@__kao__
|
Herkese merhaba... Bu bölümün bir şarkısı var. Medyada bulabilirsiniz. Sena Şener-Sevmemeliyiz Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın iyi okumalar... * Eğer bir çizgi filmde olsaydık başımdan şu an dumanlar çıkıyor olurdu. Bir, iki adım ötemizdeki kızlara, bir bahçenin etrafını saran korumalara, bir de Beyazıt’a baktım. Bu kadar insanın içinde ters bir tepki vermemek için dudağımı ısırdım sertçe. Birkaç saniye öylece durarak sakinleşmek için derin derin nefesler aldım. Şirketten yeni dönmüştük. Uzun zaman sonra kavga etmediğimiz bir gün olduğunu düşünmüştüm. Normal karı kocalar gibi bir şeyler yapabileceğimizi… Ama biz bir iyiysek en az iki kötü olmak zorundaydık. Kendimi biraz daha kontrollü hissettiğimde doğrudan gözlerine baktım. “Biraz yalnız konuşabilir miyiz?” dediğimde bana eliyle kulübesini işaret etti. “Tabii ki ama sonuç değişmeyecek…” Kendinden emin tavrını gram umursamadan kulübesine önden önden ilerlemeye başladım. İlk kez tamamen içeri girmem beni kısa bir an duraksattı. Hiç içeriyi inceleme fırsatım olmamıştı. İçeri girer girmez solda kalan duvarda boydan boya raf vardı ve rafların üzerinde de farklı farklı boyutlarda oymalar vardı. Her birini tek tek Beyazıt oymuştu. Durup tek tek incelemek istesem de arkamdaki varlığı ve sinirim buna engel oldu. Odanın ortasında duran ve Beyazıt’ın bir şeyler oyarken kullandığı masaya doğru adımladım. Odanın sağ tarafında da küçük sehpa gibi bir masa daha vardı ama onun üzerinde oymak için çeşit çeşit aletler, bıçaklar, zımparalar falan vardı. Köşede de kapaklı boydan bir dolap vardı. Masanın arkasındaki sandalyeden de başka herhangi bir eşya yoktu bu kulübede. Sırtımı masaya verdiğimde doğrudan Beyazıt’ın gözlerinin içine baktım. Kapıyı kapatmış ve ışığı yakmıştı. O da kapı pervazına yaslanmış ve bana bakıyordu. “Peşimde zaten sürekli adamların var. Onlara bile zar zor katlanırken bu kadar yakınımda başka herhangi birini istemiyorum!” “Bunun yeterli olmadığını bana çok güzel gösterdin…” dedi gram duraksamadan ve de biraz alayla. Manalı bir gülümseme de sunmasıyla gözlerimi sımsıkı kapattım. “İki kadın mı durduracak beni? Beni istemediğim şeyleri yapmaya zorlama! Söz verdim işte! Atlatmayacağım bir daha adamlarını!” Kaşları çatıldı. Alnındaki damarlar belirginleşti. Sırtını kapı pervazından ayırarak bana doğru bir adım attı. Ve bir adım daha… “Asıl sen beni istemediğim şeyleri yapmaya zorlama! Bana kalsa evden çıkmaman gerekiyordu böyle bir sorumsuzluktan sonra ama… Dua et, beni babama benzetecek her şeyden kaçınıyorum!” Kendine verdiği sözlerden biri sanırsam babasına benzememekti. Bu sözlerinden emin olmamakla beraber babasının annesini eve hapsettiği anlamını çıkarıyordum. Bu bilgi bende kısa bir an duraksamaya sebep oldu. Bu duraksamam ona devam etme imkânı sağladı. “Ayrıca Sara ve Ilgın en az senin kadar eğitimliler… Üstelik Fatih’i ve diğer adamlarımı dövüp evden çıkmana da benzemez bu! Diğerlerinin sana dokunması yasak ama tabii bu yasak kızları kapsamıyor!” Evet, hiçbiri bana karşılık vermemişti. Onu bırak kendilerini korumak için bile herhangi bir temasta bulunmamışlardı. Yalnızca önüme set çekmeye çalışmışlardı. Bunun Beyazıt’ın emri olduğunu tahmin etmiştim ama üzerinde durmamıştım. “Beni öldürme izinleri de var mı peki?” dedim ben de yaslanmayı bırakıp olduğum yerde dikleşerek. Alenen meydan okuyordum. Beyazıt alayla güldü. “Ne yapacaksın? Öldürecek misin kızları peşinde birini istemediğin için? Ve hayır sadece seni engellemek için dokunabilirler, öldürmeyi bırak saçının teline bile zarar veremezler.” Başımı iki yana salladım. “Masum iki insanı öldürecek değilim tabii ki ama bu onları kaçırtmayacağım anlamına gelmiyor. Yerlerine şimdiden başkalarını arasan iyi edersin. Ayrıca kısas sevdiğimi de unutma. Ben buna katlanıyorsam, senin de bir şeylere katlandığından emin olurum!” Beyazıt’ın yanından sertçe sıyrılarak eve doğru ilerledim. Hâlâ bıraktığımız yerde duran kızları görmek ise sinirlerimin daha da artmasına sebep olmuştu. Eve girer girmez karşıma çıkan Sanem Hanım’sa daha da fazla… “Sizi evde görmek ne kadar da hoş-” diye söze başlamıştı ki sinirle kestim sözünü. “Bunu yapmayın olur mu Sanem Hanım? Aşırı yapmacık! Siz de ben de birbirimizi görmeye meraklı olmadığımızın farkındayız. Öyleymiş gibi yapmanıza da gerek yok, böyle alttan alttan söylemenize de gerek yok. Ne söyleyecekseniz direkt yüzüme söyle-“ “Dilem!” Arkamdan gelen Beyazıt’ın uyarısıyla omuzumdan geriye ona döndüm ve umursamazca omuzumu indirip kaldırdım. Ardından da hiçbir şey demeden yukarı odamıza ilerlemeye koyuldum. “Atıştık biraz, bana sinirliydi, hala…” diyerek halasına açıklama yapan Beyazıt’a ise mecburen bir süre daha maruz kalmıştım. Bir şeylerle oyalanmam gerekiyordu. Aklımı toplamam gerekiyordu, hava almam gerekiyordu. Odaya girer girmez makyaj masasının üzerinde öylece karman çorman duran takı kutusu çekti dikkatimi. Onu da alarak balkona çıktım ve sinirle takılarımı bir düzene koymaya, birbirine dolanan kolye ve bileklikleri ayırmaya koyuldum. Daha çok başındayken odaya Beyazıt girdi. “Aşağıda yaptığın neydi?” diye bir de bana kızdığında umursamazca dudaklarımı büzdüm. Tek kelime etmedim. Beyazıt sessizliğimden nefret ediyorsa onu bununla cezalandıracaktım. Sinirimi halasından çıkarmayı planlamamıştım ve bunun yanlış olduğunun da zaten farkındaydım. Bir anda olmuştu. Beyazıt’a bakmıyordum ama göz ucuyla gördüğüm kadarıyla başını aşağı yukarı salladı. “Nasıl istersen öyle davran. Sonuç değişmeyecek. Ayrıca 1 ay boyunca aynı evde yaşayacağın ve sonrasında da sık sık görüşeceğin birine böyle davranman senin zararına olur.” Sessizliğimden ne anlam çıkardığını anlayamadım ama umursamadım da. * 14.03.2023 Sinirlerim aşırı derecede bozuktu. Bugün nöbet sırası Ilgın’da olmuş olacak ki Beyazıt’ın dediği gibi bir saniye yanımdan ayrılmamıştı. İtalyanca kursuna mı gelmiştim? Hemen sınıfın dışında kapıda bekliyordu. Bir arkadaşımla kafeye mi gitmiştim? Hemen arka masamdaydı. Tuvalete mi kalkmıştım? Hemen kapının diğer tarafındaydı. Arabamda bile atlatırım diye yalnız kalamıyordum artık. Hemen yan koltuğumdaydı. Hatta bundan kurtulamayacağımı anladığımda direksiyona Ilgın’ı geçirmiştim. Madem her türlü arabanın içinde beraber olacaktık niye ben kullanacaktım ki? Zorunda kalmadıkça benimle konuşma çabasına girmiyordu. Tek iyi yanı bu olabilirdi sanırım. Ağzı var dili yok dedikleri bu kız olabilirdi. Yine de etrafımda olmasından çok rahatsızdım. Bu yüzden Buse’yi bir miktar annesinden çalmış olabilirdim. Yarın evden çıkmak istemiyordum peşimde birilerini istemediğim için ve oyalanacak bir şeye ihtiyacım vardı. O şey de Buse oluyordu. Keyfi yerindeydi prensesin. Yol boyu bana Lor’la yaptıklarını anlatmıştı. Şimdi de beraber en üst kattaki oturma odasında oyun oynuyorduk. “Göbeğin nerede?” diye sorduğumda iki eliyle kocaman olan süt göbeğini sarmış ve kendince benden sakınmıştı ama ben eğilerek göbeğini yer gibi yaptığımda gıdıklandığı için neşeli bir kahkaha bırakmıştı. Gülmekten çatlamaması için geri çekildim ve soluklanması için birkaç saniye verdim. Bu sırada gülen yüzünü izlemek ise aşırı zevkliydi. Çok tatlıydı vicdansız… “Peki…” dedim ve düşünür gibi bir ses çıkardım. “Boynun nerede?” diye sorduğumda ise daha ben gıdıklamaya başlamadan minicik elleriyle boynunu kapatmaya çalışmış ve kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Bir güzel boynunu da yedikten sonra o misk gibi bebek kokusunu içime çeke çeke derin bir öpücük bırakmıştım boynuna. “Peki ayakların nerede?” diye sordum bu kez de. Minik ayaklarını kendine çekmişti ve bu az daha sırt üstü yuvarlanmasına sebep oluyordu. Son anda oturduğu dizlerimi kapatarak başının dizlerime düşmesini sağlamıştım. Ayaklarını da öpeceğim sırada “Kız!” diyen neşeli sesle başımı kaldırdım. Kapı pervazında dikilen Beyazıt’ın gözleri ilgiyle ve biraz da hayranlıkla üzerimizdeydi ama sesin sahibi o değildi. Beyazıt’ın arkasından sıyrılıp içeri giren Tekin’in parlayan gözleri Buse’nin üzerindeydi. “Vedalaşmadan nereye gittin öyle?” diye bize doğru gelirken Buse de onları fark etmişti ama onun gözleri bize doğru gelen Tekin’den çok Beyazıt’ın üzerindeydi. “Abi!” diye neşeyle şakıdı ve kucağımdan inmek için hareketlendi. Düşmemesi için inmesine yardım ettim. Tekin kendisine geldiğini sandığı için olduğu yerde diz çöküp Buse’yi beklemeye başladı. “Gel abicim…” Bana döndü. “Nasıl da dolu dolu abi dedi, duydun mu? Beni seviyor!” Yüzündeki geniş sırıtma yanından geçip Beyazıt’a ilerleyene kadar sürdü yalnızca. Tekin alenen bozulurken gülmeme engel olamadım. “Hain!” diye söylenen Tekin, Buse’nin bezden dolayı oldukça büyük duran poposuna hafifçe vurmuştu ama yeni yeni yürümeyi öğrenen Buse’nin dengesini kaybetmesine yetmişti. Beyazıt koltuk altlarından kavrayıp havaya kaldırmasa düşüyordu. Düşmek üzere olduğunu anlamamış olan Buse genişçe gülümserken Beyazıt da gülümsedi. “Abicim, hoş geldin…” “Aba!” diyerek beni işaret etti. Sonra elini kendi iki göğsünün arasına yerleştirdi. “Men! Ani, ka!” Annesinden kaçtığımızı anlatmaya çalışıyordu. Ezgi’nin ‘Kızımı geri getir!’ söylemlerini duymazdan gelmiş olabilirdim. Beyazıt ne anladı bilinmezdi ama Buse’ye gülümsedi ve saçlarının üzerine bir öpücük bıraktıktan sonra “Öyle mi oldu?” diye sormuştu. “Kuzenin de senin gibi!” Tekin yerden kalkmış ve hoşnutsuz bir şekilde bana bakıyordu. “Sevimsiz!” dedi ardından da Buse’ye ters ters bakarak. “Sana bir daha maymun kostümü almayacağım! Tüm mamalarını da ben yiyeceğim! Aç kal! Bana ne?” Çocuk gibi bir de omuz silktiğinde dayanamayarak büyük bir kahkaha atmıştım. Buse’nin umurunda bile değildi Tekin. Ne anlattığını anlamıyordum ama Beyazıt’a bir şeyler anlatıyordu. Benim dışlanma merasimi başlamıştı sanırım. “Sakın, Ozan!” dedi Beyazıt ise ciddiyetle. Ciddiye almasına şaşırdım. Ciddi ciddi çocuğun yemeğini yiyecek hali yoktu herhalde. Tekin gözlerini yuvarladığında ciddiyetine karşın küçük bir şok geçirmiştim. Beyazıt’ın, Tekin’e kızmasıyla Buse de Tekin’e döndü. Kendisine ne dendiğini anladığını düşünmüyordum ama sırf Beyazıt kızdı diye Tekin’e minicik olan işaret parmağını salladı. Anlamsız da bir şeyler mırıldandı. “Hadi yemeğe…” Kısa bir an baktım Beyazıt’a. Aç değildim. Buse de toktu. Hiç aşağı inesim de yoktu. Beyazıt işe gittikten sonra Sanem Hanım’la konuşmuş ve dün için özür dilemiştim ama yine de şu an ne Beyazıt’la ne de Sanem Hanım’la aynı masada oturmak istemiyordum. Buse’ye sarılıp uyumak istiyordum. Bütün gün yeterince sinirlerim bozulmuştu zaten. “Buse’yi uyutacağım.” dedim yalnızca ve bana vermesi için ayaklandım. Beyazıt beni duymamış gibi Buse’ye döndü. “Acıktın mı, güzellik? Mama yiyelim mi beraber?” Buse bana ihanet ederek neşeyle “Mama!” diye ciyaklamıştı. Şu bağırtıyı duyan çocuğa günlerdir yemek verilmediğini düşünebilirdi ama daha bir saat önce yedirmiştim. Beyazıt’a şirinlik olsun diye yapıyordu tamamen. Sıkıntılı bir nefes verirken mecburen peşlerine takıldım. Nasıl olsa yemek yemeyecekti. 5 dakika oturur ve Buse’yi uyutma bahanesiyle kalkardım. “Siz hâlâ barışmadınız mı?” Beyazıt ve Buse’den geri kalmıştık biraz ve Tekin, Beyazıt’ın duymaması için kısık bir sesle konuşmuştu. “Barıştık ama sonra yine kavga ettik!” dedim büyük bir bezginlik ve sitemle. Peşimden o kızları almadığı sürece de barışmayı planlamıyordum. “Birbirinizi seviyor musunuz, nefret mi ediyorsunuz, ne yaşıyorsunuz kendi içinizde asla anlamıyorum. Bir bakıyorum sarmaş dolaşsınız, aranızdaki elektrik 2 kilometre öteden hissediliyor, bir bakıyorum iki yabancı… Cidden nesiniz siz şu an?” Beyazıt’ın benim hakkımda Tekin’le dahi konuşmaktan uzak olması garibime gitmişti. Tekin’in şu anki kısık sesine ve Beyazıt’a attığı kaçamak bakışlarına bakılırsa ondan öğrenemediği şeyleri benden öğrenmeye çalışıyordu. “Ben de bilmiyorum ama şu an daha çok nefret ettiğim bir gerçek!” Sinirlerimi bozuyordu her anlamda. Baskın bir yapısı vardı. Hiçbir zaman insanlara baskın olma gibi bir derdim olmamıştı ama baskılanacak biri de olmamıştım. Sözünden çıkmam, ona ters bir şey yapmam kendisini delirtiyordu. Her şeyin kontrolü altında olmasına, sözünün dinlenmesine o kadar alışmıştı ki… Ben ezberini bozunca kavga etmemiz kaçınılmaz oluyordu. Son yaptığımın büyük bir hata olduğunun farkındaydım ama aramızdaki tek sorun bu değildi. Her şey o kadar karışıktı ki… Bir zorunlulukla evet demiştim, sonra aramızdaki şeyler fizikseldi benim için. Tabii Beyazıt’ın sahte veya değil karısıydım ve bunu bana her fırsatta öyle bir hissettirmişti ki başta sadece fiziksel bir şeyler yaşadığım biri olarak baksam da sonrasında ben de kocam olarak görürken bulmuştum kendimi. En ufak bir hareketi, beni düşündüğünü belirten bir sözü kalbimi eritmeye yetiyordu ama buna aşk diyebilir miydim bilmiyordum. Kendim için Beyazıt’a karşı boş olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirdim ama bazı şeyleri düşündükçe Beyazıt’ın bunları ne amaçla yaptığını anlayamıyordum. Annesi, seks işçisiydi. Babasının; annesine ya da onlara iyi davranmadığını anlayabiliyordum. Travmalarından sebep günü birlik ya da sadece fiziksel bir ilişki içine hiç girmemişti. Benimle bir zorunlulukla evlenmişti ama öyle ya da böyle hayatındaydım. Fiziksel bir şeyler yaşamıştık, yaşıyorduk ve ister istemez bu bana bunları sorumluluk bilinciyle mi yapıyor diye düşündürüyordu. Eğer bunu gerçekten bana karşı bir şeyler hissettiği için değil de benimle yattığı için sorumluluk bilinciyle yapıyorsa… Bunu nasıl anlardım, anlamak ister miydim, eğer sorumluluk bilinciyle yapıyorsa ne yapardım? “Kendini törpülemeye çalışıyor…” dedi Tekin birden ben düşüncelerime dalmışken. “Bazı kıskançlıklarının aşırı olduğunun farkında, önceden daha da kötüydü hatta. Zamanla törpüledi. Hâlâ da törpülüyor.” Bu törpülenmiş hali miydi? İlk halini hiç mi hiç merak etmemiştim. “Kerem mesela: Normalde öldürürdü. Seviyormuşsun, sevmiyormuşsun, arkadaşmışsınız, değilmişsiniz… Umurunda olmazdı. Bir kere uyardı ve ona rağmen senin yanında yakınında dolaşmaya devam mı etti, ‘Güzelim’ mi dedi? İkinci bir şans vermezdi. Beyazıt’ı karakolluk ettin onun yüzünden, sen seviyorsun diye adam bunun için bile öldürmedi. Ya öldürmeyi bırak, bir yumruk bile atmadı adama. Benim içimde kaldı, öyle söyleyeyim!” Tekin’e ters bir bakış attım. “Arkadaşımı öldürmediği için teşekkür etmemi mi istiyorsun, anlamadım?” Tekin de bir duraksadı. “Hayır ama bunların onun için normal bir şey olmadığını anla. Bir tane kız olan arkadaşı yoktur mesela. En fazla merhaba, merhaba… Bu onun için çok sıra dışı bir şey. Senden başka samimi olduğu 3 kadın var. Onlar da içerde…” derken çenesiyle önüne geldiğimiz salonu işaret etmişti. Sanem Hanım, Ecem ve Ela’yı kast ediyordu. “Ha bir de Buse var artık sanırım…” dediği sırada da içeri girmiştik. İster istemez biraz önümüzde olan Buse ve Beyazıt’a baktım. Buse’nin uyku saatiydi. Uykusu gelmiş olacak ki başını Beyazıt’ın omzuna yaslamıştı ama mırıl mırıl konuşmaya da devam ediyordu. İçeri girmemizle ve kalabalığı görmesiyle daha da sokuldu Beyazıt’ın boynuna. Tanımadığı yüzler biraz çekinmesine sebep olmuştu. “Bu cimcime kim?” dedi Efe bütün sevecenliğiyle Buse’ye bakarak. Gözlerinin içi parlamıştı. Sanırım bebekleri seviyordu. “Ezgi’nin, halamın kızı…” diyerek açıklama yaparken de mecburen Beyazıt’ın yanına oturmuştum. Bu sırada kafamda Tekin’in söyledikleri dönüyordu. Hiç kız olan bir arkadaşı yok demişti. Bunu gerçekten garipsemeden edemiyordum. “N’aber cadı?” derken Baha uzanıp hâlâ Beyazıt’ın kucağında olan Buse’nin yanağını sıkmıştı. “Abi!” dedi Beyazıt’a bakarak ve ardından da karşı masadan kendisine el sallayan Efe’yi işaret etti. “Abi?” dedi sorarcasına da. Bu kızın gördüğü her erkeğe abi, her kadına abla demesi beni bitiriyordu. “Evet, abi güzellik.” diyerek onu onayladı. Buse de Ela’yı işaret etti bu kez. “Aba?” “Evet, o da abla.” Son olarak bakışları Sanem Hanım’ı buldu. Abla diyecek kadar genç bulmamış olacak ki “Baani?” dedi sorarcasına. Babaannesinin yaşına yakın bulmuş olacak ki. “Hayır, aşkım. Sadece bir tane babaannen var.” diyerek araya girdim. “Bu?” dedi bana dönerek ve Sanem Hanım’ı işaret etti. Nasıl hitap etmesi gerektiğini soruyordu. “Sen de bana hala diyebilirsin.” derken Buse’ye tebessüm ederek bakıyordu, Sanem Hanım. Ecem ve Baha’nın arası çocuklarla pek iyi değildi ama sanırım ailenin geri kalanını kapsamıyordu bu durum. “Hala.” diyerek Buse’nin anlayabilmesi için hecelemişti Beyazıt. “Ha-a!” diye garip bir şekilde telaffuz etti Buse. Bir halası vardı aslında ama ona ismiyle hitap ediyordu. O yüzden hala demek Buse için yeni bir şeydi. İnsanlar yemek yemeye başlarken ben Buse’nin uyku diye sızlanmasını bekliyordum. En fazla 5 dakikaya sızlanmaya başlardı. “Burada kalacak sanırım?” Beyazıt’a cevap vermedim ve yalnızca suyumdan bir yudum aldım. Geri adım atana kadar onunla konuşmamakta kararlıydım. Beyazıt benden bir cevap alamayınca sıkıntılı bir nefes verdi ve “Sinirlerimi bozuyorsun!” diye söylendi. Ne tesadüftü ki o da benim sinirlerimi bozuyordu. Buse’nin, Beyazıt’ın göğsünde iyice mayıştığını gördüğümde hem kaçmak hem de Beyazıt’ın yemeğini yiyebilmesi için kollarımı bana gelmesi için Buse’ye uzattım. “E-e yapalım mı aşkım?” “Meme…” derken minik kollarını da bana uzatmıştı. Başımı sallayarak onayladım. “Emziğini de buluruz.” diyerek sözlü de onayladım Buse’yi kucağıma alırken. “Kusura bakmayın, size afiyet olsun…” Ayaklandığım sırada söylediklerimle Sanem Hanım yalnızca başıyla onaylarken diğerleri Buse’ye iyi geceler dilemişti. Buse de “İi gece!” diyerek kendince karşılık vermeye çalışmıştı. Sonrasında tıpkı en başından beri planladığım gibi Buse’yi koynuma alarak uyumuştuk beraber. Ne zamanki yatakta bir kıpırtı hissettim o zaman gözlerim aralandı tekrar. Gecenin karanlığında Beyazıt’ı zar zor seçebilirken kollarımın arasından Buse’yi aldığını hissettim. “Hayır!” diye huysuzlandım ancak uykumun olması daha fazlasını engellemişti. Zaten Beyazıt da beni takmadan ne zaman tekrar odamıza geldiğini bilmediğim beşiğe yerleştirmişti Buse’yi. Geri yatağa döndüğünde bana onaylamaz bir bakış attı. Ardından da günlük azarlama hakkını kullanmaya koyuldu. “Sana ulaşamayınca Ezgi beni arayıp sordu Buse’yi. Başkalarının çocuğunu öylece kaçıramazsın! Ayrıca herhangi biri herhangi bir zamanda sana telefonundan ulaşamayacaksa ne diye bir telefonun var?” Umursamazca omzumu indirip kaldırdım. Buse’yi geri istiyordum ama kalkıp alamayacak kadar da üşeniyordum. Bu sebeple yalnızca Beyazıt’a arkamı dönmekle yetindim. Derin, sıkıntılı bir nefesin ardından arkamda bir hareketlenme hissettim. Çok geçmeden de iki güçlü kol bedenimi sarmalamıştı. Geri çekilmek istedim ama daha çok sarıp üstüne bir de kendine çekti. Kollarından kurtulmak için çırpındığımda ellerimi de avuçları arasına alarak engel olmuştu buna. “Çok dağınık yatıyorsun!” Bunu yaptığının bahanesiymişçesine söylemişti. Bir faydası olmayacağını kavradığımda kolları arasında çırpınmaya bir son verdim. Sırtım göğsüne yaslıydı ve kolları belime dolanmıştı. Dudaklarını hafifçe boynuma sürttüğünde huylandım ama yine de hareket etmemeyi başarabildim. “Hâlâ benimle konuşmuyor musun?” Sessizliğimin yeterli bir cevap olacağını düşünüyordum. “Sinirlerimi bozduğunu söylemiş miydim?” derken sesi fazlaca uykuluydu ve tabii ki benden bir cevap alamadı. “Ama aynı zamanda sinirlerimi de yatıştırıyorsun.” Gözlerim kapandı kapanacakken boynumdan derin bir nefesi içine çektiğini hissetmiştim. * 15.03.2023 “Sabah Ecem, Sanem Hanım, bir de şu dilsiz kız geldi geçmiş olsuna.” Ezgi bir yandan kızını sıkı sıkıya tutup sarmalarken bana hitaben konuşmuştu. Başımı aşağı yukarı salladım kısaca. “Haberim var, bir sorun oldu mu annemle falan?” “Az durdular zaten. Tipik geçmiş olsun ziyareti. Yani bir şey olacak vakit yoktu. Hatta bence Yeliz abla memnun bile oldu bu ziyaretten.” Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “Annemden bahsediyoruz, değil mi? Başka bir Yeliz’den değil?” Şaşkınlığıma hafifçe gülerken bir yandan da Buse’nin yanına düşürdüğü dinozorunu alıp geri kızına vermişti. “Evet, hayatım. Annenden bahsediyoruz. Bana da garip geldi ama. Hele düğün gecenizdeki kavgadan sonra…” “Annemi anlamaya çalışmayı kendi akıl sağlım için acilen bırakmam gerekiyor.” Minik bir kahkaha attı Ezgi. Annesinden gören Buse de çok anlamış gibi bir kahkaha attığında bu tatlığına dayanamayarak gülmüştüm. “Şu kapıdaki kızın olayı ne peki?” diye sordu bu kez de Ezgi. Aklıma bir kez daha kapıdaki Sara geldiğinde sinirlendiğimi hissettim. “Sorma, hiç sorma!” diye sinirle de homurdandım. Eve bile benimle girmek istemişti. Tabii ki izin vermemiştim. Bu sebeple kapıda bekliyordu ama yine de sinir bozucuydu. Kendi evime bile peşimde biri olmadan giremeyecek miydim ben? Kızlara kötü davranmak istemiyordum. Emir kulu olduklarının farkındaydım ama yine de sinirlerimi bozdukları gerçeğini değiştirmiyorlardı. Üstelik Sara, Ilgın’a göre daha konuşkandı. Benimle birkaç sefer konuşmaya çalışmıştı. Neyse ki o kadar da aptal değildi ve ben pas vermeyince bir yerden sonra susmuştu. “Peki ben sormadan söyleyecek misin?” Başını da hafifçe yana eğip bana baktığında sıkıntılı bir nefes verdim. “Beyazıt’ın peşimdeki adamlarını atlattım. O da atlatamayacağım kadar yakınımda olacak korumalar tuttu. Resmen tuvalete bile benimle geliyorlar.” Ezgi’nin kaşları şaşkınlıkla havalandı. “E şimdi sen Beyazıt’la da gerginsindir. Kızımı kaçırmana şaşmamalı.” “Kızını falan kaçırmadım!” diye çıkıştığımda Ezgi gözlerini yuvarladı. “Tam olarak kızımı kaçırdın! Dua et ki ben iyi bir halayım da seni polise şikâyet etmedim!” “Kaçıran memnun, kaçırılan memnun! Değil mi aşkım?” diyerek de Buse’ye döndüğümde minik bir kahkaha atmış ve ellerini birbirine çarparak beceriksizce alkış tutmuştu. “Seni hiç aramadı!” diyerek Ezgi’ye de nispet yaparcasına döndüm. Ezgi bir kez daha gözlerini yuvarladı. “Görünüşe göre seni de pek aramamış. Ne yaptığınızı anlatırken abi aşağı, abi yukarı dedi çocuğum ve sanırım o abi kocan oluyor.” Evet, öyle oluyordu. Sabah gözlerimi Buse ve Beyazıt’ın sesleriyle açmıştım. Beyazıt yere bir örtü sermişti ve orada Buse’yle oyun oynuyordu. İtiraf etmek gerekirse güzel bir manzaraydı. Beyazıt işe de sırf Buse’yle daha fazla vakit geçirebilmek için geç gitmişti. Bunda Buse’nin Beyazıt’a yapışıp bırakmamasının da etkisi vardı. Ne zamanki katılmak zorunda olduğu bir toplantının saati geldi o zaman Buse’yi mecburen bana bırakıp gitmişti. Buse buna bozulsa da şu an unutmuş gibiydi. “Hayır dedim ya! İstemiyorum konuşmak falan!” Didem’in yüksek sesi ve ardından kapı çarpma sesiyle Buse olduğu yerde sıçramış, ben de şaşkınlıkla ayaklanmıştım. Ezgi, korkan Buse’yi sakinleştirmek için sırtını ağır ağır okşarken göz göze geldik. Zira annemin sesi de geliyordu. Buradan anlaşılmayacak kadar kısık bir sesti ama tartıştıklarını anlayabiliyordum. “Ben bir bakıp geliyorum.” dedim Ezgi’ye ve salonun çıkışına ilerledim. Buse’nin sesleri duyup korkmaması için de salonun kapısını arkamdan kapatmıştım. Önümden geçip hızlıca yukarı çıkan Didem’e tek kelime edecek vaktim olmamıştı. “Anne ne oluyor?” dedim şaşkınlıkla Didem’in arkasından yukarı çıkmakta olan annemin peşine takılırken. “Bir şey olmuş, anlatmıyor!” derken seri adımlarla da yukarı çıkıyordu. “Tamam sen dur, sana hâlâ sinirli. Ben konuşurum.” Bunu demem üzerine annem odalara giden koridora girecekken duraksamıştı. Tokat olayından sonra Ahmet abi sayesinde eve geri dönse de Didem’den hâlâ aralarının limoni olduğunu biliyordum. “Salonda bekliyorum…” dedi yalnızca ve eliyle üst kattaki salonu işaret etti. Annemi kısaca başımla onayladım ve Didem’in odasına ilerledim. Kapısını çaldığımda “Anne istemiyorum dedim!” diye bağırdı. “Benim!” diye seslendiğimde birkaç saniyelik sessizliğin ardından kapının kilidi açılmış ve ıslak gözlerle Didem açmıştı kapıyı. “Burada mıydın sen?” derken de burnunu çekmişti. Arkasını dönüp geniş yatağına ilerlerken ben de peşimizden kapıyı kapatmış ve öyle ilerlemiştim. “Buradaydım!” derken de bir bacağımı altıma alarak yatağa oturdum. “Sorun ne bir tanem?” diye sorduğumda elinin tersiyle, akan bir damla yaşı silmişti. “Şu okulda öpüşme mevzusu ve devamsızlık yüzünden okulun orkestrasından atıldım! Annemle de konuşmak istemiyorum. Nasıl anladı onu da bilmiyorum ama arabaya biner binmez ‘Ne oldu?’ diye darlamaya başladı.” Başlardı tabii. Annem her şeyi hemen anlardı, bir beni anlamamıştı. O an Didem’i kıskandığımı hissettim. Benimkinin yanında oldukça önemsiz olan bu sorunu bile tak diye anlamıştı da beni nasıl bunca yıl anlamamıştı? “Okulun bitiyor zaten. 2-3 ay kaldı. Sonra daha profesyonel bir orkestra buluruz ve ona katılırsın, üzülme.” Bakışlarımı da kaçırmıştım ister istemez. Didem’i kıskanmamam onun adına mutlu olmam gerekiyordu ama kıskanmadan edemiyordum işte. “Ama ben okulun orkestrasını seviyorum abla! Yıl sonu balosunda da çalacaktık!” “Bir okuluna gelip ne yapabiliriz bakarım…” dedim yarım ağız. Bu evden bir an önce çıkıp gitmek istiyordum artık. Yataktan kalktım. “Şimdi gitmeliyim.” dedim ve Didem’in bir şey demesine müsaade etmeden çıktım odadan. Annemin beni salonda beklediğini biliyordum ama şu an onunla da yüz yüze gelmek istemiyordum. Zaten sinirlerim çok bozuktu. İstemeyeceğim, sonrasında pişman olacağım şeyler söylemek istemiyordum. Daha merdivenden bir basamak inmiştim ki “Dilem!” diyerek salondan çıkan annem seslendi bana. Umursamadan aşağı inmeye devam ettim. Topuk tıkırtılarından peşimden annemin geldiğini de anlayabiliyordum. Adımlarımı daha da hızlandırdım ama ceketimle çantamı almak için vestiyerde durduğumda kolumdan yakalayarak durdurmuştu beni. “Ne oldu? Bir şey mi söyledi sana? Sen niye böylesin?” Peş peşe sıraladığı sorular sebepsizce gözlerimin dolmasına neden olurken bir an kolumu kurtarıp gidecek gibi oldum ama sonra duraksadım. “Gerçekten bana bir şey olup olmadığını anlayabiliyor musun?” diye sorduğumda annemin kolumdaki eli düştü ve şaşkın şaşkın dolu gözlerime bakmaya başladı. “Didem’in bir sorunu olduğunda hemen anlayabiliyorsun, Ahmet abinin, Ezgi’nin, hatta yedi kat yabancının bile bir sorunu olduğunda anlayabiliyorsun anne. Beni niye anlayamadın?” Gözünü kaçırdı. Sanki dünya başıma yıkıldı o an. “Anladın…” dedim yaşadığım farkındalıkla. Gözümden ardı ardına yaşlar akarken başımı da inanamazmışçasına annemin aksini söylemesini istercesine iki yana salladım. Şu an beni anlamış olmasındansa, anlamamış olmasını diliyordum. Yıllarca anlaşılmak için beklemiş ben için bu o kadar büyük bir ironiydi ki… Birkaç saniye daha bekledim aksini söylemesi için ama gözlerime bile bakamadı. Çantamdan hızlıca annemin arabasının anahtarını çıkardım. Annemle bir daha konuşmak, karşılaşmak istemiyordum. “Al, arabanı çok istiyordun!” Açtığım avucuna anahtarı bıraktıktan sonra arkamı dönüp gidecekken bir kez daha tuttu kolumu. “Bekle, lütfen beni bir dinle annecim. Önce bir dinle!” Kolumu sertçe elinden kurtarırken başımı da iki yana salladım. Nasıl bir şey bunca zaman susmasını haklı çıkarırdı. Kapıdan çıkıp hızlı adımlarla çıkışa ilerlemeye başladım. “Seni benden alırlardı!” diye bağırdı arkamdan. “Seni kaybedemezdim!” Dönüp anneme bir şeyler söylemek istedim ama o tanıdık his gelip yine en tepeye kuruldu. Ağzımdaki o sihirli fermuar yine sonuna kadar sımsıkı çekildi. Böyle de beni kaybetmemiş miydi? Günden güne gözünün önünde erimemiş miydim? Hem kim alacaktı beni? Sosyal hizmetler mi? Çok bilgim yoktu ama denetleseler de öylece beni annemden alacaklarını da sanmıyordum. “Özür dilerim! Annecim lütfen bekle!” Annemin sesi giderek uzaklaşırken tek gelenin o olmadığının da farkındaydım. Tam o sırada önümden geçen taksiyi durdurdum. “Yalvarırım, dinle beni!” Hızlıca binerken yalnızca ilerlemesini işaret ettim. “Şüphelendim ama bilmiyordum! Bilirsem susamazdım! Susamazsam alırdı seni benden!” Taksicinin “Nereye?” sorusuna bile cevap verememek hemen orada göz yaşlarımın ardı arkası kesilmeksizin akmasına neden olmuştu. * Annem biliyordu, anlamıştı… Annem anlamış ama hiçbir şey yapmamıştı… Bunca yıldır… Ben o üzülmesin, aşkı bulmuşken düzeni bozulmasın diye susarken… Kalbim çok kırılmıştı. Kalbim çok acıyordu. Çok, çok, çok acıyordu…. Sert rüzgâr saçlarımı geriye atarken bedenimi de üşütüyordu. Beni şu anda, tutan tek şey de bu üşüme hissiydi. Boğazımın tam orta yerinde ağlasam geçeceğini bildiğim bir yumru vardı ama tek damla akıtamıyordum. Ağlayamayacak kadar çok kırılmıştım. Denizin buz gibi suyu gelip çıplak ayaklarıma çarptıkça daha da üşüyordum ama şu an üşümek dahi olsa bir şeyler hissedebiliyor olmak, bir şeylere bedenimin tepki verebiliyor olması iyi hissettiriyordu. Arkamda birinin varlığını hissettim dakikalar sonra. Rüzgârın bana getirdiği kokusundan tanımıştım kim olduğunu. Sara’yı geride bıraktığım için kızmadı bana ya da telefonuma ulaşılamadığı için. Yalnızca yanıma oturdu. Üzerinin ya da ayaklarının bu soğukta ıslanmasını sorun etmedi. O an anladım başka bir şey daha olduğunu ve bunun beni yıkacağını. İstediğimde susabildiğim, istediğimde gözlerimi kapatıp göremediğim gibi duyamamak için de bir seçeneğimin olmasını istedim o an. Cesaretimi toplamak için derin nefesler çektim içime. Bekledi yalnızca yanı başımda Beyazıt. Anladığımı anlamış ve ne olduğunu duymak için hazır olmamı bekliyordu. Yumru yerli yerindeyken, tek damla göz yaşı dökemezken bundan kaçamayacağımı hatırlattım kendime. Cesaretimi ancak dakikalar sonra toplayabildiğimde bakışlarımı çevirdim yıkık yansımamı görebildiğim koyu gözlerine. Baktı bir süre öylece tek damla akıtamasa da ıslak olan gözlerime. “Annen…” diyebildi bir süre sonra ancak devamını getiremeyerek duraksadı. Gözlerimi sımsıkı yumarken başımı da iki yana salladım ama bunu bekliyordum da. Yerimi bilen biri vardı, annemin kolayca ulaşabileceği biri ve şu an annem değil yanımda Beyazıt vardı. Beyazıt’ın geldiği ilk an anlamam gerekiyordu. “Başın sağ olsun…” dedi ve gözümden bir damla akıp boynumdan aşağı yol izledi. * “Hiç konuşmadı mı?” derken fısıldamıştı Tekin ama ben yine de duymuştum. Öylece ameliyathanenin önündeki koltuklarda oturuyordum. Annemin öldüğü ameliyathanenin… Bunca zaman anneme arabasını vermemişken niye şimdi vermiştim ki? Benim ölmem gerekiyordu. Annem beni uyarmıştı defalarca ve ben dinlememiştim. “Abla!” Didem’in ağladığını belli eden titrek sesini duysam da başımı kaldırıp bakmak istemedim. Ağlamıştı, ağlamak istemiyordum, kimsenin ağladığını görmek istemiyordum… “Abla…” dedi bir kez daha ama öyle ihtiyaç dolu çıktı ki sesi bu kez kayıtsız kalamadım ve başımı kaldırarak Didem’e baktım. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı. Dağılmış görünüyordu. Göz göze gelir gelmez yanıma oturdu ve bana sırnaşarak sıkıca sarıldı. Sarılamadım bile. Yalnızca kolum gayriihtiyari sırtına gitti. Yine de ağladığı yetmemiş olacak ki bir de benim göğsümde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve yalnızca ağlamasının bitmesini diledim bir an önce. Ağlamasını duymak istemiyordum. Biraz olsun sakinlemiş olacak ki kollarını hafifçe belimden çözerek başını kaldırdı. Islak gözleriyle dolu dolu baktı bana. Hafifçe burnunu çekerken de tamamen doğrulmuştu. Korka korka bana bakarken başını da iki yana salladı. “Neden bir şey söylemiyorsun? Ağlama de, şşt bile diyebilirsin ama bir şey de!” Sesine sonlara doğru bir panik yansırken ne yazık ki istediğini veremedim. Gözünden akan yaşlar hızlandı ve itiraz edercesine başını iki yana salladı. “Şu an bunu bana yapamazsın! BİR ŞEY SÖYLE!” Son cümlesiyle ayağa fırlayıp tam karşıma geçmişti. Dağılmış saçlarını eliyle arkaya atarken bana yalvarırcasına bakıyordu. “Ya yine mi? Şu an değil, yalvarırım bir şey söyle!” Önümde diz çöküp elimi tutmak istediğinde bunu görmemek için gözlerimi kapattım ve elimi de hızlıca kurtardım avuçları arasından. Ağlama sesleri şiddetlendi. Kulaklarımı da tıkamak istiyordum ama bu gücü kendimde bulamadım. “Didem…” diyerek Beyazıt daha önce duymadığım yumuşaklıktaki bir sesle araya girdi. Çok yakınımda birinin daha varlığını hissettiğimde Didem’in yanına diz çöktüğünü anladım. “Ya annem öldü, babam desen morgtan ,annemin başından, bir saniye ayrılmıyor! Ablam var sadece! N’olur Beyazıt abi. Bir şey söyle ablama. Konuşsun. Yalvarırım konuşsun…” “Şşşt…” dedi Beyazıt sakinleştirmek istercesine Didem’e ve sanırsam kendine çekip sarıldı. “Sadece biraz zamana ihtiyacı var, abicim. Hadi biraz Ecem ablanla hava alın…” Ecem burada mıydı? Kendimi o kadar kapatmıştım ki kim vardı kim yoktu bilmiyordum bile. “İSTEMİYORUM BEN BAŞKA KİMSEYİ!” diye birden bağırdığında istemsizce gözlerim açılmıştı. Beyazıt’ı kendinden uzaklaştırmış ve doğrudan sinirden parlayan gözleri beni bulmuştu. “Hep bunu yapıyorsun zaten! Sen de bırak beni! Senden de nefret ediyorum! Seni de istemiyorum!” Dilinin aksini söyleyen gözlerine daha fazla bakamadım. Bakmama gerek kalmadan bir hışım dışarı ilerledi zaten. Peşinden giden Ecem’i gördüğümde biraz olsun içime su serpilmişti. Yine de Ecem’i yanında çok barındırmayacağının farkındaydım. Ayağa kalkacak gücü kendimde bulabilmek için birkaç dakikaya ihtiyacım vardı yalnızca. Tam gözlerimi tekrar kapatacakken kolumdan çekilip birden ayağa kaldırıldım. Daha ne olduğunu anlayamamışken kendimi bir odanın içinde kapıya yaslanmış bir halde buldum. Beyazıt kaçmamamı istercesine kollarından yaptığı kafesin içinde beni tutarken yine de bana alan tanımak istercesine olabildiğince geride duruyordu. “Tek kelime etmek zorunda değilsin ama içinde daha fazla tutma. Ağlaman lazım.” Ağır ağır başımı iki yana salladım ama gözlerim bana ihanet ederek anında dolmuşlardı. Ağlamak istemiyordum. Ağlarsam toparlanamazdım bir daha ve benim ayakta olmam gerekiyordu. Ne düşündüğümü anlamışçasına “Tamamen batmadan yukarı çıkamazsın. Ağlaman lazım…” Sesi o kadar yatıştırıcıydı ki… “Ağlarsan görmem, duymam, konuşmam ama yanında olabilirim…” Daha önce de söylediği bu söz sanki kırılma noktam olmuştu. İlk sol gözümden bir damla düştü, ardından sağ ve sonra takip edemeyeceğim kadar çok göz yaşı… Daha fazla ayakta duramayarak yere çöktüğümde Beyazıt da hiç gocunmadan yere çökmüş ve hatta oturmuştu. Beni hızlıca kendine çekti ve sıkıca sarıp sarmaladı. Dakikalar boyunca hıçkıra hıçkıra göğsünde ağladım. Ben ağladım, elleri saçlarımda dolandı şefkatle… Ben ağladım, elleri sırtımda dolandı yatıştırırcasına… Saatlerdir içimde tuttuğum göz yaşları tek tek göğsüne doğru aktı. * Yavaşça Didem’in yanına oturduğumda dönüp bana bakmadı ama kısa süreliğine durmuş olan göz yaşları tekrar akmaya başladı. Hastane bahçesinde bir banka oturmuş öylece karşıya baktık bir süre. Sonra birden gelip belime sarıldı tekrar. “Özür dilerim… Öyle söylemek istemedim. Nefret etmiyorum senden. Senin gitmeni de istemiyorum. N’olur sana da bir şey olmasın abla! Konuşmasan da olur. Sadece gitme n’olur…” Sıkıca sarıldım bu kez. Ağlamak iyi gelmişti. Tam anlamıyla ayağa kalktığım söylenemezdi ama önceki kadar da değildim. Beyazıt’ın birkaç dakika önce bana yaptığı gibi sakince saçlarını okşadım. Başının üstünü öptüm. Sözlerimle olmasa da eylemlerimle biraz olsun sakinleştirdim. “Kırdım onu, onu istemediğimi söyledim, bir kez vurdu diye neler neler demedim abla… Niye uzattım ki?” Durmam için bildiğin bana yalvarmıştı. Koskoca kadın, kimsenin önünde eğilip bükülmeyen kadın bana yalvarmıştı. Fırsatı olsa ayaklarıma kapanacak kadar yalvarmıştı hem de ama ben durmamıştım. Beklememiştim, dinlemeye zahmet etmemiştim. Kırgındım hâlâ anneme, çok kırgındım ama benim yüzümden ölmüştü. En azından durup bekleseydim peşimden frenleri tutmayan arabayla son sürat gelmeye kalkmayacaktı. En başında annemi dinleyip ağırdan alsaydım, temkinli davransaydım da ölmeyecekti. Nereden bakarsam bakayım bu tamamen benim suçumdu. Kendimi bile teselli edemezken Didem’i de teselli edemedim. Yalnızca başının üzerine bir öpücük bıraktım. Ardından da ayaklandım ve kalkması için Didem’e de elimi uzattım. Artık hastane kokusu solumak istemiyordum. Ahmet abiyi morgdan çıkarabilecek tek kişi de Didem’di. Bunu ona yapmak istemezdim ama kim ne derse desin ne yaparsa yapsın Ahmet abiyi oradan çıkaramamışlardı. Kapının önüne çıkarsalar, fırsatını bulduğu ilk anda geri giriyormuş içeri. Didem’in elimi tutup ayağa kalktığı sırada çığlıktan hallice bir bağırtı duyuldu. “ÇATIDA BİRİ VAR! ATACAK KENDİNİ!” Önce bağıran adamı buldu gözlerim, ardından da baktığı çatıyı. Uzaktan da olsa seçebildim kim olduğunu. O kadar kararlıydı ki… Daha ben ne olduğunu anlayamadan kendini çatıdan aşağı bıraktı Ahmet abi. Ellerimin arasından sıyrılan Didem’i son anda yakalayabilirken hızından dolayı ikimiz de dizlerimizin üstüne kapaklanmıştık. Son anda Didem’in başını çevirebilsem de Ahmet abinin yere düştüğü anı çok net bir şekilde görebilmiştim. “BABA!” diye öyle bir bağırdı ki Didem acısını ta kalbimde hissettim. Kollarımın arasında kurtulmak için çırpınıyor bana vuruyor ve daha çok ağlıyordu ama görmemesi için bırakamıyordum. Bir kez daha gözlerimden yaşlar akarken Ahmet abinin açık kalmış olan gözlerinden gözlerimi alamıyordum. Bana bakıyordu sanki. Kafasından akan kanlar minik bir gölet oluşturmuşken bir doktor, Ahmet abiye eğilerek görüşümü kapattı. * Bölüm sonu. Bu bölümün diğerlerine nazaran bir tık kısa olduğunun farkındayım ama burada bitmesi gerekiyordu. Yine farkındayım ki bölüm sonu çok hızlı geçti ki asıl bölümün bu saate kalma sebebi de o. Bir sonraki bölümde hızla geçtiğimiz bu sahnelerin bazı ayrıntılarını da göreceğiz. Sabahtan beri bunu düşünüyordum. 3. kişi ağzından daha detaylı bir anlatım mı yapsam yoksa Dilem'in ağzından mı anlatsam diye... Zira Dilem detayları görebilecek bir ruh hali içerisinde değil. Detaylı anlatım yapsam mantık hatası olurdu benim için ama bu sahneleri bir o Dilem'in suskunluğu içinde de okumak istiyordum. Ben de böyle bir şeyde karar kıldım. Umarım bölüm hoşunuza gitmiştir. Takdir edersiniz ki bu bölüm bir milat. Zira biz farkında olmadan geri planda bir çok şeyi ayakta tutan iki karakter öldü. Artık Dilem tam anlamıyla bir kadın oldu. Birinin çocuğu, yavrusu değil en basitinden... Haliyle artık bazı şeyler çok farklı olacak. İlerleyen iki- üç bölüm içerisinde de bir iki zaman atlaması olacak. Biz nerelere geldik böyle olmayın sonra. Umarım göz yaşlarınız yerindedir. Ayın 27'sinde görüşmek üzere...
|
0% |