@bylavinia6
|
Oylarınızı ve güzel yorumlarınızı bekliyorummm🌺✨
Ve beklenenler, Neden hep vazgeçildikten sonra gelir? Oğuz Atay
İnsan sevdiğini görünce kulakları işitmez, dudakları konuşamaz, gözleri göremez hale gelirmiş. O dışında kimsenin sesini işitmez, kimseyle konuşmak istemez, gözleri o dışında kimseyi görmezmiş. Kalbindeki yeriyse hiç uğrayanı olmayan bir limana gelen gemi, kup kuru toprakta açan bir çiçek, karanlık sokakta yolunu aydınlatan yıldızlar gibiymiş. Onu gördüm. Okyanusu… O an her şey durdu. Zaman bile… her şey gitti sanki orada sadece o ve ben kaldık. Okyanus kadar hırçın ve derin mavileriyle bana bakıyordu. Bakmamalıydı. Hiç gelmemiş olmalıydı. Gelmeyeni unutmak kolaydı ama geleni… kolay mıydı gerçekten? Unutabilmiş miydim? Unutamamıştım ama şimdi hiç unutamazdım. Unutmazdım. “ Yeni yaşın için küçük bir hediye.” Diye kulağıma fısıldayan Eren’in sesiyle zorda olsa gözlerimi ondan ayırdım ve toparlandım. “ Bu ne demek oluyor?” diye bir soru sordum. Pastayı hala elinde tutmakta olan Eren’e. “ Herkes sana bakıyor önce pastanı kes sonra anlatırım.” Ne? Kaç dakikadır ona bakıyordum ki bu kadar dikkat çekmiştim. Gözlerimi etrafımda hızlıca gezdirdiğimde gerçekten çoğu kişinin anlamsız gözler eşliğinde sırayla bana ardından da ona baktıklarını fark ettim. Üstünde gezinen gözleri mutlaka fark etmiş olmalıydı. - Fark edilmeyecek gibi değildi ki- Çünkü neredeyse buradaki herkesin dikkatini çekmiştik. Peki o niye hala bana bakıyordu? O kim mi? “ Aras Aral Demiröz.”
****** Gecenin ilerleyen vakitlerinde yavaş yavaş herkes mekandan ayrılmaya başlamıştı. Gece boyunca hiçbir şeye odaklanamamış her bulduğum fırsatta ona bakmıştım. Gözlerimiz denk düştüğündeyse ilk kaçıran ben oluyordum. Şimdiyse oturduğum koltuktan onun camdan yansıyan bedenini izliyordum. Hiç değişmemişti. Aynı duruş, aynı tepki, aynı gülüş… hala çok güzel gülüyordu. Gözleri kısılıyor, çevresinde minik kırışıklar oluşuyordu. Gamzeleri en küçük gülüşünde bile meydana çıkıyordu. Önce inci gibi dişleri görünüyordu sonra sanki gülüşünü saklamak ister gibi dudaklarıyla örtüyor ve gülüşünü tebessüme çeviriyordu. Arkamdan omzuma dokunan elle onu izlemeyi yarıda kesmek zorunda kaldım. Oturduğum koltukta dikleştim ve kafamı gelen kişiye doğru çevirdim. “ Dora kaç kere seslendim abicim. Ne var dışarda bu kadar dikkatini çeken?” Gelen yıllar önce çok sevgili annemin beni terk ederken bırakmaya yüreğinin yetmediği biricik oğlu ve şimdiki kocasının kızıydı. Onları görmemle modum yerle bir olsa da çaktırmamaya çalıştım. Derin bir nefes aldım ve konuşmaya başladım. “ Hiçbir şey Çağrı.” Dedim isminin üstüne bastırarak. O benim abim değildi. Olamazdı. O abi olmayı hak eden bir insan değildi. “ Peki. Biz gidiyoruz sana da bir hoşça kal diyelim dedik.” Gözlerim yanında duran siyah saçlı bildiğim kadarıyla benden bir yaş küçük olan Arya’ya kaydı. Orta boylu, zayıf, beyaz tenli, güzel bir kızdı. Onun yerinde olmak ister miydim diye düşündüm bir an. Beni koruyup kollayan, sırlarımı paylaşabileceğim , birlikte gülebileceğim bir abim olsun ister miydim? İsterdim. Ama ben zaten bir abiye sahiptim. Eren… bana kardeş olmak için kan bağına gerek olmadığını ilk öğretenlerden biriydi. “ Abimi istiyorum!” “ Tamam söyle bana işte.” “ Ben kendi abimi istiyorum!” “Artık senin bir abin yok ama istersen ben senin abin olabilirim. Korurum seni. Birlikte oyun oynarız.” Aklıma gelen anıyla gözlerim Eren’e döndü. Kavga etmiştim o gün onunla. Hala gelecekler beni oradan kurtaracaklar sanıyordum. Onunsa ilk günden beri tek derdi bir abi gibi beni korumaktı. Yüzümde oluşan tebessümle kafamı iki yana salladım ve tekrar önüme döndüm. “Tamam, görüşürüz sonra.” Dedim isteksiz çıkmasına özen gösterdiğim bir sesle. Çağrı beni kendine çekip sıkıca sarıldı ve başımın üstüne bir öpücük kondurdu. Ardından ikisi de tekrar doğum günüm için iyi dileklerini sunup mekanın çıkışına doğru adımlamaya başlamışlardı. Onlar kapıdan çıkana kadar arkalarından bakmıştım. Senaryo yine aynıydı. Onlar gidiyordu, ben kalıyordum. Bugün yeterince yorulmuştum ve biraz hava almak benim için istek değil ihtiyaç haline gelmişti. Lidya’ya sahile gideceğimi söyleyip mekandan ayrıldım. Sahil bulunduğumuz yere yakın bir mesafedeydi. O yüzden arabayı kapının önünde bırakıp yavaş adımlarla yürümeye başladım. Yüzümde aptal bir gülümseme vardı. Sonunda gelmişti. Peki kalıcı mı gelmişti? Geçici geldiyse burada ne kadar kalacaktı? Ya da neden gelmişti? Yanında sevgilisi yoktu o neredeydi? Asıl soru hala onu uğruna ölecek kadar çok seviyor muydu? Aklımda deli sorularla sahile varmıştım. Denize doğru yaklaşıp kumların ıslak olmayan bir kısmına oturdum ve saçlarımı omzumun arkasına attım. Bacaklarımı kendime doğru çektim ve kollarımı bacaklarıma sarıp çenemi de dizlerimin üstüne koyarak manzarayı izlemeye başladım. Deniz bugün durgundu. Niye olmasındı ki zaten. O gelmişti. Tüm denizlerin, okyanusların tek kaynağı… bir insan başka bir insanın gözlerine aşık olur muydu? Oluyordu. Hem de öyle bir tutuluyordu ki ona o, onun tek yaşam kaynağı haline geliyordu . “ Bu sefer ne yapıyorsun burada?” diyen sesi duymamla kalbimin ritmi anında değişti. Çünkü o sesin sahibini çok iyi tanıyordu. Ne işi vardı burada? Kafamı ona doğru çevirdim. Ve kekelememeye çalışarak sorusunu yanıtladım. “ Hiç öyle hava alıyordum. Asıl senin burada ne işin var?” dedim. Tıpkı yıllar önce verdiğim cevap gibi. Verdiğim cevap karşısında dudağı hafifçe sağa doğru kıvrıldı. Hatırlıyordu o günü. Ellerini cebinden çıkarıp yanıma doğru adımladı ve sol tarafıma oturdu. Bir bacağını yere uzatıp diğerini kendine çekti. “ Ee görüşmeyeli ne yapıyorsun?” dedi mavilerini kahvelerime çevirerek. Seni düşünüyorum. “ Okulumu bitirdim. Artık resmi olarak bir doktorum.” Dedim büyük bir gururla. “ Biliyorum.” Kaşlarımı çattım. “ Nereden biliyorsun?” “ Abine sordum.” Demesiyle gözlerimi ondan çekip denize doğru çevirdim. Çağrı’yla Aral arkadaştı. Evleri karşı karşıyaydı ve aileleri birbiriyle yakındı. Onun yeni ailesiyle… İnsanlara onun benim abim olmadığını anlatabilmem için ne yapmalıydım acaba? Onun artık başka bir ailesi vardı. Ne?! Bir dakika bir dakika asıl takılmam gereken yer burası değil. Abine sordum mu? Aral beni Çağrı’ya mı sormuştu? Niye ? Tabii ki son soruyu ona sormadım. Kendimi zorda olsa tuttum ve onun yerine “Sevgilin nerede?” diye bir soru sordum. Derin bir nefes aldığını işittim. “ Hangi sevgilim?” Duyduklarım karşısında gözlerimi kocaman açmama engel olamadım ve “ kaç tane var?!” dedim abartılı bir ses tonuyla. Dediğime anlam verememiş olmalı ki bir an afalladı ardından kafasını ikiye sallayarak kendini açıklamaya başladı. “ Hayır, hayır. Yanlış anladın. Demek istediğim artık bir sevgilim olmadığıydı.” “OH!” deyip bacaklarımı ileriye doğru uzattım ve elbisemin uç tarafını düzelttim. Deniz artık eskisi gibi güzel gelmiyordu gözüme. Hele ki o yanımdayken. “ Oh mu?” Aral’ın sorduğu soruyla ellerim elbisemin ucunda öylece kalakaldım. Onu sesli mi söylemiştim ben. Ah, salak kafam ah! Küçük bir öksürükle boğazımı temizleyip hafifçe ona doğru döndüm. Bir kaşı kalkık sorgu dolu bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. “ Oh derken hani sen dedin ya “hangi sevgilim” ben sandım ki birden fazla sevgilin var. Almila’yı aldatıyorsun sandım o yüzden oh dedim yoksa bana ne kaç sevgilin var. Beni ilgilendirmez. Hem benim senin hayatına karışma hakkım yo…” “ Nefes al.” “ Ne?” Gülümseyerek “ konuşurken nefes alabilirsin ayrıca şaka yapıyordum.” dedi eğlenen bir ifadeyle. O diyene kadar nefes almadığımı hiç fark etmemiştim. Kafamı haklısın der gibi sallayıp önüme döndüm ve birkaç kere art arda nefes aldım. Yarım saat orada ikimizde hiç konuşmadan oturduk. Kolumdaki saate baktığımda saatin epey geç olduğunu fark ettim. Erengil mekanda beni bekliyor olmalılardı. Oturduğum yerden yavaşça kalktım. “ saat epey geç olmuş gitsem iyi olacak. Sonra görüşürüz.” Bir an dediğimi düşündüm. Görüşürüz mü? Daha adamın niye döndüğünü bilmiyordum. Ama tekrar görüşüp görüşmemekten bahsediyordum. Offf. Hemen lafımı düzelttim. “Tabii Türkiye de olursan.” Başka bir şey deyip kendimi daha da rezil etmeden arkamı dönüp ilerlemeye başladım. “ Almila’yı aldatmadım.” Diyen sesiyle adımlarım durdu. “ Ara vermek istedi. Bende karar vermesini istedim. Ya bitirecektik ya da devam edecektik. O da cevap vermedi. Artık Londra da kalacak bir sebebim yoktu bende Türkiye’ye döndüm… Kalıcı olarak.” Cevap vermemek birine verilebilecek en acı cevaptı galiba. Eğer bitirmek istese belki o kadar acıtmazdı çünkü onun duygularından emin olabilirdi. Ama şimdi… o emin olamama duygusu… Bunları bana neden anlattığını bilmesem de sebepsiz yere mutlu olmuştum. Anlatmak zorunda değildi ama orada oturduğumuz sürece ne düşündüyse bana söylemesinde sakınca görmemişti. Bana güvenmişti. Ya da ben abartıyordum. Belki de herkese söylüyordu. Her neyse… Vücudumu tamamen ona doğru çevirdiğimde onun da ayağa kalmış olduğunu ve bana baktığını fark ettim. Gülümsedim. Hem de otuz iki diş . “ Hoş geldin o zaman Okyanus.”
****** Yüzümde hala o aptal sırıtış mevcuttu. Kalbim gereksiz bir heyecan içindeydi. Peki karnımda hissettiğim bu kıpır kıpır şeyler de neydi? Ne diyordu insanlar buna kelebekler mi? Hayır, hayır. Benim karnımdakiler olsa olsa yakamozlar olurdu. Çünkü yakamozlar uyarıldıklarında ışık saçarlardı. Bende sadece onu görünce ışık saçıyordum. Mekana tekrar geri gelmiş ve çantamı almak için içeriye girmiştim. Kapıyı açtığımda gördüklerim karşısında kaşlarım çatıldı. Eren hararetli bir şekilde kızın biriyle konuşuyordu. Adımlarımı onların yanına doğru çevirip ayakta dikilen Lidya’nın yanına gittim. “ Seren bizim bir ilişkimiz var!” “ Hangi ilişki Eren. Sadece bir haftadır konuşuyoruz.” Eren sessizce “ o kadar oldu mu ya? İyi dayanmışım. Benim için çok fazla bir süre bir hafta.” Diye mırıldandı. “ İşte bak uzun süredir konuşuyoruz bunu ciddi bir ilişkiye çevirmeyelim mi?” “ Çevirmeyelim.” Deyip gitmeye yeltenen Seren’in kolunu Eren tutup nazikçe kendine çevirdi. Ona bıkkınlıkla bakan gözlerin tam içine kararlılıkla baktı. “ Seren biz ayrılamayız!” Seren daha fazla dayanamamış ve “ Niye ya? Niye ? bana sadece bir tek mantıklı cevap vermeni istiyorum!” diye bağırarak tüm mekanı sesiyle inletmişti. Buna karşılık Eren de aynı ses tonuyla, “ Çünkü ben hamileyim!” dedi. Hepimiz duyduklarımız karşısında gözlerini kocaman açmış inanamaz gözlerle Eren’e bakıyorduk. Ben ve Seren’in dilinden başka bir bahane bulamadın mı dercesine “ne?” sözcüğü döküldü. Ama asıl şaşırdığım Eren’in bahanesi değil Lidya’nın buna tepkisi olmuştu. Ellerini ağzına götürmüş ve “kimden?!” diye saçma bir soru sormuştu. Bir şoku atlatmadan başka bir şok yaşıyordum. Allah’ım şu yola çıktığım arkadaşlarıma bir bak! Lidya’nın bu tepkisine karşı Eren bile gerçekten mi? der gibi bakmıştı. Aramızda uzun bir süre sessizlik oluşmuştu. “ gerçekten mantıklı cevabın bu mu? ben gidiyorum!” Seren kafasını iki yana sallayarak arkasından bağıran Eren’i umursamadan mekanın çıkışına doğru hızlı adımlarla ilerledi ve zaman kaybetmeden çıkıp gitti. “ Aman be gidersen git ben Ferdi Kadıoğlu’nun Fener’den gidişini izlemişim senin gidişini mi izleyemeyeceğim?!” Seren’in ardından bakakalan Eren’in boynuna arkadan tek kolumu sarıp dikkatini bana vermesini sağladım. “ Hamileyim ne lan? İnsan seni seviyorum falan der.” “ Ne bileyim kızım ben aklıma ilk gelen şeyi söyledim. Filmlerde hep böyle oluyor.” “ Filmlerde kadınlar söylüyor.” Kafasını çevirip mantıklı der gibi kafasını aşağı yukarı salladı. “Ama boşver asıl üzülmemiz gereken konu farklı.” dedim dertli bir sesle. “ Neymiş o ?” Gözlerimi gözlerine çevirip dudaklarımı büzdüm. “ Ferdi Kadıoğlu.” “ Ah ahh, Yaktın bizi Ferdi!” Daha fazla dayanamadım ve ayaklarımı yere indirdim. Boyu uzun olduğu için ayağımı bir tık kaldırmak zorunda kalıyordum ve bu da bacaklarımın ağrımasına neden oluyordu. Kolumu boynundan çözüp koluna sardım. “ şimdi anlamadım ben sen hamile misin?” deyip Eren’in diğer koluna kolunu saran Lidya’ya Eren’le mala bakar gibi baktık. “ kızım sen harbiden malsın! Ben nasıl hamile olayım?” “ Ee niye o zaman hamileyim dedin?” “ Seren gitmesin diye dedim onu. Hem sen benim her dediğime inanıyor musun?” “ İnanmamalı mıyım?” “ İnanma! Bir erkeğe sakın güvenme. Bu ben olsam da!” Son dediğini bana bakarak söylemişti. Ona bakmıyordum ama bakışlarını üzerimde hissediyordum. Niye öyle demişti ki? Sonuçta her erkek aynı değildi. Değil mi? ****** Mekandan çıktıktan sonra hepimiz eve gelmiştik. Lidya ve Eren eve girmişlerdi ama ben hala arabanın içindeydim. Dakikalardır evin önünde kutuyla bakışıp duruyordum. Bir yanım açmak istiyor diğer yanımsa açmamam gerektiğini söylüyordu. Korkuyordum bugün ki büyünün bu kutuyla bozulmasından. Belki de yarın açmalıydım. Peki ben buna dayanabilir miydim? Eminim ki bu kutuyu açmadan gece uyuyamazdım. Elime yan koltukta ki kutuyu da alıp arabadan indim. Çantamdan çıkardığım anahtarla kapıyı açıp içeriye girdim. Dresuara çantamı ve anahtarımı koyup girişin hemen solunda bulunan salona doğru ilerledim. Ortalıkta kimse görünmüyordu büyük ihtimal odalarına çıkmışlardı. Orta sehpaya kutuyu bırakıp ayakkabılarımı çıkardım ve koltuğa ayağımın birini altıma alarak oturdum. Kolumdaki siyah tokayla da saçlarımı toplayıp kutuya uzandım. Kutuyu dizlerimin üstüne koyup yavaşça kapağını açtım. Kutuda dikkatimi çeken ilk şey bir bebek olmuştu. Ama bu sıradan bir bebek değildi. Küçükken ağlaya ağlaya babama aldırdığım Prenses Merida bebeğiydi. Şaşkınlıkla beraber bebeği kutudan çıkardım. Bebeğin üstüne yapıştırılmış bir not vardı. “ her daim cesur ve mücadeleci ol benim güzel Merida’m .” Babam bana hep Merida derdi. Tıpkı onun gibi cesur olmamı isterdi. Gözlerim hemen dolmuştu. Galiba geçmişim en büyük yaramdı. Ve öyle de kalacaktı. İnsanlar unut gitsin geçmişte kaldı derlerdi hep. Ama geçmiyordu. Geçen zamandı çektiğim acı değil. Peki zaman unutturuyor muydu? Unutturmuyordu. Zaman ne unuttururdu ne de geçirirdi. Sadece alıştırırdı. Bebeğe yeterince baktıktan sonra koltuğa yanıma koyup kutuyu incelemeye devam ettim. Bir zarf vardı oldukça yeni gözüküyordu. En fazla iki gün önce alınmış olmalıydı. Zarfı elime alıp önünü çevirdim. “Kızım Adin’e” yazıyordu. Bana şimdiye kadar sadece babam Adin diye seslenirdi. Kimsenin bana böyle seslenmesinden hoşlanmazdım. Hatta çoğu yeni tanıştığım insanlar söylemezdim bile. Babamı da ne kadar bu konu da uyarsam da umursamaz hep Adin derdi. Yavaş hareketlerle zarfı açtım. Zarfın içinden bir kağıt bir de unicornlu ucundan pembe saçlar uzanan bir toka çıkmıştı. Tokayı sonra düşünmeye karar verip mektubu okumaya başladım.
“Adin’im, Güzel kızım iyi ki doğdun. İyi ki varsın. Bana iyi ki dedirttiğin her şey için sana minnettarım. Bu mektubu yeni yaşına dakikalar kala yazıyorum. Kalemi tutmakta güçlük çeksem de… çünkü artık bazı şeyleri öğrenmen gerek. Şimdiye kadar sana hep yaşından büyük yükler yükleyip bunları kaldırmanı istedim. Biliyorum caniceydi. Ama inan eğer yapabileceğine inancım olmasa hiçbirinin gerçekleşmesine izin vermezdim. Canım pahasına engel olurdum. Ve inan isterdim ki her yeni yaşına birlikte girelim. Yaralarını birlikte saralım. Ama olmadı. Olduramadım. Hastalığımı ilk sen sekiz yaşındayken öğrendim. Yani öğrendik. Bunu öğrendiğimde annen vardı yanımda. Doktor uzun bir tedavi süreci olan, hızlı ilerleyen bir hastalık olduğunu ve bir gün yatalak olma ihtimalimin olduğunu söylemişti. Doktorun bundan sonra dedikleri annen için önemli değildi. Onun için önemli olan tek yer benim yatalak olma ihtimalimdi. Annen hiçbir zaman beni ben olduğum için sevmedi. Farkındaydım ama görmezden geldim. Bazen böyle yapmak gerekir çünkü. Kendini kandırmak ya da her ne denirse onun için. Bir sabah kalktığımda annenin olması gerektiği yerde sadece bir not kağıdı vardı. Annenin bizi terk etmeden önce yazdığı not… bunun bir gün gerçekleşeceğine emindim. Sadece zamanını bekliyordum. Giderken yanında abini de götürmüştü. Onu bulmam gerekiyordu. Abin için. Polise gitmek gerekiyorsa polise gidecek sokak sokak aranması gerekiyorsa arayacaktım. Ama yapamadım. Onu bulup geri getirsem ne yapacaktım. Hangi parayla ya da halle bakacaktım? Hastalığımın ne kadar hızlı ilerlediğini bilmiyordum. Sadece hızlı ilerlediğini biliyordum. Günler geçti. Artık ne sen eskisi kadar onları sorar ne de ben onları düşünecek kadar iyi durumda değildim. Uzun ama saçma düşüncelerimin ardından seni yetimhaneye bırakmaya karar verdim. Benim sonum zaten kötüydü. Seninki olmasın istedim. Benim gün geçtikçe ölmemi izleme istedim. Ama senin orada gün geçtikçe öldüğünden bir haberdim ta ki sen benim uyuduğumu sanıp anlatana kadar. Sonra belirli aralıklarla hep uyuyor numarası yaptım. Sırf sen bana bir şeyler anlat diye. Yoksa senin geleceğin her günün gecesi heyecanlanan kalbimi duysan bana acırdın. Lafın özü ve kısası seni oraya senin iyiliğin için bıraktım. En azından benim açımdan böyleydi. Seni emanet edebileceğim tek yer orasıydı. Biz iki kimsesizdik. Ama şimdi senin küçükte olsa bir ailen var. Eren ve Lidya… onlara her daim minnettar olacağım. Benim minik Merida’ma sahip çıktıkları için. bundan sonra yazacaklarımı nasıl anlatmam gerektiğimi bilmiyorum ve bu yüzden direk yazacağım. Kızım, ölmek istiyorum. Senin elinden. Evet bunu seni yapmanı istiyorum. Artık acılarım katlanılmaz bir hal aldı. Doktor söylemiyor ama biliyorum tedavi işe yaramıyor. Acı çekerek ölmektense senin şifa veren ellerinde ölmek isterim. Ve eğer bu isteğimi fazla görürsen bir daha yanıma gelme. Çünkü seni gördüğüm her an zaten acı çekiyorum ama bir türlü ölemiyorum ve bu gerçeğinden daha acı verici. Seninle her daim gurur duydum. Bana ilk beyaz önlüğünü gösterdiğin günkü heyecanın dün gibi aklımda. Hep o günkü gibi mutlu ol. Çevrende seni her daim mutlu edecekler olsun. Seni seviyorum. Ve evet hala Dünya’nın tavanı kadar. NOT: küçükken annen sana sinirlenip benim sevmeye kıyamadığım o güzel saçlarını kesmişti. Hatırlıyor musun? O zaman ban ne demiştin peki onu hatırlıyor musun? “ Baba bana unicornlu toka alır mısın? o boynuzuyla sihir yapıp saçımı uzatır. Uzadığında da ona teşekkür etmek için saçıma takarım. Ha? Ne dersin?” Aldım kızım ama şaçlarını uzatan unicornun sihri değil zamandı. Bu Dünyada acıma duygusuna sahip olmayan tek varlık. Yanıma geldiğin ilk gün dikkatimi çeken tek şey saçlarındı. Tek bir telinin bile uzadığını göremediğim saçların… Bunu o gün bir hemşireden rica edip aldırmıştım. Yanında hiçbir zaman bedenen olamadım. Ne bir ödül töreninde ne de bir özel gününde. Ama şunu bil ki aklımda da zikrimde de tek sen vardın kızım. Seni seviyorum. Ve evet hala Dünya’nın tavanı kadar.
Sadece var olmaktan İbaret olan babandan…”
|
0% |