@benrapu
|
"‘Yine mi Malleus okuyorsun?’ dedi Thomas, sessizce oturmaktan sıkılmıştı. Elinde tuttuğu çay fincanını yavaşça masanın üzerine bırakıp adama doğru yaklaştı. ‘Bu yaratıklar işe yarayabilir.’ Adam, arkadaşının sözleriyle kitaptan gözlerini hiddetle kaldırdı. ‘Bu yaratıklar hiç bir işe yaramaz, Thomas,’ dedi sanki gözlerinden alevler çıkacaktı. ‘O yaratıklar inandığımız her değere leke sürüyor.’ ” Uzaktan gelen sesler, dinlediğim huzurlu sesi bölmeye yetmişti. Gözlerimi açıp, kafamı yasladığım yerden kaldırdığımda Vedat’ın kapıdan bana baktığını gördüm. Gözlerimi kapıda dikilen Vedat’tan ayırıp masamda duran saate baktım. Öğle arası biteli yarım saat olmuştu. Fatih gittikten sonra sessizlik beni yine rahat bırakmamış, huzurlu sesiyle yarım bıraktığı kitabı okumaya devam etmişti. Bu sesle tanışalı iki yıl olmuştu. Başlarda yoğun iş temposunun getirdiği bir kaçıştan ibaret sandığım sesi, kendi hayal dünyamda ürettiğimi düşünmüştüm ama öyle değilmiş. Zihnimdeki bu ses, daha önce adını bile duymadığım bir kitabı bana okuyordu. Kitabı o kadar çok araştırmıştım ki, kitabın yazarından daha çok şey biliyordum. Kitap tek nüshası vardı ve o tek nüshanın da nerede olduğu bilinmiyordu. Bir süre aramış olsam da bende bulamamış ve peşini bırakmıştım. Zaten artık bu sesle yaşamaya alışmıştım, kurtulamıyordum. Madem hikayesini dinleyecektim. Düşüncelerim Vedat’ın sesiyle tekrar bölündü. ‘Sayın Savcı.’ ‘Evet, Vedat,’ dedim kendimi toplayarak tüm dikkatimi Vedat’a vermeye çalıştım. ‘Engin Savcı, Lale Üneri dosyası için gizli bir tanık geldi,’ dedi Vedat. ‘İçeri alayım mı?’ ‘Gelsin,’ dedim derin bir nefes vererek. Laya Üneri, 32 yaşında iki çocuk annesi bir kadındı. Laya Üneri evinde ölü olarak bulunmuştu. Otopsi sonucuna göre kanında fazla miktarda ilaç bulunmuştu. Aile fertleri ve yakın çevresi tek tek sorgulanmış, telefonu, bilgisayarı ve arabasına kadar her türlü inceleme yapılmış olmasına rağmen katille ilgili tek bir iz bile çıkmamıştı. Dosya da her türlü iz intihar olarak geçmiş ve dosya intihar olarak kapatılmıştı. Ama şimdi Laya Üneri dosyasının üzerinden yıllar geçmesinin ardından bir adam, her şeyi gördüğünü ve gizli tanıklık yapmak istediğini dile getirerek polise başvurmuştu. Kapının tıklatılması ile önümde duran Laya Üneri dosyasından kafamı kaldırdım. ‘Gel,’ dedim. Orta yaşlarda bir adam yavaşça kapıyı açtı. Adam o kadar özenli ve şık giyinmişti ki, daha bu sabah tıraş olduğu bile belli oluyordu. Üzerindeki takım elbisesinin ütü izi Hala kıyafetinin üstündeydi sanki yıllardır beklediği bir buluşmaya gidercesine. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Saçlarının kenarları beyaz karlarla kaplanmış, gözlerinin çevresi tebessümün de kattığı çizgilerle katlanmıştı. Adamın hemen arkasından Vedat içeri girerek, “Ali Yılmaz, gizli tanık olmak için başvuran beyefendi” dedi bilgisayarın başına geçerken. “Buyurun Ali Bey,” dedim masamın önündeki sandalyelerden birini işaret ederek. Adam sandalyeye yerleştiğinde hafif bir tebessümle karşılık verdi. “Hazırsanız başlayalım.” “Tabii hazırım savcım,” dedi sakin ve güler yüzlü bir şekilde. “Olayın ne zaman ve nerede gerçekleştiğini hatırlıyor musunuz?” “15 Eylül 2022, saat 15.30 civarıydı. Torunlarımı okuldan almaya gitmiştim, parkta oturuyordum.” dedi. “Okula gittiyseniz parkta ne yapıyordunuz? Okulu ile park arasında yaklaşık 5-6 dakika var.” “Dersin bitmesine daha yarım saat varmış savcım, ben de parka gidip oturayım dedim ama olanlar oldu,” dedi Ali Yılmaz. Yüzündeki gülümseme solmuş, yerini başka bir insan için üzülen vicdan sahibi bir insan almıştı. “O güne dair hatırladıklarını anlatır mısınız?” “Ben o gün parkta otururken o adamcağız geldi,” dedi vah vah edercesine çıkan sesiyle. “Benim karşımdaki banka oturdu, telefonda oynamaya başladı. Sonra birini aradı, telefonun karşısındakine ‘Bu iş bitti artık, senden kurtuluyorum’ diye bağırıp çağırmaya başladı. Sonra sarı saçlı bir adam geldi, o da aynı adamcağız gibi gençti. ‘Kaya’ diye bağırıp bir anda belinden silahını çıkarıp iki el ateş etti. adam kanlar içinde yere yığılınca genç adam da korkup kaçtı.” “Bu kişi olabilir mi?” dedim, dosyadan çıkardığım bir fotoğrafı adamın önüne koyarak. Adam hiç beklemeden, “Hayır savcım, bu kişi değil,” dedi. “Peki bu kişi olabilir mi?” dedim, ikinci bir fotoğraf çıkarıp koydum adamın önüne. “Bu,” dedi Ali, “buydu. adamı vuran bu adamdı,” dedi. İkinci fotoğrafı önünden alıp ilk fotoğrafı tekrar önüne koydum. “Dikkatli bakalım Ali Bey,” dedim hafif iğneleyici bir sesle. “Büyük bir suçlama yapıyorsunuz.” “Eminim savcım,” dedi kararını yineleyerek. “İkinci fotoğraftaki adamdı. "Katkılarınız için teşekkürler” dedim kendimi geriye doğru çekerek sandalyeye yaslandım. Vedat, ne olduğunu anlayamamış bakışlarla yüzüme bakıyordu. "Vedat Bey, Ali Bey’i Fuat Savcı’ya yönlendirelim lütfen,” dedim Vedat’ın şaşkın bakışları altında. “Fuat Savcı, KAYA GÜNERİ dosyasına bizden daha hakim.” Kaya kısmını özellikle vurgulayarak söyledim. ‘Rica ederim savcım,’ dedi Ali Bey. ‘Başka bir şey yoksa ben çıkabilir miyim?’ ‘Başka bir şey yok, iyi günler,’ dedim gülerek. ‘Savcım, şey…’ Adam yavaş adımlarla odadan çıktıktan sonra Vedat merakına yenik düşmüştü. ‘Katil kimmiş?’ ‘Bir toprak solucanı’ dedim gülerek, tüm sinirlerim alt üst olmuştu. Adam gözünün önünü göremiyor, bizimkiler adamı tanık diye getiriyor. ‘Neymiş?’ dedi Vedat, kaşları yukarı kalkmış meraklı meraklı yüzüme bakıyordu. Dosyadan iki fotoğrafı da çıkarıp Vedat’a uzattım. ‘Solucan,’ dedim gülerek. ‘Söyle, Fatih Komiser’e yakalasın getirsin.’ ‘Ya ben zaten anlamıştım,’ dedi Vedat, yüzünde aydınlanma yaşamış bir hal vardı. ‘Adam koridorda saksıyla konuşuyordu.’ "Vedat,” dedim sert bir şekilde. ‘Adam sabahtan beri park diyor, silah diyor, benimle konuşuyor sana bakıyor, sen adamın problemini saksıdan mı anladın?’ “Şey… Savcım,” dedi Vedat kekeleyerek. "Sizin masanızda niye solucan resmi var?" ‘Tamam, uzatma Vedat,” dedim. “Fuat Savcı’ya durumu anlat. Ali Bey’in ifadesini, durumunu bilerek değerlendirsin." **** BEREN Beynim hala olanları sindirmeye çalışırken eve gelmiş, ılık bir duş almıştım. Saat öğlen vaktini geçmiş olmasına rağmen yapmadığım kahvaltımı yapmakla meşguldüm. Yüzsüzce Ayşen'in hazırladığı kahvaltı tabağını yerken göz ucuyla Ayşen'i süzüyordum. Sabah Ayşen'e kötü davranmıştım ve bir özrü hak ediyordu. Özür dilemekte zorlanacak bir şey yoktu; zor olan, kırıp döktükten sonra alay eder gibi özür dilemekti. 'Seni kırdım ama özür diliyorum' demek mi yoksa en baştan olayı anlatıp karşı tarafı dinlemek mi önemliydi? Benim her zaman yaptığım ikinci seçenek olurdu ama bu kitap meselesi ve son zamanlarda peşimi bırakmayan bu ses beynime oyun oynuyordu ve sanki her gün daha da kötü oluyordu. En sonunda kafamı önümdeki kahvaltı tabağından kaldırıp Ayşen'e baktım. 'Özür dilerim,' dedim derin bir nefes vererek, 'böyle bir olay yaşamak istemezdim. En baştan seni dinlemeliydim. Hatalıyım.' 'Olur mu hiç öyle şey Beren Hanım,' dedi Ayşen gülümseyerek, 'bunca zamandır yanınızdayım, bana bir kere yanlışınız olmadı. Bu da nazarlık olsun.' Ayşen haklıydı, şimdiye kadar hiç kavgamız olmamıştı. O bu evde her zaman ne yapacağını bilen, bende hiç bir şeye karışmayan kişi olmuştum. 'Di-vi-na-ti-on,' dedi bir anda Ayşen. 'Divination ne be?' dedim kaşlarımı yukarı kaldırarak. 'İç çamaşırında yazan marka,' dedi Ayşen yüzünde zafer kazanmış bir gülümsemeyle, 'mağazaya gidip sorun.' 'Kız Allah seni kahretmesin,' dedim çenem gülmekten çıkacakmış gibi hissediyordum, 'öyle mi söylenir o?' 'Elime yazdım işte öyle yazıyor,' dedi bana avucunu göstererek. 'İngilizce kelime o,' dedim gülerek, 'yazıldığı gibi söylenmiyor.' Mutfak tezgahındaki kalem kağıdı alıp Ayşen'in yanına oturdum. 'Bak, div-i-na-tion diye yazdın ya, div-i-ney-şın diye okuyacaksın.' 'Neyse ne canım sen gidiyon mu diveyşın'a?' dedi anlattığımı anlamış gibi cümle içinde kullanarak. 'Giderim,' dedim masadan kalkarak, imalı ve gülerek, 'diveyşın'a.' |
0% |