Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Töre

@ben1deniz

“Adar,” dedim, onun gözlerine bakarken. Sol gözündeki o detay... Yine dikkatim dağılıyordu. Kahverengi irisindeki o küçük mavilik, sanki bir okyanusun kıyıya vurması gibi. O gözlerde toprak ve su birleşiyordu; öyle nadir, öyle eşsizdi ki... İçimde bir şeyler hareketlendi, seans başlamadan önce bile. Ama bunu kendime sakladım.

 

Sessizliği bozmadan, biraz daha ona baktım. Konuşamıyordu, ama sanki bu sessizlik bir dil gibiydi. Beni anlamasını bekleyerek ona dönük kaldım, elimdeki kalemi yavaşça bırakarak.

 

“Bugün nasıl hissediyorsun?” dedim, ama biliyordum, bunu kelimelerle cevaplamayacaktı. Cevap gözlerinde, yüzünde, ellerinde gizliydi. Her zaman olduğu gibi, bana bakarken göz kapakları hafifçe indi, soluk alışverişi değişti, ve parmakları koltuğun kenarına daha sıkı tutundu.

 

Bir an, yüzündeki ifade düşündüğümden daha çok şey anlatıyor gibi geldi. İçimde bir şey sıkıştı; belki de duymak istemediğim bir şey vardı orada. Ama bekledim, ona ihtiyacı olan zamanı tanıyarak.

 

Ellerini yavaşça dizlerinin üstüne bıraktı, sonra sol eliyle pantolonun cebinden küçük bir not defteri çıkardı. Sayfaları hızlıca çevirdi ve sonra bana baktı, o derin sessizliği bozmadan. Gözleri, özellikle o sol gözündeki mavilik, bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Sadece izledim.

 

Not defterine hızlı birkaç kelime karaladı, sonra bana çevirdi:

 

“Hissediyorum... ama tanımlayamıyorum.”

 

Sözcükleri okuduğumda derin bir nefes aldım. Bu, onunla çalışırken sık karşılaşacağım bir durumdu; kelimelerin yetersiz kaldığı bir sınırdaydık. Ama aynı zamanda, hissettiği şeyleri anlamamı sağlayan ince işaretler vardı. Gözleri, parmaklarının titremesi, sessizce aktardığı her detay…

 

“O zaman birlikte tanımlayalım,” dedim.

 

İlk seans olduğu için içimde hafif bir tedirginlik vardı. Daha önce benzer vakalarla çalışmıştım, ama Adar’ın bakışlarında farklı bir şeyler vardı. O mavilik, o sessizlik... beni bir şekilde daha derine çekiyordu.

 

"O zaman birlikte tanımlayalım," dedikten sonra, bir süre bekledim. Adar’ın yanıt vermek için acele etmediğini, sessizliğe alışık olduğunu biliyordum. Ellerini tekrar dizlerine koydu ve gözlerini yere sabitledi. Belki de buraya gelmek onun için zaten büyük bir adımdı. Sessizlik uzadıkça, kelimelerin eksikliğini hissettim ama aynı zamanda bu sessizlikte bir iletişim kurduğumuzu da biliyordum.

 

İlk seans... her şeyden önce güven inşa etmek zorundaydım. Bu, onun için zor olacaktı. Sessizlikle yaşayan biri, kelimelere yabancı olabilir, ama sessizliğin içindeki derinliği anlayan biri için bu, aynı zamanda bir dildi.

 

"Adar," dedim yine yumuşak bir sesle, "burada, sadece hissetmek bile bir başlangıçtır. Belki tanımlayamıyorsun, ama hissetmen, kendini burada ifade edebileceğin anlamına gelir. Bizim yapacağımız, bu hisleri daha görünür hale getirmek."

 

O sırada bana döndü. Gözlerindeki o maviliği bir kez daha fark ettim. Ne düşündüğünü tam olarak bilemesem de, onunla göz göze geldiğimde sessizliğin içinde bir anlaşma vardı. Bu, sadece kelimelerle sınırlı olmayan bir iletişim olacaktı; belki de o, sessizliğin içindeki en derin sesleri taşımaktaydı.

 

Seansın başında ona alan tanımak istiyordum. Yine de birkaç dakika sonra, kalemi elime alıp bir kağıda "Neden buradasın, Adar?" diye yazdım ve kağıdı ona uzattım.

 

Kağıdı ona uzattığımda, bakışları bir an duraksadı. Gözlerindeki mavilik hafifçe titredi, sanki o basit sorunun ardında çok daha karmaşık bir şey yatıyordu. Parmakları kağıdı kavrarken, sessizliği bir an daha sürdü. Belki de bu soruyu ilk defa bu şekilde karşılıyordu—kelimelerle değil, düşüncelerinin derinliğinden çıkardığı bir yanıtla.

 

Uzun bir süre kağıda baktı. Ne yazacağını kestirmek zordu; ama seansın ilk anlarında böylesine bir bekleyiş doğaldı. Sessizlik, iletişimin bir parçasıydı ve ben bunu bozmamaya özen gösterdim.

 

Sonra, Adar not defterini tekrar eline aldı, sayfalarını dikkatle çevirdi. Kalemi tutan elinin titremesi, ne kadar zorlandığını gösteriyordu. Kalemi kağıda dokundurduğunda küçük bir nefes verdi ve kısa birkaç kelime yazdı. Sonra defteri bana uzattı.

 

"Kelimeler kayboldu. Ama burada olmak istiyorum."

 

Sözcükleri okuduğumda, içimde bir ağırlık hissettim. Bu basit cümle bile, onun yaşadığı içsel mücadeleyi yansıtıyordu. Kelimeler kaybolmuştu; bu, sadece dilini kullanamamaktan çok daha fazlasını anlatıyordu. Belki de hislerini dile dökmek, kendini ifade etmek, onun için kayıp bir sanattı.

 

"Bu iyi bir başlangıç," dedim yumuşak bir tonda. "Burada olmak istemen, zaten başlı başına büyük bir adım. Ve kaybolmuş olanı bulmamız için birlikte çalışacağız. Sessizlik, bazen en çok şey anlatan şeydir, biliyorsun."

 

Adar başını hafifçe salladı. Onun bu kadar sessiz olmasının nedenini merak ediyordum, ama ilk seansın duvarlarını zorlamamaya karar verdim. Yavaş yavaş, güven inşa etmek için zamana ihtiyacımız vardı.

 

Elimdeki kalemi tekrar kağıda dokundurdum. Ona daha açık bir yol göstermek için bir şeyler yazdım ve yine ona uzattım:

 

"Birlikte kaybolan kelimeleri bulalım. Bunun için neye ihtiyacın var, Adar?"

 

Bu sorunun ona nasıl dokunacağını bilmiyordum, ama içimden geçen, o kelimeleri bir şekilde bulmamıza yardımcı olacağıydı.

 

Adar, kağıdı eline aldığında yine bir süre hareketsiz kaldı. Gözlerini yazdıklarıma dikti, ama bu defa çok daha derin bir düşünceye dalmış gibiydi. Yüzüne gölgesi düşen bir tereddüt vardı, sanki soruyu nasıl cevaplayacağını bilemiyormuş gibi. Elini kağıda götürdü, ama hemen yazmadı. Parmakları kenarını okşadı, gözleri kısa bir an kapanıp tekrar açıldı.

 

İçinde bir mücadele olduğunu hissedebiliyordum. Sanki kelimelerle değil, duygularla doluydu ve bu duyguların içinden kelimeleri bulup çıkarmak onun için sonsuz bir çaba gerektiriyordu. Kalbim sıkıştı, onun bu kadar zorlandığını görmek içimi burktu. Ama sabırlıydım. Onu acele ettirmek istemedim.

 

Sonunda kalemi kağıda dokundurdu. Yavaşça yazmaya başladı, her bir harf dikkatlice çizilmiş gibiydi. Cevap çok kısaydı, ama taşıdığı ağırlık çok fazlaydı.

 

"Zaman."

 

Tek kelime, ama çok şey anlatıyordu. Adar’ın ihtiyacı olan şey zamandı. Kayıp kelimeleri bulmak, sessizlik içinde var olan dünyayı anlamlandırmak için zamana ihtiyacı vardı. Ve ben, ona bu zamanı vermeye hazırdım.

 

"Zaman," diye mırıldandım, ona bir onaylama gibi. "Evet, Adar, zaman. Burada, ihtiyacın olan kadar zamana sahip olacağız. Acele etmeyeceğiz. Sen hazır olduğunda, ben de burada olacağım."

 

Gözleriyle kısa bir an bana baktı, sonra tekrar yere indirdi bakışlarını. İlk seans için yeterliydi belki de bu. Onun için, burada bulunmak bile büyük bir adımdı. Zamanın en değerli şey olduğunu fark ediyordum. Ve biz de o zamanı sessizlik içinde, yavaş yavaş dolduracaktık.

 

Seansın sonuna yaklaştığımızı hissettim. Not defterine son bir kez bakıp, kalemimi bıraktım. "Bugünlük bu kadar yeterli olabilir," dedim hafif bir sesle. "Ne zaman istersen tekrar görüşebiliriz. Unutma, her şeyin bir zamanı var."

 

Adar başını hafifçe salladı, dudaklarında belirsiz bir kıpırdanma oldu ama hiçbir kelime çıkmadı. O an anladım ki, bazen sessizlik, kelimelerden çok daha fazlasını taşıyordu.

 

~Adar, Vera'nın son sözlerini duymakla birlikte ona derin bir bakış attı. Gözlerindeki o kararlı ifade, aslında çok daha derinlerde bir şeyler taşıyordu. Sessizdi, ama içinde fırtınalar kopuyordu. Vera’nın sakin sesi ve ona gösterdiği sabır, Adar’ın içinde bir şeyleri tetikliyordu. Bir yandan ona karşı hissettiklerinin farkındaydı; bir çekim, bir bağ vardı aralarında. Ama diğer yandan, bu duyguların yüzeye çıkmasına izin vermek istemiyordu. O, kendi sessizliğinde kaybolmayı tercih eden biriydi. Kendini teslim etmeden, mesafeyi koruyarak bu oyunu oynamaya kararlıydı.

 

Adar’ın gözleri, Vera’nın yüzünde dolaştı. Onun kendinden emin ama yumuşak duruşu, ince detaylara olan dikkati, Adar’ı etkiliyordu. İçinde büyüyen bir his vardı, ama bunu dile getirebilmenin bir yolu yoktu. Belki de söylememek daha iyiydi. Onu uzaktan izlemek, kelimelere dökmeden bu hisleri yaşamak daha güvenliydi. Yine de gözleri, onu ele veriyordu. Ne kadar inkar etmeye çalışsa da, Vera’nın gözlerine her baktığında içinde bir şeyler hareketleniyordu.

 

Ama Adar, kendinden ödün vermemeye kararlıydı. Gözlerini Vera’nın yüzünden kaçırdı, bakışlarını yere indirdi, sanki duygularını saklamaya çalışıyormuş gibi. Sessizliğin ardına saklanmak, onun en güçlü zırhıydı. Vera’yı bir daha bu kadar yakınında hissetmek istemese bile, bu sessizliği bozmaya cesareti yoktu.

 

O an bir karar verdi. Vera’nın gözlerine bir daha baktığında, bu kez daha mesafeli, daha kontrollüydü. O, kendine bu seansı duygusal bir açıklık değil, bir mücadele olarak tanımladı. Ve bu mücadelenin en önemli kısmı, ona olan duygularını saklamak olacaktı.

 

Vera, onun bu değişimini fark etti mi, bilemiyordu. Ama Adar, içindeki savaşı kazanmak zorunda olduğunu biliyordu.~

 

Adar’ın bana bakışlarında bir şeyler değişmişti. İlk anda gözlerinde bir yumuşaklık, bir sıcaklık sezmiştim, ama o bakış çabucak yerini daha mesafeli, daha kontrol altındaki bir ifadeye bırakmıştı. Yutkunmadan edemedim. O, sessizliğin içinde yaşıyordu, ama bu sessizlik, dış dünyadan kaçmak için kullandığı bir zırhtı belki de. Kendini ne kadar saklamaya çalışsa da, gözleri bir şeyler anlatıyordu. Orada, bana ulaşmaya çalışan ama aynı zamanda geri çekilen bir adam vardı.

 

Adar’la çalışmanın farklı olacağını en başından biliyordum. Ancak onun içindeki bu derin, karmaşık duygulara dokunabilmek sandığımdan daha zor olacaktı. Belki de bana karşı hissettiği bir çekim vardı—o bakışlar, o anlık tereddütler… Ama ne olursa olsun, Adar bu duygularını bastırıyordu.

 

Derin bir nefes aldım, onun gözlerini tekrar yakaladığımda orada bir mesafe vardı, o an hissettim. Bir duvar örmüştü, ve ben bu duvarı aşmak için sabırlı olmalıydım. Sessizliği kabullenen biri olarak, ona bu mesafeyi tanımak zorundaydım. Ona alan verecektim.

 

"Adar," dedim, sakin bir tonda. "Seanslarımız boyunca kendine karşı dürüst olman önemli. Ama buna hazır değilsen, acele etmene gerek yok. Zamanla, belki daha fazlasını paylaşmak istersin."

 

Sözlerim odada asılı kaldı. İçimden geçen, Adar’ın bu duygusal savaşı kendine zarar vermeden aşmasıydı. Ama ona baktığımda, hem bana yakın olmak isteyen hem de kendini geri çekmeye kararlı bir adam görüyordum.

 

Adar, gözlerini yere indirdi ve yavaşça yerinden kalktı. Sessizliği, odada yankılanan son bir düşünce gibi ağırdı. Ona bir şey söylemeden seansı bitirmesine izin verdim; bu, onun için doğru olan şeydi. Zorlamanın, acele etmenin bir anlamı yoktu. Her şeyi kendi zamanında, kendi hızında yapmak istiyordu.

 

Adımlarını geri çektiğinde, bir an için duraksadı. Kapıya doğru yöneldiğinde, o derin sessizlik içinde bir veda gizliydi. Gözlerimle ona eşlik ettim, ama bir şey söylemek yerine, sadece gitmesine izin verdim.

 

Kapının koluna dokundu, ama tam o anda bana döndü. Gözlerinde o tanıdık mavilik yine vardı; okyanusun kıyıya vurduğu an gibi… Sanki bir şey söylemek istermiş gibi durdu, ama sonra vazgeçti. Bakışları bana son bir kez değdi, ardından kapıyı açıp yavaşça dışarı çıktı.

 

Sessizlik yine odaya döndü. Adar’ın gidişiyle birlikte içimde bir boşluk oluştu, ama biliyordum ki, bu sadece bir başlangıçtı. Zaman onun için hala en önemli şeydi. Ve ne zaman geri dönmeye hazır olursa, burada olacağımı biliyordum.

 

Artık klinikten ayrılmam gerekiyordu, dışarı çıktım. Arabama binerken evin yolunu tutmuştum. Dar sokakta duran arabadan indiğimde, Eve girdiğimde, Mardin’in o sıcak atmosferi beni hemen sardı. Konağın kapısını kapatırken, içimdeki karmaşık duygular biraz hafifledi. Mardin'in en şöhretli konağı, taş duvarları ve işlenmiş pencereleriyle her zaman bana huzur vermişti.

 

Annem Meryem, mutfaktan elinde taze pişirilmiş ekmekle çıkınca, hemen yanına doğru yöneldim. "Hoş geldin, kızım!" diye seslendi, sıcak bir gülümseme yüzünde belirdi. Onun bu içten karşılaması, günün yorgunluğunu unutturdu. Sarıldım ona; annemin kolları, her zaman bana güven veren bir sığınaktı.

 

"Bugün nasıl geçti?" diye sordu Meryem, merakla gözlerimin içine bakarak. İçimde Adar ile olan seansların düşünceleri dolaşıyordu, ama tam olarak ne söyleyeceğimi bilmiyordum.

 

“Yine seanslardaydım, Ama bugün her şey biraz farklıydı,” dedim, kelimeleri dikkatlice seçerek. İçimdeki duyguları anlatmakta zorlanıyordum. Onun sessizliği, beni hem çekiyordu hem de bir yere bağlıyor gibiydi.

 

Tam o sırada babam Bahoz, derin bir nefes alarak avludan içeri girdi. Gözleriyle beni süzerek, “Hoş geldin, kızım,” dedi. Onun sesinde, Mardin’in sert ama bir o kadar da sevgi dolu ruhunu hissedebiliyordum. Babam, beni her zaman koruyup kollayan bir çınar gibiydi.

 

“Bugün biraz yorgunum,” dedim, ama içimdeki karmaşayı bir kenara bırakmak için onlara gülümsemeye çalıştım. Belki de onların yanında kendimi daha iyi hissedecektim. Annem, taze ekmekten bir dilim koparıp, “Gel, bir şeyler ye. Sıcacık ekmek ve zeytinyağı, seni iyi hissettirir,” dedi.

 

Gülümseyerek ona katıldım, ama aklımda yine Adar’ın gözleri ve o derin mavilik kalmıştı. Burada, ailemle birlikte olmak iyi geliyordu ama Adar’ın içindeki dünyayı keşfetme isteğim de büyüyordu. Mardin’in sıcak atmosferi, bir nebze olsun içimdeki karmaşayı dindirse de, Adar’ın beni düşündürmeye devam ettiğini biliyordum.

 

Masaya yerleşirken babam da baş köşeye geçmişti. "Şu oyun." Dediğinde asla kendinden taviz vermiyor, sertliğini koruyordu. "Santraç." Dediğimde kısa bir an bana bakıp tekrar önüne döndü. "Her neyse, o işte. Çok yorgun değilsen..." Konuşmadı. O her zaman sert ve duvarlı bir adamdı, hayatımda ki herkesi değiştirebilmiştim ama onu asla.

 

"Olur." Dediğimde büyümüş göz bebekleri gözlerime döndü ama bu bakışma da çok kısa sürmüştü. Sakince başını salladı ama parmakları sırasıyla masaya vuruyordu. Bir yandan oyunu oynamak için sabırsızdı, bir yandan da onu red etmediğim için şaşkındı. Ben babamı her zaman seven bir kız çocuğu olmuştum. Onun o sert duvarlarına rağmen hemde...

 

Üniversite hayatımda bana desteği hep annem sayesindeydi. Annem olmasaydı belkide çoktan evli, çocuklu bir ev hanımıydım. Ev hanımlığını asla yadırgamıyordum, sadece okumak varken bu fırsatı evlenmeyle red edemezdim, bugün ayaklarımın üzerinde durabiliyorsam annem sayesindeydi. Annem o emek kokan elleriyle doldurduğu sıcacık çorbayı içmeye başlarken ağzımda dağılan tadın keyfine vardım.

 

Babam, bir süre daha sessizce oturdu, elini çenesine götürüp düşüncelere dalmış gibiydi. Onun bu haline hep alışkındım; sessizliği bir güç gösterisi gibi kullanırdı. Beni sık sık sözcüklerin içinde kaybolmaya zorlardı, onunla ne kadar az konuşsam o kadar memnun olurdu sanki.

 

Bir süre sonra bakışlarını tavana dikti. "Satranç..." diye mırıldandı. Aslında babamın oyunlara pek ilgisi yoktu, satranç hariç. Onun için satranç, bir strateji göstergesiydi, tıpkı hayat gibi. Hamlelerini çok dikkatli yapardı, bu yüzden yıllarca ona karşı hiç kazanamamıştım. Belki de bu, onun bana öğrettiği en büyük derslerden biriydi: kazanmak için sabır ve strateji gerekirdi.

 

"Başlayalım mı?" dedim, sesi bozmamak için alçak bir tonda. Sadece başını salladı ve tahtayı önüne çekti. Taşları dikkatlice dizmeye başladık, odadaki sessizlik bir kez daha hakim oldu.

 

Annem çorbadan bir kaşık daha alırken bana kısa bir bakış attı. O bakış, "Her şey yolunda mı?" der gibiydi, ama cevabı zaten biliyordu. Annem her zaman her şeyin farkındaydı, babamın göremediklerini o hep hissederdi. Onun bu kadar güçlü olması, benim de hayata karşı güçlü durmamın en büyük kaynağıydı.

 

Satranç tahtasındaki taşlara gözüm takıldı. İlk hamleyi yapmak üzereydim ama babamın oyun esnasında bile duygusuz bakışlarının etkisinden sıyrılamıyordum. Kendi içimde bu oyunun bir oyun olmadığını, aslında aramızdaki sessiz bir güç mücadelesi olduğunu biliyordum.

 

Ne kadar sert olursa olsun, babamı her zaman seveceğimi de...

 

İlk hamleyi yaptım, beyaz piyonu iki kare öne sürdüm. Babam sessizce izledi, hafifçe başını salladı ama bakışlarında derin bir anlam vardı. Ne düşündüğünü anlamak hep zor olmuştur. Satranç, babam için bir oyundan çok bir meydan okumaydı. Onunla her oturduğumda içimde aynı gerilim yükselirdi. Bir yandan onu yenmek istiyordum, ama diğer yandan da ona karşı bu zaferi kazanmaktan korkuyordum. Çünkü babam yenilgiyi asla kabullenmezdi.

 

Taşlarını yerinden oynatmaya başladığında bir şey fark ettim: Babam, her zamanki sertliğine rağmen bu sefer daha dikkatli ve sakin görünüyordu. Hamlelerinde bir acelecilik yoktu. Sanki bu oyun, aramızdaki sessizliği konuşmanın bir yolu gibiydi.

 

Hamleler peş peşe geldi, sessizlik derinleşti. Tahta üzerinde taşlar ilerledikçe aramızda söylenmemiş kelimeler dolanıyordu. Oyun, geçmişe dair hatıraları çağrıştırdı. Babamla aramızda her zaman bir mesafe vardı. Belki de bunu aşmanın bir yolu yoktu; o duvarlar, yıllar içinde daha da kalınlaşmıştı.

 

Bir hamle yapıp ona bakış attım, o an gözlerinde bir parıltı yakaladım. Babam şaşırmıştı, belki de tahmin edemediği bir hamle yapmıştım. Yüzünde kısa bir süreliğine, fark edilmeyen bir memnuniyet ifadesi belirdi, ama hemen kayboldu.

 

İçimdeki o küçük kız çocuğu, yıllar öncesine gidip babasının ona sarılmasını dileyen tarafım, bir an için ortaya çıktı. Babamla aramızda bir köprü kurmanın yolunu hep aramıştım ama o köprü bir türlü inşa edilememişti.

 

Oyun devam ederken, annemin mutfakta tabakları topladığını duydum. Çorbanın sıcaklığı hala içimdeydi, tıpkı annemin sevgisinin içimi ısıttığı gibi. Babamla yaşadığım her zor anın ardında, onun bana gösteremediği sevgiyi annem her zaman bana hissettirmişti. Annem olmasaydı, belki de babamla olan bu kopuk ilişkiyi asla anlayamazdım.

 

Babam bir hamle daha yaptı, bana doğru bakmadan konuştu: “Hala öğreniyorsun.” Sesindeki tını, bir eleştiri değil de bir kabulleniş gibiydi.

 

Babamın sözleri havada asılı kaldı. “Hala öğreniyorsun.” Bu cümle beni hem düşündürdü hem de bir şeyleri çözmemi sağladı. Onunla aramızdaki bu oyun, aslında bir öğretmen ve öğrencisi arasında geçen bir mücadele gibiydi. Hayatı boyunca bana hep bir şeyler öğretmeye çalıştı ama bunu sevgi dolu bir şekilde değil, zorlayarak yapmayı seçti.

 

Bir sonraki hamlemde biraz daha cesur davrandım, atı ileri sürdüm. Babamın kaşları hafifçe çatıldı ama hiçbir şey demedi. Yavaşça başını kaldırıp bana baktı, bu bakış diğerlerinden farklıydı. İlk defa beni sadece bir çocuk gibi değil, bir rakip gibi değerlendiriyordu. Belki de bir baba olarak bu oyunda beni yenmek istemiyordu, ama asla da pes etmeyecekti.

 

Sessizlik, satranç tahtasının üzerinde dolaşan hamlelerle bölünüyordu. Oyun ilerledikçe taşlar eksildi, oyun tahtası giderek daha netleşti. Babamla aramızdaki bu sessiz savaş, her bir hamleyle daha da derinleşti. Tahtada sadece birkaç taş kaldığında, babam bir süre tahtaya baktı. Sonra bakışlarını bana çevirdi.

 

“Bir gün... belki kazanırsın.” dedi. Bu cümleyi söylerken yüzünde garip bir gülümseme vardı. O an, onun da mücadeleyi bırakmadığını ama benimle ilgili bir umudu olduğunu anladım. Kazanmak, sadece satrançta değil, hayatta da onun için her zaman önemli olmuştu. Ama belki de bu kez, benim de kazanmamı istiyordu.

 

“Belki,” diye cevap verdim yavaşça. O an, bu oyun bir kazanç ya da kayıp meselesinden çok daha fazlası olmuştu. Babamın duvarlarının ardında, bana göstermek istemediği bir baba sevgisi vardı, ve belki de bu oyun, o sevginin dışa vurumuydu.

 

Bir süre daha sessizce oturduk. Oyun tahtasında taşlar yerli yerinde duruyordu, kimseye ait olmayan bir zafer havası vardı odada. Babam derin bir nefes aldı, elini masanın üzerine koydu ve parmaklarını tekrar hafifçe vurmaya başladı.

 

“Oyun bitti,” dedi sonunda, masadan kalkarken. Oyun bitmişti ama aramızdaki mücadele hâlâ sürüyordu.

 

Babam masadan kalkarken arkasından baktım. Uzun bir süre boyunca ne yapacağımı bilemeden oturdum. İçimde tuhaf bir boşluk vardı, bir tarafım onun gitmesine alışkındı ama diğer tarafım her defasında bir şeylerin eksik kaldığını hissediyordu. Onun varlığı, sert duvarlarıyla bile, benim hayatımda doldurulması zor bir boşluk bırakıyordu. Satranç tahtasına baktım; taşlar hala olduğu yerde duruyordu, ama oyun bitmişti. Babamın söylediği gibi, bir gün belki kazanırdım, ama bu oyunda bir zafer ya da mağlubiyetin pek de önemi yoktu.

 

Annemin mutfaktan çıkan ayak seslerini duydum. Elinde tabaklar, yüzünde hafif bir gülümsemeyle yanıma geldi. "Nasıldı?" diye sordu, sesinde her zamanki gibi yumuşak bir ton vardı. Annem, babamla aramızdaki bu gerilimi her zaman anlayan tek kişiydi, ama buna rağmen bize asla müdahale etmezdi.

 

"Her zamanki gibi," dedim, başımı sallayarak. "O yine kazandı." Ama bu kez onun kazanmasına üzülmüyordum, çünkü oyun aslında ikimiz için de bir bahaneydi, birbirimize yaklaşmanın yolu. Annem masaya oturdu, satranç tahtasına bakıp sessizce gülümsedi.

 

"İkiniz de birbirinize çok benziyorsunuz," dedi, hafifçe başını sallayarak. O an annemin ne demek istediğini anladım. Babamın sertliğinin arkasında da, benim gibi, bir türlü ifade edemediği bir sevgi vardı. Belki de aramızdaki tüm bu mesafenin ve sessizliğin nedeni, ikimizin de birbirimizi sevmeyi bilememesiydi.

 

“Babam beni seviyor mu?” diye sordum, belki de ilk kez bu kadar doğrudan bir soru sormuştum. Annem gözlerimin içine baktı, elini usulca elimin üzerine koydu. Gözlerindeki şefkat o kadar güçlüydü ki, cevabı kelimelere gerek kalmadan anlamıştım.

 

“Her baba kendi yolunca sever kızını,” dedi sonunda. “Senin baban da öyle... O, sevgisini farklı bir şekilde gösteriyor. Ama bil ki, seni düşündüğü her an içinde sevgi var.”

 

O an derin bir nefes aldım, satranç tahtasına son bir kez daha baktım. Annemin sözleri içimde bir şeyleri hafifletmişti. Babamla aramızdaki bu kopukluk, onun sevgi biçimiyle ilgiliydi ve belki de onu olduğu gibi kabul etmekten başka yapacak bir şey yoktu.

 

"Bir gün ben de kazanırım," diye mırıldandım, satranç taşlarından birini elime alarak. Annem hafifçe gülümsedi ve başını salladı. “Bir gün, evet. Ama unutma ki, bazen asıl kazanç, oynamaya devam etmektir.”

 

O akşam, satranç oyunundan sonra masayı toplarken dışarıdan gelen hızlı ayak sesleri duyuldu. Annemle göz göze geldik. Kapının gürültüyle açılmasından kısa bir süre sonra, ağabeyim Baran içeri girdi. Yüzünde tuhaf bir gerginlik vardı; nefes nefese kalmıştı. Ama sadece o değildi. Yanında, telaşla etrafına bakan genç bir kadın vardı. Onun kim olduğunu o anda anlamasam da, gözlerindeki korkuyu ve çaresizliği fark ettim. Uzun, siyah saçları dağılmış, yüzü ise bir şok ifadesiyle doluydu.

 

Babam, Baran'ı görünce yerinden kalktı. “Baran!” diye bağırdı. Sesi, evin her köşesini titretti. Babam her zaman sert bir adamdı, ama bu kez sesinde alışık olmadığım bir karışıklık vardı. Annem de hemen arkasından fırlayıp şok içinde elini ağzına götürdü.

 

Baran, bir an duraksadı ama sonra öne çıktı. “Baba, bunu yapmak zorundaydım,” dedi kararlılıkla. "Bu Avşin, Saraçoğlu konağından kaçırdım."

 

O an odadaki hava adeta dondu. Annem, neredeyse yere yığılacak gibi oldu, sandalyeye tutundu. Babam, Baran'ın sözlerinin ağırlığıyla adeta yıkılmış gibiydi. Mardin'de köklü bir ailenin kızını kaçırmak, sadece Baran için değil, bizim için de büyük bir olaydı. Mardin’in gelenekleri bu tür olayları kolayca affetmezdi. Bu, sadece aileler arasındaki bir mesele değil, aynı zamanda şehrin saygısı ve onuru meselesiydi.

 

Babam Baran’a doğru bir adım attı, gözlerinde kontrol edilemez bir öfke vardı. "Sen ne yaptığının farkında mısın?! Bizi, ailemizi ne hale soktuğunun?! Bu, affedilmez bir şey, Baran. Sen bizim soyumuzu, adımızı lekeleyecek bir iş yaptın!"

 

Baran geri adım atmadı. “Baba, onu seviyorum. Ve biliyorum ki, eğer kaçırmasaydım, bir daha onu göremeyecektim. Onu istemediği bir adamla zorla evlendireceklerdi.”

 

Annem, bu sözler üzerine gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başladı. "Baran, sen ne yaptın? Şimdi bu kızın ailesi ne der, ne yapar? Aşiret bu duruma ne der!?"

 

Babam bir süre daha Baran'a baktı, sonra gözlerini Avşin'e çevirdi. Genç kadın, sessizce ağlıyordu. Bir an için göz göze geldik. Onun da en az bizim kadar korkmuş ve şaşkın olduğu belliydi. Babam derin bir nefes alıp ellerini başına götürdü. Annem ise Sabahat’a doğru gidip elini tuttu. "Gel kızım," dedi yumuşak bir sesle. Bu, her şeye rağmen annemin içindeki o sonsuz şefkatin bir göstergesiydi.

 

Ancak babamın bakışları hala sertti. "Bu iş burada bitmeyecek," dedi karanlık bir sesle. "Bu yaptığın başımıza büyük bir bela açacak! Aşiretler birbirine girecek! Belki de..!" Cümlesi yarım kaldı.

 

”belki de?” dedim devam etmesi için. "Belki de kan dökülecek!" Keskin bakışları üzerimden çekildi. son sözleri odada yankılanırken hepimiz sessizliğe gömüldük. "Belki de kan dökülecek," demesiyle beraber içimdeki korku iyice büyüdü. Babamın yüzündeki karanlık ifade, bu işin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu. Mardin’in köklü ailelerinden birinin kızını kaçırmak sadece bir aşk meselesi değildi...

 

Annem, Avşin'in elini sıkıca tutarak ona destek olmaya çalıştı, ama gözyaşları durdurulamaz bir şekilde yanaklarından süzülüyordu. “Baran, bu kızın ailesi asla sessiz kalmaz, intikam peşine düşerler. Sen ne yapacağını sanıyorsun? Aşiretler arasında böyle bir mesele kolayca kapanmaz!”

 

Baran, annemin gözyaşlarına rağmen sakinliğini korudu, ama gözlerinde bir inatçılık vardı. “Biliyorum anne, ama başka çarem yoktu. Avşin istemediği bir evliliğe zorlanıyordu, biz birbirimizi seviyoruz! Onun için her şeyi göze alırım.”

 

Babam sinirle odanın içinde dolandı, derin bir nefes alarak durdu. "Sevgi... Sevgi böyle bir şey değil Baran. Sevgi için aileler, aşiretler birbirine girmez. Bizi nasıl bu duruma düşürdüğünün farkında mısın? Biz ne yapacağız? Onlar ne yapacak?"

 

Avşin, sessizce gözyaşlarını silmeye çalışarak konuşmaya cesaret etti. “Ben de Baran’ı seviyorum. Ama... Ama ailem asla bunu kabul etmez. Beni geri almak için her şeyi yapacaklardır. Baran haklı... Eğer kaçmasaydım, istemediğim bir hayatı yaşamaya zorlanacaktım.”

 

Babamın öfkesi biraz olsun yatıştı, ama hala gözlerinde derin bir endişe vardı. O an, durumun ne kadar karmaşık olduğunu anlamıştım. Bu sadece Baran ve Sabahat’ın meselesi değildi; bu, iki büyük aşiretin gurur ve onur meselesine dönüşmek üzereydi. Babam bir süre daha sessizce durdu, sonra ağır bir şekilde konuşmaya başladı.

 

“Bunu bir şekilde çözmek zorundayız," dedi. "Ama Baran, bunu böyle yaparak hem kendimizi hem de onları tehlikeye attın. Şimdi çok dikkatli olmamız gerek. Saraçoğlu konağının buraya yıkılması an meselesi!"

 

Annem, Avşin'e sarılarak “Korkma kızım, biz seni koruruz,” dedi. Ama biliyorduk ki, bu işin sonu kolay gelmeyecekti. Babamın gözlerindeki kararlılık ve korku bir aradaydı. Aşiretler arası bir mesele başladığında, kolay kolay kapanmazdı ve bu, ailemizi de derinden etkileyecekti.

 

Baran ise hala aynı kararlılıkla ayakta duruyordu. “Ne olursa olsun, Avşin'i bırakmayacağım,” dedi. Babam artık sabrı kalmamış bir hiddetle abime sert bir tokat atarken şaşkınlıkla yerimizde kaldık. "Eğer ki!" Babam parmağını sallamaya başladı. "Senin aşkın yüzünden tek bir damla kan dökülürse..." Babam sözünün devamını getiremeden hızlıca olduğumuz yerden ayrıldı. Annem hemen arkasından giderken üçümüz de öylece ortada kalmıştık. "Şey..." Avşin'e doğru yürürken gülümsemeye çalışıyordum. "Gel sen, yorgunsundur. Odama geçelim." Ağlayan yüzü biraz olsun rahatlamaya çalışırken abime döndüm. "Sende bir elini yüzünü yıka, öyle gel." Dediğimde abim başını salladı. Avşin'i yürütürken merdivenlerden kalkmaya başladık. Odama geldiğimizde kapıyı açmama rağmen girmemişti. "Gel hadi, durma öyle üşürsün." Yutkunuşunu duyabiliyordum. Ağlaması birikirken birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Ağlama..." Dediğim ne fayda sağlayacaktı bilmiyordum ama onu omuzlarından ittirip odaya girmesini sağladım. "Şşhh, geçer her şey geçer, ağlama." Sıkıca sarılırken saçlarını okşamaya başladım. Yatağa oturttuğumda ağlamaya devam ediyordu. "Avşin... Ağlama... Bir hata yaptınız, lütfen yaptığının arkasında dur ve ağlama..."

 

"Abla... Beni sevmediğim biriyle evledireceklerdi. İstemiyorum dedim, babam şiddet uyguladı. Hayır dedim kolumu kırdı, nasıl yapayım sen söyle... Sen bir akıl ver bana." Dilim sustu ağzım mühürlendi. Onu göğsüme çekip sarılırken asla konuşamadım.

 

Ve Mardin bir kez daha saçma sapan töresine bir kurban daha vermişti.

 

Odanın kapısı açıldığında abim odaya girdi. Ardından kapıyı kapatırken ağır adımlarla gelip yatağa oturdu. Başını ellerinin arasına alıp derin düşüncelere daldı. "Ne yapacağız biz." Mırıldanması daha çok efkar gibiydi. "Sadece sabredeceksiniz." Dediğimde ikisi de birbirine baktı. "Olanlar olacak ve sadece sabredeceksiniz."

 

Bu gece sanki hiç bitmeyecekmiş gibi uzadıkça uzadı. Avşin yatağımda uyuya kalırken abim başında oturmuş yalnızca sigarasını yudumluyordu. Evde ağır bir sessizlik varken annem arada gelip bizi kontrol edip gidiyordu. Her ne kadar ağlasada her gelişinde bunu bize belli etmemeye çalışıyordu.

 

Babamın bir ara bahçeye çıkarak derin nefesler aldığını gördüm. Ardından merdivenlere oturup düşüncelere daldığını gördüm. Annem geldi yanına, omzuna dokunarak ona bir şeyler söyledi. Babam annemi geri gönderdi ancak kendisi odasına çekilmedi. Hâlâ orada oturduğunu gördüğümde yanına gitmek istedim. Bir an tereddüt etsemde bir anlık gelen cesaretle odamdan çıkarak merdivenlerin başında oturan babamın yanına geldim. Üstümü kendime daha çok sararak yanına oturdum ancak bana bakma gereği bile duymadı. Onun sessizliğine eşlik ettim. Nefesleri tek bir düzen halinde seslenirken onu ilk defa bu kadar uzun uzuna seyrediyordum. "Ablam aşık olup kaçtığında babam ne yapacağını bilemedi." Birden konuşmaya başlamasına şaşırsamda onu dinlemeye yemin etmiş gibi yerimde dikleştim. "O zamanlar şartlar daha sert tabii, dediler ki ya berdel ya kan. Başka çaresi yoktur." Yutkunmaya çalışırken onun gözlerinden hüzün aktığını tahmin edebiliyordum. "Ben o zamanlar daha diri, daha güçlü bir gençtim. Kabul etmesem ablam öldürülecek, ne yapacağımı bilmedim, dedim ki tamam. Evlendirdiler bizi annenle, berdel oldu. Allah var kimse yoktu gönlümde, sonra ilk gece gördüm onu. Öyle sevdim, öyle kanım kaynadı. Dedim ki, iyi ki oldu berdel, ben karımı çok sevdim, çok saygı duydum. Allah'ın hikmetidir o da beni çok sevdi, ben bu kadar mutlu olacağımı bilmeden de olsa evlendim. Gel zaman git zaman ablamla eşi anlaşamadılar, dediler ki boşanacağız. O zaman tabii Baran doğmuş, sen annenin karnındasın daha, mutluyduk." Anlatırken sanki içinden bir şeyler kopuyordu. "Bizim evliliğimiz de tehlikeye girdi, onlar boşansa mümkünatı yoktu, bizim evliliğimiz de yıkılacaktı. Büyükler araya girdi, onları ikna etmeye çalışıyorlar falan ama yok, nuh diyorlar peygamber demiyorlar. Annenle tam iki yıl ayrı kaldık onlar yüzünden." Acı çeker gibi, ellerini yumruk yaptı. "Senin doğumunu görmedim, iki yıl boyunca da göstermediler. Baran'ı da bana bırakmışlardı. Ben size hasret, siz bize hasret geçti o iki yıl." Bunları ilk defa duyuyordum, ve öğrendiğim gerçekler boğazıma yumru olarak oturuyordu. "Sonra bir gün haber gönderdim annene, kaçıracağım seni, hazır ol diye." İstemsizce gülümsedim. "O gece seni ilk görüşümdü bide, nasıl heyecanlandım nasıl mutlu oldum bilemezsin." Kendisi de gülümsemişti. "Kaçtık, Mardin'den çıktık. Bir daha asla dönmeyecektim, yemin vermiştim kendime."

 

"Sonra ne oldu?"

 

"Sonra İstanbul'a kaçtık, tabii buradakiler çıldırıyor ama bir şey de yapamıyorlar, zaten karı kocayız, gelip bizi öldürecek değillerdi ya." Kısa bir kahkaha attım. "Babam rahmetli olana dek gelmemiştim. Sonra onun ölümünü duydum, dört yıl ya geçti ya geçmedi geri geldik. İkiniz büyüdünüz artık tabii..." Sıkı bir soluk verdi. "Ablam evliliği bittikten sonra çok uzaklara gitti, daha da haber alamadık kendisinden zaten. Bütün mal mülk, saltanat bana kaldı. Kalmaz olaydı." Dediğinde sesi taş oldu. "Kaldık burada, bize karışan olmadı daha da. Sonra siz büyüdünüz sen okula gittin, abin burada okudu. Pek bilemedin buraların adetini. Liseye geçtiğinde gitmeni istedim, annen de ikna etmişti zaten beni. Sen buraları bilmeyecektin, buranın adetini öğrenmeyecektin." Artık konu bendim. "Okudun, güçlü bir kadın oldun. Keşke de gelmeseydin, seni kimse bilmeseydi." Kaşlarım havalandı.

 

"Baran da o hayırsız halasının yolundan gitti, garibim kızı almış gelmiş." Korkuyla gözleri bana döndü. "Keşke dönmeseydin kızım, keşke seni kimse bilmeseydi."

 

"Neden öyle dedin ki baba?"

 

"Korkuyorum, annenin kaderini yaşamandan korkuyorum. Töreye hayır denmez, ben ne yapacağım şimdi? Ya berdel istenirse? Ya seni istemediğin bir evliliğe zorlanırsan." Gözlerim büyürken hayretle babama bakıyordum. "Benim korkum Baran'dan değil, senden..." Dolan gözlerini kaçırarak yanımdan ayrıldı. Beni büyük bir huzursuzlukla bırakırken içimde fırtınalar kopmaya başladı.

 

"Hangi devirdeyiz baba? Ne demek berdel?!" Bağırmama kulak asmadı merdivenleri kalkarak odasına çekildi. "Bu kadarı yapılamaz! Yapamazlar!" Konak birden üstüme üstüme gelmeye başladı. Taş duvarlar sanki üstüme yıkılırcasına soluksuz kaldım. Şokun etkisiyle ellerim titremeye başlarken titreyen bacaklarla konağın kapısından çıktım.

 

Bu top bana patlayamazdı değil mi? İstemediğim bir evlilik yapamazdım. Yapmazdım!

 

Arkamdan gelen korumaları umursamadan gecenin soğukluğunda yürürken aklımda binlerce düşünce vardı. "Buna izin vermem!" Diyen çığlıklarım içimde yükseliyordu.

 

Başımı gökyüzüne kaldırdım, karanlıkta yıldızlar bile beni terk etmiş gibi solgundu. Kendi hayatımın üzerinde bu kadar güçsüz hissetmek… Babamın gözlerinde gördüğüm korku, içimdeki öfkeyi körüklemişti. Annemin kaderini mi yaşamalıydım? Yıllar önce ona biçilen bu sessiz acıya mahkûm olmalı mıydım? Hayır… Böyle bir sona razı gelemezdim!

 

Beni neye zorlayacaklarını düşündükçe, içimde bambaşka bir savaş patlak veriyordu. Bir yanım, bu duruma boyun eğip her şeyi kabullenmemi söylüyordu. Sonuçta, bu bizim kültürümüzdü, ailemizin kanunu gibiydi. Babama karşı çıkmak, sadece beni değil, herkesi yaralayacaktı. Ama diğer yanım… haykırarak isyan ediyordu. Neden susmalıydım? Neden bir geleneğin, bir inancın kurbanı olmalıydım? Özgür olmak, kendi yolumu çizmek çok mu büyük bir istek?

 

Derin bir nefes aldım, ama içimdeki korku ve öfke o kadar büyümüştü ki nefes almak bile zor geliyordu. Kalbim sanki içimde çığlıklar atıyordu, “Bu benim hayatım! Kendi kararlarımı vereceğim!” Ama aynı zamanda sessiz bir korku da kulağıma fısıldıyordu: “Eğer buna karşı çıkarsan, yalnız kalacaksın. Ailenden, sevdiklerinden kopacaksın. Ya başaramazsan? Ya yolun sonunda sadece pişmanlık bulursan?”

 

Kendi kendimle savaşırken birden gözlerim doldu. Çocukken hayalini kurduğum hayat bu değildi. Ben güçlü olmayı hayal etmiştim, kendi hayatını kendi elleriyle şekillendiren bir kadın olmayı. Ama şimdi önümde bir uçurum gibi açılan bu gelenek duvarını aşmak… Cesaretim var mıydı gerçekten?

 

Hangi yoldan gideceğime karar verememenin çaresizliği, derin bir boşluk olarak içimde yankılanıyordu.

 

Arkamdan gelen adımlara bir ses daha eklenince durup arkama döndüm. Adamlar benimle beraber dururken arkasında uzun boylu adamla göz göze geldim.

 

Bu Adar'dı. Sabah seansımız olan adamdı. Diğer adamların arkasından çıkıp yanıma gelirken gözleri üzerimde geziyordu. "Umarım akşam akşam seni dışarı atan dert, çokta mühim bir şey değildir." Parmaklarını kullanarak benimle konuşurken hemen yanımda durdu. Kısa bir iç çektim. "Henüz nasıl bir şey içine düştüğümü bilmiyorum," dediğimde onunla beraber yürümeye devam ettik ve bunu sanki daha önce planlamışız gibi asla yadırgamadan devam ettirdik.

 

Arkamdaki adamları işaret ettiğinde huzursuz bir tavırla baktı. "Babamın adamları, tahmin edersin ki bu ülkede akşam akşam dışarı çıkmak, felaketle sonuçlanabilir." Dudaklarını birbirine bastırırken başını salladı. "Sen ne arıyorsun burada? Evin burda mı?" Dediğimde sadece gözlerime bakmakla yetindi. Ve ben onun kıyısına vuran o maviliğe bir kez daha hayranlıkla baktım. "Öylesine..." Parmakları bir an durdu. "Sanırım şuan dert anlatma sırası bende değil, sende." Hafifçe gülümserken başımı salladım. "Danışanıma derdimi anlatmak istemem." Girdiğimiz sokaklar artık uzun bir yola çıkarken turuncu ışıkların altında yürüyorduk. Hava serin, sokaklar ıssız...

 

Bir an durduğunda onunla beraber durup gözlerine baktım. "Beni danışanın olarak görme, öylesine içini dökmek istediğin, henüz tanımadığın biri olarak gör." Beden dilini hızlıca kullanırken bunu yapmamı çok ister gibiydi.

 

"Hayır Adar, sadece yürümek istiyorum." Bakışlarım kol saatime düştüğünde gecenin üçü olduğunu fark ettim. "Gece saat üçte neden hâlâ beyaz gömlek ve kumaş pantolonunlasın Adar?" Merakım aslında bu değildi ama uzatmadım.

 

Adar, ufak bir tebessümle gözlerimin içine baktı. "Sanırım, bu benim zırhım." dedi, parmakları gömleğinin manşetlerine dokunarak. "Bazen kendimi, ancak bu kıyafetlerin içinde yeterince güçlü hissediyorum. Belki de, soyunursam gerçek kimliğimle yüzleşmek zorunda kalırım."

 

Onu dikkatle izlerken, sözlerindeki ince kırılganlığı hissedebiliyordum. Adar’ın çoğu zaman kendine ördüğü duvarları, gömleğinin beyazlığına, pantolonunun dik çizgisine gizlediği sırlarını anlamaya çalışıyordum.

 

“Gerçek kimliğinle yüzleşmek bu kadar korkutucu mu?” dedim, sessizce. Gerçek kimliği neden elbisesinin altındaymış gibi söylemişti ki?

Bir an, cevap vermedi. Derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırarak yere baktı. “Aslında…” diye başladı yavaşça. “Beni gerçek kimliğimle kabul edecek birine henüz rastlamadım.”

 

Söylemek istedikleri, gecenin serinliğinde yankılandı sanki. İçimde hafif bir ürperti hissettim; Adar’ın duygularını bu kadar açıkça paylaştığı nadir anlardan biriydi bu. Ona sadece biraz daha yakın durarak, yanında olduğumu hissettirmek istedim.

 

gözlerini uzaklara dikmiş, derin bir düşünceye dalmış gibiydi. Sessizce yürüyüşümüze devam ederken bu kez ben de içimde biriken sorularla boğuşuyordum. Her şeyin ardında gizlenmiş, yüzeye çıkmayı bekleyen bir yara vardı sanki; ama ne o bunu açmak istiyordu, ne de ben onu zorlamak...

 

Bir süre sonra konuşmadan yan yana yürüyüşümüz, ikimize de iyi gelmiş gibiydi. Havanın serinliği ruhuma işlerken, aniden durup yüzümü ona döndüm. “Peki, sana göre bu koca şehirde seni gerçekten kabul edecek biri yok mu?” diye sordum, sakin ama meraklı bir ses tonuyla.

 

Adar, kaşlarını hafifçe çatarak gözlerini yeniden bana çevirdi. "Bu şehir..." dedi, gözlerinde hafif bir alay vardı, "insanları, maskeleriyle kabul eder. Gerçek yüzünü gösterdiğinde, birer gölge gibi senden uzaklaşırlar."

 

Kelimelerinin ağırlığını hissediyordum. Dudaklarımda hafif bir gülümseme belirdi. "Ya o maskenin ardında başka bir hikaye olduğunu bilen biri varsa? O maskenin ötesini görmek isteyen biri..." dedim, gözlerimle ona cesaret vermeye çalışarak.

 

Bir an gözleri kısıldı, sanki derin bir sır açığa çıkacakmış gibi. Sonra, usulca başını eğdi, yüzünde acı bir tebessümle. "Beni anlamak için, benim gibi karanlıkta yürümeye cesaret eden biri olmalı,"

 

Sessizlik yeniden aramıza çökerken, ona daha da yaklaşarak yavaşça koluma dokunmasını sağladım. "Belki de bazen, bir başkasının karanlığına adım atmak değil, kendi ışığımızla onun yolunu aydınlatmak gerekir."

 

O an, Adar’ın yüzünde beliren şaşkınlık, kalbindeki duvarların aralanabileceğine dair küçük bir umut fısıltısı gibiydi.

 

Adar ile yan yana konağa doğru yürümeye devam ettik. Konuştuklarımızın ardından aramızdaki sessizlik rahatsız edici değil, aksine sanki birbirimize sözcüklere gerek kalmadan bir şeyler anlatıyormuşuz gibiydi. Fakat konağın kapısına yaklaştığımızda içeriden gelen bağırışlar ve ayak sesleri aniden ikimizi de duraksattı.

 

Birden fazla araba mahalleyi işkal etmişcesine dururlarken içime bir korku yayıldı. "Bu gece burada kan dökülecek Bahoz ağa!"

 

"Baba!" Hızla koşarak konağa girdiğimde Avşin'in konağın ortasında dizlerinin üzerine çökmüş halde buldum. Silahlar çekilmiş, annem korkuyla titriyordu. "Ne yapıyorsunuz siz!?" Haykırarak babamların tarafına geçerken herkesin bakışı beni buldu. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz!?" Avşin'in Babası olduğunu tahmin ettiğim adam silahını bana çevirdi. "Burada töre ne derse o olur! Kızı kaçırdıysa, bedelini öder!" Silahı abim Baran'a çevrdi. "Ne töresi! Ne bedeli! Kaçıncı yüz yıldayız!?" Korkusuzca üstlerine doğru bir adım attım. "Kızını öldürecek misin gerçekten, bu kadar mı insanlıktan çıktınız?!"

 

Konağın ortasında, töre meselesinin soğuk gölgesi herkesi kaplamışken, Avşin'in babası silahını kararlılıkla kaldırmış, Baran’a doğrultmuştu. Adeta bu kararlılığı ona töre yüklüyordu; gözlerinde öfke, dudaklarında kurumuş bir adalet arayışı vardı.

 

"Ne dediğimi duydun!" diye bağırdı Avşin'in babası. "Bu işin geri dönüşü yok. Kızımı kaçırdı, bedelini ödeyecek!"

 

Babam, öne çıkarak kalın, titremeyen bir sesle konuştu. "Bu mesele bizim yargımıza göre çözülmeyecek. Töre, her iki ailenin de huzuru için var, kan dökmek için değil!"

 

Ama bu sözler, Avşin’in babasının öfkesini sadece körüklemiş gibiydi. “Senin kızını kaçıran birine de aynı hoşgörüyü gösterir miydin, Bahoz Ağa?” diye tısladı. Gözlerindeki öfke, silahının namlusuna yansıyordu.

 

Gözlerim annemin endişeyle titreyen bedenine, Avşin’in yere kapanmış haline, Baran’ın yüzünde beliren soğukkanlı kararlılığa kaydı. İçimdeki korku, yerini her an patlamaya hazır bir isyana bırakıyordu. Öfkeyle Avşin'in babasına döndüm. “Avşin’i zorla mı aldı abim? Kendi rızasıyla gelmedi mi? O halde neden böyle bir intikam arıyorsunuz? Töre, gönülleri dinler mi hiç?”

 

Avşin’in babası kaşlarını çatıp dişlerini sıktı. "Sen töreyi sorgulama! Töre varsa, yaşatmanın da, yok etmenin de sebebi vardır! Gerek kızım gerek bu it, bunun bedelini ödeyecek, yoksa bu iş burada bitmez!”

 

Bir adım daha ileri attım, gözlerimdeki öfkeyi bastırmayarak, sesimi yükselttim. "Töre değil, öfke yönetiyor seni! Yüzyıllar önce kalmış bir adalet için evlatlarınızın hayatını hiçe sayıyorsunuz. Töre, bu devirde insanları öldürmek için bir bahane mi olacak? Bu kadar mı gözünüz döndü?"

 

Ortamda kısa bir sessizlik oldu, herkes nefesini tutmuştu. O an Avşin'in babasının ellerinin titrediğini fark ettim. Belki de içindeki acı, öfkesini bu kadar taşırmıştı. Ama bu öfkeyle, bu kinle yollarına devam ederlerse, ne Avşin ne de Baran için huzur kalacaktı.

 

“Biz bir çözüm bulmak için buradayız," dedi babam, sakin ama otoriter bir ses tonuyla. "Kan dökmenin zamanı değil bu. Evlatlarımızın hayatı, törenin gerekliliğinden daha kıymetli."

 

Avşin’in babası bir an tereddüt etti, sonra gözleri bana döndü. "Sen kimsin?" Dediğinde göğsümü kabartarak dikleştim. "Ben Bahoz ağa'nın küçük kızı Vera! Eğer o silahı biraz daha indirmezsen, seninle gerçek anlamda tanışmaktan hiç çekinmem!" Sesim taş kadar sertti ama arkamdan babamın fısıltısını duyduğumda bir an duruldum.

 

"Söyleme..." Dedi ama iş işten çoktan geçmişti. Adamın gözleri yanında duran genç adama kaydı. Daha sonra tekrar bana, ardından babama döndü. "Bize bir kızın olduğundan ne zaman bahsedecektin Bahoz ağa?" Silahını indirdi, emniyeti kapatırken abim beni kolunun arkasına alarak önüme geçti.

 

Avşin’in babası, derin bir nefes aldı. Yüzündeki öfke yerini, hesaplayıcı bir ifadeye bırakmıştı. Gözlerini önce Babama, sonra yeniden bana çevirdi. "Bahoz Ağa, böyle bir durumda, iki ailenin birden huzura kavuşması için en uygun yolun berdel olduğunu düşünürsün değil mi?"

 

Bu sözler ben dahil herkesin nefesini kesti. Babamın yüzü kararmıştı, fakat hiçbir şey söylemeden, adamı dikkatle izliyordu. Avşin’in babası sesini sertleştirerek devam etti. “Baran ile kızımı kaçırdıysan, karşılık olarak senin kızın Vera da bizim oğlumuza varır. Kan davası biter, iki aile töreye uygun şekilde barışa kavuşur.”

 

Abim bir adım öne çıktı, öfkesi her halinden belli oluyordu. “Kardeşimi böyle bir anlaşmaya zorlayamazsınız!” dedi. “Bu çağda, töre uğruna hayatlarımızı satacak değiliz.”

 

Ancak babam, abimin omzuna dokunarak onu susturdu. Yüzünde zor bir kararın izleri vardı. “Bu meseleleri çocukların iradesine karşı çözemeyiz," dedi, sert fakat sakin bir ses tonuyla. "Eğer bu işin son bulmasını gerçekten istiyorsanız, Vera'nın kararını kabul etmelisiniz. Kendi isteği olmadan kimseye vereceğimiz yoktur.”

 

Avşin’in babası kaşlarını çatarak, tehditkâr bir sesle konuştu. “Kendi isteği… Töre bunu kabul etmez, Bahoz Ağa. Fakat bu sefer…” Bir an duraksadı. “Bu sefer töreye uygun bir şekilde, onun da rızasını alırız.”

 

Ve korktuğum o an gelmişti.

 

Bu cümlelerle herkesin gözü bir anda bana döndü. Yüzümdeki kararlılığı ve korkusuz duruşumu bozmadım. Bu durumu töreyle değil, irademle çözmeye kararlıydım.

 

Avşin’in babası gözlerini benden ayırmadan bir adım daha öne çıktı. "Kendi kararını verme cesareti varsa, töreye de uyacağız," dedi, sesinde soğuk bir alay. Ardından, yanındaki genç adamı işaret etti. "Bu oğlum Cemal. Evet ya da hayır de, töre gereği kabulümüzdür. Fakat reddedersen, kan döküleceğini bil."

 

Konağın salonunda bir an derin bir sessizlik hâkim oldu. Babam, Bahoz Ağa, gözlerindeki endişe ve gurur karışımı bir ifadeyle bana bakıyordu. Kendi kaderimi tayin etme gücünü bana verdiğini, ancak beni bu yükten koruyamayacağını biliyordu.

 

Başımı dik tutarak Avşin’in babasına doğru yürüdüm, Cemal’e kısa bir bakış attım. Yüzünde ne bir öfke ne de bir sevgi vardı; o da bu işin töre gereği yapılmasından yana olan bir piyondu sadece. Herkesin nefesini tuttuğu o an, sert bir sesle konuşmaya başladım.

 

"Ben, Bahoz Ağa'nın kızı Vera. İrademe karşı karar alınacaksa, kan dökülmesine razıyım, ama kendi isteğimle bir evliliğe 'evet' demem," dedim, sesim taş gibi sertti. "Töre, insanları köleleştirmek değil, aileleri bir arada tutmak için var. Kendi iradem dışında bir karar alırsam, bu töreye ihanet olur."

 

Avşin’in babasının yüzünde beliren şaşkınlık, yerini yavaş yavaş bir öfkeye bırakıyordu. “Kabul etmiyorsan, bu işin bedeli kanla ödenecek!” diye bağırdı, sesi tehditkârdı.

 

Tam o sırada babam, ellerini havaya kaldırarak araya girdi. "Yeter artık! Töre değil, çocuklarımızın hayatı daha kıymetli," dedi. "Bu mesele, kanla çözülecekse, bu kanı akıtacak olan ne Vera ne de Baran olacak. Eğer töre, böyle bir bedel istiyorsa, onunla ben hesaplaşırım."

 

O an, Avşin’in babası bir adım geri çekildi, öfkesini bir kenara bırakmaya zorlanmış gibiydi. Dişlerini sıkarak, "bu gece bu iş birbirinden çıkmazsa ne seni ne de oğlunu yaşatırım Bahoz ağa! Kan dökülmesini istemiyorsan kızını ikna et, yada ben ne yapacağımı iyi bilirim!"

 

Ortamın gerginliğini rağmen adamın oğlum dediği genç adamın parmağında olan yüzük dikkatimi çekti. "Senin oğlun evli mi?!" Dediğimde berdel olması yetmiyormuş gibi, birde kuma mı olacaktım?!

 

Bunlar iyice kafayı yemişti!

 

"Ne oldu küçük hanım, hayal kırıklığına mı uğradın. Sana ayıracak bekar oğlum yok maalesef. Hem berdeli, hem kumayı kabul edeceksin! Ya da..."

 

Sözlerini devam ettirmesi için sertçe gözlerine baktım. "Ya da ne?!"

 

"Ya da abini, babanı nasıl gözünün önünde öldürüyorum izle!"

 

Kanım dondu, boğazıma oturan yumru nefesimi keserken babamın elini omzumda hissettim. Avşin hıçkıra hıçkıra ağlarken abim umudu kırık bir halde bana bakıyordu. "Onların kefaretini ben mi ödeyeceğim?" Kısık sesimle sorduğum soru babamaydı. Beni sıkıca kendine sararken onunla ilk defa sarıldığımıza sevinse miydim? Yoksa ona böyle bir nedenden sarıldığımız için üzülsemiydim?

 

Gözlerim kapandı. Bir adım sesi duyuldu, ardından Avşin'in Babasının sesi. "Gel yeğenim gel, gör amca kızının bizi soktuğu şu hali! Gör halimizi!" Yavaş yavaş aydınlanan güneşin ilk ışıklarının altında gözlerim açıldı, ağır ağır gözlerim kapıya yöneldiğinde onu gördüm, Devran Adar Saraçoğlu'nu. Gözlerinde gördüğüm duygu tamamen içimi titretmişti. Gözlerimin içine bakarak parmaklarını kaldırdı ve beni dumura uğratacak o son sözü sayıkladı.

 

"Onunla ben evlenirim!"

 

 

 

 

 

 

 

Takip edip, yorum yapıp ve ayrıca beğenmeyi unutmayınnnnnnnn😵‍💫🦋🥲

 

Loading...
0%