Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm

@amaris_22

 

 

Keyifli okumalar <3

 

 

 

 

RUH YEMİNİ

 

 

Nevin Dinçel/ Kasım 2020

 

Sırtıma çöreklenen her bir duygudan nefret ettim. Hayatı yaşamayı, hayatta kalmayı, düşünmeyi ve birçok şeyi de benden alıp gitmek için hevesle kanat çırpan bir kırlangıç gibi omuzlarıma yüklenmişti. Gerçek anlamda yaşamadan yürüttüğüm ayların ardından, dünya çok garip bir hal almıştı. Belki de bugüne kadar hiçbir şey değişmemişti. Önemini iliklerime kadar hissettiğim tek bir şey vardı ki; o da dakikalar sonra hayat bizim için tekrar değişecekti.

Patlamada üzerlerine yıkılan koca dağın altında kurtulamayan komutanım ve silah arkadaşlarımın naaşını taşımamıza bile izin verilmemişti. Ortada gömülebilecek naaşları olsa belki bu kadar zoruma gitmezdi ama o patlamada sağlam tek bir parçalarını bile kurtaramamıştık. Ailelerine şehadet haberlerini vermek bizim görevimizdi ama o gün biz de ölmüştük.

Aylar sonra gözlerimi hastanede açtığımda hiçbir şey eskisi gibi değildi. Timden geriye sağ kalan sadece bizdik. Tabii buna gerçekten yaşamak denirse yaşıyorduk. Geride kalmıştık, o gün orada gerçekten ölmemiz gerekirken hayatın sillesi bizi yaşatmak istemişti. Kaburgalarımdaki kırıklar, psikolojimin kalan son kırıntılarını da alıp götürdüğünde üst üste geçirdiğim sinir krizlerini anımsıyordum.

Benim fiziksel durumum bir nebze de olsa daha iyiydi. Aramızda en kötü yaralanan Bekir olmuştu. Doktorlar beni uyandırdığında o hala yoğun bakımdaydı. Onun üzerine bir ay daha orada kalmıştı. Uyandırılmasının riskli olduğunu söyleyip duran doktorlara güvenmek dışında elimizden hiçbir şey gelmiyordu.

Bekir, olaylardan sonra hiç olmadığı kadar sessizdi. Benim sinir ataklarıma karşın tutumunu oldukça iyi korumuştu. Eskiden kalan öfke problemlerimle yıllardır uğraşıyordum. Tam da mükemmele yakın bir sonuca ulaşmışken her şey tuzla buz olmuştu. Aniden yüklenen sinir, bünyemde barınamıyordu. Dışarı taşmak, vurup kırmak, bağırıp çağırmak istiyordu.

Hastane koridorlarında geçen beş ay, yıllara bedel gibi gelmişti. Kaldığımız kat, askerler tarafından sarılmış, sadece sağlık personellerinin girişine izin veriliyordu. Fakat doktorlara odaya kadar eşlik eden, hatta tedavi boyunca asla gözetiminden çıkarmayan askerlerin arasında beş ay ölümden de beterdi. Birer mahkum gibi her hareketimizde peşimizde bir dolu askerle dolaşıyorduk. Hava almak için gecenin belirli saatlerinde sadece birkaç dakikalık yürüyüşleri için iznimiz vardı.

Biz ölmüştük. Ailelerimi hala bir ümit iyi haber bekliyor olabilirlerdi. Boş tabutlarımız, üzerinde al bayrak sarılı, önünde bizim birer fotoğrafımızın olduğu askerler eşliğinde gömülmüştü. Aylardır sır gibi gizleniyor, savaş alanına geri dönecek yaralı aslan misali bir köşede iyileşmeyi bekliyorduk. Bu süreç hastane haricinde beni zorlamayacağını düşünsem de televizyonun ekranında şerit şeklinde geçen yazılarda silah arkadaşlarımın adının yazılı bile olmadığı kelimeler akıp gittiğinde yüzüme ilk defa büyük bir darbeyle çarpmıştı.

Sınır dışı görevde şehit olan 4 askerden ve kayıplardan bahsediliyordu sadece. Saniyeler içinde akıp gitmiş, tükenmişti.

Cenaze törenlerinden çekilen üç beş fotoğrafın varlığımı bilsem de bakmamıza izin verilmemişti. Biz artık ölüydük. Bir ailemiz yoktu. Evde yüreği ağzında bekleyen kimselerimiz yoktu. Yıllarca sırt sırta vermeyi hayal ettiğim arkadaşlarım, kardeşlerim yoktu.

Parmaklarımın arasında tuttuğum dosyanın içinde yazan tüm detayları neredeyse ezbere biliyordum. Bugün kayboluşumuzdan sonra yeni bir kapı bizim için açılıyordu. Son iki aydır katıldığımız görevlerin arasında, tüm yaygaranın ortasında bana verilen görevi gerçekleştirecektim.

Üzerinde kocaman harflerle RUH TİMİ yazan dosyayı sıkıca tuttum. İsme defalarca takılan gözlerim, yeniden üzerinde gezindiğinde dudağımın bir kenarı yukarı kıvrıldı. Albay benimle dalga geçmeyi kesinlikle seviyordu. Garip mizah anlayışı beni her defasında şaşırtmayı nasıl beceriyordu bilmemsem de gerçekten kendine has bir tavrı vardı. Acıyı insanın yüzüne direkt vurmaz, usul usul işlerdi. Kesinlikle zihnindeki çarkların nasıl işlediğini asla anlayamadığım biriydi. Onun benden nefret ettiği kadar ben ona büyük bir saygı besliyordum.

Bekir, koltuğa yayılmış, elinde daha önce de gördüğüme emin olduğum bir çizgi romanın sayfalarını eşeleyip duruyordu. Yeni tıraş olmuş yanakları, askeriyenin eski floresanının altında tahrişin izleriyle yer yer parlıyordu. Bütün dikkatini verdiği parlak sayfalar arasında bir o yana bir bu yana gidip gelirken ne aradığı hakkında tek bir fikrim bile yoktu. Yine o saçma takıntılarından biri olabilirdi, sevdiği bir repliği arıyor olabilirdi, kafasında kurduğu aptal sayı kadar sayfa çeviriyor dahi olabilirdi. Konu Bekir olduğunda ne yapacağı asla belli olmazdı. Hayatı spontane yaşamayı ölesiye reddeden bir manyak olmasına karşın, aldığı emirler onun planlarını hep bozardı.

Engellenemez takıntıları, patlamadan sonra üçe beşe katlanmıştı. Her gün yeni bir tanesi ortaya çıkıyor, ardında bırakamadığı dağlarca takıntının yanına ekleniyordu. Kaşlarının ortasın derin bir çukur oluşana kadar kafasını sayfaya yaklaştırdı, burnunu cilalı sayfaya dayayıp derin bir soluk çektiğinde yüzü iyice gerildi. Aldığı koku hoşuna gitmemiş olmalı ki, ela gözleri kısılıp yok olana kadar yüzünü buruşturdu.

Ağzının içinden bir şeyler homurdanıp çizgi romanı ters çevirip sallama başladı. Parmaklarını sayfaların kenarında gezdirerek tüm sayfaları birbirinden ayırdı. Sonun çabasının ekinleri baş gösterdi ve kucağına kuru bir papatya düştü.

Onun tavrından ben yılarak gözlerimi elimin altındaki dosyaya çektim. Çok değil; birkaç dakika sonra bu odadan çıkacaktık, yepyeni bir kimliğe bürünecektim. Bizzat benim emrimle buraya gelmiş askerlerimi karşılayıp yeni bir sayfa açacaktım.

Gözlerimin önüne Ömer Yüzbaşının yüzü can bulduğunda ellerimi masadan ayırıp başımın iki yanına bastırdım. Artık onun yerinde ben vardım. Eğer yaşasaydı bana güvenirdi, tıpkı o gün güvenip beni tek başıma geri yolladığında olduğu gibi. Başaracağıma dair güvenini üzerimden eksik etmezdi.

Büyük bir hata yaptığımı çok geç fark etmiştim. Aylardır eğer mağaraya giriş emrini vermeseydim diye düşünüp duruyordum. Böylesine büyük bir patlamadan onları sağ bir şekilde kurtarabilir miydik? İmkansızdı. Şartlar aynı olduğu sürece onları o taşların arasından canlı çıkarma ihtimalimiz hiç olmayacaktı.

Onları kurtaramasam da Aytekin ve Bekir'i peşimden sürüklememiş olabilirdim. Aytekin'in tüm hayatını bağladığı kızı ve eşinden ayrı kalmasına neden olmazdım. Bekir ise... Onun hayatında ne gibi değişiklik olurdu bilmiyorum. Tek bildiğim onca ay hastaneden sıkışıp kalmazdı.

Bana verilen görevi başaracağımı düşünmüyordum, başaracağımı biliyordum. En başından beri istediğim şey şimdi önüme serilmişti ama şartlar o kadar sallantılı olmuştu ki ben bile hala kabullenememiştim.

Şimdi ise Ruh Timi'nin komutanı Üsteğmen Ruhsuz'dum. Albayın yüzüme vurmadan ince ince işlediği gerçek, dudaklarımda soluk bir gülümsemenin oluşmasını sağladı. Mesaj açıktı; bu timi ben toplayacaktım ama benim onların arasında yerim yoktu.

Usulca tıklanan kapı, basit emrimle açıldığında beklediğim askerin aksine, kapıda Aytekin abi vardı.

Keyifsiz bakışlarındaki umudu yakalamam zor olmadı. Üçümüz arasında açık ara en zorlanan oydu. Patlama yaşandığında yaklaşık sekiz aylık olan kızını ve eşini görememek canından can götürüyordu. Bunu gözlerinde görebiliyordum.

Şakaklarına düşen aklar kendini belli etmek ister gibi parladığında başını eğerek selam verdi. "Geldiler..." Dudakları bir daha hiç konuşmayacakmış gibi kapandığında ellerini birbirine bastırdı.

Ailemden yıllardır ayrı olmak bana dayanmam için yeterli alanı sağlasa da onun için her şey çok farklıydı. O bizim gibi görevden dönünce yatakhanenin yolunu değil, sıcak yuvasının yolunu tutardı. Onu karşılayan eşi ve evladının yanına artık gidememek onun için çok zordu. Bu duyguyu yaşamayan beynim tam olarak algılamasa da acısını tahmin edebiliyordum.

Durum Bekir için de benden çok farksız değildi. Ayda yılda bir aradığı ailesi, o aramasa aylarca aramazdı. Yılda bir iki olan telefon konuşmalarının sıfıra çekilmesi onu zorlamamıştı. Elbet bastırmaya çalıştığım bir özlem duygum, kalbimin bir yerlerinde varlığını koruyordu ama ben ona ulaşma çabamı kestiğimden beridir kendini hatırlatmıyordu. Gözden ırak olan gönülden de ırak olurdu. Onları anmadıkça yokluklarına katlanmak zor olmuyordu.

Sandalyemi geriye ittirerek ayağa kalktığımda, Bekir çoktan kapıya ulaşmıştı. Dakikalardır elinde dalgın dalgın çevirdiği çiçeği tekrar kitabının arasına koyması gözümden kaçmadı. Geniş omuzları sert bir nefesle sarsıldığında yüzünde sahici bir gülümseme oluştu. "Tanışalım bakalım şu yeni arkadaşlarla," Gülümsemesi buruldukça gözlerindeki ifade dağıldı. "Aylardır araştırdığımız kadar var mıymış, görelim."

Verilen kayıpların yerini doldurmak her zaman zordu. Ama biz içimizdeki eksiklerin yerini doldurmuyorduk, yeni boşluklar açıp içini dolduracaktık. Eski boşluklar kara kış geceleri için hep bir kenarda bekleyecekti. En çok da öyle günlerde vururdu boşluğun sancısı. Keskin acı baş verdiğinde soğuğa dayanmak bir yana, tek bir rüzgar uğultusunda bile kaybolurdu insan.

Koridora çıktığımızda kafamdaki çarklar tekrar işlemeye başladı. Tüm çıkış kapılarını teker teker açıp kapattım. Hayat borçlu olduğum iki insan vardı ve onlar bana gösterdiği saygıdan bir adım gerimden gelirken ruhsuz adımlarım kulaklarımda yankılanıyordu.

Körelmiş floresanların altından geçerken gölgelerimiz titreşiyordu. İhtiyarın ailesine kavuşmasını sağlamalıydım. Bunu ona borçluydum. Evlat sevgisi denen şeyin eşi benzeri olmadığını söyleyip duran bu adam, aylardır kızından uzakken yapabileceğim her şeyin bir listesini çıkarıyordum. Daha fazla fotoğraflarda boğulmasına izin veremezdim.

Bana gereken tek şey Ankara'ya gidiş biletiydi. O şans benim elime bir kere düştüğünde ölümüm pahasına yapacaktım bunu.

Bekir için ise ne yapabileceğimi gerçekten bilmiyordum. Benden yaşça büyük askerimin neyi mutlu edeceği hakkında net bir fikrim yoktu. Ona verebileceğim bir ailesi yoktu. Aralarında gönül bağı bile olmayan insanları önüne tekrar çıkarmak onu sadece yıkardı.

Zamanla dedim kendime. Zamanla her şeyi düzeltecektim.

Büyük adımlarım aştığımız yolun sonunda beyaz bir kapının önünde durdu. İçerde beni tanıyan kişilerin de olduğu dört kişi oturmuş bizi bekliyordu. Parmaklarımın sıkı sıkıya kavradığı dosyanın kapağına son kez bakıp kapı kolunu tuttum. Tek bir tereddüdün canlanmasına izin vermeden kapıyı açtığımda küçük toplantı odasındaki dörtlü senkronize bir şekilde ayağa kalktı.

Artık her şey değişmişti.

Hiçbir şeyin geri dönüşü yoktu.

Dik duruşumdan ödün vermeyerek içeri girdiğimde, suratım bir duvardan farksızdı. Kısa mesafeyi aşıp dikdörtgen masanın önünde durdum. Elimdeki dosyayı koltuğumun önündeki boşluğa bıraktım.

Bakışlarım ilk önce Berkin'i buldu. Rengi çekilen suratını fark etmemek için kör olmak gerekirdi. Çenesi kasıldı, alnı kırıştı. Gözlerini boş boş kırptığında ağırca yutkundu. Mavi gözlerindeki şaşkınlığın emareleri bas bas bağırıyordu. Elbette şaşırırdı, ben onun öldüğü düşünülen arkadaşıydım. Lise yıllarımı birlikte geçirdiğim, akademide birlikte okuyup mezun olduğum, yıllardır tanıdığım manevi kardeşim... Onun tabiriyle abim. Ben her koşulda reddetsem de abilik taslamak her daim hoşuna gitmişti. Şimdi kanlı canlı karşısında duruyordum.

Diğer herkes gibi benim hakkımda yaşadığıma dair haber alamayanlardan biriydi. Her şeye rağmen uzun zaman sonra tanıdık bir yüz görmek iyi gelmişti. Aynı şeyler onun için de geçerli miydi emin olamasam da suratındaki ifade an be an yok oldu. Başımı milim hareketlerle oynattığımda gerçek olduğumdan emin olmak ister gibi arkamda bekleyen askerime baktı.

Ona kendine gelmesi için alan verip gözlerimi yanında oturan genç bedene çevirdim. Alkın Kavas. Eğitiminin başından beri haberdar olduğum, o beni çok tanımasa da benim onu tanıdığım gerçeğiyle yüzleşmek garip bir histi sanırım. Şehit olan Yüzbaşının kardeşi Alkın Kavas. Elbette bizim de abisiyle birlikte şehit olduğumuzu sanıyordu. Berkin'in bir benzeri ifadeyi o da takındığında yüzümdeki ifadeyi korudum. Ağzı konuşmak için açıldığında kapıya doğru bakıp tekrar kapandı. Kahverengi gözlerindeki ifade intikam ateşinden başka bir şey değildi. Bana lazım olan da tam olarak buydu.

Abisinin emanetine sahip çıkmayı boynumun borcu olarak görmüş, onu yanıma almıştım. Bizzat takip ettiğim eğitimi ve başarıları tam da aradığım kriterleri karşılıyordu.

Karşısında ayakta duran Mihrimah'ı fiilen tanımasam da araştırmalarım beni yanıltmamıştı. Berkin'in anlattığı kadar gözü kara, tam da istediğim hamura sahip biriydi. Sıkı bir topuz yaptığı saçları, dimdik kendinden emin duruşu onun için bir artı daha sinesine yazdı. Bu vakte kadar kazandığı ödüllerin ardı arkası kesilmiyordu. Geleceğin en iyi kadın keskin nişancılarından olma yolunda ilerleyeceğinden tek bir şüphem dahi yoktu. Keskin bakışları Berkin ve Alkın'ın üzerinde dolaşsa da ben konuşana kadar sessizliğini devam ettirdi.

Onun yanındaki Kübra ise tam bir canlı sorun makinesiydi. Onu bugün buraya çağırdığıma pişman olacağıma emindim ama işinde en iyisi olma yolunda yürürken onun tavırlarını sineye çekebilirdim. Şahsi mevzuların görev içinde yeri yoktu. Diğerlerinin aksine üzerindeki havacı üniformasıyla gözleri üzerine çekse de kasıtlı olarak en son ona dönmüştüm.

Gözlerinde beni görmesinin şaşkınlığını aradım ama hiçbir şey yoktu. Hınzırlıkla parlayan gözleri, dudağının kenarındaki sivri gülüşü yerli yerindeyken ifadesindeki apaçık başkaldırıyı görebiliyordum. Hatırladığımdan daha tehlikeliydi. Sert ve sivri yüz hattı, ilk bakıldığında bile karakteri hakkında birkaç bilgiyi altın tepside göz önüne sunuyordu. Bildiği şeyleri öğrenmek için birkaç küçük yer yakacağımı bilsem dahi ondan isteyeceğim son şey merak ettiklerim olurdu. Onu sineye çekeceğime inancımın en büyük sebebi bizimle sadece gerekli durumlarda irtibatta olacak olmasıydı.

Gözlerim son bir kez daha üzerlerinde gezindiğinde sakin adımlarla masanın etrafından dolaşıp kalçamı masaya yasladım, kollarımı göğsümde kavuşturdum. Bunu yaparken elimle oturmalarını işaret ettim.

Şaşkınlığını bir kenara bırakmış Berkin'in sorgu dolu bakışları direkt benim üzerimdeydi. "Kafanızda soru işaretleri olduğunu biliyorum, yerinizde olsam ben de birçok noktaya takılırdım." Başımla onları işaret ettim. "Ama sonuç olarak bir karar verdiniz ve artık buradasınız. Ben komutanınız Üsteğmen Ruhsuz. Her şeye rağmen Ruh Timi'ne hoş geldiniz."

Dudaklarımda adıma yakışır bir gülümseme belirdi. Duygudan yoksun, bakanın gülümseme olduğuna inanması için birkaç kez kontrol etmesi gerektirecek, mimiklerim kas seğirmesinden ibaretti. "Bugün buradasınız çünkü hepiniz kendi alanınızda profesyonelliğinizi kanıtladınız ya da bizimle birlikteyken kanıtlayacaksınız." Son sözlerim Alkın içindi. Bilgisayar programlamada ve kod yazmada takdire şayan bir yeteneği vardı. Görevlerde, araştırmada ve daha birçok yerde kendini gösterebileceğini biliyordum. Sahaya ilk çıkışı olmasa da ilk deneyimlerinin temelini de bizimle atacaktı.

Alkın ona bakmamdan cesaret alarak, "Siz..." dedi. "Abim?" Bizi hatırlıyordu ve beyninde ulaştığı noktayı idrak edince midemde iğrenç bir bulantı peydah oldu. "Ömer Yüzbaşının timinden yalnızca biz kaldık, Kavas." diyerek gerçekleri dile getirdim. "Patlamada biz de oradaydık ama onlardan ayrıydık. Yardım ekipleri geldiğinde onlar için çok geç olmuştu. Patlama hakkında ne kadar bilgin var bilmiyorum ama sonuca bakacak olursak bizim yaşadığımız gizlendi."

"Neden?"

"Çünkü öyle olması gerekiyordu, Kavas." Gözlerimi gözlerine kilitledim. Daha çok gençti ama tüm ömrünü harcamaya hazırdı. Karşınızda mevkisi sizden alt olan birisini susturmak İşte bu kadar kolaydı. Tek bir cümle yetiyordu dudakları mühürlemek için. Bizi susturdukları gibi biz de altımızdakileri susturuyorduk. Emir-komuta zinciri bu kadar basit bir şeydi. Yetkin olmadığı şeye karışmaz, boyun büker, sana verilecek görevi beklerdin. Biz de öyle yapıyorduk.

"Neden Ruh Timi?" Soluk mavilerim Kübra'nın yönelttiği soruyla kısıldığında imayla ışıldayan gözleri beni yine şaşırtmadı.

"Beden ve ruh her daim beraberlik içerisindedir, Keser. Biri olmadan diğerinin hiçbir önemi veya işlevi kalmaz." Göğsümdeki ellerimi çözüp masada iki yanıma yerleştirdim. Gözlerimi gözlerine mıhladım. "Vatan bir bedense, biz de onun ruhuyuz. Biz olmasak da vatan varlığını korur ama vatan olmazsa bize ne kalır?"

"Bir nevi iç güvenlik metaforu yani? Ben sizin adınızla alakalı olduğunu düşünmüştüm." İnsanı bu kadar çabuk pişman edebilen biri olmasına ödül mü verilmeliydi yoksa haritada en uzak kentlere mi sürülmeliydi emin olamasam da bazı şeyleri direkt kabullenmek yerine sorgulaması iyi bir şeydi. Kör koyunlar gibi önüne sürülen her şeyi yemesindense bir şeyleri didiklemesini tercih ederdim. Hele ki memleketin hali böyle ve ortalıkta onlarca asılsız haber yayılırken, içlerinden inanmak için seçtikleri şeyi tek bir an bile sorgulamamaları içler acısıydı. Üstelik birçok bilgi ayağımızın altındayken bilinçsiz bilgi tüketimi elimizi ayağımızı bağlayacak, bir süre sonra da her yeni şeyi hemen kabullenen koyun sürülerine dönmelerine neden olacaktı.

"Benimle alakalı olduğunu düşünmüyorum. Benden ziyade sizin için bu ad koyuldu." Başımı omzuma doğru eğdim. "Diğerine gelecek olursak, sayılır. Ama bu tabii ki ağır bir söylem." dedim ilk lafına ithafen. Elimle odayı işaret ettim. "Şuradaki üç beş insan öldü diye memleket elden gitmeyecek. Buna kimsenin gücü yetemez." Konuya bir nokta koymak için her şeyi toparladım.

"Ruh, var olmak için bir bedene mahkumdur. Devlet var ki, biz varız. Biz varız ki, vatan güvende. Her şey karşılıklı."

Hala sorgu dolu gözlerin hapsindeydim. Biliyorum, söylediğim hiçbir şey hiçbir zaman yeterli gelmeyecekti ama biz buyduk. Bundan sonra da böyle kalacaktık. Her soruya yanıt bulamasak da arayacaktık. Türkiye Cumhuriyeti'ne olan bağlığımız ve sadakatimiz sayesinde bugünlere gelmiş, vatana olan aşkımızla bu dünyadan göçüp gidecektik.

Alınacak intikamımız varken geresinin ne önemi ne de acelesi vardı.

Ruh Timi'nin adına yaraşır şekilde yaşayacağına olan sözlerim, kendime verdiğim yeminlerimin hiçbiri boşa değildi.

 

Yıldıza basmadan geçmeyiniz efenim <3

Loading...
0%