@benkatre
|
Karanlık ağır bir perde gibi gözlerimin önünden kalkmaya başladı. Gözlerimi aralıklarla açıp kapatıyorum. Görüşüm bulanıktı. Derin bir nefes almak istedim ama yapamadım. Ciğerlerim daralmış gibiydi. Cam kırıklarından yansıyarak gözüme çarpan güneş ışıkları gözümü kısmama sebep oluyordu. Etrafımdaki nesneler yavaşça şekil almaya başlamıştı. Kopmuş dikiz aynasına ve çatlaklarla dolu ön cama baktım. Direksiyonun sağ taraşında küçük kan damlaları fark ettim ve başımı çarptığımı hatırladım. Elimi yavaşça başıma götürdüm. Parmaklarım ıslak bir maddeye değdiğinde bunun kan olduğunu anlamıştım. Direksiyondaki benim kanım mıydı yoksa Berto’nun kanı mıydı? “Berto,” diye fısıldadım. Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki, ben bile zor duymuştum. Oysa ki ben sesimin çevremde yankılandığını hissetmiştim. Sürücü koltuğuna baktığımda boş olduğunu fark ettim. Kalbim hızla atmaya başladı. Bir an için, olup biteni kavrayamadım. Neler olduğunu ve ne kadar zamandır baygın olduğumu bilmiyordum. Sağ kolumu oynatmaya çalıştım ama derin bir acı sağ kolumdan tüm vücuduma yayıldı. Dışarıdan sesler geliyordu. Bu seslerin sahibinin Berto olmasını umdum. Pekala, durum analizi yapmalıydım. Sağ kolumu oynatamıyordum. Araba ters dönmüştü, ama hala yaşıyordum yani buradan kurtulabilirdim. Ama dışarıdaki dumanlar işimi zorlaştırıyordu. Dur, duman mı? Arabadan dumanlar yükseliyordu! Bir şekilde kapıyı açıp buradan çıkmam gerekiyordu! Ciğerlerimin daha da daralıyor gibiydi. Panik yapmamam gerektiğini biliyordum ama yine de çok zordu. Dışarıdaki duman giderek yoğunlaşıyordu. Bu durum, bir an önce arabadan çıkmam gerektiğinin büyük bir işaretiydi. Sağ kolumun acısı dayanılmazdı, ama başka çarem yoktu. Kapıyı sol kolumu kullanarak açmam gerekiyordu. “Ahh!” kapıyı açmaya çalışırken acıyla inledim. Menteşeler sıkışmıştı, kapı açılmıyordu. Acıyla dişlerimi sıktım. Hikayem henüz başlamadan bitmeyecekti. Böyle değil. İntikamımı alacaktım. Derin bir nefes aldım ve son bir güçle kapıyı ittim. Kapı sonunda açılınca, soğuk bir hava bir anda yüzüme çarptı ama bu beni rahatlatmadı. Arabanın içinden sürünerek çıktım. Dizlerim titriyordum ama vücudum yüksek adrenalinin etkisindeydi. Böylece kendimi dışarı atmayı başardım. Dişlerimi sıktım ve kolumdaki acıyı bastırmaya çalıştım. Sürünerek arabadan uzaklaştım ve ağaçların arkasına saklandım. Güvenli bir mesafede olduğumdan emin olunca başımı seslerin geldiği tarafa çevirdim. Berto oradaydı! Birkaç metre uzağımdaydı ve etrafını dört adam sarmıştı. Dövüşüyor gibi gözüküyorlardı. Adamların dördü de siyah takım giymişti ve sert bir ifade takınmışlardı. Berto adamları uzak tutmaya çalışıyor gibiydi ama adamlar geri çekilmiyordu. İçgüdüsel olarak ona yardım etmek istedim, ama kolumdaki acı bedenimi zayıflatıyor, adeta hareket etmemi engelliyordu. Berto’nun başının dertte olduğunu açıkça görebiliyordum. Adamlar onu köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu, Berto ise adamları benim olduğum taraftan uzak tutmaya çalışıyordu. Adamlardan biri Berto’ya doğru hızla bir yumruk savurdu; Berto son anda eğilerek bu saldırılardan kaçındı ve anında karşılık verdi. Yumruğu adamın çenesine sert bir yumruk attı ve adam geriye sendeleyerek yere düştü. Ancak diğer üç adam geri çekilmeyi düşünmüyordu. Berto gerçek bir savaşçı gibi gözüküyordu. Gelebilecek herhangi bir saldırıya hazırdı. Berto’nun her hareketi önceden planlanmış gibiydi. Adamlardan bir diğeri Berto’ya bir bıçakla saldırdı. Berto büyük bir ustalıkla geri çekildi ve adamın bileğine güçlü bir darbe indirdi. Bıçak yere düştü. Adam, göğsüne aldığı sert bir darbe ile nefessiz kalıp yere yığıldı. Son iki adam birbirlerine baktılar ve aynı anda Berto’ya doğru saldırdılar. Görüşüm tekrar bulanıklaşmaya başlıyordu. Berto tüm adamları etkisiz hale getirmişti ve nefes nefese kalmıştı. Dizlerim titredi ve bir kez daha yere yığıldım. Gözlerim kararmaya başlarken, son gördüğüm şey Berto’nun bana doğru koşuşuydu. Ne kadar süre baygın kaldığımı bilmiyorum. Zihnim bulanıktı. Yüzümde hissettiğim sıcak dokunuş ile yavaşça kendime gelmeye başladım. Gözlerimi açtığımda, bana bakan genç bir kadın gördüm. Yüzü sakin ve sevecendi. Elleri yavaşça üzerimde geziniyordu. Dokunduğu yerlerdeki acımı sanki çekip alıyor gibiydi. Kolumdaki büyük oranda azalmıştı. Kadın ellerini üzerimden çekti ve kanayan burnunu tuttu. “Merak etme, iyileşiyorsun.” dedi kadın yumuşak bir sesle ve bir bez parçası ile kanayan burnuna baskı yapmaya başladı. “Kolunu tam olarak iyileştiremedim. Aslında birkaç dakikam daha olsa..” Kadın daha cümlesini bitiremeden Berto hızlıca araya girdi. “Zamanımız yok. Acele etmemiz gerekiyor.” dedi kararlı bir ses ile. “Daha fazlası gelebilir.” “Pekala, artık bir kırığın yok. Sadece burkulma gibi düşün.” dedi kadın. “Fazla yük bindirmemeye çalış.” Başımı salladım. Kadına sessizce teşekkür ettim ve ambulanstan indim. Bu ambulansı okulun gönderdiğini tahmin ediyordum. Etrafa bakındığımda eski aracımızın etrafında başka takım elbiseli adamlar olduğunu gördüm. Biraz ileride ise başka bir araç duruyordu. Okul göndermiş olmalıydı. Adamlar burada oluşan sorunu çözerken biz de okula gidebilirdik. Biz araca doğru yürürken zihnimde dönen sorulara engel olamıyordum. Olup biteni anlamaya çalışıyordum. Büyük bir kabusun içinde gibi hissediyordum. Bir an önce uyanmayı diledim ama olmadı. Ben uyumuyordum, bu da bir kabus değildi. Ortada ne olduğunu bilmediğim bir kehanet ve peşimde de tehlikeli adamlar vardı. Berto arabayı çalıştırırken ben de daha fazla dayanamayıp sorularımı sorma kararı aldım. “Bu adamlar kimdi? Bizden ne istiyorlar?” sordum merakla. “Kim olduklarını bilmiyorum. Muhtemelen Kav’ın adamlarıdır.” “Kav?” “Kim bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Tek bildiğim senin peşinde. Çok fazla adamı olduğunu biliyorum. Bu yüzden kimseye güvenmemen gerekiyor. En güvendiğin kişiler bir Kav’ın adamı çıkabilir.” dedi Berto son derece ciddi bir ses ile. “Sen bile mi?” Berto bir anda çok ciddi bir ifadeye büründü ve bana baktı. “Ben bile.” “Sadece şaka! Kuzenime ihanet edecek değilim.” Berto birden gülünce derin bir nefes verdim. Nefesimi tuttuğumu bile fark etmemiştim. “Serseri, korkuttun beni!” dedim sahte bir sinirle. Bir yandan da Berto’dan şüphelendiğim için utanmıştım. O benim kuzenimdi, tabi ki bana ihanet etmezdi. Berto daima benim iyiliğimi isterdi. “Cidden benden şüphelenmedin umarım Olita.” dedi Berto. Hiçbir şey söylemedim. Berto bunu gerçekten umursuyor gibi durmuyordu ama ben umursuyordum. Konuyu dağıtıp başka sorular sormaya karar verdim. “Dört adamı tek başına nasıl yere serdin?” Berto kısa bir an için sessiz kaldı. Ardından derin bir nefes alıp konuştu. “Dövüş yeteneğim sahip olduğum diğer bir yetenek.” “Nasıl yan, herkesin bir yeteneği yok mu?” “Hayır.” dedi Berto. “Birden fazla yeteneği olan çok fazla çocuk ve yetişkin var. Ama şu an bunları konuşmak için iyi bir zaman değil. Biraz uyumaya çalış, çok yorucu bir gün seni bekliyor.” Berto’nun söylediğini yapmaya karar verdim ve gözlerimi kapattım ama zihnim öyle kolay susmaya niyetli değildi. Arabanın hafifçe sallanışını ve motorun uğultusunu duyarken aklımdan binlerce düşünce geçiyordu. Berto’nun peşimdeki adamlardan bahsederkenki ciddiyeti gözümün önünden gitmiyordu. Kav. Kimdi bu Kav? Neden benim peşimdeydi? En güvendiğim insanlar bile onun adamı olabilirdi... Bu fikir beni ürpertiyordu. Okulda tanışacağım kimseye güvenemezdim. Okula da güvenebileceğimi düşünmüyordum, sonuçta ailemin ölümünden sorumluydular. Daha önce hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. Camdan dışarıya baktım. Hızla geçen ağaçlar ve gökyüzü. Güneşin batışı gökyüzünü kızıl tonlarına boyamıştı. Sonunda okula gidip ailemin ölümünden sorumlu olan kişileri bulabilecektim. İntikam üzerine fazla düşünmemeliydim, özellikle de çevremde insanlar varken. Sonuçta birçok güce sahip çocukların olduğu bir okula gidiyordum. Biri aklımı okuyabilirdi. Bu sebeple içimdeki intikam ateşi her ne kadar harekete geçmek istesem de, elimden bir şey gelmezdi. Şimdilik. Birden bir ürperti hissettim. Bir noktada gözlerim ağırlaştı ve zihnim yavaşça bulanıklaşmaya başladı. Esnedim, yorgun hissediyordum. Berto’nun arabayı sürerken ara sıra bana baktığını hissettim ama gözlerimi açık tutacak gücü kendimde bulamıyordum. Düşüncelerim bir sis perdesine büründü ve derin bir uykuya daldım. Gözlerimi açtığımda araç duruyordu. Gözlerim hafifçe kısıp çevreme bakındım. Geniş, taş döşeli bir avlunun ortasında durmuş, kocaman ve gösterişli bir binanın önündeydik. “Uyanmana sevindim. Geldik.” dedi Berto ve arabadan indi. Ben de hemen arkasından arabadan indim. Berto’nun günlerdir bahsettiği o bina, tam karşımdaydı. Ama hiçbir tarif burayı görmenin etkisini anlatamazdı. Binanın mimarisi büyüleyiciydi. 18.yüzyıl Georgia tarzının en zarif örneklerinden biriydi sanki. Geniş sütunlar, yüksek pencereler, detaylı oymalar... Her şey titizlikle düşünülmüş ve inşa edilmiş gibiydi. Binanın çevresini saran zengin yeşillik ve düzenli çiçek bahçeleri, burayı adeta bir peri masalından çıkmış gibi gösteriyordu. Çatı, geniş bir verandayı gölgelerken, verandanın üzerinde birkaç basamakla çıkılan devasa bir giriş kapısı dikkat çekiyordu. Kapının üzerinde büyük harflerle okulun ismi işlenmişti. ‘ Celestia Akademisi’. Ben şaşkınlıkla binayı incelerken gözüme bir adam takıldı. Uzun boylu, siyah saçlarında yer yer beyazlıklar olan adam doğrudan bize bakıyordu. Duruşu ciddi, bakışları keskindi. Adam ağır adımlarla bize doğru geldi ve yanımızda durdu. “Hoş geldin Olita. Tanıştığıma memnun oldum. Ben Richard Ride, Celestia Akademisi’nin müdürüyüm.” dedi adam tok bir ses ile. Elini bana uzattı, ben de elini hafifçe sıktım. Adamla göz göze geldiğimde sanki bakışları beni tedirgin etmişti. Ama geri çekilmeye niyetim yoktu. Buraya bu adam ve bu okul hakkında daha fazla şey öğrenmek için gelmiştim. İntikam alabilmemin tek yolu buydu. Bir anda düşüncelerimin tekrar bulandığını hissettim ve gözlerimi kaçırdım. Müdür Ride, Berto ile selamlaştı ve sonra okula doğru yürümeye başladı. Biz de arkasından ilerliyorduk. Celestia Akademisi’nin taş duvarları arasında yankılanan adımlarımızın sesi koridor boyunca kaybolup gidiyordu. Koridor boyunca çeşitli kapılar geçtik. Bazıları kapalıydı, bazılarından ise loş bir ışık sızıyordu. Akşam olduğu için ortalıkta pek öğrenci yoktu. Müdür Ride, önden yavaşça ilerlerken bir yandan da okul hakkında konuşuyordu. “Celestia Akademisi yaklaşık beş asırdır burada hizmet veriyor,” diye söze başladı Müdür Ride. Sesi yankılanarak büyüdü. “Okulun temellerini büyük büyük büyük...” dedi ve boğazını temizledi. “yani yedi kuşak önceki atam Richard Augustus Ride tarafından atıldı. Sevgili babam bana onun gibi yüce biri olabilmem için bu ismi vermiş.” dedi Müdür Ride büyük bir gurur ile. “Her neyse. Augustus burayı çeşitli güçleri olan gençlerin sığınabileceği ve eğitim alabileceği bir yuva olarak tasarlamak istedi ve bu okulu kurdu. Akademinin ismi, hayatının aşkından geliyor. Celestia Altra.” Müdür Ride biraz daha büyük babasından ve Celestia’dan bahsederken ben de etrafı izliyordum. Okulun her bir köşesi, her bir sütunu tarihin bir parçasını taşıyor gibiydi. Okulu uzun uzun incelediğimi gören Bay Ride, kısa bir an durup bana baktı ve sonra yürümeye devam etti. “Okulun mimarisini olabildiğince aynı tutmaya çalıştık. Her şeyin o dönemi yansıtması bizim için önemli.” dedi Müdür Ride. “Tabii, eğitim sistemi yıllar içinde birçok değişim geçirdi.” dedi Müdür Ride ve duvarlarda asılı olan fotoğrafları gösterdi. Okuldan ilk mezun olan öğrencilerin fotoğrafları. Sınıfların olduğu bir koridorda duruyorduk. “Şu anki sistem, öğrencilerin güçlerine ve yeteneklerine göre ayrıldığı sınıflardan oluşuyor. Dört ana sınıf var. Bunlar A sınıfı, B sınıfı, C sınıfı ve D sınıfı.” dedi müdür ve büyük bir sınıfın kapısını açtı. İçeride büyük bir antrenman alanı gibiydi. “Burası A sınıfı. Element bükücülerden oluşuyor. Bazı öğrencilerimiz ateş, su, hava ve toprak gibi elementleri bükebiliyorlar ve bu sınıfta özel eğitim alıyorlar. Yakında zaten bu konuları öğreneceksin bu yüzden detaylı anlatmayacağım. Ama bu yetenekler çok nadir bulunur ve doğru eğitim ile çok güçlü olabilirler. Eğitilmedikleri takdirde ise büyük bir tehlikedirler.” dedi müdür ciddi bir ses ile. Müdür Ride biraz ilerledi ve başka bir sınıfın önüne geldi. “Burası B sınıfı, birden fazla özel gücü olan öğrenciler B sınıfında yer alırlar. Burası B1, tahmin edeceğin gibi B2 ve B3 sınıfları da mevcut. Okulumuzdaki öğrenciler özenle seçildiği için büyük birçoğu birden fazla yeteneğe sahiptir bu yüzden B sınıfı sayısı fazladır.” dedi ve bana döndü. “Bu öğrenciler çoklu güçlerini kontrol etmek ve uyum sağlamak için eğitim alıyorlar. Senin de onlardan biri olduğunu umuyoruz Olita.” “...yani, bana fark etmez, sanırım.” dedim. Müdür onaylamaz bir şekilde bana baktı. ve sonra yine ilerlemeye başladı. Bir başka sınıfın önünde durdu. “C sınıfı ise sadece bir özel gücü olan öğrencilerden oluşur. Onlar da C1 ve C2 diye ayrılır.” diye özet geçti. C sınıfını pek umursamadığı açıkça belli oluyordu. Biraz üzülmüştüm, az güçleri olduğu için onlarla pek ilgilenmiyor gibi gözüküyordu. Müdür Ride koridorun sonuna gelmişti. Burada loş ışık altında ahşap büyük bir kapı vardı. “Ve işte senin sınıfın. D sınıfı henüz gücünü keşfedememiş öğrencilerin olduğu sınıftır. Bu sınıfta diğer arkadaşlarını gibi en temelden başlayacaksın.” Müdür Ride hızlı adımlarla başka bir yöne döndü ve sonra bir kapıdan geçip arka bahçeye çıktı. Bahçe oldukça genişti ve her yer mükemmel bir düzen ile tasarlanmış gibiydi. Çeşitli patikalar bahçeyi kesiyordu. O kadar büyük bir arazideydik ki, okulun kendi şelalesi uzaklardan gözüküyordu. Okulun şelalesi vardı! Müdür Ride, bahçede yürürken adımlarını yavaşlatmıştı. Etrafta bazı öğrenciler dolaşıyor ve meraklı gözler ile bizi izliyorlardı. Müdür Ride ellerini arkasında birleştirdi ve ağaçlarla dolu bir yolda yürümeye başladı. “Celestia, her zaman öğrencilere güvenli bir ortam sunmuştur. Anca böyle güçlerin olduğu bir yerde, tabi ki tehlikeler de var. İşte bu yüzden eğitiminiz büyük önem taşıyor. Güç kontrol edilmezse yıkıcı olabilir, tıpkı bir fırtına gibi.” Bir süre sessizce yürüdükten sonra, iki büyük binanın olduğu bir yere geldik. Dışarıda birkaç genç oturuyordu. Turuncu saçlı bir çocuk dikkatimi çekti. Kendim dışında turuncu saçlara sahip birini tanımıyordum, bu yüzden tuhafıma gitmişti, ama hoşuma da gitmişti. Gözleri çevredeki insanların hareketlerini izliyordu. Bir an bizim tarafımıza baktı ve ardından hiç tereddüt etmeden yanımıza doğru yürümeye başladı. Çocuğun üzerindeki özgüveni hissetmemek imkansızdı. Çocuk yanımıza geldiğinde, Müdür Ride’ın yüzünde memnun bir ifade belirdi. “Olita, bu Hector.” dedi Müdür Ride ve gururlu bir şekilde baktı. “Oğlum.” Bu çocuğun özgüvenini açıklıyordu. “Ateş elementinin yeryüzündeki sahibi, Celestia Akademisi’nin gelecekteki varisi. Bu okul bir gün onun ellerinde çok daha büyük başarılara ulaşacak.” dedi Müdür Ride ve oğlunun sırtını sıvazladı. Hector, babasının övgülerini sakin bir gülümsemeyle karşıladı ve başını hafifçe eğerek selam verdi. “Tanıştığımıza memnun oldum, Olita.” dedi nazik ve kibar bir ses ile. Çocuk hakkındaki ilk izlenimim, son derece iyi yetiştirilmiş ve babasının gurur kaynağı olan bir oğul olduğu yönündeydi. Gözlerinde bir zeka parıltısı vardı, ama arka planda bir şeyler sakladığını hissediyordum. “Ben de memnun oldum.” diye karşılık verdim ama çok huzursuz hissediyordum. Berto’nun suskunluğu huzursuzluğumu daha da arttırıyordu. Berto, Hector’a tuhaf bir şekilde bakıyordu. Ayrıca okula geldiğimizden beri hiç konuşmamıştı. Müdür Ride oğlu Hector’a döndü. “Olita’yı yatakhanesine götür Hector. Sanırım bu akşam için daha fazla keşif yapmasına gerek yok. Yarın zaten uzun bir gün olacak.” “Sabah 7’de seni binanın önünde bekleyeceğim.” dedi Berto. “Geç kalma.” Hector nazik bir ifade takındı ve bana gülümsedi. “Lütfen beni takip et.” dedi. Aslında tatlı biriydi, ama içimde büyük bir huzursuzluk vardı. Bu çocuğun gizlediği bir şeyler olduğundan emin gibiydim. Hector önümden yürümeye başlayınca, ona yetişmek için düşüncelerimi bir kenara atmak zorunda kaldım. Biz büyük ortak alanı ve bahçeyi geçip yatakhane binasına doğru ilerlerken, etraftaki öğrenciler meraklı gözlerle bizi izliyorlardı. Bazıları Hector’a saygılı bir şekilde başlarıyla selam veriyordu, bazıları ise sadece arkamızdan fısıldaşıyordu. Hector’un herkes tarafından tanındığı açıktı. Herkes ona saygı gösteriyor gibiydi. Yatakhane binasına girdik ve merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık. Etrafta kimse yoktu. Hector bir anda durdu ve bana döndü. Gözlerindeki sıcak bakış yerini hafif alaycı bir ifadeye bırakmıştı. “Buranın göründüğü gibi olmadığını en kısa sürede anlayacaksın.” dedi Hector ve bir adım bana yaklaştı. Ben de geriye doğru bir adım attım. “Anlamadım?” dedim. Hector alaycı ir gülümseme ile tekrar konuşmaya başladı. Sesi soğuk ve tehditkardı. “Celestia, dışarıdan mükemmel bir okul gibi görünebilir. Ama içeride işler tamamen farklıdır. Burada hayatta kalmak istiyorsan, dikkatli olmalısın. Yoksa buranın bir parçası bile olamadan yok olursun.” dedi ve küçük bir puf sesi çıkarttı. Gözlerindeki bakış beni irkiltti. Bu çocukta bir şeyler olduğunu biliyordum ve yanılmamıştım. İçimde bir huzursuzluk dalgası yükseldi. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum. Sesimin titremesini engelleyebildiğim için kendimle gurur duyuyordum. Hector bana yaklaştıkça gözlerindeki tehditkar bakış derinleşti. “Hala neye bulaştığının farkında değilsin, yazık. Bu okulun da daha önce yer aldığın salak insan okulları gibi olacağını düşünüyorsan, yanılıyorsun. Burada her şey rekabet üzerine kurulu Olita. Güçlü olan hükmeder ve zayıf olan yok olur. Kural bu kadar basit.” dedi. Sesinde bariz bir soğukluk vardı. “Ve sen... Burada barınabilecek misin?” dedi, etrafımda dönüp beni süzdü. “Pek emin değilim.” Sözlerindeki üstü kapalı tehditleri ve soğuk ses tonu içimdeki tedirginliği arttırıyordu ama ona boyun eğmek istemiyordum. Çünkü bir kere boyun eğerseniz, bundan kurtulmak giderek zorlaşır. Gözlerimi ona diktim ve derin bir nefes aldım. “Bir bakıma haklısın. Kimseyi tanımıyorum ve henüz buranın kurallarını da bilmiyorum. Ama bu kendimi korumayacağım anlamına gelmiyor Hector.” dedim. Sesim sakin ama kararlıydı. Sorun istemiyordum, uzlaşmacı olmaya çalışıyordum ama aynı zamanda geri çekilmediğimi de belli etmeliydim. Hector alaycı bir şekilde güldü. “Bu cesaretin hoşuma gitti.” dedi. Gözleri kısıldı, dudaklarındaki gülümseme daha da yayıldı. “Ama burada cesur olmak yetmez. Sana bir tavsiye, dikkatli ol. Çünkü hata yaparsan, seni burada kimse kurtaramaz. O çok sevgili kuzenin Berto bile.” dedi Hector gülerek. “Dur, sen Berto’nun benim kuzenim olduğunu nereden biliyorsun?” şaşkınlıkla sordum. Biz bundan kimseye bahsetmemiştik. Hector sorumu görmezden geldi ve bir adım geri çekilip tekrar o sahte gülümsemesi ile bana gülümsedi. “Seninle kavga etmeye niyetim yok Olita. D ve C sınıfı öğrencilerle kavga etmiyorum. Prensip meselesi. Ama kimseyle ters düşmemeye dikkat et.” Hector cebinden bir kart çıkarttı. Otellerde verilen oda kartlarına benziyordu. “Odan bu koridorda, 320 numaralı odadasın. Şimdi değerli vaktimi daha fazla çalma.” dedi ve merdivenlere yöneldi. “Hah! C sınıfıymış. A ya da B olursam görüşürüz. Küçük serseri! Varis diye havalara girmiş. Yok yok, götü kalkmış bu çocuğun.” sinirle söylendim. Sinirli bir şekilde odamı arıyordum. Bir yandan da Hector’a söyleniyordum. Bu çocuğun derdi neydi? Kafadan kontak olmalıydı. Sinirle söylenirken sonunda 320 numaralı odayı buldum. Kartı okuttuğumda kapıdan küçük bir ‘bip’ sesi yükseldi ve kilidi açıldı. İçeriye girdiğimde odanın çok da büyük olmadığını gördüm. Ana odada sadece yataklar ve dolaplar vardı. Yan tarafta çalışma odasına giden bir koridor vardı ama ikisi arasında bir kapı yoktu. Koridorda bir kapı vardı. Oranın da banyo olduğunu varsayıyordum. Çalışma odası net gözükmüyordu ama çok büyük değil gibiydi. Yine de kötü sayılmazdı. Odanın sol tarafındaki ranza dikkatimi çekti. Ranzanın alt yatağında pembe çarşaflar seriliydi ve birçok peluş oyuncak duruyordu. Üstteki yatağa baktığımda, bir çocuk ile göz göze geldim. Yaklaşık 10 yaşlarında gibi gözüken sarı saçlı ve mavi gözlü bir çocuk sessizce bana bakıyordu. “Şaka mı bu?” diye söylendim. “Bir erkek çocuğuyla aynı odada mı kalacağım?” Bu kesinlikle uygun değildi. Gerçekten beni koyacak başka oda mı yoktu? Neden burası? Çocuk bacaklarını ranzadan sallamaya başladı. “İki yurt binası da doluydu, bu yüzden Müdür Ride bizden seni odaya kabul etmemiz için küçük bir ricada bulundu.” dedi çocuk, sesi düzdü. Bakışları hiçbir duygu içermiyor gibiydi. “Yani başka oda yok, burada kalman gerekiyor.” Ters bir şekilde çocuğa baktım. “Bu okuldaki herkes kafayı yemiş. Ne zamandır insanlığa karışmıyorsunuz?” “Adım Leonardo, kısaca Leo derler.” dedi çocuk bana aldırmadan. “Sen de Olita’sın, değil mi?” “Ne fark eder?” dedim umursamaz bir tavırla. “Çok sinir bozucusun, bunu biliyor muydun?” dedi Leo. “Evet, sen de öylesin.” dedim ters bir şekilde ve yatağıma doğru ilerledim. Valizlerim buradaydı. Biz sınıfları gezerken birinin getirdiğini tahmin ediyordum. Leo’nun bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. “Yine de buraya hoş geldin.” dedi Leo, saki zorunluluktan söylemiş gibiydi. “Her ne kadar burada kalmak istemesen de.” “Bu okul ve düzenlemeleri çok saçma.” dedim sinirle ve valizimdeki eşyaları dolabıma yerleştirmeye başladım. “Celestia Akademisi’nde herkesin bir yeri vardır. Zamanla alışacaksın.” “Bunu görmek için çok erken.” dedim. Alışmak istemiyordum. Konuyu değiştirme kararı aldım. “Senin özel güçlerin var mı?” “Bilmem, var mı?” dedi Leo dalga geçer gibi. Ona ters bir bakış attım. “Sakin ol, tabi ki bir özel gücüm var. Ben C sınıfındayım.” “...iyiymiş.” dedim ve valizimi düzenlemeye devam ettim. “Senden küçük olduğum için beni önemsiz görebilirsin. Seni yargılamam. Ama sana bir tavsiye, benimle iyi geçinmeye bak.” dedi Leo birden. Bu çocuk ne saçmalıyordu? Bu okuldaki öğrenciler kendilerini çok mu özel sanıyorlardı? Tamam, özel güçleri vardı ama bu okuldaki herkesin özel güçleri vardı! “Ne saçmalıyorsun?” dedim sinirle. “Yanlış anlama, sadece söylüyorum. Bir gün bana ihtiyacın olduğunda-” “Sana ihtiyacım olacağını düşündüren nedir?” dedim hemen. “Bir gün herkesin bana ihtiyacı oluyor.” Odanın huzursuz havası, Leo’nun bu sözleri ile daha da ağırlaşmıştı. Çocuk söylediği her kelimesinde kendini ne kadar özel gördüğünü açıkça belli ediyordu. Hepimizin işin sonunda ona muhtaç olacağımızı sanıyordu. Bu çocukla beraber nasıl aynı odada kalacağımı kestiremiyordum. Leo ile daha fazla konuşmak istemediğim için gözlerimi eşyalarıma çevirdim ve dolabımı yerleştirmeye devam ettim. Eşyalarımı neredeyse tamamen dolaba yerleştirmiştim ki odanın kapısı yavaşça aralandı ve içeriye küçük, kahverengi saçlı bir kız girdi. Elinde yıpranmış bir oyuncak ayı vardı. Oyuncak ayıya sıkıca sarılmıştı. Kocaman gözleri merakla bana bakıyordu. “Leo, bu yeni oda arkadaşımız mı?” dedi küçük kız. Sesi hafif tedirgin çıkıyordu. “Evet, hadi tanışın.” dedi Leo kibar bir sesle. Şaşırmıştım, az önce benimle kibirli bir şekilde konuşan çocuk bu değilmiş gibiydi. Küçük kız yanıma yaklaştı. “Merhaba, benim adım Eleanore. Bu da Otto.” dedi ve ayısını bana gösterdi. Bakışları ve duruşu, Otto’nun da ‘merhaba’ diyeceği beklentisinde olduğunu açıkça belli ediyordu. Onun bu hareketi sebebiyle bir an duraksasam da hemen kendimi toparlayıp gülümsedim. Eleanore tuhaf bir kıza benziyordu ama bu rahatsız edici olmaktan çok uzaktı. Hatta sevimli olduğunu bile söyleyebilirdim. “Merhaba Eleanore, ben de Olita.” dedim yumuşak bir sesle. “Tanıştığıma çok memnun oldum Otto.” Eleanore gülümsedi ve Otto’yu göğsüne bastırdı. “Otto çok mutlu oldu. O bazen yeni insanlarla tanışırken utangaç olabiliyor, ama seni sevdi.” “Eleanore benim kardeşim.” dedi Leo. “Oyuncan ayısının konuşabildiğini sanıyor.” Eleanore kaşlarını çattı ve abisi Leo’ya kızgın bir şekilde baktı. “Otto bir oyuncak değil! Otto canlı ve çok yaşlı bir ayı!” dedi bağırarak. “Sen duymuyorsun diye Otto’nun canlı olduğunu reddedemezsin! Otto’yu küçümsersen sinirlenir.” Leo omuz silkti ve eline bir kitap alıp onunla ilgilenmeye başladı. Eleanore ise birçok peluş oyuncak ile dolu yatağına oturdu ve Otto’yu daha sıkı tuttu. “Otto çok cesurdur. Bazen senin de cesur olmanı sağlar.” dedi gülümseyerek. Bir an için durdu ve sonra devam etti. “Eğer cesur olmaya ihtiyacın olursa bana haber ver. Sana yardım etmesi için Otto ile konuşurum. Eleanore çok kibar bir kızdı, onu kırmak istemiyordum. “Pekala, anlaştık. Eğer Otto’ya ihtiyacım olursa sana geleceğim.” dedim gülümseyerek. “Olur. Bana ya da Otto’ya ihtiyacın olursa, ormandayızdır.” dedi Eleanore ve yatağına geri çekildi. Saat geç olmuştu, odada sessizlik hakimdi. Leo’nun okuduğu kitabın kucağına düştüğünü ve o şekilde uyuya kaldığını fark ettim. Eleanore’un ise yüzü duvara dönüktü bu yüzden onun da uyuduğunu varsayıyordum. Gözlerim odayı taradı. Zihnimde dolaşan düşüncelere engel olamıyordum. Gün sonunda bu odada kendi düşüncelerim ile baş başa kalmıştım. Ne düşündüğüm ise tabi ki belliydi, intikam. Beynim tüm bilgileri işliyordu. Berto’nun söyledikleri, ailemin başına gelenler ve okulun hayatımı nasıl mahvettiği... İçimde bir ateş yanıyordu, öfke dalgaları yükseliyordu. Ne yapacağımı henüz bilmiyordum ama intikam istiyordum. Ailemin yaşadığı tüm acıları, benim yaşadığım tüm acıları fazlasıyla sorumlulara ödetmek istiyordum. Ama fark etmiştim ki, ne zaman bunun üzerine düşünsem zihnim bulanıyordu. Sanki bir sis perdesi, intikam hırsımın üzerine çekiliyordu ve geriye sadece kafamın karışıklığı kalıyordu. Sebebini anlamıyordum. İntikam istiyordum, bundan emindim. Ama bunun üzerine uzun süre düşünemiyordum. “Aklın çok karışık, biliyorum.” aniden duyduğum ses yüzünden irkildim. Sesin kaynağı Eleanore’du. Uyumamış mıydı? “Ne demek istiyorsun Eleanore, sana bunu düşündüren nedir?” dedim sakince. “Biliyorum işte. Tanrı ve Tanrıçalar senin intikam almanı istemiyorlar.” “...aklımdan geçenleri mi okudun sen?” “Evet, zihin okumak benim yeteneğim. Kontrol edemediğim için üzgünüm.” dedi Eleanore ve bana döndü. “Ailenin intikamını almak istiyorsun, ama ne zaman bunu düşünsen her şey birbirine giriyor ve zihnin karışıyor. İntikam fikri aklından uçup gidiyor, değil mi?” Bu küçük kızın düşüncelerimi bu kadar doğru şekilde ifade edebilmesi beni biraz ürkütmüştü. Odada zihin okuyan bir kız ile kalma fikri hoşuma gitmemişti ama bir şey söylemedim. Ona inanmak istemiyordum, ama söylediklerinin gerçekliği ortadaydı. Eleanore sessizce devam etti. “Bazı tanrılar ve tanrıçalar, güçleri olan çocukları izler ve onların yanlış şeyler yapmalarını engeller. Yanlış bir harekette bulunmanı engellemek için düşüncelerini bulandırıyorlar. Bu yüzden intikam almak istediğinde kafan karışıyor.” “Yani intikam düşüncelerimi bastıran, ilahi varlıklar mı?” dedim şaşkınlıkla. “Evet.” dedi Eleanore net bir şekilde. “Yukarıda seni izleyen birileri var ve yanlış bir şey yapmanı engelliyorlar.” İçimdeki öfkenin büyüdüğünü hissettim. Başkaları tarafından kontrol ediliyormuş gibi hissetmek, her şeyin ötesinde onur kırıcıydı. Kendi kararımı verebilmek istiyordum. Eğer ailemin intikamını almak istiyorsam, bu benim hakkımdı. Karşımdaki ilahi bir varlık da olsa, bir yolunu bulmam gerekiyordu. İntikamımın peşinden gitmek için ne gerekiyorsa yapacaktım. Eleanore tekrar bana arkasını döndü ve üzerine ince bir örtü çekti. “Tanrılar ve Tanrıçalar güçlüdür.” dedi fısıldayarak. “Ama insanlarda, onlarda olmayan bir şey vardır. Israr ve umut. İlahi varlıklar güçlüdür, ama umudun ve insan ruhunun azmini anlayamazlar.” Eleanore’un bu sözleri içime işledi. Yaşı çok küçüktü ama sürprizlerle dolu bir kızdı. Bu genç yaşında her şeyin karşısında umudunu koruyabilmenin önemini kavramış gibiydi. Dahası, Tanrılar bile bu basit ama güçlü gerçeği kavrayamamıştı. “Sen, bunu nereden biliyorsun?” sordum merakla. Belli ki tavsiye aldığı birileri vardı. “Marina von Berg.” dedi Eleanore. “Binicilik hocamız. Atlar için arpa ve buğday yetiştirirken biraz sohbet etmiştik.” “...Belki de onunla tanışmalıyımdır.” dedim düşünceli bir şekilde. “Otto bu fikri beğenmiş ama söylemeye çekiniyor. Ayrıca artık uyumazsan sabah uyanamayacağını düşünüyor.” dedi Eleanore. Eleanore’a baktım. Ayısı Otto’ya sıkıca sarılmış ve gözlerini kapatmıştı. Haklıydı. Artık uyumam gerekiyordu. Beni bekleyen büyük günü düşünerek gözlerimi kapattım ve kendimi uykunun kollarına bıraktım. |
0% |