan çıktı. Elleri titriyordu. Gözyaşları istemsizce akarken aklına gelen yüzlerce kötü düşünce içinde eve bir an önce ulaşması gerektiğini biliyordu. Saatine baktığında nerdeyse gece yarısıydı. Patronu arkasından, “Sakın bir daha geleyim deme, nankör!” diye seslendi. Hicran’ın umurunda bile değildi, çünkü kardeşi o eve gitmeden asla ama asla ışıkları söndürmezdi. Bir evde iki kız yaşamanın zorluklarını fazlasıyla yaşıyorlardı.
Ne yazık ki toplumumuzda yetişkin bir kızın tek başına yaşaması doğru karşılanmıyordu. Bu yüzden evde aile bireylerinden birileri varmış gibi yapıp ışıkları açık bırakıyorlardı. Bu onların kendilerini emniyette hissetmeleri ve tabii toplumun da onları bir nebze kabul görmeleri içindi. Cebindeki son parayı eve bir an önce gidebilmek için bir taksi tutarak kullandı. Eve vardığında nefes nefese kalmıştı. İçeride ne görebileceğini tahmin edemiyor, kız kardeşini görüp görmeyeceğini bile bilmiyordu. İçinde onu rahatsız eden bir his vardı. Bir şeyler olduğu kesindi. Yoksa telefona cevap vermeden ve ışıkları söndürüp uyuyakalmazdı. Eve varmıştı. Tüm vücudu titriyordu. Anahtarı kapının kilidine geçirirken zorluk yaşadı, ama zor da olsa açmayı başardı. Karanlıktı ve hiçbir şey görünmüyordu. Işığı yakmak için kendini zorladı. Elleri titriyordu ve neyle karşılaşacağını henüz bilmediği için panik içindeydi. Işığı yakmayı başardığında gözleri ışığın etkisiyle kısıldı. Çok değil, iki üç saniye sonra ortamdaki aydınlığa gözleri alıştı.
Gördükleri karşısında uzun süreli bir şok yaşadı. Kendini toparladığında ışığı tekrar kapatıp istemsizce dizlerinin üzerine çöktü. Her yerde kan vardı. Bir an düşünme yetisini kaybettiğini sandı, ama sakin ve soğukkanlı olmalıydı. Hiçbir şey söylemeden kanlar içinde yerde oturan kardeşine doğru yürüdü. Elindeki kanlı bıçağı alıp parmak izlerini tişörtüyle sildi. Yerde yarı çıplak hâlde yatan adamın üzerine bıçağı sert bir şekilde fırlattı. Zihni yavaş yavaş olanları anlamaya başlamıştı. Kısa bir süre için ne yapması gerektiğini düşündü. Kardeşini alıp banyoya götürürken nefes alışları bile bir ölünün sessizliğini anımsatıyordu. Göz göze gelmekten çekinerek onu sıcak suyun altına çekti. Bütün kötü anıları silmek istercesine kardeşini dakikalarca yıkayıp üzerini giydirdi. Ağlamak, haykırmak istiyordu. O an, Allah’a hesap sorabilecek kadar öfke doluydu. Kardeşinin siyah uzun saçlarını örüp bağladı ve onu yatağına uzattı. Sanki her iki kardeşte lâl olmuştu da konuşma yetilerini kaybetmiş gibilerdi. Çok kısa bir zaman sonra Feda uyuyakalmıştı. Sanki günlerce uyumamış gibiydi. Hicran ne yapabileceğini düşündü. Kafasını ellerinin arasına alınca babasının sözlerini hatırladı.
Babası, “Fedam sana emanet kızım,” demişti. Emanete sahip çıkamamanın zayıflığı altında kendini tutamayıp dakikalarca ağladı. Derin bir nefes aldıktan sonra gözyaşlarını elinin tersiyle silip kardeşinin saçlarını okşadı. Böyle olmamalıydı. Bu kadarı her ikisi için de fazlaydı. Önce anneleri sonra babaları şimdide bu yaşanmıştı. Bu kadarı gerçekten çok fazlaydı. Sessizce kardeşinin kulağına fısıldadı. “Hapse girmene asla izin vermeyeceğim!” dedi. Odadan çıkıp kapıyı ardından yavaşça kapattı. Salonda boylu boyunca yatan adama bakıp, “Aşağılık pislik!” diye içinden geçirdi. Ardından yaşıyor olma ihtimaline karşı nabzını kontrol etti, ama adam çoktan ölmüştü. Sakinliğini koruyup bir süre ne yapabileceğini düşündü. Saat geçenin ikisiydi. Tam bir saat sonra telefonu eline alıp hiç tereddüt etmeden polisi aradı. “Birini öldürdüm,” dedi. Bu sözler adeta yüreğinden dökülmüştü. Güçlü olmalıydı. En çokta kardeşi için çok güçlü olması gerekiyordu. Onu ardında bırakacağı için yüreği kanıyor, içi sızlıyordu. Şimdi her ikisi de tamamen yalnız başlarına kalacaktı. Bundan sonra ne olacağını tahmin edemiyordu, ama bildiği bir şey vardı ki henüz on üç yaşındaki kardeşini iğrenç bir adam yüzünden hapse göndermeyecekti. En iyisinin bu olduğunu sanıyorken verdiği bu karardan dolayı ömrü boyunca vicdan azabı çekeceğini elbette bilemezdi.
Yaklaşık on dakika sonra polisler geldi. Hicran’ı kelepçeleyip götürdüler. Ortalıkta bir gariplik vardı. Bunu sadece elinde kelepçeyle evden çıkarken Hicran fark etti. Feda odasında yoktu. Gitmişti. Giderken ablasına da bir not bırakmıştı. Notta, “Sana sadece hayatta kalmanın sözünü verebilirim,” yazıyordu.
Hicran, içinde kardeşinin yokluğuyla sızlanırken hayatta kalma sözüne seviniyordu, çünkü çocuk yaşta tecavüze uğrayan bir kızın ilk düşüneceği intihar olabilirdi. Feda, ölümü seçmek yerine ablasının fedakârlığına karşı kendi hayatını bağışlamıştı. Bir nevi bunu ablasına bir armağan olarak yapmıştı, ama kalamamış evden gitmişti. Elbette yaşadıkları kolay şeyler değildi. Bir süre kendini toparlaması gerekiyordu. Zor da olsa bu süreci atlatabileceğini biliyordu. Hicran, hüzünlü ama mutluydu. Ablasına söz vermişti, hayatta kalacaktı. Feda, delikanlı kızdı. Verdiği sözden dönmezdi ve asla da dönmeyecekti. Feda’nın, Hicran’a verdiği söz bir nebze de olsa Hicran’ın içini rahatlatmıştı. Hicran, polis arabasına binerken kardeşinin gecenin karanlığında onu bir yerlerden izlediğini çok iyi biliyordu. Arabaya binmeden önce dönüp arkasına baktı. Emin olamasa da biraz ileride bir gölge gördü ve gülümsedi.
***
|
0% |