@_eylull
|
Taylor Swift-willow ... Larosa'nın hıçkırığını duyana kadar nefesimi tuttuğumu anlamamıştım bile. Derin bir nefes aldım "N-ne, nasıl yani, ne tür bir hastalık ki bu?" diye üç tane soru sıraladım Larosa'ya. Aslında kulağa çok değişik geliyordu ne tür bir hastalıktı bu daha önce hiç duymamıştım. Kulağa biraz şey... Saçma geliyordu. "Revis adında bir hastalık, biz de bu hastalığı ilk duyduğumuzda çok şaşırdık. Revis, yıllar öne bir vakada daha görülmüş. Ve o vakadan çıkarılan sonuçlara göre bu hastalığa sahip olanların hissettiği duygular ne kadar yoğun olursa kalbi devreye giriyor ve hastalık tetikleniyor. Bu da birçok krize yol açıyor." Diye uzun bir cümle kurdu Larosa. Gözlerimi yüzüne çevirip gözlerine baktım. Bana kalırsa bu krizleri atlattığından bu kadar ağlanacak bir hastalık değildi. Bunun yanında bir şeyler daha olmalıydı Larosa'nın bu kadar üzüldüğüne bakılırsa. Larosa aklımdan geçeni anlamış olacak ki göz göze gelmek için yemyeşil gözlerini bana çevirdi ve dolgun dudaklarının arasından konuştu. "Bu krizler büyüdükçe abimin ölme riski de artıyor. Bu krizler belirli bir düzeye ulaşınca abim kalp krizi geçirip ölebilir." Dedi. Bende refleks olarak "Peki bunun bir tedavisi vesaire yok mu?" diye bir soru yönelttim. "Doktorlar hala üzerinde çalışıyorlar lakin şimdilik bir sonuç yok. Ve yapabileceğimiz üzülmek yerine dua fısıldayıp durmaktan başka bir şey değil." Olan cevap, her zamanki gibi yine gecikmemişti. ... Öğrendiğim şeylerin üzerine sıcak bir duşun iyi geleceğini düşündüğümden Larosa gittikten hemen sonra odamın içerisindeki banyoda sıcak suyun altına girip iyi şeyler düşünmeye çalıştım. Birkaç dakikalığına da olsa kötü şeylerden ve kötü düşüncelerden arınmayı istemiştim. Su ile beraber gitsin tüm kötü düşünceler. Su gibi duru nehir gibi berrak olsun zihnim... Duştan çıktıktan sonra saçlarımı kurutmadan banyoya aldığım gecelik tarzı elbiseyi üzerime geçirip çok oyalanmadan yeniden odama döndüm. Saat dokuz, on civarlarındaydı. Kitap okumayı sevdiğimden odada kitap var mı diye çekmeceleri kurcalamaya başladım. En sonunda büyük bir çekmeceyi açtığımda içerisinin kitap dolu olduğu bir boşluk gördüm ve bu tebessüm etmeme neden oldu. Aralarından ismini en çok beğendiğim kitabı elime aldım ve ilk sayfasına göz gezdirdiğimde de bana uygun olduğunu fark edip bu kitabı okumaya karar verdim. Kitabın biraz kalın olduğunu fark ettim lakin aldırış etmedim. Anna Karenina. Kitabın ilk cümlesi bile o kadar ilgi çekiciydi ki. "Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir." Kitabı okudukça okuyasım geliyor, ellerim benden izinsiz sayfaları çeviriyordu sanki. Fakat gözlerim de benden izinsiz kapanmaya başlıyorlardı artık. Bu sebepten dolayı yaklaşık 30-40 sayfa okuduğum kitabı bir başucumdaki komidine bıraktım. Ve ışığı kapatıp yorganımı üzerime çektim. Gözlerim zaten hemen sabaha kadar açılmamak üzere kapanmışlardı. ... Güneşin ışıkları yüzüme çarparken gözlerimi yavaş yavaş açtım. Gözlerimi ovalarken bir yandan da üzerimdeki yorganı çekiştirip banyoya doğru ilerledim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra dişlerimi fırçalayıp banyodan çıktım. Dolabın iki tarafını da kendime doğru çekip açtığımda elbiselere takıldı gözlerim. Bugün de elbise giyecektim lakin bir farklılık yapma planım vardı. Her ne kadar siyah giymeyi düşünüp, siyah giymek istesem de bu gün kırmızı giyecektim. Kırmızı, birçok insana aşkı veya sevgiyi çağrıştırsa da bana göre intikamı simgeler. Kırmızı, hafif göğüs dekolteli, uzun ama bacak yırtmacı olan saten bir elbiseyi aldım ve duraksamadan üzerime giydim. Uzun zaman sonra böyle hissediyordum. Sanki çok güçlüydüm ve herkese kafa tutabilirdim. Yine makyaj yapmak üzere masamın pufunu çekip oturdum. Gözlerime bu sefer farklı bir model deneyecektim. Göz kapaklarımın altını kapatıcıyla doldurduktan sonra kahverengi farı eyeliner şeklinde uyguladım göz kapaklarıma. Bu sefer direk kırmızı allık ve ruj sürdüm. Saçlarımı da şekillendirme kararı aldım. Hemen en güzelinden bir topuz yaptım saçımı. Aynaya baktığımda gerçekten de güzel göründüğümü fark ettim. Aynaya bakarken saate kaydı gözlerim. Saat tam sekizi elli yedi geçiyordu. Bunu fark edip dışarıya çıkıyordum ki aklıma üzerime bir şey almam gerektiği geldi. Dolaptan siyah bir kürkü alıp omuzlarıma attım ve odadan çıktım. Yardımcımın kapıda beklediğini gördüğümde samimi olduğunu düşündüğüm bir gülücük gönderdim. Yolda o da bana eşlik ederken ismini sormayı unuttuğumu fark edip "isminiz ne acaba?" sorusunu yönelttim. Soruma "Regia efendim" cevabını aldıktan sonra "Bende Vesa, memnun oldum." Dedim yine tebessümle. Yine dün sabahki yollardan ilerleyip yemek odasına ulaştığımızda şövalyeler kapıyı açıp içeri girmem için yol açtı. Yine aynı his kaplamıştı içimi, ruhumu... Herkes aynı yerlerinde oturuyordu ve benim yine benim için ayrılan yere ikiletmeden oturmam gerekiyordu. Bunun kadar can sıkıcı bir şey daha olamazdı. Ama artık prense karşı kalbim buğuluydu... Nefret de etmiyordum lakin sevemiyordum da... Ama babamın intikamını almamam için hiçbir sebep yok. Kral yine henüz gelmemişti. Ben de yerime geçtim ve kralın gelmesi çok uzun sürmedi. Çok değişik geliyordu. Babam vefat etmişti artık yanımda yoktu ve benim yarın doğru düzgün daha tanışamadım, babasından ölesiye nefret ettiğim bir adamla düğünüm vardı. Ben bu düşünceler arasında kıvranırken başımı kaldırdığımda sofrada bir tek ben yemek yemediğimden yine bakışlar üzerimdeydi. Bu hissi hiç sevmediğimden birkaç şey attım ağzıma. Nihayet kral kalkmıştı sofradan. Bu benim de artık gidebileceğim anlamına geliyordu. Tam masadan kalkıp gidiyordum ki birkaç adım atmamla prensin beni kolumdan tutup kendine çekmesi bir oldu. Ben şaşkınlıklar içinde prensin göğsüne doğru bakıyordum. Bu adam nasıl bu kadar uzun ve cüsseli olabilir. İç sesim haklı olmalıydı adam gerçekten de bayağı uzundu... Boyunun uzunluğundan dolayı başımı kaldırıp bakabildim ancak yüzüne. Gözlerinin kahvesi, yeni yağmur yağınca hala ıslak olan toprak ile biraz elaya kaçan bir kahveydi. Ben bir iki adım geri atınca ufak bir tebessüm oluştu yüzünde. "Ne yapıyorsun?" diye sordum bir anda. "Öyle yemeklerde yanıma oturduktan sonra benimle konuşmamazlık yapamazsınız küçük hanım. Yürüyelim mi biraz?" dedi hafif kalın ve alaylı sesiyle. "Peki" diye kısa bir cevap verdim çünkü adam bir anda bütün dikkatimi dağıtmıştı. Şükürler olsun ki duygularımı hızlı belli eden biri değildim. "Ee adınız ne küçük hanım?" diye bir soru yöneltti. Ben ise "Bana hep böyle mi sesleneceksin?" dedim sorusuna cevap vermeden. "Başka bir şey de bulabilirim istersen?" sorusuna karşılık ben de gecikmeden "Daha iyi olur." Dedim kısaca. "Ee soruma cevap vermedin? Adın ne?" cevap vermeseydim direteceği belliydi. Aslında biliyordu. Ama inatla benden öğrenmek istiyordu. "Vesa ben. Sanırım ben de senin adını öğrenmek isterim." Aslında ben de biliyordum onun adını ama şuan gerçekten de unutmuştum. "Rika ben. İsmini de daha önce duymamıştım çok kullanılmayan bir isim değil mi?" başımı sallayarak onayladım. "Fidan anlamı var ismimin. Dediğin gibi çok bilinen bir isim de değil." "Benim ismimin birçok anlamı var aslında. Cömert, şanslı, ciddi..." o saymaya devam ederken ben bir anda kestim sözünü. "Bir dakika ya. Sen neden şuan benimle yürüyorsun? Gereksiz şeyler konuşup duruyoruz sadece. Müsaadenle ben odama çıkıyorum." "Dur. Ben de konuyu nasıl açacağımı düşünüyordum. Malum yarın düğünümüz var." Dedi sanki bana hatırlatmaya çalışır gibi. "Yani daha birbirimizi tanımıyoruz ayağına mı benimle yürüyorsun burada? Güldürme beni prens. Benden çok senin bilmen lazım seninle evlenmek istemediğimi ve senden, babandan, sizin olan her şeyden nefret ettiğimi." Bu çıkışıma ve lafını bölmeme sinirlenmişti ki adım adım bana doğru yaklaşıyordu. Onun her adımıyla ben de adımlıyordum geriye doğru. Bir anda sırtımın duvara çarpmasıyla ürktüm ve endişelendim. Ne olacaktı şimdi? Aferin Vesa, yandın kızım sen. Niye kafanın dikine gidiyorsun tatlım sen? Bir kolunun duvara, hemen yanıma gelmesiyle bir kez daha irkildim. Yaklaşıp kulağıma doğru "Sanırım başının dikine gitmeyi seviyorsun ateş böceği. Ama birbirimize karşı daha saygılı olalım ki kalplerimiz kırılmasın. Güzelce yaşayıp gidelim değil mi?" başımı sallamakla yetindim. "İyi o zaman saat birde odama bekleniyorsun ateş böceği." Sözünün bitmesiyle yanımdan ayrılması bir oldu. Yaşadığım süre zarfında hiç bu kadar gerilmiş miydim, hatırlamıyordum. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Ama ben kararlılığımı sürdürüyordum. Başım dik olacaktım. Bir kelimesiyle korkmayacaktım kimsenin. Bir yanım sinirden hala dolup taşarken bir yanım da merak ediyordu beni neden yanına çağırdığını. Ayrıca "ateş böceği" ne alakaydı ya... Kafamda binbir türlü düşünce dolanıp dururken ben de odama doğru yol almıştım. Odama vardığımda beni görünce yüzünde tebessüm oluşan Regia'yı gördüm. Ben de tebessüm ettim ve odamın tam önüne geldiğimde "Bir isteğiniz var mı efendim? Eğer yok ise ben de odama gideceğim biraz rahatsızım da." Soluklanıp devam etti "Ne olur ne olmaz diye de telefon numaramı kağıda yazıp masanızın üzerine bıraktım." Yaptığı açıklamaya verdiğim cevabı geciktirmedim. "Sorun yok Regia. Bir şey olursa ben sana haber veririm. Kendine dikkat et, daha çok yardımın dokunacak bana." Dedim ufak bir gülümseme eşliğinde. Regia, teşekkür edip giderken ben de odama giriş yaptım. Hala üzerimdeki garip his geçmemişti. Bir bardak su içtim yavaşça. Kafamı dağıtmak açısından dün okumaya başladığım kitabı okumayı düşündüm ve fikir makul geldiğinden öyle yaptım. Kitap cidden de sürükleyiciydi. Gerçekten de okudukça okuyası geliyordu insanın. Kendimi kitaba kaptırmıştım ve artık sanırım zaman umurumda değildi. ... Kitaptan başımı kaldırdığımda saat on ikiyi gösteriyordu. Bir saat sonra prensin odasında olmalıydım. Hemen hızlıca kitabı elimden bırakıp hazırlanmaya koyuldum. Makyajımı silip koyu mavi, uzun, hafif kabartma kollu bir elbise giydim. Sabah topuz yaptığım saçlarımı salık bırakma kararı verdim ve hızlıca topuzu bozdum. Bu sefer öyle aham şaham bir makyaj yapma fikri yoktu aklımda. Çok hafif, klasik, günlük bir makyaj yaptıktan sonra hızlıca parfüm sıkıp ayrıldım odamdan. Regia'nın telefon numarasını kaydetmiştim. Hemen onu arayıp gelmesini rica ettim. Bir, iki dakika içerisinde yanıma geldi. Ondan bana prensin odasının yerini göstermesini istedim. Bu sefer yukarıya uzanan merdivenlerden geçiyorduk. Odasının önünde durduk ve Regia "Prensimizin odası burası efendim." Dedi. Ben başımla onaylayıp teşekkür ettikten sonra kapıyı çaldım. Prens Rika'nın gür ve tok sesinden "Gel." Cevabını alınca beklemeden içeri girdim. "Gelmişsin, ateş böceği." Dedi dişlerini gösterircesine bir gülümsemeyle. "Geldim. Ama niye beni çağırdın onu anlayamadım bir türlü." Dedim. Aynı şekilde tebessümle. "E malum yarın bu krallığın ve sarayın prensesi oluyorsun. Bu konu hakkında konuşmamız gerekiyor." Dedikten sonra elindeki kahvesinden bir yudum aldı. "Ne konuşacağız ki. Bir savaş oldu bitti ve sonunda olması gereken olacak. Beni zorla seninle evlendiriyorlar. Çok da konuşacak bir şey yok gibi ha?" Benim lafımı duymamış gibi devam etti "Yarın düğünden sonra bu odaya taşınacaksın malum. E tabi istemezsen hemen taşınmak zorunda değilsin, kimse yargılamaz." Kahvesinden bir yudum daha aldı ve devam etti "Neyse çok önemli bir konumuz daha var ve ben bunun için çağırdım seni, ateş böceği." "Daha çok küçükken anneni kaybetmişsin. Yeni öğrendim. Ben de iki yıl kadar önce kaybettim annemi. Acı da olsa bir ortak noktamız varmış değil mi ateş böceği?" "Aslında seni yakından tanımak isterdim. Kim bilir belki başka bir evrende daha iyi bir şekilde tanışabilirdik..." dedi üzülmüş gibi yaparken. Benim ise cevabım net, gözlerim doluydu. Rika'ya doğru birkaç adım atıp aramızda bir adım kalmasını sağladım. İşaret parmağımı kalbinin üzerine koyup "Ben, babamın katilinin oğluyla başka bir evrende bile olsa iyi bir şekilde tanışamazdım. Babamı aldınız siz benden. Babamı..." gözümden süzülüp gitti bir damla yaş. Babamı hatırlattığından bir kez daha nefret ettim ondan. Bir cümlesine dayanamamışken yarın onunla evlenmeye nasıl dayanacaktım? Tanrım ne olur bana bir yol göster... Prens hiç beklemediğim bir anda bana sarıldı ve "Üzgünüm böyle olmasını, seninle böyle tanışmayı ben de istemezdim..." dedi. Ben ise çok açık bir cevap verdim kollarını üzerimden çekmesini sağladıktan sonra. "O kanlı ellerini bir daha bana sürme. Siz bırakın bana dokunmayı, benimle konuşmayı bile hak etmiyorsunuz..." olmuştu işte. Tüm nefretimi kusmuştum ona. Bu çıkışımdan sonra arkamı dönüp gittim. Ben tam çıkarken kurduğu cümlesini duymazlıktan geldim. "Özür dilerim, ateş böceği. Böyle olsun istemezdim. Kalbinin kırılmasını isteyecek kadar taş kalpli değilim. Beni tanıdıkça sen de anlarsın..." |
0% |