@adsiz549
|
Bir varmış bir yokmuş. Ben yok olandım. Ben aslında hiç var olmayandım. Oyuncak bebeklerle oynamam gerekirken silah kullanmayı öğrenirken de, oyun için değil de daha da güçlü olmak için koştuğum zaman da anlamıştım. Ben aslında hiç var olmamıştım. Babamın masasının üzerinde duran silaha baktım. Gözlerim sert ve soğuktu ama içim kaynıyordu. İçimde alev topları geziniyordu. Soğuk gözlerim babam olduğunu düşündüğüm ama bu zamana kadar asla babalığını görmediğim adama kaydı. “Ne zaman yapılacak?” Babamın bakışları bende değildi, duvarı tamamen kaplayan camlardaydı. “En kısa zamanda.” Tekrar silaha baktım. Bir silah, bir namlu ve ucundaki can. O ucundaki can benim canımdı. Bu kumarın sonunda namlu tam kalbimin üzerinde duracak ve kalbimi delecekti. Tetiği ise belki de sevdiğim biri çekecekti. Üzülmezdim. Nefret ettiğim birinin değil de sevdiğim birinin beni öldürmesi bana yakışırdı. Benim gibi iğrenç insanlara anca böyle ağır bir ceza yakışırdı. Oturduğum koltuktan ayağa kalktığımda babam bakışlarını camın ötesinden bana çevirdi. Silaha son kez baktım. Ardından hafifçe gülümsedim. “Buna ihtiyacım yok. Kendi silahlarımla hallederim.” Babam kafasını iki yana salladı. “Bu silah farklı. Merminin ucundaki zehir ile kişiyi felç bırakıyor.” Kafamı sağa doğru eğdim. “Omurgadan vurduğumda da felç kalır.” Derin bir nefes verdi ve bana soğukça baktı. Bir kere sıcak baksaydı belki de her şey daha farklı olacaktı ama imkansızdı. Babam bana asla bir baba gibi bakmamıştı. Babam patrondu ve ben, onun için ebedi bir çalışandım. Asla bir baba ve kız değildik. Ne ben bir kızdım ne de karşımdaki adam bir babaydı. “Amaç felç bırakmak değil. Amaç kaza süsü verilecek bir şekilde vurulması.” Kaşlarımı alayla havaya kaldırdığımda bakışlarım karşımdaki adamınki gibi soğuktu. “Mermiyi inceleyeceklerdir. Nasıl kaza süsü vereceğim?” “Sen onu vurduğun anda mermideki zehir vücuduna işleyecek. Yani mermide zehir kalmayacak. Bu sayede kimse anlamayacak.” Kafam karışmıştı. “Peki otopside ne olacak? Orada çıkar zehirlendiği.” Dilini damağına vurarak cık sesi çıkardı. “Çıkmayacak. Orası bende. Sen sadece üzerine düşeni yap.” Yap, git, bul, öldür. Hayatım hep bu kelimelerden ibaretti. Benim hayatımın gerçekten bir anlamı yoktu. Şu dört kelime bir anlamsa, hayatımın anlamı buydu. Kafamı salladığımda uzanıp masadaki silahı aldım. Namluyu karşımdaki adama çevirip tetiği çeksem içim o kadar acımazdı ki, asıl bu kadar kalpsiz olduğum için kendime üzülürdüm. Yapmadım yine de. Silahı, babamın gözlerinin içine baka baka belime soktum ve belimi giydiğim siyah kazakla kapattım. Ona bir daha bakmadan da arkamı dönüp odasından çıktım. Kafama taktığım siyah şapkamı gözlerime kadar çekerken etrafa tedbirli bakışlar atıyordum. Her an bir tehlike olabilirdi ve o tehlike, beni yok edebilirdi. Ofisten çıkıp kaldırımda yürümeye başladığımda başımı eğip telefonumdan bir numarayı tuşladım. Telefonu kulağıma götürürken karşımdan geçen bir baba kıza yutkunarak baktım. Şu an böyle şeylerle uğraşmak yerine şöyle olsaydık, ne olurdu? Kızın elinde pembe bir pamuk şeker vardı. Babasının elinde de kırmızı kalpli bir balon. Bu kasvetli havayı gülüşleri ile adeta aydınlatıyorlardı. Ben ne hayatımda pamuk şeker yemiştim, ne de kalpli bir balon almıştım. Hem de babam tarafından. Kulağımda çalan telefon açıldığında dikkatimi telefonuma verdim. “Adresi aldım.” “Tamamdır.” dedi telefonun ardındaki ses ve aşinası olduğum klavye seslerini duydum. Mesaj olarak attığım konumu inceliyor olmalıydı. “Buldum her şeyi. İstersen gel de göstereyim.” “Gerek yok.” dedim. “Bana mesaj olarak at.” Derin bir nefes verdi telefonun ardındaki ses ama bana karşı gelmedi. “Peki.” Daha fazla bir şey demeden telefonu kapattım ve ilerlemeye devam ettim. Bir süre sonra kapısının önünde durduğum mezarlığa baktım. Olmuyordu işte. Her şeye gücüm yetiyordu ama şu mezarlıktan içeri giremiyordum. Halletmem gereken hesaplaşmadan yıllardır kaçıyordum. Sertçe yutkunarak gözlerimi kapattım. “Yapabilirsin, Gülşen. Yap şunu artık...” Gözlerimi kapalı tutmaya devam ederek içeri doğru bir adım attım. Tanıyordum kendimi. İlk adımı atsam gerisini daha kolay şekilde getirirdim ama olmadı. İlk adımı atamadım. Kapalı olan gözlerimdi ama sert bir bedene çarptığımı hissettim. Kafamdaki şapka yere düşerken hızla gözlerimi açtım. İlk defa bu kadar cesaretimi topladığımı hissederken bir anda bunu yaşamam gerçekten şaka olmalıydı. Bakışlarımı çarptığım bedenin gözlerine çevirdiğimde gözlerimle buluşan sert maviliklere gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Pardon.” Fazla yakın durduğumuzu fark edip bir adım geri çıktığımda karşımdaki dev cüsseli olduğunu yeni gördüğüm adamın dudağının sol köşesi usulca yukarı doğru kıvrıldı. “Pardonuna pardon.” Kaşlarımı çattığımda adamın minik sırıtışı hızla soldu ve bana daha fazla bakmayıp sağ omzuma çarparak gitti. “Deli midir nedir?” derken eğilip yerdeki şapkamı aldım. Geri kafama takarken durduğum yere baktım. Az önce bir adım geriye çıktığım için mezarlıktan çıkmış bulunmuştum. Sıkıntıyla alnımı ovuşturdum. “Lanet gelsin böyle işe!” Hiddetle nefesimi verip sırtımı mezara döndüm ve adımlamaya başladım. Pardonuna pardon... En fazla iki kelimeydi. Hayatımda ne gibi değişikliklere sebep olurdu ki? Hayatımı benden alırdı. Sadece iki kelime hayatımı kaydıracaktı. Ben ise olanları bir seyircinin film izlemesi gibi izleyecektim. Kendi hayatım hakkında söz sahibi bile olamayacaktım. Eh, bana hiçbir yerde söz hakkı verilmezdi ki...
|
0% |