Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Giriş

@amaris_22

 

 

 

ESİR DÜŞEN RUHLAR

 

Ilgaz Sıraç/ Kasım 2019

 

Kulağımın yanından geçen merminin esintiyle sırtımı kayaya yasladım. Elimi sol omzumdaki yaranın üzerine kapadım. Savaş meydanının ortasındaydık. Bastığımız her yer, attığımız her adım toprağın beyaz örtüsünü yarıp geçiyordu. Bembeyaz örtülerle kaplanmış vadinin yansıttığı ay ışığı, minik yakamoz taneleri gibi parıldıyordu.

Yeni bir mermi kafamın birkaç santim yanına saplandığında dişlerimi sıkarak sola kaydım. Önüm ve yaslandığım kayanın arkasından baskı kurmaya çalışıyorlardı ve ben de ufacık bir kör noktada sayılırdım. Vadiye çöken sisten göz gözü görmüyordu. Karşı tarafın attığı kör atışların bir yerime isabet etmesi an meselesiydi.

Adrenaline ve soğuğa tepki veren vücudum deli gibi kasılmıştı. Kalbim göğsümü dağlıyor, kulaklarım rüzgâra karışan mermi seslerinden uğulduyordu. Islanan üniformam iyiden iyiye canımı yakacak olan soğuğu tenimde hissetmeye başlamama sebep oluyordu. Soğuk, değdiği her yeri yakıyordu. Acıması yoktu, eyvallahı yoktu, kış günündeki kardan utanmayıp temas ettiği her teni yakıp geçiyordu.

Dakikalardır tek bir ekip arkadaşımın bile sesinin ulaşmadığı telsize söverek son bir umutla yeniden mandalladım. "İhtiyar?" Kanlı parmaklarımı telsizden çekip yeri yokladım ama aradığım tüfeğim benden 5 metre ötede yerde yatıyordu. Sağ omzuma yediğim kurşunla geri çekilirken tüfeğimi alacak kadar vaktim olmamıştı. Bu kıskaçtan kurtulup yukarıya, diğerlerinin yanına gitmeliydim. Yüzbaşının emri buydu ama geri dönerken pusuya düşmüştüm.

Günlerdir yediğimiz ayazın haddi hesabı yoktu. Tam da her şey bitti derken ölümün avucuna düşmüştük. Hepimiz burada geberip gidecektik.

Başımın üstüne yağan kurşunlar birkaç saniyeliğine durunca kolumun acısını siktir edip bedenimi öne doğru attım. Göğsüm, sertleşmiş karın içinde gömülü bir taşa çarptığımda nefesim kesildi ama durmadım. Bacaklarımdan destek alarak bedenimi ileri ittirdim. Üzerime yağan mermiler dursa da vadinin yüksek kenarlarından gelen çatışmanın yankılarını duyabiliyordum.

Tüfeğimi alabilirsem en azından bir şansım olabilirdi. Son bir kuvvetler ileri atılıp sol elimle tüfeğin kabzasından tuttuğum gibi bedenimi ters çevirip hızlı bir refleksle kendimi az önceki kayanın dibine attım. Sırtım tekrar kayaya yaslandığında tüm bedenim acıyla kasıldı. Elektrik dalgası, yaşlı bir ağacın kuru dalları gibi mesken tuttuğu bedenimde gezindi. Kendime sadece 5 saniye verdim. Sol elim ilk önce taşa çarptığım kaburgama sonra da merminin içerde olduğu sağ omzuma gitti.

Bir...

Ölü atış yapmanın kötü bir yanı da boşa yanan mermilerdi.

İki...

Her ne kadar çok cephane olursa olsun kör atış yapmak iyi bir hesaplama ya da güçlü bir taşak istiyordu.

Üç...

Karşıdaki itlerin bu kadar bile boşa harcayacak mermisinin olması insanın aklında soru işaretleri canlandırıyordu.

Dört...

Kim siklerdi beşi?

Silahın destek ipini boynumdan geçirip boşalan şarjörümü çıkardım. Yeleğimin cebinden yeni şarjörü takıp, pantolonumun kenarındaki fermuarı açıp içinden her ihtimale karşı tuttuğum ipimi çıkardım. Bu soğuk havaya rağmen alnımda oluşan ter damlacıklarından birisi gözümün kenarından aşağıya süzüldü. İpi omzumun arkasından geçirip uzun tarafının dişlerimin arasına sıkıştırdım. Kısa ucunu büyük bir gayretle bir kez daha omzumdan dolayıp uzun ipin altından geçirdim. Aynı saniyelerde dişlerimle tuttuğum ipi kafamı geriye çekerek gerdirdiğimde sıkı bir düğüm atmış oldum. Aniden yüklenen acı dalgasıyla dudaklarımın arasında kısık bir inleme geceye karıştı. Kurşun hala içerideydi, her ne kadar tampon görevi görse de böylesi daha iyiydi. Dilimi ısırmamak için dişlerimi sıkı sıkıya birbirine geçirdim.

Bıçağımla ipin fazlalığını kesip ayağa kalktım. Atışlar kesilmişti, tekinsiz adım sesleri bana doğru geliyordu. Dakikalardır süren sessizliğimi ölümüme yormuş olmalılar ki oldukça pervasız adımlar atıyorlardı. Ben de birinin üstüne şarjörlerce mermi boşaltsam illaki ciddi yaralar aldığını düşünürdüm. Ama buradaydım, yaşıyordum. Onların aksine karda çıt bile çıkarmadan birkaç adım geriye çekilip arkamı sağlama aldım. Aynı anda ikili ateşin ortasında kalmak isteyeceğim son şey bile değildi. Silahtan çıkan mermilerin bedenimi delip geçmesi saniyelerini bile almazdı. İşe yaramaz bir et parçasına dönüşmeden önce hızlı olmam gerekiyordu. Tüfeğimle ayaktayken zor olacağını anladığımda palaskama takılı olan tabancama uzandım. Omzumun izin verdiğince pozisyon alıp sesin geldiği yere nişan aldım. Bacaklarım omuz hizamla uyuşacak bir açıklıkta, birisi bir adım gerideydi. Her an atak yapmak için hazır bekliyordum. Bir gözüm de belimin kenarındaki bıçağımdaydı. Yedek olarak iki tane de botumun içinde vardı ama bu omuzla ne kadar seri olabilirdim orası şüpheliydi.

Onlardan birinin feneri yoğun siste belirdiğinde gecenin karanlığına sığındım. Adım seslerinden anladığım kadarıyla iki kişiydiler. Üç tane de kayanın diğer tarafında vardı. Vadide sığındığım yer, içeri doğru üçgen bir şekilde oluşan boşluktu. Bunları atlatıp sağa döndüğümde vadinin çıkışına ulaşacaktım. Oradan da yukarıya doğru engebeli arazi yükseliyordu. Dağın eteklerine kadar uzanan yolda çakalların yerleşkesi olmuş bir adet mağara vardı. Ama yaşadığım tecrübelere dayanarak söyleyebileceğim en net şey bu vadinin derinlerine indiğimizde bir cephanelik daha bulacağımız yönündeydi. Belki de mağaraya bağlanan bir tünel? Bu kadar rahat bir tavırla mermi yağdırmalarının başka çıkar yolu yoktu.

Adım sesleri iyice netleşti. Fenerin aydınlattığı yer büyüdükçe karartılar da netleşti. Onların beni fark etmesine izin vermeden tabancayı ateşledim. İlkini göğsünden diğerini de kolundan vurduğumda biri düşse de arkadaki geri çekildi. İtin canhıraş bağırışı ikimiz arasında söndü gitti.

Zemin nemliydi, ayağımın altındaki kardan her yer çamur oluyordu. İçimizi kurutacak ayaz yüzüme vurdukça dişlerim birbirine çarpmasın diye çenemi sıkıca kapatmıştım.

Kaçmasına izin vermemek için ileri atıldım. Gittiği yöne doğru iki el ateş etsem de onu vuramadım. Sisten bir metre ötemi bile seçemiyordum. Düştüğüm durumun gelmişine geçmişine söverken, yerim belli olduğu için mevzi değiştirip dizlerimi kırdım. Eğilip yönümü seçmeye çalışırken, arkam artık boştaydı ama mermilerin hedefi değişmişti.

Sise karışmış piç de benim gibi kör atış denediğinde az önce durduğum yere art arda mermiler saplandı. Silahın mermiyi ateşlerken çıkardığı ışığı seçmeyi başardığımda yüzümde keyifli bir sırıtış peydah oldu. Silahımı kaldırdım ve, "Bingo," ateşledim. Tek bir nefeslik sürenin harcanmasının ardından, karşıdan gelen acı dolu sesle tekrar yer değiştirdim.

Buğulu gölgesi karların üzerine devrildiğinde ilk vurduğum piçe bakmak için yönümü değiştirdim. Sisin içinde beliren bedeni karların üzerinde yüzüstü uzanıyordu. Baş ucunda, ağır botlarımın leşine değmesine santimler kala durdum, dizlerimi kırıp eğildim. Sol omzundan tutup bedenimi elimden geldiğince sabit tutarak leşini ters çevirdim. Omzumdaki sızı, adrenalinden hala tam olarak kendini hissettirmese de varlığını belli ediyordu. Gözlerim ilk önce aralık kalan gözlerinde, daha sonra da ağzının kenarından akan kana değdi. Göğsündeki delikten sızan kan, kıyafetini kızıla boyamıştı. Soluk borusunu tıkayan kanın hırıltılı, güçsüz nefesine karışma sesini duyabiliyordum. İki parmağımı bileğine bastırıp nabzını ölçtüm.

Zayıf atışların yerini hiçliğe bırakması çok vaktini almazdı. Kalbine saplanan kurşundan bu dağ başında kurtulma ihtimali yoktu. O da diğerleri gibi geberip gidecekti. Alnına nişan alıp hiç düşünmeden silahı ateşledim, silahını güvenceye alıp yanından ayrıldım.

Seri adımlarımla yerde yatan diğer bedenin yanına yaklaştığımda ilk olarak elindeki silahı botumla ondan uzaklaştırdım. Karnının biraz altından giren mermiyle yere serilmişti. Yan dönmüş bedeni, acı içinde kıvranıyordu. Tüm acısına rağmen kısık gözleri beni bulduğunda saf nefretle baktı gözlerime. Yüzümde açık olan tek yer gözlerimdi. Ben onun aksine yüzündeki tüm acıyı görebiliyordum. Her duygusu, her kıvranışı gözlerimin önündeydi. Yüzündeki katmanlaşmış kirleri delip geçen acı dolu gözyaşı, pisliğini temizlemeye bile yetmedi.

Silahı almak için elini ileri uzattığında botum eline indi, parmaklarını ezdim. Silahına uzanma umutlarını da bu sayede yıktım. Gözleri hissettiği acı yüzünden buğulandığında kendi dilinde küfürler savurmaya başladı. Başımı öne doğru eğdiğimde, ördüğüm saçlarım omzunun üstünden düştü. Acı dolu bakışları saç örgümü gördüğünde gözlerinde kıvılcımlar çaktı. Bir Türk Askeri tarafından öldürülmek acı verici bir utançtı bunun gibiler için. Hele de o asker bir erkek değil de kadın olduğunda ise ızdırap verici olsa gerek. Yarasının üstündeki elini iyice bastırdı, bedeni salyalar akıtarak bana saldırmaya çalıştı. Kadın olduğumu anladığında agresifleşen bedeninin tek açıklaması bu olabilirdi.

Bana doğru yükselen bedenin durduran, göğsüne inen sert tekmem oldu. Duygu yüklü çığlığını duymadım bile. Botum vurduğu yere, bedeni yere serilir serilmez yerleşti, ağırlığımı ayağıma vererek üzerine doğru eğildim. Tahmin ettiğimden daha fazla oyalanmıştım. İşimi bitirip bir an önce diğerlerini bulmam gerekiyordu. Kıymetli vaktimi harcaması beni sinirlendirdi.

Ayağımın altındaki kıvranışlarına bir son vermek için başını hedef alıp bir mermiyi daha özgür bıraktığımda içimde bir parçayı daha toprağın altına gömdüğümü biliyordum.

Postalımın altındaki pis elini ileri savurarak doğruldum. Önüme gelen örgümü sırtıma savurup geldiğim istikametin tam tersine döndüm. Soğukkanlılık ve alışmışlık beni bu evreye getirmişti. Topraktaki ayak izlerini takip ederek açıklığa ulaştığımda görünürde kimse yoktu.

Sırtımı aşındıran rüzgâr burada daha sert esiyordu. Örgümden çıkıp yüzüme savrulan saçlarımı elimin tersiyle ittirdim.

Açıklığa çıktığımda az önce seslerin geldiğine emin olduğum yer şimdi boştu. Oradaki varlıklarını belli eden tek şey boş mermi kovanlarıydı. Zeminden esen tipi, daha buzlaşacak kadar dinlenemeyen toz halindeki kar tanelerini oradan oraya savuruyordu. Bu da az önce burada birileri olsa bile artık buradan sonrasında ayak izlerinin olmadığı anlamına geliyordu. Başka izler bulmalıydım. Dikkatlice ilerlemeye devam ettim.

Ayaklarımın altındaki platoda kümelenmiş kar tepeleri, uzun çam ağaçlarının üstünü hepten kapatmıştı. En yakınımdaki ağaçtan destek alıp ilk adımımı attığımda uzaktan gelen uluma sesleri tüylerimi diken diken etti ama durmadım. Kalın gövdeli ağaçlara tutunarak dağa tırmanmaya devam ettim.

Yukarılara çıktıkça iyiden iyiye dizlerime kadar yükselen kardan yürümek iyice zorlaşmıştı. Ve bunca derin kara rağmen benim ayak izlerimden başka hiçbir iz yoktu. Bu yokuşu iz bırakmadan tırmanma ihtimalleri imkansızdı, bu da başka bir yöne gittiklerini gösteriyordu. Yavaştan odağını kaybetmeye başlayan gözlerimi sıkıca kapattım ve başımı hızlıca salladım. O da yetmedi, yerdeki kardan bir avuç alıp yüzüme sürdüm. Yüz felci geçirme pahasına yaptığım bu hareket belki de ileride beni pişman edecekti ama şu an bilincimi açık tutmalıydım. Yüzümün her yanı ve açıkta kalan parmak boğumlarım karın soğuğundan için için yanarken biraz olsun odağımı toparlayabilmiştim. Yüzümü örten kumaş tekrar yerli yerine geldiğinde dudaklarımın arasından sızan sıcak nefesim havada buhar oluşturdu.

Acının doğru dozu beyni her daim açık tutardı. Yaşamak için acıya muhtaçlığımız doğamızdan geliyordu. Acıyı hisseden beden, yaşam için hala umut vadeden bir unsur haline geldiğinde, acıya dair bir şeyler hissedebiliyor olmak en büyük lütuftu.

Sırtımı yasladığım ağacın gövdesinden ayrılıp ilerlemeye devam ettim. Kurumuş dalların birbirine çarpıp çıkardığı seslerle bağırış sesleri de eklenince acıyan dizlerime asılıp önümü görmeye çalıştım.

Zorla soluduğum nefeslerim ciğerimi tamamen dolduramadan geri dışarı atılıyordu. Sıcağı sıcağına hissedemesem de taşa vurduğum kemiğimin ciğerlerime battığını hissedebiliyordum. Dudaklarımdan savrulan küfürlere dur durak vermeden ağaçların arasından sıyrıldım geçtim. Metreler aştıkça sol tarafımda kalan ağaçlar seyreliyordu. Birbirine çok yakın iki ağacın arasından çıktığımda mağaranın girişini görebilecek kadar açıklığa çıkmıştım.

Son bir gayretle ileri atıldığımda ilk gördüğüm sırt, üzerindeki üniformadan seçtiğim Aytekin abinin sırtıydı. Sağ tarafına mevzilenmiş, ateş ediyordu. Elindeki silahın şarjörü boşaldığında kendini geriye çekip sırtını mağaranın önüne yığılmış kayaların birine yasladı. O hızlıca şarjörünü değiştirirken kör noktadan yararlanıp seri adımlarla arkasına yanaştım. "Orospu çocuklarının mermisi de tükenmiyor. Sanki anasının amında beleşe dağıtılıyor bu mermiler!"

Görüş alanına boşa sıkmamaya dikkat ederek birkaç el ateş edip geri çekildiğinde beni fark etti. Aramızda kalan 3 metrelik mesafeyi tüketip onun gibi kayanın arkasına mevzilendim. "Senin burada ne işin var?" Hiddetle sorduğu soruyu yanıtlamak için ağzımı açsam da vücudumdaki acı buna mani oldu. Dişlerimi birbirine geçirecek kadar sıktım, sol elim yine omzuma tutundu, yaranın üzerine baskı uyguladım.

"Yüzbaşı diğerleriyle mağaranın arka çıkışına gitti. Giderken de beni sizin yanınıza gelmemi emretti." Hafiften uyuşmaya başlayan parmak uçlarımı zorlayarak üniformamın kolundaki küçük, fermuarlı cebi açtım, içindeki morfin paketlerinden birini kaptığım gibi kurşun yarasının üzerine bastırdım. Dişlerimin arasından sert bir nefes verdim, başımı yukarı dikerek kayaya yaslandım. "Seni tek başına mı yolladılar?"

"Sizin durumunuz onlardan beter be, Coğrafyacı. Şükredeceğine niye burada olduğumu mu sorguluyorsun?" Başını dışarı çıkardığında kayanın kenarından seken kurşun, taşı etrafa dağıttı. Aytekin abi hızla geriye çekildi. "Sen bu gözlerle mermileri de boşa harcıyorsundur, ihtiyar. Dönüşte seni rapor edeyim de öğrenelim şu gözlerin durumunu." dedim ciddiyetle.

Gülüşünü duydum. "Bu ihtiyar size taş çıkartır be taş!" Kafasını tekrar uzatmadan önce karşıya seslendi. "Bekir, koruma ateşi açacağım!" Dediği gibi ayağa kalkıp seri atışlar yapmaya başladığında ileride olduğunu yeni gördüğüm Bekir, koşar adım karşıya geçti. Son anda zıplamasaydı topuğuna girecek olan mermi onun atağı sayesinde kükürtlü toprağa karıştı. Ayaklarımın ucuna düşen bedeni saniyeler içinde toparlandı. "Ebesini siktiklerim bitmiyorlar!" Gözlerinde gördüğüm tedirginliğin sebebi belliydi. Biz burada sadece üç kişiydik. Timin kalan dörtlüsü diğer çıkıştan onları sıkıştırdığında ya onların üstüne gidecekler ya da bizim üstümüze doğru kaçacaklardı. Her iki durumda da yetersiz olma ihtimalimiz oldukça yüksekti.

"Telsizler çalışmıyor," diyerek muhtemelen onların da farkında olduğu gerçeği dile getirdim. "Kaç kere denedim ama dönüt yok." Bekir sırtındaki çantayı çıkarıp eşyalarına göz atarken başını salladı. "İçeride jammer var. Bütün sinyal ağlarını sikti attı."

İlk yardım çantasındaki eşyalarını alışılmış bir hızla ayarladığında önümde durdu, bir dizini yere yasladı. "Çek elini," Kanlı parmaklarımı ve tuttuğum morfini çektiğimde ilk önce silahın destek ipini boynumdan çekip aldım. Onun yardımıyla üzerimdeki parkayı ve çantayı da çıkardığımda elindeki makasla içimdeki uzun kollunun omzunu kesti. Tenime direkt temas eden soğuk hava tüm kemiklerimi titretti. "Tut," Elime tutuşturduğu küçük feneri omzumdaki yaraya düzgünce tutabilmek için dol dizimi kırıp kendime çektim ve dirseğimi dizime yasladım. Pür dikkat yaptığı işlemlerine devam ederken benim gözüm Aytekin abideydi. Karşıdan gelen atışlar azalmıştı ama kesilmemişti. Ben gelene kadar üstünlüğünü kurmuş gibi görünüyordu.

"Omzuna kurşun yemeyi nasıl başardın?"

"Araya aldılar. Birinden kaçayım derken diğerine tutuldum." Sözlerimin bitmesine zaman kalmadan aklıma düşen detayla gözlerim Bekir'e kitlendi. "Aşağıdayken arkamda kalan 3 kişi vardı. Ben öndekilerden kurtulana kadar ateşi kestiler, gelirken de kimseyi görmedim."

Bekir'in yaramın üzerindeki parmakları durdu, başını yavaşça kaldırdı. "Bir kere de güzel haberle gel be, bir kere... Hep bir felaket tellallığı peşindesin." Arkamıza hızlı bir bakış attığında gözlerindeki tedirginlik yavaş yavaş silindi.

"Çok konuşma, Çavuş. İşini yap." Elindeki bıçağın keskin olmayan tarafını sertçe yarama değdirdiğinde gözlerimi kapatıp dilimin ucuna gelen küfürleri yuttum. Göğsüm kasıldı ama acıyı birbirine geçen dişlerimi sıkarak bir an olsun dindirmeyi denedim. Adi herif yaralanmamdan haz duyar gibi güldüğünde, "Yapacağın işi siksinler, Bekir." demekten geri kalamadım. "Sakın dilini ısırayım deme." diye uyardı beni. "Bu hengamede bir de o dilini dikmekle uğraşamam."

Dilimden dökülen hakaret dolu küfürleri hiç umursamadan kurşunu çıkardı. Tüm vücudumdan soğuk soğuk terler akıyordu. "Hazırlan, İhtiyar. Misafirlerimiz var."

"Beko, oradan bakıldığında pembe dantelli yeni geline benzer bir yanım mı var koçum?"

"Abi sen evlisin, az biraz biliyorsundur. Yengeden bir şeyler kapmışsındır illaki." Alnındaki boncuk boncuk terleriyle Aytekin abi bize döndüğünde Bekir yaramı temizlemiş dikiş atmak için hazırlanıyordu.

"Bu dediklerini İdil duysa, senin üzerinde nasıl şeyler denerdi biliyor musun sen?" Bekir'in kahve gözleri saniyeliğine bana uğradığında dikişe başlayacağını anladım. Dişlerimi birbirine geçirip başımı salladım. "Tahmin edebiliyorum..." Fısıltısı iğne tenimi deldiği anda kayboldu gitti. Boynumdaki damara kadar kasıldığını hissettim. Başım geriye gitti, soğuk kayaya yaslandı. "Kasma kendini," Gözlerimi kara geceye diktim. Sisin arasında oynaşan ay ışığı, dalga geçer gibi bir görünüp bir kayboluyordu.

"Deniyorum..." Başını onaylamazcasına iki yana salladığında iğneyi her ne yapıyorsa küçük bir savaş veriyor gibi görünse de bu konuda onun kadar bilgili değildim. El mecbur katlanıyorduk.

Gözlerimi ondan ayırıp elimden geldiğince pür dikkat karanlığın içindeki gölgelere dikkat kesildim. Hışırdayan ağaçlar işimi zorlaştırıyordu ama bakınmaya devam ettim. O üç piç bizi bulmadan biz onları enselemeliydik –ki olduğumuz konumda gizlilik diye bir şansımız yoktu, apaçık ortadaydık- Görebildiğim her bir köşede gezindi gözlerim.

Timdeki tek kadın olduğum için genel olarak üzerime düşseler de tüm ayrıcalıkları reddediyordum. TSK yıllar evvel bir ilki deneyip Özel Kuvvetlere 30 kadın personel alacağını duyurduğunda bu günlere gelebileceğimi umut ederek değil, seçilmek için canımı dişime takarak çalışmıştım. Tırnaklarımla kazıya kazıya geldiğim bu mevkide, en ufak bir torpilin gölgesi dahi üzerime düşmemişti. Kendi alın terimle gelmiştim.

Şimdi ise aldığım eğitimleri bir kenara savurup sırf kadınım diye narin veya yardıma muhtaç edalarında yapılan hiçbir eleştiriyi kabul etmiyordum. Bir kadın olarak gelmiştim, kadın olarak da başımın çaresine bakabildiğimi çok güzel bir şekilde kanıtlamıştım.

Bekir, tahminlerimin aksine büyük bir incelikle son dikişi de attığında silah sesleri kesilmişti. Ne bizden ne de karşı taraftan gelen bir atak yoktu. Takıntılı herifin yarayı tutan ipler birbirine eşit uzaklıkta olsun diye çok zaman harcadığı olmuştu ama şu an o vakti ona tanımadığımın farkındaydı. Simetrik bir şekilde dikmek istemesi, bizi simetrik, çok köşeli varlıklar gibi kurşuna dizip bir kenara asabilirlerdi; bunu biliyordu. Omzuma bağladığım ipe dalga geçer gibi baktığında bacağına tekme attım. "Ne bakıyorsun, Beko? Ölüp gitse miydim dağın başında?"

"Sen hepimizi gömersin," İpi eliyle gerdirip tek hamlede kestiğinde yüzündeki gülümseme yerli yerini koruyordu. "Kötüye bir şey olmaz nasılsa." Kırıcı sözlerini görmezden geldim. Çünkü dostlar böyle yapardı. Gözlerimi kıstım, "Komutan olduğum zaman yapacağım ilk iş seni sınır dışına sürmek olacak. Sonra oralarda ne sikim yiyorsan ye."

Bana bakmadan çantasına eğildi. "Bana hiçbir sikim olmaz. Ama Allah başımıza seni vermesin. İşte o zaman siki tutarız."

"Sik yarıştırmanız bittiyse asıl siki biz tutamadan gelin buraya." Böyle bir çakal yuvasında sessizlik en tehlikeli şeydi. Bakışlarımız senkronize bir şekilde Aytekin abiye döndüğünde o da mağaranın girişine doğru bakıyordu."Ne biçim insanlarısınız siz? O kadar okul okudunuz hiç mi güzel laf öğrenmediniz öğretmenlerinizden? Kelime dağarcığı yitik insanlar, verecekler en sonunda elimize birer tane, sonra bakıp duracaksınız biz bununla ne yapacağız diye." Haklı söze bir şey denmeyeceğinden ağzımı kapattım.

"İçindeki öğretmen cetveli kapmadan kalkalım." Bekir yaramın üzerine bandajla kapattığında erkeksi bir tavırla ellerimizi birbirine vurarak birbirimize tutunduk. İlk önce o kalktı sonra ise tuttuğu elimden destek alarak ben ayaklandım. Yanıma bıraktığım tüfeğimi elime aldığımda omzuma giren sancılara aldırmadım. Vurduğu ağrı kesici iğne en kısa zamanda etki edecekti. "Eyvallah..."

Yerde bıraktığı tüfeğini almak için o da eğildiğinde kenara attığı kurşunu da aldı. "Al. Çeyizine koyarsın." Umursamaz bir tavırla bana doğru fırlattığı kurşunu havada yakaladım. Söylediklerine göz devirsem de kurşunu cebime attım. Üzerinde kanım olan mermiyi burada bırakacak halim yoktu.

O, Aytekin abinin yanına giderken ben geldiğim yamaca bakıyordum. Çantamdan gece görüş termal dürbünümü alıp ağaçların arasını taradım. Yüzbaşı ve diğerleri öncü birlik olarak içeri girmişlerdi, bize verilen emir ise mağaranın girişini tutmaktı. İkinci bir emre kadar buradan ayrılamazdık.

Sessizliğin nedeni aldatmaca yapıyor olmaları olabilirdi. Olası bir atışta ateş üstünlüğünü sağlamalıydık. Büyük bir dikkatle tüm araziyi taradım ama görünürde kimse yoktu. Bir yandan da mağaraya kaç farklı giriş olabileceğini düşünüyordum. Ya kaçmışlar ya da saklanmışlardı. Düşük bir ihtimal olsa da mağaraya tünel kazmış olma ihtimallerini gözden geçirmek gerekiyordu. Bize gelen istihbarata göre yakınlarda ya da çevrede böyle bir tünel girişimi dahi yoktu.

"İhtiyar, sen bu gözlerle bunların hepsini nasıl devirdin?"

"Gez-göz-arpacığı gel göt apaçık olarak kodlarsan sen de vurursun." Diye söylendiğinde Bekir'den keyifli bir kıkırtı döküldü. "Bayramlık ağzımı açtırma, Doktor."

"Abi niye öyle söyledin şimdi?"

"İçeri girecek miyiz?" Aytekin abinin Bekir'i umursamadan bana konuştuğunu anlayınca gözümdeki dürbünü indirdim, arkamı döndüm. Mağaranın girişiyle aramızda nereden baksan yirmi metre vardı.

Boştaki elimi omzumdaki yaranın birkaç santim altına bastırdım, parmaklarımı yavaş yavaş oynatarak acıyı elimden geldiğince dağıtmaya çalışıyordum. Yüzümdeki kasılmayı engellemek için dişlerimi sıktım. Zaten soğuktan kasılan çenem temelli gerildi. Soğuk, tüm sinir uçlarımı uyarmak istercesine acı veriyordu. Parmak uçlarım ve yüzüm uyuşmaya başlamıştı.

Ay ışığının atında yerde yatan bedenlerin arasından geçip girişle aramdaki mesafenin yarısını aştığımda ne yapmamız gerektiğini düşünüyordum. Karları kırmızıya boyayan kan, karanlıkta zift gibi görünüyordu. Aktığı yerlerdeki karları usul usul eritirken sonunda karın soğuğuna boyun büküp donuyorlardı. Burnuma vuran kan kokusunu götüren rüzgara ilk defa sevinecek gibi oldum. Ön taraftaki girişten girmek tehlikeliydi. Aldığımız bilgilere göre mağaranın otuz metre kadar derinlerine indikten sonra aşağıya kazdıkları tünele girmek gerekiyordu. İçerideki geniş alan ise tamamıyla boştu. Asıl olay mağaranın altındaki tünellerde dönüyordu.

Tahmini altı metre yüksekliğindeki girişten sonrası dönüşlerle ilerleyip git gide aşağıya doğru daralarak iniyordu. En sonunda ulaşacağımız gizli bir kapak bizi aşağıya inen merdivenlere taşıyacaktı. Oradan sırayla inmek demek, aşağıdakilere açık hedef olmak demekti. Dağın etrafından dolaşıp arka kapıya gitme ihtimali de bize çok fazla vakit kaybettirirdi. Komutanın verdiği emir doğrultusunda tek yapmamız gereken onlar çıkana kadar ön kapıyı tutmak ve kaçma girişimde olanları etkisiz hale getirmekti.

Bekir, "Sığınak yaklaşık olarak ayaklarımızın altmış metre altında kalıyor ama mağaranın duvarları geniş. Herhangi bir çatışma durumunda seslerini duymalıydık." diyerek aklındakileri dile getirdiğinde haklılık payı çoktu. Aşağıda ne döndüğü hakkında en ufak net bir fikrim oluşmuyordu. İhtimaller denizinde yüzmek kolaydır, asıl zor olan kıyıya ulaşacak doğu ihtimale tutunmaktı. İçeriyi temizlemiş, pusuya düşmüş, içeriye ulaşamamış ya da aklıma getirmediğim binlerce ihtimalden birini yaşıyor olabilirlerdi. Bize ulaşan herhangi bir arbede sesi ya da belirtisi de yoktu.

Aytekin abi, elindeki feneri ileriye doğrultup girişi aydınlattı. Onun ışığıyla gölgede kalmış birkaç beden daha ortaya çıktı. Girişin üstüne düşen dağın gölgesinden içeriyi göremiyorduk. "Bizim buradaki mesai yeni durgunlaştı, ya onlar da o sırada ateş açtılarsa? Yirmi metre de biz koyduk araya, duyma ihtimalimiz çok düşük."

"Belki de daha içeri girmemişlerdir?" İhtiyar ayağının dibindeki leşi es geçerek ileriye doğru bir adım attı. "Sen yanlarından ayrıldığında girişe ne kadar uzaklardı?"

Başımı sallayıp arkamızdaki açıklığa döndüm. Ormandan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı hala tetikteydik. "Nerden baksan 650 metre vardı. Yol üzerinde herhangi bir sorun yaşamadılarsa ulaşmış olmaları gerekiyor."

"Dağın diğer tarafında karın kalınlığı ne kadar bilmiyoruz. Eğer buraya göre daha kalınsa onları yavaşlatmıştır. Üstelik tipi de var." Bekir'in yanından geçip mağaranın girişine kadar ilerledim. "Aşağı inemeyiz ama mağaranın içine konuşlanabiliriz. Merdivenlerin başına kadar gitmemizde bir sakınca yok. Kapıyı ha buradan tutmuşuz ha oradan, bana gelen tek emir kapıyı kollamak." Yüzbaşının emrini esnetmem hoşuna gitmeyecekti ama aşağıda neler olduğuna dair birkaç fikir edinmeliydik. Onlarla iletişimimiz kesilmişti ve tek çözüm yolu yine onlardan geçiyordu. Jammer'ı bulup devre dışı bırakmalıydılar. Biz de bu süre içinde onlara elimizden geldiğince yaklaşıp durum değerlendirmesi yapacaktık.

Başımla taş yığınını işaret ettim. "Bekir öncü sensin, arka bende. İhtiyar da tetikte olsun." İlk adımımı attım. "Girelim bakalım şu ine."

"Haydi Bismillah. Allah utandırmasın."

Bekir feneriyle önümüzü aydınlatıp ilerlerken ben, arkamı Aytekin abiye yaslamış gerimizde kalan açık alanı kontrol ederek ilerliyordum. Elimden geldiğince onun bastığı yerlere basarak aşağıya ilerlerken ayağımızın altından kayıp giden çakılların ayağımı kaydırmasın diye bir gözüm de yerdeydi.

Ayağımızın altındaki zemin taştandı ve zamanla gerek fiziksel çözülmeden gerekse deprem olduğunda mağaranın tavanından kopup giden taşların parçalanmasıyla neredeyse tüm zemin kaya parçalarıyla kaplıydı.

Yeterince ilerleyince usul usul yönümü değiştirdim. Kaskıma takılı feneri açtığım için önümü bölgesel olarak görebiliyordum. Derinlere indikçe tavanla taban arasındaki mesafe git gide azalıyordu.

Etraftaki harabeye benzeyen duvarları inceliyordum ki... Biz daha kapağa ulaşamadan büyük bir patlama sesi tüm mağaranın içinde gürledi. Aynı saniyelerde ayağımızın altındaki yer şiddetle sallanmaya başladı. "Eğilin!" Elimi sert pürüzleri olan duvara yasladığımda, Aytekin abi sarsıntıdan dolayı tutunamayınca, ayağının altındaki çakıllar dengesini kaybetmesine neden oldu. Bekir ve ben aynı anda ileri atılsak da onu tutamadık. "Abi!" Kaymanın etkisiyle ikisi birden aşağı meyil alan zeminde ileri sürüklendiler.

Sarsıntılar ve patlamaların ardı arkası kesilmezken sallanan bedenimden yayılan ışık da sarsılıyordu. Büyük bir taş parçası kafamdaki kaska düşüp feneri kırdığında son gördüğüm Bekir'in yerde yatan Aytekin abinin üstüne siper olduğuydu. Kaskın kapatamadığı kafasının yan tarafından oluk oluk kan akan kafasını elinden geldiğince korumak için koca bedenini İhtiyarın üzerine sermişti.

"Bekir!" Sallanan duvara tutunmak için aceleyle tekrar uzandığımda kayanın sivri köşesi avucumun içini boylu boyunca çizdi. Dişlerim arasından savrulan sert inlemeyi durduramadım. Eğilip dizlerimin üzerinde durdum. Başıma düşen taş, kaskı geçemese de küçük çaplı bir sarsıntı yaşatmıştı. Anlık gidip gelen odağımı toparlayıp toparlayamadığımı kör karanlıkta seçemedim. Tek bildiğim beynimin içeride sallandığıydı. Etrafı göremesem de bilincim hızla dönüyordu.

Elimi başıma yaslayıp dönüyormuş hissini engellemek için gözlerimi açtım. Dünya minik bir ışık süzmesinin etrafında dönüp duruyordu. İleriye savrulmuş fenerin gidip gelen ışığını görebiliyordum. Ne elimdeki yarığa ne de dizlerime batan onca çalışan aldırmadan dizlerimin üzerinde ilerleyerek fenere ulaşmaya çabaladım. Kayan odağım ve dönen başımdan hedefi şaşırıp duruyordum ama durmadım.

"Ruhsuz, dikkat e-" Bekir'in telaşlı sözleri acı dolu bir bağırışla kesildiğinde adrenalinden kocaman açılmış gözlerim hızla sesin geldiği yere döndü ama zifiri karanlıktan başka bir şey yoktu. "Bekir, ses ver!"

"Aytekin abi!"

İkisinden de yanıt alamayınca içime dolan duyguları bastırıp fenere uzandım. Kana bulanmış parmaklarımı içimi deşen omzumdaki yaraya rağmen uzatıp feneri kavradığımda her şey için bir nebze şansım var sanmıştım. Ama öyle olmadı.

Altımızdan gelen büyük bir patlamanın daha ardından, az öncenin kat be kat fazla şiddetiyle sarsıntı kayaların içinden yayıldı. Altımızdaki cephanelik patlıyordu. Buradan çıkmalıydık!

Tavandan bir şeylerin koptuğunu hissettiğimde her şey için çok geçti. Pozisyonum kaçabilmemi engelliyordu. Dizlerimin üstünde uzanmış, elimi de neredeyse kendime çekebilmiştim. Belki başım bu şiddetle zonklamasaydı birkaç metre yana kayabilirdim ama yapamadım. Saniyeler içinde sırtıma inen ağır bir darbeyle göğsüm ve çenem sert zemine çarptı.

Kaburgalarımdan yükselen kırılma seslerini hayal meyal seçebilmiştim. Boğazıma kadar batan kayaların varlığını çok sonra fark edebildim. Sırtımdaki artık orada olmayan ağırlığa rağmen son bir nefes almayı denedim. Ciğerlerime batan kaburgalarımın uçları şimdiye kadar hissettiğim en büyük acıları bana yeniden sundular. Kesinlikle kırılmışlardı.

İçimdeki bir yerlere söz dinletemeyip son bir çabayla tüm gücümü dirseklerime ve omuzlarıma verip yan dönmeye çalıştım. Göğüs kafesimin belirli yerlerinde hissettiğim hareketlenmelerle miden ağzıma geldi, omuzlarım yenilgiyle çöktü. Çok canım yanıyordu. Vücudumdaki yaraların yerini seçemeyeceğim kadar çok canım yanıyordu. Beynime giden her bir nöron acı içinde ileti sağlarken acının kaynağının bir önemi yoktu. Ölüyordum. Ölüyorduk.

Başarısızla sonuçlanan çabam içimde bir yerleri ateşe verdi. Boğazımdan yükselen sıcak kan tadını almaya başladığımda sona geldiğimizi ilk defa bu denli hissediyordum. Kırmızı sıvı dudaklarım arasından akıp yolunu bulduğunda yüzüm soğuk zemine yaslanmıştı.

Tüm göğsümü kesip atan, yüzümün her bir köşesini kaplayan kayalar arasında kayıp giden bilincime tutunamadım. Göz kapaklarım usulca kapandı.

Her şeye rağmen yalnız değildim. Yanımda silah arkadaşlarım vardı. Şehadete onlarla birlikte adım atmıştım. Yalnız değildim.

O soğuk günde dört şehit verdiler ama yedi isim zihinlerden silinmek istedi.

 

Şehit Yüzbaşı Ömer Kavas

Şehit Kıdemli Üsteğmen Ahmet Aka

Kayıp Üsteğmen Nevin Ilgaz Sıraç

Şehit Teğmen Arif Eren

Şehit Astsubay Başçavuş Mahmut Ak

Kayıp Astsubay Üstçavuş Aytekin Ersoy

Kayıp Astsubay Kıdemli Çavuş Bekir Esen

Evlerine ulaşan düz tabutların açılmasına izin verilmedi. Yedi ayrı aileye ateş düştü, yedi ayrı acı, yürek dağladı. Geride kalanların ise omuzlarına yüklenen bir görevleri vardı:

İntikam.

Loading...
0%