@amaris_22
|
Yorum yapıp yıldıza basarsanız çok müteşekkir olurum efenim. Keyifli okumalar dilerim <3
KÜL TANELERİ
Nevin Dinçel/ Haziran 2023
Gülen yüzlerin ardında saklanan kül tanelerinden ibarettir insan denen varlık. Dünya'da son kalan üç beş rengin birbiri içinde savruluşunu izlerken, gök her bir göz kırpışımda ışığını daha da kaybediyordu. Hüzün dolu maviliklerin arasında serpiştirilmiş bulutlar bir bir kaybolmuştu. Önümdeki uçurumdan bakınca tek görebildiğim ucu bucağı olmayan kuru, hasta, kan kokan topraklar ve onun suçunu hafifletmek ister gibi parlayan güneşin son ışıklarıydı. Nasırlı avuçlarıma sinmiş barut ve toprak kokusu son birkaç senemin izleriyle doluydu. Tırnaklarımın içine kadar dolan kuru toprağı son bir kez daha silkeleyerek elimden geldiğince elimi topraktan arındırdım. Üç kat poşete sarılmış telsizi toprağın altından çıplak ellerimle çıkarmam tahmin ettiğimden daha uzun sürmüştü. Poşeti de gelişigüzel bir şekilde salladıktan sonra vücudumu gizleyen kayalığa tutunarak bedenimin dengesini sağladım. Günün kıymetlisi olan telsizi koruyan poşeti dişlerimin arasına kenetledim. Uzaklardan gelen kuvvetli ve tiz ıslık sesi kulaklarıma ulaştığında sırtımı dayadığım kayadan öne doğru meyledip ayaklandım. Uçurumla aramda ayak basma payım dışında santimler oynuyordu. Taşlardaki boşluklara parmaklarımı sabitleyerek tırmanmaya başladım. Ölümle dans eden parmaklarım, kayaların arasındaki oyukları bulup her bir adımımda beni yukarıya çekerken, onlarca kez yapmış olmanın rahatlığıyla hareket ediyordum. Akşamüzeri güneşinin yeryüzünde hüküm sürmeye devam ettiğinin kanıtı olan bir ter damlası, alnımdan düşüp yanağıma süzüldü. Ayağımdaki bana büyük botun ucunu sert taşlara vurarak kendime yer edinip son bir hareketle kendimi yukarıya çektim. Sıcak yaz rüzgarı yere bakan suratımı yalayıp geçtiğinde sırtıma birkaç damla ter daha süzüldü. Elime batan çakılları silkip doğruldum. Dişlerimin arasında güvenceye aldığım poşeti elime aldığımda bütün ağzımı fetheden toprağın tadı, hiç olmadığı kadar katlanılabilir geliyordu. Memleketin toprağına kurban olacak bu eller, aylardır gurbet ellerde, leş sürüsünden ibaret köpeklerin arasında istihbarat sağlıyordu. Her şeyiyle sevip omuzlarıma aldığım yıldızlar uğrunaydı tüm bu çabam. Türk askeri olmanın verdiği onuru taşımak kolay değildi, al bayrağa layık olmak ise her yiğidin harcı... Arkamda kalan boşluğun aksine, önümde kilometrelerce yayılmış köyün geriye bıraktığı yıkık dökük beton mezarlarla doluydu. Eskiden mutlu ailelere yuva olan bu köy, şimdilerde terör baskınlarından dolayı onlarca yıl öncesinden kalmış yıkıntılardan ibaretti. Kendine gizlenecek yer arayan kansız köpeklerin soykırım yaparak ele geçirdiği bu topraklar, vahşetin her türlü çığlığını hala içinde yaşatıyordu. Huzurlu uykularından bomba sesiyle uyanıp son nefeslerini bilmeden verenler, evlere yapılan silahlı baskınlarda öldürülenler; çoluk çocuk, kadın erkek ayırt etmeden taciz ve hatta tecavüze uğrayan onlarca insan... Evlerinden kaçılıp onlar için çalışması için tehdit edilen, yıllar geçtikçe de beyni yıkanan günahsız sabiler. Aileleri gözleri önünde katledilen çocuklar... Savaşın bir onuru, tarafı, savunması vardır. Savaşın dahi yazılmayan kuralları vardır. Türkiye Cumhuriyeti'ne ve onunla bağlantılı her halkı umarsızca katleden terör örgütlerinin ise evrensel bir tutumda dahi savunulacak, kenarları yontulup yumuşatılacak hiçbir yanı olamaz. Dünya genelinde her ne kadar bu gerçekler gözardı edilse de kıyılan onca canın hesabı elbet kesilecekti. Terör saldırılarına kurban giden binlerce yerden sadece birisiydi bu köy. Türk Askerinin ilk saldırılardan sonra bölgeye intikal edip köy sınırlarını temizlediğini kimseler bilmezdi. Zamanında terörden arındırılan bu topraklarda hayatta kalan bir avuç insan, sınır karakollarına teslim edilmişti. Geriye kalan yaşam alanında hayata tutunmaya dair hiçbir şey kalmadığından çakalların in olarak kullandığı istihbaratı gelene kadar köy boştu. Buram buram geç kalınmışlık kokuyordu. Yılların tozunu toprağını çeken betonarmelerin arasında ilk adımımı attığımda devrilmiş duvarın üstünden atladım. Dört bir yanımı saran eşya kalıntıları, buradaki yaşantının son izleriydi. Metal tabaklar, kırık birkaç sandalye; kenarları yanmış, asıl renginin ne olduğu belli olmayan halı, yorgan ve perdeler... Tahta beşikler, beşiklerin içine ve etrafına dağılmış yıpranmış oyuncaklar. İlk 'evin' sınırlarından çıktığımda sıra sıra dizilmiş onlarca evin, eski köy meydanına bakan duvarları en ağır hasarı görmüştü. Eskiden köyün meydanı olan yerde şu an kocaman bir oyuk ve roketin çarpmasıyla çıkardığı yangının katran karası izleri vardı. Meydana sırtımı dönüp başka bir taş yığınının üzerinden geçtim. Merkezden uzaklaştıkça evlerin aldığı hasar azalsa da yağmalanmış onca yerin hiçlikten farkı yoktu. Burnuma dolan barut, kükürt ve küf kokusuna uzun süredir aşınaydım. Su kuyusu olması gereken, ancak bir avuç çamurdan ibaret, çökmüş yığınının etrafından geçtim. Bölgenin iklimi gereği yeşillik namına hiçbir şeyin kalmadığı mevsimdeydik. Arazide çukurda kalan alandan çıkmak üzereyken ıslık sesi bir kez daha kulaklarımda çınladı. "İyi ki iki dakika bekle, dedik..." Anlayışımın son kırıntılarını da kullanıp ağzıma gelen küfürleri bir bir yuttum. Tahmin ettiğimden daha uzun süre oylanmıştım ama bu oyalanmamın baş sebebi kendisiydi. Örme duvarın önünde durduğumda, poşeti tekrar dişlerimin arasına kıstırdım. Sol elim boyumun yettiği en yüksek noktada kendine bir oyuk buldu. Sırasıyla ayaklarımı ve sağ elimi de tutturup yedi metrelik duvarı boş kalan taş parçalarına dikkat ederek tırmandım. Başım düzlüğü gördüğünde, kollarımı toprağa yaslayıp bedenimi yukarı çektim. Ayların getirdiği paslanmayı eklem yerlerimde hissedebiliyordum. Beslenme düzeni diye bir hizmet dağ başında bulunmadığından mütevellit tek amacımız aç kalmamaktı. Her ne kadar dikkat etsek de günlerce aç gezdiğimiz zamanlarımız oluyordu. Rutin spor ise dağa taşa tırmanmak denilebilirdi. Ayağa kalktığımda üzerimdeki tozu toprağı temizleme gereği bile duymadım. Tek yaptığım poşeti ağzımdan almak ve kısılmış, odağını arayan gözlerimle ileri taramak oldu. Sabırsız ıslıkların sahibi, metreler ötede moloz yığınının üzerine tünemiş beni bekliyordu. Bekir, gün batmasına rağmen elini gözüne siper etmiş geldiğim yöne bakıyordu. Yüzünün yarısını puşi kapatsa da beni gördüğünde gevşeyen omuzları benim hayal gücümün eseri olamayacak kadar gerçekti. Elini siper etmeye devam ettiğinde göz devirip elimdeki poşeti yukarı kaldırdım. Ve işte... Gerçek rahatlama ibaresi de gelmiş, eli yüzünden ayrılmıştı. Puşisini rahat bir tavırla çekiştirip boynuna indirdi. Bir paranoyakla silah arkadaşı olduğumdan beri hayata bakış açım büyük oranda sendelemişti. Benim hayati görüşümü engellemese de onun ne zaman nasıl tepki vereceğini öğrenecek kadar olayla uçuk derecede farklı bakabiliyordum. Bekir kadar olmasa da... Ama konu Bekir olunca terazi hep şaşıyordu. Herif konunun altından girip, üstünden çıkıp bir şekilde saçma sapan, akla bile gelmeyecek sonuçlara ulaşmayı başarıyordu. Ağrıyan omuzlarımı esnetip ilerlemeye başladım. Burada yapılacak son bir hamlemiz kalmıştı. Aylardır bize emredilen tüm kaleleri teker teker yıkmış, sonuncu için ise saatleri sayıyorduk. Başlarda ayrı ayrı ilerleyip istenen istihbaratı iletmiş, vakti geldiğinde ise aynı çatı altına sızmıştık. O benden önce gelip ortamın tahlilini yapmıştı. İnsanların güvenini neredeyse görev süresinin yarısının harcayacak kadar uzun sürede de olsa bir şekilde kazanmıştı. Ben o sıralarda dağın eteklerinde yuva yapmış kamplara sızıyor, gerekleri belgeleri ve bilgileri alıp mekanı temizliyordum. Listemizde üzeri çizilmemiş iki kişi kalmıştı. Birisi şu an ki kampın başını tutan Faysal, diğeri ise adı bizimle bir paylaşılmayan, kara listenin üst sıralarında olduğu söylenen bir adamdı. Kim olduğunu bize bile söylenmemiş, sadece vakti geldiğinde onun için görevlendirileceğimiz bildirilmişti. Bulunduğumuz kamp, görev süresince girdiğimiz en kalabalık olandı. Son kozumuzu oynarken istenmeyen durumlara sebebiyet vermemek amacıyla ayrıca geri döneceğimiz için destek kuvvet buraya intikal edecekti. Komutanlığını yaptığım tim ve Mustafa Albayın görevlendireceği Duman Timi... "Geç kaldın?" Yeşille kahverenginin kavgasının eseri gibi görünen gözleri, elimdeki poşetle benim aramda gidip gelirken bakışlarındaki tedirginliği en az seviyede tutmaya çalışıyordu. Dışarıdan bakan birisi bu bakışların oldukça boş ve düz olduğunu düşünse de arada kaynamaya meyleden duygu kırıntılarını seçmeyi zamanla öğrenmiştim. Poşeti göğsüne vurdum, "İtin götüne soksaydın daha rahat çıkarırdım." Uzun parmakları telsizi hızla kavradı. "O zaman daha erken gelebilirdim belki." Telsizi poşet yığınından çıkarmaya çalışırken dudak büktü. "O kadar derine gömdümü düşünmemiştim..." Düşünceli sesine bakılacak olursa kesinlikle daha derine gömmeyi planlıyordu. "Dünya'nın çekirdeğine kadar yolun var, Doktor. Bir dahakine şansını daha iyi değerlendir." Başını oynatıp, "Bunun üzerinde düşüneceğim." dediğinde kaşınan parmaklarımı boynuna sarmamak için göz devirip yanından geçtim. Aylardır yüz yüze baktığım tek tanıdık Bekir olunca, hem benim hem de onun ne kadar çekilmez insanlar olduğumuz yüzüme bir kez daha çarpmıştı. Rütbe gereği komutanı olmasam, beni bir kaşık suda boğmaya çalışacağına adımın Nevin olduğu kadar emindim. Hızlı adımlarım yetiştiğinde telsiz ortalarda yoktu. "Ne bu acele? Evde aşını kaynatıp bekleyenin mi var?" "Var," dedim büyük bir ciddiyetle. Her fırsatta Berkin'i ya da askeriyeyi arayı haber almaya çalışan ailem beni bekliyordu. Yıllardır ne dirim ne de ölüm hakkında en ufak bir bilgiye bile sahip değillerdi ama beklemekten de vazgeçmiyorlardı. "Başlarında durmam gereken askerlerim var." Diye tamamladım kendimi. "Yokluğundan kırılmışlardır kesin." Alaylı ses tonu söylediklerinin aksini iddia ediyordu. "Yokluğunda götü göbeği salıp keyiflerine bakıyorlardır. Nefes alacak vakit bırakmıyordun hiçbirimize, gittin diye hayır bile dağıtmışlardır arkandan." Açıklığa çıkan arazide hızla ilerlerken yan yan arkama baktım. "Onlar olmayabilir ama sen hala yanımda ve emrimdesin." Önüme yuvarlanan taşı botumla ittirdim. "Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, şansını zorlama." "Zorlayacak bir şey mi bıraktın bana? Görev diye diye ağzıma sıçtın..." "Dönünce Albayla konuşayım, prensesimizi daha rahat bir yere geçirelim." O göremese de kaşlarımı kaldırdım. "Tımarhane sana uygun mudur, prenses? Yoksa başka bir beş yıldızlı mekanı mı tercih edersiniz?" "Olur. Dönünce rezervasyonumu yaptırayım da yerimi ayarlasınlar." Sesi kısıldı. "Tabii benden önce seni almazlarsa." Nasırdan sertleşmiş avuçlarımı birbirine sürttüm. Düşmanın sayısı bize göre oldukça fazlaydı. Her türlü başa çıkabileceğimizi bilsem de boşa enerji kaybını israf olarak nitelendiriyordum. İş yükünü hafifletmekten kimseye zarar gelmez, hatta olası aksilikleri yumuşatmış olacaktık. "Silahlığın durumu nedir?" Eğer aklımdaki plana hayata geçirebilirsem büyük bir yükün altından kalkabilirdik. Elimize geçen ilk fırsatı değerlendirip silahlığı elden geçirebilirdik. Ama her şeyden önce döner dönmez ilk olarak burada tutulan sivilleri kontrol edip güvenliklerinden emin olmalıydım. Yakında çıkacak kargaşa arasında kimsenin zarar görmesine izin veremezdim. Aralarında çocuk ve bebeklerin de olduğu on kişi sağ salim yetkililere teslim etmek için elimizden gelenden daha da fazlasını yapıp gerekirse elimizi taşın altına koyacaktık. "Bugünün nöbeti ben ve Maho'da." Tam da duymak istediğim cevap altın bir tepside bize güzel bir fırsat sunuyordu. "Maho'dan kurtulmak kolay iş. Onu postalayıp seni içeri alırım, aklındaki her ne ise işimizi hızlı hallettiğimiz sürece bir şey olacağını düşünmüyorum." "Dönünce benimle sivilleri kontrole geleceksin, sonra da nöbeti devralırken bir bahane uydurup beni de yanın alacaksın. Kalanı kolay." "Emredersiniz komutanım." Aylarımız, hep bir adım ötemizi hesap ederek yaşadığımız günler ve gecelerde tükenip gitmişti. Normal bir insan hayatından ayrıldığımız sınır ise, mevzu bahsin can değil canlar olmasıydı. Kendimiz dışında yaşatmamız gereken insanlar vardı. Kendi ölümüm bir başkasının canını tehlikeye attığı vakit ölüm bile bana haram kılınmıştı sanki. Oysa en büyük dileğimdi şehadet. Güneşin son emareleri sönüp gittiğinde sığınak olarak kullandıkları, diğerlerine nispeten daha sağlam olan beş evin sınırına girdik. Etrafta dolaşan eli silahlı, mağara adamlarından hallice görünen piçler görüş alanıma girdiği an, omuzlarımı düşürdüm, kamburumu çıkardım, başımı yere eğdim, kollarımı vücuduma sardım. Savunmasız bir kadın bedeni, görmeyi en çok sevdikleri şeydi. Korku dolu gözler, tir tir titreyen bir beden, ona dokunmamaları için her an yalvaracakmış gibi kıpırdayan titrek dudaklar... Hor görmekten de öte, bir canlı yerine bile koymadıkları varlıklardan zerre kadar korkmuyorlar, onları tehdit olarak görmüyorlardı. Bu dağın başında, sarp kayalıkların eteğinde her kadın, kirli cinsel arzuların merkeziydi. Bir kadın değil, insan hiç değil; sadece cinsel bir obje. Kullanıp sonraya saklanacak bir mal. Bunca yıllık meslek hayatımda teröristlerin arasında gördüğüm birçok kadın kendi bedenini kullanarak hayatta kalmıştı. Ya piçlerin arasındaki mevkisi yüksek ya da bedenini kullanmaya razı olmuştu her biri. Aç, iğrenç bakışların arasında tereddütlü adımlarla ilerledim. Bekir bir adım arkamdaydı. Kapıya birkaç adım kala uzun parmakları kolumu sardı, beni sertçe geriye çekti. Çok kez gerçekleştirilmiş tiyatronun bir benzeri daha geliyordu. Gözlerimi sıkıca yumdum. Boynumu iyice omuzlarımın arasına gömdüm. "Geç kaldınız?" Beki tuttuğu kolumu sert bir şekilde sarstı. "Tuvalete gideceğiz dedik ya!" Parmakları anında gevşedi. Kapıdaki piçin bakışlarının benimle Bekir arasında gidip geldiğini göremesem de hissedebiliyordum "Faysal'ın hoşuna gitmeyecek hareketler yapıyorsun, Amet" Bekir bir adım öne çıkıp beni arkasına aldı. Boştaki eli piçin yakasını kavrağını gibi bedenini kapıya çarptı. Eski, metal kapıdan büyük bir gürültü koptu. "Senin görevin ne zamandan beri benim işlerimi sorgulamak oldu lan?" Ölüm kokan tok sesiyle birçok insanın aklını kaçırtabilecek potansiyele sahipti. Karşı taraftan ses gelmeyince tuttuğu yakayı bir kez daha silkti. "Şimdi, aç kapıyı, sen yoluna ben yoluma." Adamı bırakıp geri çekildiğinde, karşı tarafı aldığı koca bir nefesin sesi kulaklarım doldu. Elindeki keleşi bir an olsun bırakmadan boyası sökülmüş, yer yer küften bakırlaşmış kapıyı açtı. Sabırsız rolünü yaşayıp beni önüne alarak çekiştirdi. Eşikten girerken arkamdan, "Bir daha işime karışırsan, o çok değerli sikini koparır boğazına tıkarım." Karşıdan gelecek cevabı duyamadan kapı kapandı. Kolumdaki parmakların yerini boşluk aldı. "Sik kırığına bak sen, cin olmuş da adam çarpacak!" Elini boynuna atıp sinirle sağa sola oynattı. "Ametmiş! Amına koyduğumun cahili. Ahmet diyorum, onu bile anlamıyor, beyninin olmayan kapasitesine sıçtığım. Beyinciği gelişmemiş evrimin ilk parçası!" Cinsiyetçi küfürlerine sinir olamayacak kadar garip duygu durumları arasında süzülüp duruyordum. Göğsüme sardığım kollarımı bıkkınlıkla iki yanıma bıraktım. "Bitti mi?" İşaret parmağını bana uzatıp gözlerini sinirle yumdu. Kafasını ritmik hareketlerle oynattığı birkaç saniyenin sonunca derin bir nefes alıp, "Bitti." dedi. O bitirse de benimki bitmemişti. Boş bakışlarım yüzünün her bir köşesinde gezinirken bunları hak etmek için ne gibi boklar yediğimi düşüyordum. Hayatı uçlarda yaşayan kimler varsa, bir gün gelip beni buluyordu. Bana salça olmadan yaşayamıyorlardı. Elimi gözlerime bastırdım. "Seni Tunceli'de bırakmadığım gecenin sabahını siksinler, Doktor." "Emredersiniz komutanım." "Zırvalamayı kes, vakit kaybediyoruz." Bir hışımlar arkamı döndüm. Işık görmeyen, sıvası dökülmüş duvarlar buram buram küf kokuyordu. Karanlık, uzun koridorun sadece sonundaki odaya açılan yerde ışık vardı. Oradan yansıyan ışık süzlmelerinin önümüzü aydınlattığı kadar görebiliyorduk. "Emredersiniz..." "Bana iş buyurulana kadar ortalıkta gezeceğim, sen o zamana kadar Faysal' a eskortluk etmeye devam et." "Emre..." Sinirle arkamı dönüp elimin tersiyle göğsüne vurdum. "Siktir git, gözümün önünden. İyice tepemi attırdın." Bana aval aval bakmaya devam edince sinir uçlarım alev atmak üzereydi. Koca bedenini merdivene doğru ittirdiğimde, başını sallayıp yanımdan geçerken, "Benim bir suçum yok, sizin tepeniz atmaya yer arıyor." demeyi de ihmal etmedi. "La havle..." Ağır ağır çıktığı merdivenler dahi batıyordu şu an. Oldukça gerilmiştim. Ve gerilmemin geçerli nedenleri vardı. Mesela burası neden bu kadar boştu? Bu saatlerde buraların insan kaynıyor olması gerekiyordu. Koridoru atlayıp ben de merdivenlere yöneldim. Yukarıdan gelen gürültüyü duyabilsem de ortalık anormal bir şekilde boştu. Tahmin ettiğimiz hazırlıkların öne alınma ihtimalini elbette ki düşünmüştük. Eğer işler cidden hızlandırıldıysa bizim de acele etmemiz gerekliydi. İlk kara ulaşır ulaşmaz insan popülasyonu arttı. Oradan oraya nedensizce geçip gidenlerin arasına düşük omuzlarımla birlikte karıştım. Üzerimde hissettiğim her bakışta, gözlerimi daha da eğdim. İçimdeki öfkenin harlanan ateşinde her bir adımımda cehenneme taşıyacağım odunları bir bir yaktım. Diğer kadınların çoğunlukla erkeklerden uzak durmak için kendilerine görev edinip durdukları, eskiden mutfak olan küçük yere girdiğimde oda oldukça doluydu. Camı çatlamış pencereler, eski gazete kağıtlarıyla kapatılmıştı. Jeneratörlerden sağlanan elektriği kıt kanaat kullanarak her şeyi kısıyorlardı. Her an patlayacakmış gibi yanıp sönen ampulün loş ışığında sözde iş görüyorlardı. Aralarına son katılanlardan biri olduğum için hala her işi bana yıkıyorlardı. Bodrumda tuttukları esirlere yemek götürme işini de uzun süredir ben yapıyordum. Kendini buranın hanım ağası bellemiş yaşlı kadının gözleri beni görür görmez avını kıstıran bir sırtlan gibi aydınlandı. "Ben de seni çağırtacaktım, Azize." Diğerlerinin gözleri benim önümdeyken tezgahın üzerine koydukları yamuk tepsiyi eliyle önüme ittirdi. "Şunların yemeğini götür. Açlıktan ölüp başımıza kalmasınlar sonra." Yemek dediği kuru, hatta küflü ekmeler, yanına da bir şişe çamurlu suydu. Aylardır gördüğüm her şey hayatın gerçekleriydi ama bunu bizzat görüp hiçbir şey yapamamak bana çok koyuyordu. Kanıma dokunuyordu. Günü geldiğinde pazarlık yapabilmek için tuttukları bu insanlara bir lokma yemeği reva görüyorlardı. Onların merhametsizliği ölümlerini belirleyecekti de daha haberleri yoktu. İçimden götürdüğüm son yemek olmasını diledim. Kartlar yeniden dağıtıldığında, bir avuç merhamete muhtaç olacak olanlar, son zamanlarını pislik içinde yaşayabilirlerdi. Uslu bir kız gibi başımı sallayıp tepsiye uzandım. Diğer kadınlarla göz teması kurmadığım gibi hanım ağaya da asla gözlerimi değdirmiyordum. Yaralı bir ceylandım ben(!) Ne buyrulursa yapar, ne söylenirse dinlerdim. "Ta... tabii," Tam arkamı dönmüş çıkacakken pis elleri omzumu tuttu. "O eniği olana söyle, ne yapıyorsa yapsın sustursun şu çocuğu. Yoksa bizzat ben gelir sustururum." Hızla başımı salladım. Eğik olan başımdan, çenem göğsüme sürtünüyordu. "Olur, söylerim..." "İyi..." Arkamdan yükselen söylenmelere kulak asmadım. Kinimi diri tutmam gerekiyordu. Öfkem gözümü boyamadan mantıklı düşünmeye devam etmeli ve bir an önce bu bataklıktan defolup gitmeliydik. Dar koridorda kasıtlı olarak omzuma çarpıp laf atıklarında bile durmadım. Bu tacizci piçlerin teker teker hesabını kesmek için gün sayıyordum. Alt kata inen merdivenlerin sonuna geldiğimde ortalık hala sakindi. Tek fark, tutsakların kapatıldığı kapının önünde bekleyen iri yarı adamdı. Biz girerken de burada olmalıydı ama yeni gelmişe benziyordu. Kirli suratı bana döndüğünde gözleri bedenimde turladı. Titrek adımlarla ona yanaştığımda sorgulamadan, görevini öğretildiği gibi yapan eğitimli köpekler gibi ağır kapının kilidini açtı. Geçmem için kenara çekildi. Koridorun ışığının içeriye girdiği kadaraydınlanan odaya girdiğimde korkuyla tutulan solukları duydum. Kadının söylediğinin aksine bebek ağlamıyordu ama herkes korku içindeydi. Arkamdan vuran ışık yüzünden gözleri kendine gelene kadar beni göremeyeceklerini biliyordum. Göt kadar odada tek bir pencereyi geç, ışığı geçirecek minicik bir delik dahi yoktu. Havasızlıktan ağırlaşan oda, ter gibi birçok şey daha kokuyordu. Şartlar altında ise yargılanacak en son şey bu koku bile olamazdı. İnsanlığın yitirildiği bir kuytudaydık. Arkamdaki izbanduta kısaca baktıktan sonra önüme döndüm. Oldukça rahat bir şekilde sırtını kapıya dönmüştü. Söylediğim gibi, kadınlar ve çocuklar onlar için tehlike arz edemeyecek kadar aciz yaratıklardı. Dikkatli birkaç adı atıp odanın ortasında yere çöktüm. Karanlıkta parlayan her bir göz, korkusunu bas bas bağırıyordu. En kenara sığınmış çocuklar, anneleri olduğunu tahmin ettiğim kadının bedenine sokuldular. Tepsiyi yere bıraktım. Arkama bir kez daha göz atarak bol giysilerimin altında, kemerime sıkıştırdığım iki şişe suyu sessiz ama aceleci hareketlerle çıkardım. Diğer günler gibi bugün yemek getirememiştim. Telsizin yanına gömdüğümüz konserveler dün tükenmişti. Elimde onlara sunabileceğim tek şey temiz suydu. Suları tepsinin iki yanına bırakırken işaret parmağımı dudağıma bastırarak kucağındaki bebeğine sarılmış kadının gözlerinin içine baktım. Yaşla parlayan yanaklarına aldırmadan usulca başını salladı. Küçük oyunumuzun ne olduğunu dahi bilmemelerine rağmen susuyorlardı. İçine düştükleri bu cehennemde onlara ne getirdiği belli bile olmayan bir kadının verdiği yemek ve suyu kabul ediyorlardı. Benim ne tarafta olduğumu bilmiyorlardı. Belki de sadece onlara acıdığım için yardım ettiğimi düşünüyorlardı. Her ne olursa olsun böylesi daha iyiydi. Dünden kalan konserve kutularını almak için uzandım. Bu hareketimle saniyelik olarak geri çekilseler de çocuklarını saran kadın çekingen hareketlerle arkasına gizlediği metal kutuları bana uzattı. İki kutuyu da kemerimin sağına ve soluna sabitleyip üzerimdeki bol yeleği iyice çekiştirdim. Bunlardan bir an önce kurtulmalıydım. Odaya bir daha bakmadan kendimi dışarıya attım. Eğer son bir kez olsun bakarsam korumaya çalıştığım sükunetimden eser kalmayacağını içten içe hissediyordum.
***
Kader miydi tüm bunları yaşamamıza neden olan? Yoksa aptal insan iç güdüleriyle alınan kararlar mıydı kaderi yönlendiren? Benim için yazılanın ne kadarını ben mahvetmiştim? Ne kadarı daha ben seçme hakkımı kullanamadan ellerimde yanıp kül olmuştu? Kaç gece kaderime söverek geçirip kaderden beterini kendim için yazıp oynamıştım? Yeri geldiğinde sözde herkes insandı. Hepsi hatan yapan varlıklardı. Ya ben? Sıra bana gelince tüm dünyanın hata kotası mı doluyordu da bir dünya şeyden vazgeçmek zorunda kalıyordum? Oturduğum yerde bacaklarımı kendime çekmiş, saçlarımı suratıma dağıtmış, aralardan insanları izliyordum. Gece ilerledikçe her biri bir avcı tarafından alınıp götürülüyordu. Hiçbiri itiraz etmeden tıpış tıpış gidiyordu. Ortalığın neden boş olduğunu sonunda öğrenebilmiştik. Faysal son kozlarını da oynayıp kaçmak için hazırlık yapıyordu. Gönderdiği adamları ise çevreye dağıttıkları sivil arazi araçlarını toparlamaya gitmişti. Yüklü bir kaçış olacaktı. Geride bırakacağı mühimmat ise çevre köyleri yağmalamak içindi. Oyunu kuralına göre oynamayı, şeytanla rulet masasına oturduğumda bırakmıştım. Oyunu kuralına göre değil, karşındaki adama göre oynardın. Dişe diş, göze göz... Her bir günahsız cana karşı ise yeni bir leş... Kırık ahşap kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Tanıdık silüet, odayı hızlıca tarayıp bana doğru adımlamaya başladı. Büyük ve sesli adımlarıyla bana ulaşması uzun sürmedi. Önümde durduğunda botuyla bacağımı dürttü. "Kalk." Başımı kaldırıp dağınık saçlarımın arasından Bekir'in sinirle oyulmuş suratına baktım. O sinirliyse biz de sinirliydik. Anamızın karnından sabır taşı olarak doğmamıştık ya! Öfkeyle yanan gözlerimi gördüğünde dudaklarını birbirine bastırdı. Kafasıyla milimlik bir hareketle dışarıyı işaret etti. Ellerimi yumruk yaptım, bedenimi toparlayıp ayağa kalktım. Kolumu tutmasına izin vermeden önüne geçip odadan çıktım. Kimse nereye gittiğimizi sormadı. Akıllarınca yaşadıklarından nereye gittiğimizi biliyorlardı. "Bunca pisliğin arasında bir tek uçkur mevzu bahis olunca susuyor orospu çocukları." Haklı çıkışına diyecek söz yoktu. "Durum nedir?" Yıpranmış merdivenleri hızlıca inerken o da bir adım arkamdaydı. "Maho yemi yuttu. İnsanlık haliymiş, anlarmış bu işlerden. Öyle dedi." "Onun insanlığını sikerim." "Ben de aynen öyle dedim." Tek hamlede önüme geçip kapıyı açtı. "Biz içerdeyken evin uzağında gezinecek. Birimiz silahları elden geçirirken diğeri Yuva'ya haber verir diye düşündüm." Serin hava suratıma vurduğunda ciğerlerime derin bir nefes çektim. "İyi. Silahlarla uğraşırken hızlı olsan iyi olur." "Silahlar bana kaldı yani?" Duygudan yoksun ses tonuna karışan inkar olmasa robot konuşuyor sanılabilirdi. Solumda ilerleyen Bekir'e gözlerimi kısarak başımı omzuma eğdim. "İtirazın mı var, prenses?" Gözlerini benden çekti. "Yok komutanım." "Ben de aynen öyle düşünmüştüm." Çağırmamız gereken arkadaşlarımız vardı. Kurtuluşun ilk nefeslerini birlikte verdik. Aciliyetimiz bile beni daha dara sokamazdı. Öylesine sıkışık bir vaziyetteyken elime geçen hiçbir kozu kaçırmak gibi bir düşüncem yoktu.
Lütfen yıldıza basmadan geçmeyiniz efenim <3 |
0% |