Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@aytengul

Bir kitap daha sizlerle hadi okuyup oy ve yorumlar yapinda okuyam

Merhaba. Bu mesajı okuyan kişi, bunu yazan bir büyükelçidir. Vatanıma hizmet ettiğim sırada teröristler tarafından esir alındım. Sana ulaşıyorum çünkü yardıma ihtiyacım var. Bana yardım etmelisin. Bu mesajı okuman bir tesadüf değil, belki de beni kurtarabilecek tek kişi sensin. Sana güvenmekten başka çarem yok...

 

Eylül, telefon ekranındaki garip mesajı okuduğunda bir an donakaldı. Henüz uyanmıştı ve zihni, bu beklenmedik mesajı anlamlandırmaya çalışıyordu. Bugün sıradan bir iş günü olacaktı; kahvaltısını yapıp işe gidecekti. Ancak bu mesaj tüm planlarını altüst etmişti.

 

Mesajda, esir alındığını söyleyen bir büyükelçi, çaresizce yardım istiyordu. "Yanlış numara mı, yoksa bir oyun mu oynuyorlar?" diye düşündü Eylül. Ama kelimelerde öyle bir ciddiyet, öyle bir çaresizlik vardı ki, bunu sadece bir şaka olarak görmek zordu. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Peki ya doğruysa? Ya gerçekten bir insanın hayatı onun ellerindeyse?

 

Telefonunu elinde sıkıca tutarak, koltuğa çöktü. Mesajı tekrar tekrar okudu, kelimelerin ağırlığını hissetti. "Bu mesajı görmezden mi gelmeliyim? Yoksa ciddiye alıp bir şeyler mi yapmalıyım?" diye düşündü. İçinde hissettiği sorumluluk duygusu, korkularını bastırıyordu. Ama ya bu bir dolandırıcılık oyunuydu? Ya kendisini tehlikeye atacak bir tuzağın içine çekiliyorsa?

 

Birkaç dakika boyunca ekrana boş boş baktı. Derin bir nefes aldı; ne yapması gerektiğine karar vermek zorundaydı. Ama içten içe biliyordu ki, bu mesajı aldığı andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

 

Telefon ekranı birden titredi. Bir mesaj daha gelmişti: “Çok zamanım yok. Bu akşam beni infaz edecekler. Yer: Roma. Lütfen, lütfen geri dönüş yap.”

 

Eylül'ün kanı çekilmişti. Bu yeni mesajdaki aciliyet, kelimelerden taşan çaresizlik kalbine bir taş gibi oturdu. "Bu bir oyun olabilir mi? Ya bir dolandırıcının eseri ya da deli bir şakacının?" diye düşündü. Ama ya gerçekse? Ya bu mesajı görmezden gelir ve gerçekten bir insanın ölümüne sebep olursa?

 

Düşünceleri zihninde birbirine dolandı. Mesajda "Roma" yazıyordu. "Bu nasıl bir tuzak olabilir ki?" diye fısıldadı. Mantıklı tarafı, uzak durması gerektiğini söylüyordu; ama diğer yandan, bu mesajdaki umutsuzluk onu içine çekiyordu. Kalbi ve mantığı arasında gidip geliyordu.

 

Telefonu eline alıp cevap yazmaya karar verdi ama parmakları tuşlara gitmekte tereddüt ediyordu. Geri dönüş yapmalı mıydı? Yoksa tüm bunları görmezden gelip günlük hayatına mı devam etmeliydi? Ya gerçekten bir hayat kurtarabilecekse?

 

Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Aklı "Boş ver," diyordu ama yüreği "Denemelisin," diye fısıldıyordu. Bu bir tuzak olabilir, evet. Ama ya değilse? Ya gerçekten bir büyükelçi, bu akşam infaz edilecekse? Eylül, kimseye anlatamayacağı bir ikilemle baş başa kalmıştı. Zaman daralıyordu ve karar vermesi gerekiyordu.

 

Bir an, telefonu yere bırakmayı düşündü. Bu yükü sırtlanmak istemiyordu. Ama ya vicdanını susturamazsa? Ya gerçekten bu kişiyi kurtarabilecek tek kişi oysa? Aklına birden, "Eğer bu doğruysa ve ben hiçbir şey yapmazsam, bu vicdanla nasıl yaşayabilirim?" sorusu geldi.

 

Telefonun ekranına bakarken, korkularına rağmen cevap yazmak zorunda olduğuna karar verdi. Elinde titreyen parmaklarıyla bir yanıt yazmaya başladı: "Sen kimsin? Beni nasıl buldun?"

 

Gönder tuşuna basmadan önce bir an tereddüt etti. Yanlış bir şey yapıyor olabilir miydi? Evet, yapıyor olabilirdi. Ama doğru bir şey de yapıyor olabilirdi. Ve belki de bunu asla bilemeyecekti.

Eylül mesajı tekrar okudu, sonra kendini toparlayıp hızlıca bir cevap yazmaya karar verdi. Parmakları titreyerek tuşlara bastı:

 

“Sen kimsin? Neden bana yazıyorsun?”

 

Mesajını gönderdikten sonra kalp atışları hızlandı. Telefonuna bakarken gözlerini kırpmıyordu, sanki her an ekranına gelecek bir cevaptan korkar gibi.

 

Bir dakika sonra telefon titreşti. Gelen mesajda şunlar yazıyordu:

 

“Bir büyükelçiyim. Teröristler tarafından esir alındım. Bu mesajı rastgele bir numaraya gönderdim… Sana ulaştı. Yardıma ihtiyacım var, çok zamanım yok. Bana yardım et.”

 

Eylül, "Rastgele bir numara mı?" diye düşündü. Kalbinin sıkıştığını hissetti. O kadar saçmaydı ki, bu durumda bile mantığı kendini geri çekmeye çalışıyordu. Ancak kelimelerdeki çaresizlik, inandırıcı olmasa bile gerçeğe benzeyen bir yanı vardı.

 

Yutkunarak yeniden yazmaya başladı: “Nasıl yardım edebilirim ki? Beni nasıl buldun?”

 

Telefonun ekranı tekrar titredi. Hızla yeni mesaja baktı:

 

“Lütfen bana güven. Sadece yardım et. Bu akşam infaz edileceğim. Yer: Roma. Belki de beni kurtarabilecek tek kişi sensin.”

 

Eylül, "Bu gerçek mi?" diye kendi kendine mırıldandı. İşe gitmeyi düşünürken artık sadece bu mesajı düşünüyordu. İçindeki sesler birbiriyle çatışıyordu: Bir yanda her şeyin bir oyun olduğunu söyleyen mantığı, diğer yanda bir hayat kurtarma ihtimali.

 

O an fark etti ki, artık sıradan bir gün olmayacaktı.

 

 

ismim diye yazdı

Kerem Tanyeri

Eylül, "Kerem Tanyeri mi?" diye düşündü. Bu isim, sanki onu daha da gerçeğe yaklaştırmıştı. Telefonu elinde tutarken içindeki tereddüt büyüdü; ama kelimelerin ağırlığı onu daha fazla görmezden gelemeyeceğini hissettirdi.

 

"Kerem Tanyeri... neden ben?" diye fısıldayarak ona yeniden yazdı:

 

"Nasıl yardım edebilirim? Neden ben?"

 

Kerem’den yanıt hızla geldi:

 

“Bilmiyorum… Seni bulmam bir tesadüf değil, buna inanıyorum. Bu mesajı bir şekilde doğru insana gönderdiğimi hissediyorum. Lütfen, bana yardım et. Zamanım kalmadı, senden başka çarem yok.”

 

Eylül, gelen bu cevabın ardından ne yapacağını bilemedi. Kendini, onu içine çeken bu bilinmezliğin tam ortasında bulmuştu.

 

Eylül Lara Gökdeniz, telefonunda bir kez daha mesajları okuyarak, elindeki durumu zihninde tartmaya çalıştı. Kendi kendine “Ne yapıyorsun Eylül, aklını mı kaçırdın?” diye söylenerek başını iki yana salladı. Üzerindeki ayıcık desenli pijamasına bakıp derin bir nefes aldı. “Bu kıyafetle mi kurtaracaksın koskoca büyükelçiyi?” diye sitem etti kendine. Hemen odasına doğru koştu.

 

Dolabın kapağını açıp hızlıca göz gezdirdi. Ciddiyeti olan, en azından mantıklı bir şeyler giymeliydi. Eli siyah bir pantolona uzandı, ama sonra onu bırakıp koyu lacivert olanı aldı. “Yok, bu daha ciddi.” dedi. Üstüne giyecek uygun bir şey ararken bir an duraksadı, “Neden düzgün bir şey giyiyorum ki? Belki de tamamen bir oyun bu,” diye düşündü. Ama sonra, “Ya gerçekse?” düşüncesi onu kararsız bıraktı.

 

Sonunda mavi, düğmeli bir gömlek seçti. “Biraz fazla mı resmi oldu?” diye kendi kendine mırıldandı. “Belki bir ceket... hayır, ceket fazla olur.” Hızla kendini aynada süzdü. Saçlarını bir kez daha tarayıp toparladı. Kendini hazırlamış, aklı hâlâ karmaşık düşüncelerle doluyken kapıya yöneldi. Elini kapının koluna koyduğunda bir an tereddüt etti ve içinden tekrar kendine sordu: “Eylül, gerçekten ne yapıyorsun?”

 

 

Eylül, bir an aynada kendine bakıp son halini onayladı. “Hayır, şimdi gitmem lazım. Ne kadar mantıksız görünse de…” diye kendi kendine konuştu. Derin bir nefes aldı ve kararlı bir şekilde kapıya yöneldi.

 

Kapının kolunu hızla çekip dışarı adım attığı anda bir ayağı diğerine dolandı, dengesini kaybetti ve kendini yerde buldu. Tam kapının eşiğinde yüzüstü kapaklanmıştı.

 

“Ah!” diye inledi, elleriyle sert zemini tutarken. Yerde bir an öylece kalakaldı. “İnanamıyorum! Şu halime bak... Bir büyükelçiyi kurtarmaya böyle mi gidiyorum?” Kendi kendine söylenerek toparlanmaya çalıştı. Dizlerindeki tozu silkeleyip iç çekerek doğruldu, "Ayıcık desenli pijamayla daha iyiydim sanki," dedi alayla.

 

Kendini toparlayıp derin bir nefes aldı. Bu kez daha dikkatli adımlarla kapıdan çıkarken yüzünde hafif bir gülümseme vardı. "Tam bir kahraman edasıyla değil ama en azından sağlam ayakta kalmayı başarırsam bir umut var," diye düşünerek ilerledi.

 

Eylül, kapıyı hızla açıp dışarı çıkarken birden durakladı. O an kafasında her şeyin ne kadar karmaşık olduğunu fark etti. "Pasaport, telefon, para!" diye fısıldadı kendi kendine. “Ah, nasıl unutabilirim bunları?” Hemen kapıyı tekrar açtı ve eve girdi. Telefonunu, pasaportunu ve cüzdanını bulduğu yerlerden hızla aldı, ardından tekrar kapıyı çarpıp dışarıya çıktı.

 

Taksi hâlâ oradaydı. Şoför, ona gülümseyerek kapıyı açtı. “Yavaş ol biraz, hanımefendi, acele etmeyin. Nerede kaldınız?”

 

Eylül telaşla, “Unuttum, birkaç şeyim vardı,” dedi, derin bir nefes alarak.

 

Şoför, başını sallayarak “Gençler hep böyle, aceleci. Her şeyin başı hazırlık, ama zamanında hareket etmek de önemli tabii,” dedi, sonra direksiyona geçerken gözlüğünü düzeltti. “Bizim zamanımızda öyle miydi? Her şeyi hızlıca halledip, bir yandan unutup, sonra koşarak geri dönmek? Tabii ki değil! Bizim zamanımızda her şey daha düzenliydi, her şeyin bir vakti vardı.”

 

Eylül, şoförün söylediklerini duyarken, “Biliyorum, zaman nasıl değişti, değil mi?” diye cevap verdi, ama kafasında hala her şey çok karmaşıktı. “Ama işte, bazen her şey birbirine karışıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

 

Şoför gülerek, “Genç nesil işte... Bizim zamanımızda sabır vardı. Her şeyin bir yolu vardı. Her şey yavaş ama emin adımlarla yapılırdı. Havaalanına giderken, insanlar pasaportlarını unutur muydu? Tabii ki, unuturdu ama biz hemen düzeltirdik. Şimdi ise telefonlar, çantalar, her şey bir anda karışıyor. Ne zaman neyi unutacağımız belli olmuyor.”

 

Eylül gülümseyerek, “Evet, bir nevi haklısınız. Ama hızla her şeyin üstesinden gelmeye çalışıyoruz, bir şeyleri kaçırmamak için belki de.”

 

Şoför başını sallayarak, “İşte biz de gençler için böyle, her şeyin peşinden koşuyoruz ama sonunda her şeyin bir düzen içinde olmasını istiyoruz. Hadi bakalım, artık zaman geçiyor, havaalanına yetişmemiz gerek,” dedi ve gazı biraz daha artırarak yola koyuldu.

 

Eylül rahatlayarak derin bir nefes aldı. Pasaportunu, telefonunu ve parasını aldıktan sonra, kendini bir nebze daha güvende hissediyordu. Yavaşça gülerek, "Her şeyin bir vakti varmış, değil mi?" diye mırıldandı, ama hala kafasında büyük bir soru işareti vardı. Bu yolculuk, her şeyin başlangıcıydı.

 

Taksi hızla ilerlerken, şoför hâlâ geçmişten bahsediyordu, “Bizim zamanımızda her şey bir düzene sokulurdu. Düğünler bile daha düzgün olurdu, biliyor musunuz? Şimdi düğünler var ama hiçbir anlamı yok. Her şey acele, her şey hızlı, ya da abartılı. Oysa bizde sade bir düğün, gerçekten özel bir şeydi. Benim düğünüm de öyleydi, arkadaşlarım hâlâ o günü hatırlayarak anlatır!”

 

Eylül, şoförün sohbetine gülümseyerek kulak vermek zorunda kaldı. “Gerçekten mi? Düğünler de bir hız yarışına mı döndü yani?” diye takıldı. “Bugünler bir şeyler değişiyor, her şeyde bir hız var.”

 

Şoför gözlüklerini düzelterek, “Tabii tabii, gençlerin düğünleri daha hızlı oluyor. Bizimkilerde bir daha izlemeye çalışsanız da tüm detayları hatırlayamazsınız! Zamanla hızlanıyoruz işte, her şey o kadar hızlı ki, siz gençler buna alıştınız ama ben hala şaşırıyorum!” dedi.

 

Eylül, “Evet, her şey çok hızlı! Ama bazen iyi de oluyor,” dedi, taksinin camından dışarı bakarken. Şoför, biraz daha keyifli bir şekilde, “Evet, hızdan bahsetmişken, burada Sabiha Gökçen Havaalanı’na yaklaşırken de aynı hızla ilerliyorsunuz. Ama olsun, bazen de yavaşlamak gerek,” dedi, şaka yaparak.

 

Nihayet taksi havaalanının önüne geldi. Eylül hızla taksiden indi ve hızla içeri doğru ilerledi. Bileti almak için koştuğu sırada, havaalanı girişindeki güvenlik görevlisi ona dikkatlice göz attı. “Biletin var mı?” diye sordu.

 

Eylül, biraz panikle cebinden cüzdanını çıkardı, “Evet, hemen alacağım,” dedi, parayı çıkarırken. O sırada görevli kadın, biletini aldıktan sonra Eylül’e göz attı, hafifçe başını sallayarak, “Evet, bilet almışsınız ama acele etmeyin, biraz sakin olun. Bugün gerçekten hızlısınız,” dedi.

 

Eylül, bu kadar koşturmanın ardından gözlerini açarak, “Gerçekten sakin olmak zor... Ama işte, bazen aceleyle hareket ediyorsunuz ve sonra ne olduğunu anlamıyorsunuz,” dedi gülerek.

 

Kadın, Eylül’ün aceleyle parayı çıkarışına biraz göz gezdirdikten sonra, “Evet, ama para her şeyin başı, değil mi?” dedi. “Neyse, hayırlı yolculuklar. Bu kadar hızla gitmek, sonra dönüşte yavaşlarsınız belki de,” diyerek Eylül’ü gönderdi.

 

Eylül, parayı çıkarıp hızla biletini aldıktan sonra içinden bir rahatlama hissetti. Nihayet, biletini almış ve uçağa gitmek için doğru yolda olduğunu hissediyordu. Ama yine de bir şeyler eksikti. "Belki de hızın nedeni kaybolan zamanla ilgili. Kim bilir?" diye düşündü.

 

Kadın biletini aldıktan sonra, “Son biletlerden biriydi, acele etmeseydiniz kaçıracaktınız,” dedi. Eylül biraz gülümsedi, "Evet, o kadar acele ettim ki, birinin bana ‘Hızlı git, ama sağlam git’ demesi lazım,” diye espri yaptı.

 

Şoförün dediği gibi, her şey bir hız yarışına dönmüştü ve bu yolda ne olacağını kimse bilemezdi.

 

Eylül, uçağa hızlıca bindi, kemerini bağladı ve rahat bir nefes aldı. Bir an, içinde yaşadığı karmaşanın biraz olsun geçtiğini hissetti. Bugün annesinin yanına gitmesi gerekiyordu, Eylül Lara Gökdeniz. Ama annesi biraz bekleyebilirdi, değil mi? Yine de başına gelenleri bir an olsun düşünmemeye çalışarak telefonunu kapattı ve uçuşun geri kalan kısmını sadece akışa bırakmaya karar verdi.

 

Uçak kalkarken, hafif bir titreme ve ardından keskin bir yükseliş hissi Eylül'ü biraz rahatlattı. Derin bir nefes alarak camdan dışarıya baktı. “Şu an sadece önümdeki yolculuğa odaklanmalıyım,” diye düşündü. Ancak bu, tabii ki bir anlık bir huzurdu.

 

Bir süre sonra, yanındaki koltuğa başka bir kadın oturdu. Kadın, Eylül’ün dikkatini çekmişti. Birkaç dakika boyunca sessizce oturduktan sonra, kadın başını çevirdi ve Eylül’e gülümsedi. “Merhaba, buralara sık geliyorsunuz galiba?” diye sordu, oldukça samimi bir şekilde.

 

Eylül gülümseyerek, “Evet, işte bir süre önce geldim,” dedi, ama kadın o kadar heyecanlıydı ki, hemen konuyu değiştirdi.

 

“Ah, ben de her hafta uçuyorum. Şu kilolara bak, kilolarım aldı başını gidiyor,” diyerek konuyu gülerek açtı. “Kendimi her zaman zorlasam da, bir türlü bu fazla kilolardan kurtulamadım. Ama kocam ne derse desin, ben de böyle kalacağım! Yani, ben güzelim, değil mi? Şöyle bakıyor kadınlara, gözleri bile kayıyor,” dedi, biraz da haksız yere şikayet edercesine.

 

Eylül şaşkınlıkla kadının söylediklerine bakarak, “Hmmm, evet, bazen zor olabiliyor,” dedi, ama kadının çok hızlı bir şekilde konuyu değiştirip, “Şahit oldum, geçen gün kocamın bir kadınla göz göze geldiğini gördüm. O kadar da ‘gizli’ymiş gibi yapıyordu ki... ‘Evet, biliyorum, beni kandıramazsın’ dedim! Bir kadının o kadar kendini belli etmesi nasıl bir şey? Neyse, bunu çözemedim ama,” diye devam etti.

 

Eylül, kadınla olan bu hızlı sohbete biraz şaşırmıştı. “Hmm, evet, bazen insanlar öyle davranıyorlar…” diye lafı toparlamaya çalıştı. Kadın ise hiç duraksamadan, “Biliyorsunuz, kilolarımdan dolayı kocam bazen üzülüyor ama olsun, onun başı derde girerse ben de buradayım,” dedi.

 

Eylül kafasında “Neden bu kadar detaylı konuşuyor?” diye geçirirken, kadın daha da açılarak devam etti. “Bana bak, bu kadar derdimi anlatıyorum ama hepimizin hayatında bu tür sıkıntılar var değil mi? Bir şekilde üstesinden geliriz, ama hayat da böyle işte!”

 

Eylül, kadının sohbetine derin derin dalarak, uçağın hareket ettiği sıralarda kendi içinde düşüncelere daldı. Kadın konuşuyor ama Eylül, bir yandan da uçağın gidişatını, mesajın içeriğini ve ne yapması gerektiğini düşünmeye devam ediyordu. Kadın ise farkında olmadan Eylül’ün kafasını daha da karıştırıyordu.

 

Yavaşça, uçak yükseldikçe, kadın nihayet biraz daha sessizleşti. Eylül, "İşte, her şey böyle başladı," diye düşündü. Kafasında karmaşa devam ediyordu, ama belki bu uykusuz ve kafa karıştırıcı yolculuk, sonunda ona bir şeyler öğretirdi.

 

Uçak nihayet havalimanına iniş yaptı ve Eylül, derin bir nefes alarak telefonunu açtı. Ekranda annesinin defalarca aradığını gördü. Hemen aramayı açtı ve telefonun diğer ucundaki annesinin sesi, bir anda yoğun bir kaygıyla yükseldi.

 

"Kaç saattir sen neredesin? Neden telefonunu açmıyorsun? Niye açmıyorsun? Başına bir şey geldiğini sandım!" dedi annesi, biraz kızarıp bağırarak. Eylül, telefonu biraz daha kulağına yaklaştırarak, "Anne, merak etme, iyiyim," diye cevapladı ama annesi sözünü kesmeden devam etti.

 

"Güzel kızım, nasılsın? Hani gelecektin? Ne oldu?" dedi annesi, biraz da kırgın ama endişeli bir tonla.

 

Eylül, içinde bulduğu karmaşayı bastırarak, “Anne, hastalandım. Galiba grip olmuşum,” dedi, rahatlamaya çalışarak bir bahane uydurdu. “Biraz dinlenmem lazım, ama endişelenme, iyileşirim.”

 

Annesi endişeyle, "Ve... ve... Anne, geleyim yanına, sana bakayım. Bir şey olursa ben buradayım," dedi.

 

Eylül, bunu duyar duymaz telaşla, “Anne, hayır, sana da bulaşır, hem bir iki gün uzanırsam geçer. Gerçekten iyi olacağım,” dedi. “Sen merak etme, bak, beni de şey yapma, yani biraz dinlenirim. Hem senin de başka işlerin var, değil mi?”

 

Annesi, biraz daha sakinleşmiş bir şekilde, “Tamam, güzel kuzum, ama sen kendine dikkat et. Hem bu teyzenin, kaynının, kızının görümcesinin çocuğu olmuş, ben de oraya gidiyorum, dört beş gün yokum. Merak etmeyesin," dedi. "Babam da zaten akranlarıyla oturup konuşacak, sıkıntı yok."

 

Eylül, annesinin bu söylediklerini duyunca biraz daha rahatladı, ama annesi yine devam etti, "Küçük erkek kardeşin de manitasından ayrılmış. O yüzden biraz depresyonlu. Öyle güzel bir konuşma oldu bizde," dedi. Eylül gülümsemek istese de, içinde olan karmaşadan dolayı zorlanarak, “Tamam anne, ama her şey yolunda, endişelenme,” dedi.

 

Telefonu kapattığında, Eylül içini çekerek gözlerini kapattı. Bir yanda annesinin telaşlı tavrı, diğer yanda içinde çözümsüz kalan meseleler vardı. Ama bir şekilde her şeyin yoluna gireceğini umarak, kendisini dinlenmeye ve sakinleşmeye verdi. Ancak bir yandan da kafasında diğer şeyler dönmeye devam ediyordu. Bu kadar çabuk çözülmeyecek gibi hissettiği bir yolculuğun ortasında, Eylül ne yapması gerektiğini düşündü.

 

Bakalım neler olacak hadi hoşçakalın

Loading...
0%