@dvisal
|
“Asil, ben...” dedim zorlukla ama sözümü kesti. “Kaçmanın sana zarar verdiğini görmüyor musun? Kaçma bu kadar... Çünkü sen kaçarken kaçırdıklarının farkında bile değilsin. İnsanlardan bir habersin.” Tekrar sırtını döndü bana ve arabasına doğru, çiseleyen yağmurun altında, ellerini ceplerine atıp ilerledi. Ben de gidişini izlediğim sırtların arasına bir yenisini daha ekledim yanaklarıma firar eden yaşlarla.
...
Bakmak başka, görmek başka. Kimse, kimseye sadece bir göz ucuyla bakarak; yandığı yangınları, geçtiği dikenli yolları, yüreğinde ağırladıklarını anlayamaz ama düşünmeden, hiçbir sınır çizgisi çizmeden de yargılar insanoğlu. Acı çekenin yalnızca kendisi olduğuna inandığından. Gözlerindeki yıkımı gördüğümde fark ettim ve o çöküntünün altında kaldım bu akşam da. Yakıyor ve küle çeviriyordu hissettiğim vicdan azabı bedenimi. Uzandığım koltukta, yanımdaki kitaplar ve ders notlarıyla tavanı izliyordum saatlerdir. Baktığım tavanda bile bakışları vardı, söyledikleri yazılıydı. Benim babam gözümün önünde annemin canını aldı da ben senin kadar ölmeyi istemedim. Hayat herkese aynı şekilde davranmıyordu. Herkesi farklı bir yerden vuruyordu ve ben küçük bir çocukmuşum gibi onun hiçbir şey yaşamadığını, zorluk çekmediğini haykırmıştım yüzüne. Ben daha ölümünü bile görmediğim halamın ölümünü kaldıramazken o... Öyle büyük bir vicdan azabının altında eziliyordu ki ruhum, onu merak ediyordum deli gibi. Her bir detayı yankılanıyordu aklımda. Nasıl yapabilmişti babası, nasıl almıştı annesinin canını, peki ya onun ne kadar yanmıştı canı? Kaç yaşında omuzlarının üzerine koymuştu böyle ağır bir yükü? Taşıyabiliyor muydu, dışardan gösterdiği gibi? İki gün önce, o verandadan gitmiş ve bir daha da gelmemişti. En ufak bir mesaj, arama veya haber yoktu. Okula gittiğimde Yavuz’a sormuştum ama bilmediğinden, ara sıra bu şekilde ortalıktan kaybolduğundan ve çok geçirmeden yine döneceğinden bahsetmişti. Daha da sormaya yüreğim varmamıştı zaten. Benim yüzümden gitmişti ve belki de Yavuz’un dediğinin aksine bir daha dönmeyecekti. Ayrıca gittiğinden beri hiçbir şey yapamamıştım. Verandadaki masanın üzerinde kalmıştı her şey, aklım da... Bir keşkem daha vardı artık. Zil çaldığında tavana odaklanmış gözlerim kapının olduğu tarafa çevrildi ve hızla ayağa kalktım. Başım dönse de beklemeyip, koşarak kapının önüne ilerledim ve kapıyı Asil’ görme umuduyla hızla açtım ama Asil değil, Meyra vardı karşımda. İfadem bozguna uğrarken duraksadım. “Çat diye geldim ama... Müsaitsindir umarım.” Mahcup bir hâlde söyledikleri karşısında “Müsaitim tabii, gel.” diyerek kenara çekildim ve kapıyı daha çok açtım. İçeri girdiği an bunalmış gibi üzerine giydiği kalın ceketi oflayarak anında çıkardı. Bir yandan da İstanbul trafiği ile kavga ediyordu. Yüzüme baktığında ceketi elinden alıp portmantoya astım. Elinde tuttuğu kocaman bir poşeti salondaki sehpanın üzerine bıraktı sertçe. “Sağa döneceksin madem, solda ne bok işin var? Lavuk!” derken lavuk kısmını çok içten bir şekilde söylemesine karşılık kaşlarımın havalanmasını önleyememiştim. Hareketleri anında durduğunda eğildiği poşetten doğruldu ve gözlerime bakmaya başladı. “Of Elzem, çok sinirliyim. Burada buldum kendimi bir anda. Tatlı almaya çıkmıştım, sana da getirdim. İyi yapmış mıyım?” Kendimi tutamayıp gülmeye başladım istemsizce. “İyi yapmışsın. Ayrıca trafikte herkes bir garip zaten...” “Ay değil mi yaa! Tekme tokat girişmek istiyorum bazılarına da, çay demleyelim mi varsa eğer? Ben bir sürü tatlı aldım hepsinden canım çekti diye. Kuru kuruya gitmez bunlar. Hem... Sana anlatacağım dediğim konu var.” Dudaklarımı ıslatıp olduğum yerden mutfağa yönelirken, “Var var. Hemen hazırlıyorum şimdi.” dediğim an heyecanla başını salladı. Mutfağa giriyordum ki koltuğa fırlattığım kitap, defter ve karman çorman kağıtların önüne gidip düzenlemeye başladığı an olduğum yerde durdum. “Meyra hiç uğraşma. Ben biraz dağınık çalışırım...” “Ben de tam tersiyim... Gözüme takılır bunlar benim burada. Ayrıca elime mi yapışacak.” derken hızlı hareketlerle toparlamaya başlamasını izledim bütün kitapları ama yine bir gariplik vardı sanki üzerinde. “Meyra neyin var senin?” dedim beklemeden. “Anlatacağım gerçekten ama çay içmek istiyorum...” diye söylediğinde kaşlarım bir kez daha havalandı. Ardından mutfağa geçtim. Su ısıtıcısının içerisine bir miktar su koyup çay paketini çıkardım ve ellerimi tezgâha yasladım. Suyun kaynaması için beklediğim sıra Meyra’ya döndüm ve aklımı bulandıran o soruyu belki biliyordur umuduyla dışarı döktüm. “Asil’den haberin var mı Meyra?” Kitaplarıma bakarken “Bilmiyorum ki... Aradım geçen gün ama ulaşamadım. Kafa dinlemeye gitmiştir yine. Döner yakında.” dediğinde dudaklarımı yemeye başlamıştım. Neden bilmiyor ve merak etmiyorlardı ki nerede olduğunu? Benim yakın arkadaşım olsa ve birden ortalıktan yok olsa ben nerede olduğunu bulmak için uğraşırdım ama Meyra ve Yavuz bundan çok farklı davranıyorlardı. Kafa dinlemeye gitmiştir yine demişti. Asil, ara sıra bu şekilde ortadan yok mu oluyordu yani gerçekten de Yavuz’un dediği gibi? Peki bundan Ayza ve Erdem’in de mi haberi yoktu? Eğer yarın da gelmezse onlara da soracaktım. Aramayı deneyebilirsin mesela Elzem... Bu devirdeki insanlar öyle yapıyor şu an. Aramaya yüzüm yoktu ve ben Asil’i aramaya asla cesaret edemezdim. O sırada su kaynadığı için yaslandığım yerden çekildim ve çayı demledim dediği gibi. Elime aldığım tabaklar ve çatal bıçakla içeri geçtiğimde “Hazır olur birazdan...” demiştim ki ağzım beş karış açık kalmıştı. Sadece ikimiz için yedi çeşit tatlı mı alıp getirmişti bu kız? Çikolata parçalı olan kurabiyeden büyük bir ısırık alıp, sanki çok normalmiş gibi yüzüme bakmaya başlamıştı oturduğu koltuktan doğru. “Meyra bunlar biraz fazla değil mi?” “Bilmem ki fazla mı?” Başımı sağa eğerek salladığım an dondu ve yemeği bıraktı. Ayağa kalkıp elimdeki tabakları da elimden aldığında sehpanın üzerine koyup servis açtı ve ellerimden yakalayarak beni yanına oturttu. Gözlerim merakla yüzünde gezinirken “Ayza’ya haber verdin mi? O da gelsin.” dediğimde “Yok bugün olmaz!” demişti. Kaşlarım çatılırken nedenini anlamaya çalıştım ama bulamamıştım. Sorgulayan ifademe karşılık avcuna koyduğu elinde parmaklarıyla oynamaya başladığında “Yani ona daha söyleyemedim...” dedi. “Neyi söyleyemedin? Meyra gerçekten neyin var senin?” Dolu gözleri bir anda yüzüme kalktığında bir elimi de elinin içine alıp karnına yasladı. Hamile! O gün başı dönmüştü çünkü hamileliğinin etkisiydi. Bu kadar tatlıyı bir anda canı isteyebilmişti çünkü hamileydi! Gözlerim ve ağzım kocaman açılırken bakakaldım yüzüne. “Sen...” “Hamileyim ben... Dört haftalık.” Ne diyeceğimi bilmiyordum, ne tepki vermem gerektiğini bilmiyordum. Barçın’la sevgili olduklarını da bu yüzden söyleme ihtiyacı hissetmişti belki de. “Barçın’a söyledin mi?” Başını iki yana salladı. “İlk kez sana söyledim. Barçın, Ayza, Erdem ya da Asil’e söylemedim hâlâ.” Daha üç gün önce tanıştığı benimle mi paylaşmıştı bu bilgiyi? İçime çok garip bir mutluluk doldu o an. Sımsıkı sarılmak istedim ona ama adım atamadım. “Neden en azından Barçın’a söylemedin?” diye sordum sarılamayıp ellerini tutmaya cesaret ettiğim sıra. O da geri çevirmeyip sımsıkı tutunmuştu ellerime. Gözlerindeki doluluk artarken, “Çok korkuyorum Elzem... Mesleğimizi biliyorsun ikimizin de. Yani bu kadar tehlikenin içerisinde bir çocuk dünyaya getirmek akıl işi mi sence? Ya başına bir şey gelirse biz istemeden? Ya da o böyle bir hayatın içerisine doğmak istemezse, suçlarsa bizi?” dediğinde sağ gözünden aşağı bir yaş yuvarlandı. “Eğer ben bu bebeği Barçın’a söylersem, eminim Barçın bebeği çok ister... Ama bu bebeği tehlikenin içerisine doğurmak istemiyorum. Sadece tehlike de değil, ben bebek için çalışmasam bile Barçın çalışacak. Bu da birçok gece yanımda olamayacağı anlamına geliyor... Kendim nasıl başa çıkacağım?” Düşündüklerinin bu kadar ayrıntı ve çocuğun mutluluğuna odaklı olmasına karşı gülümsedim en sıcak şekilde. “Bunları düşünüyor olman bile çok iyi bir anne olacağını gösteriyor Meyra. Eğer bu bebeği istiyorsan, korkma. Hem bu kadar tehlikenin içine geldi diye sen koruyup kollamayacak mısın onu? Barçın dediğine göre onun canının yanmasına da izin vermez bebeği isteyeceği gibi. Bebeği istiyor musun?” dediğim anda, “Tabii ki de istiyorum!” demiş ve hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Tatlı poşetinin içine koyulmuş peçetelerden birkaçını alıp ona uzattığımda gözlerini ve burnunu sildi. “Asil ve Ayza’nın ablası var mesela, Ayliz abla. Onun da üç yaşında kızı var ve eşi, Meriç abi asker olduğundan bu sorunu çok yaşadılar... Kendisi de kadın doğum uzmanı gerçi ama günün belli saatlerinde uzun süredir hastası olan kişilerle ilgilenip dönüyor evine. Yine de buna rağmen çok mutlular...” Ha? Asil’in ablası mı vardı bir de? Onun yanında da üç yaşında bir yeğeni varmış Elzem... “Asil’le Ayza’nın ablası mı vardı?” dediğimde hızla başını salladı. “Evet. Tanıştırır Asil zaten seni onunla çünkü yakında Meriç abinin görevi varmış sanırım. Ayliz abla, Ela ile birkaç gün için buraya geleceğini söylemiş Ayza’ya.” Ela, yeğeni olmalıydı. “Peki Asil gelir mi o zamana?” Aklım yine ona kaymıştı... Neredeydi acaba? “Ya Asil kafa toplamak için il dışına çıkıyor. Telefonunu falan kapatıyor hatta. Ben de geçen akşam aradığımda anladım yine gittiğini. Yoksa asla kapatmaz telefonunu Asil. Bir hafta içerisinde geri döner büyük ihtimalle çünkü biliyorsun, görev var.” Kelimenin tam anlamıyla bakakaldım ve sustum. Bir hafta boyunca hiç gelmeyecek miydi gerçekten? Hem de benim yüzümden... Meyra’nın konusunu istemeden de olsa dağıttığımı hissederek, “Asil’in ablası ve eşi bu dengeyi sağlamışsa siz neden yapamayacaksınız ki? Ben senin çok iyi bir anne olacağına adım kadar eminim.” diye devam ettiğimde kocaman gülümsemişti. Bir anda ellerimi bırakıp boynuma sarıldığında ellerim havada bir hâlde donup kaldım... Gözlerim doldu. Ardından daha fazla beklemeyip bende sarıldım ona. “Çok teşekkür ederim. Gerçekten o kadar hafiflemiş hissediyorum ki şu an... En kısa zamanda diğerlerine de söyleyeceğim.” Sırtını sıvazlarken güldüm istemsizce ve gözlerime biriken yaşları diğer elimle sildim. Halam gittiğinden beri kimseye sarılmamıştım böyle sıkı sıkı... Gittiğinden beri bambaşkaydı her şey çünkü. Gözlerim çiçeklerinin ardında kalan pencereden dışarı, gökyüzüne çevrildi. Yıldızlar parlıyordu birer birer.
...
Gözlerimden akan yaşlar boynumu bulurken isminin yazılı olduğu taşı okşadım biraz daha. “Sen bana kaçma, korkma dedin ama ben hâlâ kaçıyorum hala...” Avuçlarımı gözlerime bastırarak sildim. “Asil gitmeden önce kaçarken kaçırdıklarımın farkında olmadığımı söyledi.” Bakışlarım kucağıma düşerken sesi yankılandı kulaklarımda. Başımı iki yana sallayıp “Çok canım yandı...” diye inledim acıyla. Derin derin nefesler alıp verirken biraz olsun sakinleştiğimde bakışlarım tüm mezarlıkta gezindi. Çok sessiz ve soğuktu ve ben daha fazla burada kalırsam eğer hasta olacaktım. Döndüğünde dedikleri umurumda olmamış gibi hasta etmiş şekilde olmak istemiyordum. Olduğum yerden doğru toprağına ektiğim çiçeklere dokundum. Bu kışta solacaklarını bile bile çiçek ekiyordum mezarına. Çünkü burası hiç ona benzemiyordu. “Söz, en kısa zamanda yine geleceğim.” derken mezar taşındaki isminin üzerine dokundum son defa. Yanaklarım ve boynumdaki göz yaşlarını silip kalktım oturduğum yerden. Yine çiçeklerini taşıdığım poşeti ve su şişelerini alıp arabaya doğru ilerledim. Bugün sadece evden değil, bir çiçekçiden aldığım çiçekleri de ekmiştim. Botlarım, çamura dönen toprakta attığım her adımda biraz daha içeri gömülürken yavaş adımlarla mezarlığın çıkışına doğru ilerledi adımlarım. Arabaya bindiğim an başımı koltuğa yasladım. En son ilacı aldığım gün uyumuş, bir daha da yatağa girememiştim. Bugün tam bir hafta olmuştu ama dönmemişti. Hâlâ en ufak bir iz bile yoktu. Meyra’dan, Ayza ve Erdem’in telefon numaralarını almış, ikisini de arayıp sormuştum ancak Ayza bilmiyor, Erdem ise onun haberi olmadan söylerse eğer sıkıntı olabileceğini söylüyordu. Sadece Erdem’e söylemişti nereye gittiğini, kız kardeşine bile değil... Ne kadar içten güvendiğini anlamıştım bir kez daha. Erdem’i söylemediği için suçlayamıyordum. Hayatına yeni girmiş birisi olarak buna hakkım yoktu. O, doğru olanı yapıyordu. Başımı yasladığım yerden çekip mezarlıktan uzaklaştım. Akşamdı ve hava kararmıştı ama yıldız yoktu havada çünkü bugün İstanbul’un üzerine kar yağıyordu. Önceki gün yağmur yağdığı için hiçbir yer karla kaplanmamıştı ama en azından yere düşüşünü izleyebilmiştim pencerenin ardından. Karanlık yolda sokak lambalarının ışığı sıra sıra yansıyordu yüzüme. Dakikalar geçip gittiğinde yine o beyaz evin önündeydim. Yanımdaki koltuğa koyduğum siyah poşeti alıp park ettiğim arabadan çıktım dışarıya. Kar taneleri saçlarıma tutunuyor ve eriyip gidiyordu. Çocukken eldivenimin üzerine düşer, ben de eriyip gitmeden hemen önce şeklini görmeye çalışırdım ama hiçbir zaman göremezdim. Derin bir nefes alıp verirken demir kapıyı açıp içeriye geçtiğimde evin ılık havası yüzüme dolandı. Üzerimdeki montu çıkarıp portmantoya astım ve odama çıktım. Kıyafetlerimin her birinden kurtulup duşa girdiğimde sıcak su tüm vücudumun üzerinden akıp gitti. Elimde artık bir sargı yoktu çünkü dün okul çıkışı Yavuz beni hastaneye götürmüştü ve dikişlerim alınmıştı. Sızısını da hissetmiyordum artık ama elimde izler kalmıştı. Avuç içlerim pürüzsüz değildi artık. Tenimi tatmin olana kadar keseledim sertçe ve bornozuma sarılarak çıktım duştan. Daha iyi hissediyordum. Siyah bol bir pijama altı ve beyaz bir askılı geçirdim üzerime. Aynanın karşısına geçip saçlarımı kuruturken yüzümde gezindi gözlerim. Göz altlarımın altında mor halkalarım vardı. Kemikli yüzümde yanaklarım içe göçmüş görünüyordu. Daha da zayıfladığımı hissediyordum. Halam bu halimi görse suratımın kaşık kadar kaldığını söyleyip eminim kızardı bana ama sonra kıyamaz, sarılırdı. Bir sürü de yemek yapardı. Makineyi durdurup saçlarımı taradığımda odadan çıktım ve portmantonun yanına bıraktığım siyah poşete ilerledim. Mutfağa gidip içerisinden çıkardığım beyaz şarap şişesini tezgâha bıraktım. Dolapların içerisinden elime gelen ilk kadehi ve şarabı alıp salondaki sehpanın üzerine bıraktığımda koltuğa değil, halının üzerine oturmuştum. Kadehi şarap ile doldurup sırtımı koltuğa yasladığımda bacaklarımı masanın altına doğru uzattım. Şaraptan aldığım yudumu yuttuğum an bedenimde elektrik çarpmış gibi bir titreme oldu. Bu defa ne kadar içersem içeyim, kusmazdım sanırım çünkü buzluğa benim için konmuş börekleri yemiştim bu akşam. Sonrası... Mezarlıkta, yanında bulmuştum kendimi. Gidişi öyle yoruyordu ki ruhumu; bir nezarethanenin demir parmaklıklarını andıran, göğüs kafesi denmiş kemik yığınının ortasındaki organı söküp atmak istiyordum bazen. Sebebi sanki yalnızca orasıymış gibi... Sebep bendim, zihnimdi, atlatamıyor oluşumdu. Bazen gidenin dönüşü olmaz, arda kalmak zorunda kalırsın küçüğüm. Bazen... Bazen öyle olur işte. Zorundalık olur bazı şeyler. Katlanılan olur, bükülüp kalırsın acının altında ve sonuç: yok olursun. Leyla Saral, tam şu demir kapının önüne bırakmıştı mesela beni ve dönmemişti asla geriye. Akif Saral zaten hiç gelmemişti ki. Kesilen bileklerim olmuştu işte benim, sol bileğim. Gözlerimi sol bileğime çevirdim. İz vardı orada da avuç içlerimde olduğu gibi. Nasıl bu kadar pürüzlü ve kirli olmayı başarabilmiştim? Halam bile çok ağlamıştı o gün ama Leyla Saral Ankara’ya, beni çıkardığı eve gitmişti. Yok mu oluyorum yani ben? Asil’in yaşa dediği bu beden yaşasa bile, ruhu yaşamadığında ne anlamı kalırdı? Bir boşluğun içinden var oluruz ve yok oluruz aynı boşluğa. Biten kadeh tekrar doldu. Gelmiyordu madem, sarhoş olup sızıp kalırdım, dinlenirdim ben de bir geceliğine. Zaten bu şişeyi bu yüzden almamış mıydım? Bütün bir kadehi kafama diktiğimde tekrar doldurdum. Benim vicdanım, hayatıma daha yeni aldığım, hakkında hiçbir şey bilmediğim o adamın tek bir lafına sızlıyordu da onun nasıl aklına bile gelmiyordu kendi doğurduğu can? Bendeki de can değil miydi? Benimki de hayat değil miydi? Kadehi doldurdum. Zihnim öylesine dumanlıydı ki, her gün paket paket sigara tüketsem bile bu kadar olmazdı. Asil de sigara içiyor. Evet, içiyordu. Gitmeden önce içmişti mesela. Sigaranın onu öldürebileceğini hatırlatsam, büyük ihtimalle beni umursamazdı. Ben söylediğimden... Ölüm konusunda ona pek konuşmaya hakkım yoktu sanki. En azından ben öyle hissediyordum. Nerede, ne yapıyordu acaba şu an? Bir insan yaşadığı yeri bırakıp nereye kaybolurdu bir anda? Cevap yok. Zaten hiçbir şeyin cevabı yoktu ki... Kadehi doldurdum ve bir kez daha bitirdim hepsini. Kafamı yere, yanıma koyduğum şişeye eğdiğimde yarısının bittiğini görmüştüm. Şişeyi elime alıp göz hizama kaldırdığımda şişedeki ufak yazıları okumaya çalışmıştım ama pek başarılı olduğum söylenemezdi. “Bu yazıları çok küçük yapmışlar ya... İnsan okuyacak bunu insan!” Kadehi tekrar doldurup aynı yerine geri bıraktım. O sırada zihnime bir melodi, doldu derinlerde bir yerlerde. Hiç güzel değildi ama tanıdıktı. Başımı geri yaslayıp tavana yansıyan yaprakların gölgesini izlemeye başladığımda kadehi dudaklarıma çıkardım ve yudumladım yavaş yavaş. Ben neden beyaz almıştım ki zaten? Kırmızı şarap her zaman daha güzel oluyordu. Bir dahakine kesinlikle kırmızı alacaktım. Kesinlikle... Ve Asil’in evinde içtiğimden alacaktım. Bu güzel değildi. Daha yeni mi anladın? Aynı ve iğrenç melodi bir kez daha kulağıma dolduğunda oflamaya başlamıştım. Nereden geliyordu bu ses? Tavana kilitlenmiş bakışlarımı sehpanın altına çevirdiğim an ayaklarımın çalan melodiye ritim tuttuğunu fark ettim. Sağa ve sola sallıyordum ama karışıyor ve birbirine çarpıyordu ayaklarım ara sıra. Dudaklarımdan dışarı bir kahkaha kaçtı istemeden ama aynı melodi tekrar çaldığında kaşlarım çatılmıştı. Yerimde hareketlenirken sese kulak verdim. Tekrar aynı melodi bütün odanın içini doldurdu. Kapı çalıyor aptal! Gözlerim kocaman açılırken hızla ayağa kalktığımda başım dönmüştü. Kadehimi sehpanın üzerine bırakıp birbirine karışan adımlarla kapıya doğru ilerledim. Kapının kilidini açtığım an kapıyı hızla kendime çekerek açtığımda karşımda koyu kumral saçlarına beyaz kar tanelerinin düşmüş olduğu onu görmeyi beklemiyordum. Ellerini deri ceketinin cebine atmış, kaşlarını çatmış, alnına dökülen hafif ıslak tutamlarıyla dikiliyordu kapımın önünde. Gözlerim büyürken dudaklarım aralandı önce ama çok da geçmeden dudaklarıma kocaman bir gülümseme oturdu. Çattığı kaşları anında gevşeyip havalanırken yıllardır bu anın gelmesini bekliyormuş gibi attığım iki adımla kollarımı boynuna doladım birden. Boyunun uzun olmasından dolayı parmak ucuma çıkmak zorunda kalmıştım. Bütün kokusu ciğerlerime nüfus etti anında. Neyi, neden yaptığımı bilmiyordum ama yapıyordum işte. “Geldin...” dedim inanamıyormuş gibi. Ceplerinden ellerini çıkardığını hissettiğimde geçen hafta duşta olduğu gibi ellerini tekrar belimde hissetmeyi bekledim ama öyle olmadı. Yüzümdeki gülümseme beklediğimin gerçekleşmemesiyle düşerken sıktığım kollarım gevşedi yavaşça. Rahatsız olmuştu. Sarılamazdım öyle istediğim herkese. Bu bir hataydı. Kollarımı tam çekecektim ki bir anda bedenime dolandı iki büyük kol. Daha da yaslamıştı beni bedenine. Başını boyun girintimde, saçlarımın arasında hissettiğim an vücuduma yayılan elektrik dalgası, kollarımı tekrar ilk andaki gibi sıkmamı sağladı. Nefesinin sesi ve göğsünün yükselmesinden içine derin bir nefes çektiğini anlamıştım. Boğuk sesi, “Geldim...” diyerek kulağıma dolduğunda yağan, yoğun kar tanelerinde olan bakışlarım yavaşça kapandı. Sıcak nefesini hissetmek, zihnimdeki dumanın dağılmasına sebep olmuştu.
|
0% |