@ebrumelek
|
Vildan Hanım ve ailesinin verdiği yemek davetinin üzerinden tam üç gün geçmişti. Hâlâ izindeydim ve bu bitmeyen iznin ağırlığı üzerime çöküyordu. Zaman nasıl bu kadar yavaş ilerleyebilirdi? Duştan çıkıp ılık suyun rahatlatıcı etkisini üzerimden attıktan sonra salaş bir kıyafet giyip kendimi yatağa bıraktım. Güne biraz olsun keyif katmak adına kitap okumaya karar verdim. Kitabımı elime alıp kaldığım yerden sayfaları çevirdim. Evde yalnızdım. Annem karşı komşuya güne gitmişti. Sessizlik sadece sayfaların hışırtısı ve zaman zaman odanın içine dolan dışarının hafif uğultusu ile bölünüyordu. Kitabın tam da heyecanlı bir yerindeydim. Gözlerim satırların arasında koştururken birden telefonumun sesi odada yankılandı. Gözlerimi kitaptan ayırmaya hiç niyetim yoktu. Elimi gözlerimden ayırmadan sola doğru uzanıp telefonu aldım ekrana bakmadan açtım ve kulağıma koydum. Diğer elimle de dikkatlice işaret parmağımı sayfanın üzerine koydum ki kaldığım yeri kaybetmeyeyim. "Efendim?" "Gökçen Toprak?" Karşıdan sert bir erkek sesi duydum ben bu sesi daha önce duymuştum ama çıkaramadım. Kim olduğunu anlamak için telefonun ekranına baktım ancak bilinmeyen bir numaraydı. "Buyurun benim. Siz kimsiniz?" "Ben deden Kemal, adresi atıyorum bize gel bekliyoruz." Dedi ve telefonu yüzüme kapattı. Ne? Delirmiş miydi bu adam? Kim oluyordu ve bu emrivaki neyin nesiydi? Birden içime garip bir öfke dalgası yayıldı. Sinirle elimdeki kitabı kapatıp yatağa fırlattım. O sırada telefonuma bir mesaj geldiğini fark ettim. Mesaj kutusunu açtığımda gözlerime inanamadım. Hakikaten adres atmıştı. Şaka gibi. Bu işin peşini bırakmaya niyetim yoktu. Hemen numarayı geri aradım, kulaklarımda çalma sesi yankılandı. Çalıyordu, çalıyordu ama karşı taraf açmıyordu. Gittikçe daha da sinirleniyordum. Bir kez daha ve bir kez daha aradım. Her denememde çalma sesi devam ediyor, ama açılmıyordu. Anlaşılan bu adam, herkese emir vermeye alışmıştı. Gerçi ailede ona duyulan saygı gözle görülür şekildeydi. Bir şekilde bu otoriteyi sağlamayı başarmıştı ve belki de bu yüzden tebrik edilmeliydi. Ama bana sökmezdi. Kimse bana böyle emrivaki yapamazdı. Sonunda telefon açıldı. Hiç tereddüt etmeden, içimde biriken öfkeyi dışa vurarak bağırmaya başladım: "Pardon ama siz kim oluyorsunuz da bana emir veriyorsunuz?" "Ben yaşlı bir adamım, gel yüzüme söyle bakalım bunları küçük hanım. Cesaretini öyle görelim. He gelirken de 2 kilo elma al, acele et bekliyorum" dedi ve pat diye yine kapattı suratıma. Laan, bu adam zır deliydi. Elma ne alaka? Şu an ne mi yapıyordum? O bunağa haddini bildirmek için verdiği adrese doğru arabamı sürüyordum. Lan adama bak harbi beni ayağına getirdi iyi mi. Hakikaten helal olsun. Aslında içimde merak duygusu da vardı. Adrese yaklaşırken bir manav gördüm ve durup sağa çektim. İçimde hâlâ hafif bir öfke kıpırtısı varken, adama istediğini vermek gibi garip bir ironi de hoşuma gitmeye başlamıştı. İki kilo elmayı aldım ama o kadar sinirliydim ki yanında birkaç başka meyve de aldım. Belki o kadar emir verirken biraz vitamin takviyesine ihtiyacı vardı. Poşetlerle birlikte arabaya geri bindim ve derin bir nefes aldım. Şimdi bu "dede" denen adamla yüzleşme vakti gelmişti. Eve vardığımda sinirle kapı zilini çalıp beklemeye başladım. Üst üste birkaç kez zile basıp elimdeki elma poşetlerine baktım. Resmen adam bana istediğini yaptırmıştı. Ama düşündükçe, "Elma al" deyip de eli boş gitmek bana yakışmazdı, kabul etmek zorundaydım. Bir süre sonra kapı açıldı ve karşıma çok sevimli bir kadın çıktı. Akkız Hanım. Bu tatlı yüzlü kadın Sare Hanım’ın annesi mi oluyordu şimdi? Zihnimdeki soru işaretleri artarken, Akkız Hanım’ın yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi ve "Yavrumm" diyerek bana sıkıca sarıldı. Şaşkınlıktan ellerim havada kaldı. Ona karşılık veremeden istemsizce sarılmasına izin verdim. Neticede benim bu kadınla bir sorunum yoktu. Sarılmanın ardından Akkız Hanım, "Geç kızım, içeriye" diyerek beni sıcak bir şekilde eve davet etti. Bütün o garipliklerin ortasında kendimi bir an için rahat hissetmeye başladım. Akkız Hanım beni nazikçe salona yönlendirdi. İçeri adım attığımda küçük ama oldukça sevimli bir salon beni karşıladı. Mobilyalar sade ve şıktı, modern bir zevkle döşenmişti. Özellikle gözüm hemen pencere kenarına takıldı. Pencereler yere kadar uzanıyordu ve tam önlerine iki tek kişilik koltuk karşılıklı olarak konmuştu. Belli ki evin en güzel köşesi burasıydı; huzur verici gözüküyordu. "Otur kızım sen, hemen geliyorum," dedi Akkız Hanım ve bana pencere kenarındaki koltuğu işaret etti. Ama benim pek vaktim yoktu ve amacım da başka bir şeydi. Aceleyle "Akkız Hanım, çok kalmayacağım. Kemal Bey nerede acaba?" diye sordum. "Namaz kılıyor kızım birazdan gelir. Otur bekle sen, ben de hemen geliyorum" dedi ve salonda beni yalnız bırakarak çıktı. "Elimdeki poşetleri de almamıştı. Poşetleri koltuğun üzerine bırakarak ben de oturup beklemeye başladım. Sahi ben niye gelmiştim ki buraya? Biraz bekledikten sonra Kemal bey, tüm heybetiyle salona girdi. Adamda öyle bir yürüyüş vardı ki askeri duygularımı ayaklandırıyordu. İstemsiz ayağa kalkma isteği duydum ve kendimi zor bastırarak ayağa kalkmamak için direndim. Kemal bey gelip yanıma oturdu. Odada sessizlik hâkimdi. Kemal Bey’in gözleri, bir anlığına poşetlere kaydı. Dudaklarının kenarında beliren küçük kıvrım, bende ne düşündüğünü anlamaya çalışan bir merak uyandırdı. Sonra tekrar bakışlarını bana çevirdi ve bu kez doğrudan gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı. Sesi önceki her anından daha net, daha kararlıydı. “Senin varlığından bizim haberimiz yoktu,” dedi, kelimeler ağzından ağır ağır dökülüyordu. “O yemekte öğrendik. Bu yüzden annenle babanı iyi bir fırçaladım. Sonuçta sen bizim öz torunumuzsun. Senin varlığını neden sakladıklarını sordum, ama tatmin edici cevaplar alamadım. O yemekteki soğuk tutumun da eklenince, olayları Poyraz’dan öğrendim.” Poyraz’ın adını duymak beni anında gerdi. O gece, her şeyin daha da karışık bir hal aldığını hatırlıyordum. Kemal Bey, hiç duraksamadan devam etti: “Onlar adına senden özür dilemeyeceğim. Beni, ben ilgilendiririm. Lafı dolandırmam ben. Anneannen Akkız da ben de seni tanımak istiyoruz. Seni ailemize almak ve 27 yılın acısını çıkartmak istiyoruz. Seninle ilgili Poyraz daha fazla bilgi verecekti, ama onu engelledim. Şu an ismin dışında hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Seni kendim tanımak istiyorum.” Kemal Bey’in sözleri havada asılı kalmış gibi hissettirdi. Gözlerinin derinliklerinde, hem bir hesaplaşma hem de büyük bir özlem vardı. Söylediklerinin ağırlığı omuzlarıma çöktü. Bir yanım kaçmak, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmek istiyordu. Ben yeni bir aile istemiyordum. Ama içimde, derinlerde bir yerlerde başka bir şey de vardı: merak. Bu adam benim öz dedemdi. İçerideki kadın, Akkız, anneannemdi. Beni hiç tanımadıkları hâlde kabullenmek istiyorlardı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Üstelik, hayatıma bu kadar ani bir şekilde girmeleri beni altüst etmişti. Ama bir yanım, nedenini tam olarak bilmediğim bir biçimde bu insanları daha yakından tanımak istiyordu. Benim annem kimsesizdi. Küçüklüğümden beri dedenin, büyükannenin ne demek olduğunu bilmeden büyümüştüm. Sahip çıkan bir akrabası olmadığı için, annemle yıllarca babam olacak o şerefsizin zulmüne katlanmıştık. Bir çıkış ararken hayatımızı sessizce kabullenmiştik. Fakat bu adam, karşımdaki bu sert bakışlı ama yorgun gözleriyle bana konuşan adam ve içerideki sevimli, sıcacık gülüşlü kadın... Onlar farklıydı. Belki de hayatımda ilk kez gerçekten bir akrabalık bağı hissine yakındım. Yabancı olmalarına rağmen içimde uzun zamandır hissetmediğim bir sıcaklık vardı. Ne olursa olsun, bu iki insanı tanımak istiyordum. Dede ne demekti? Anneanne nasıl bir histi? Belki de bu soruların cevabını nihayet öğrenebilirdim. Sözlerimi sakin bir ses tonuyla dile getirdim, karşımda duran adamın gözlerinin içine bakarak: “Benim kimseye karşı bir önyargım yok. Bana nasıl gelirseniz, size öyle gelirim. Siz bana kucak açmayı tercih ettiğiniz için ben de aynı karşılığı seve seve veririm.” Sözlerimi bitirdiğimde Kemal Bey’in yüzündeki sert ifade bir kez daha yumuşadı. Dudaklarını yine sağ tarafa kıvırarak hafif bir gülümseme belirdi ve beklenmedik bir hareketle elini yavaşça elimin üzerine koydu. O anda salona Akkız Hanım, elinde kocaman bir tepsiyle girdi. Üzerinde nefis kokular yayılan yemekler vardı. Bize doğru bakıp gülümsedi, verdiğim olumlu cevabı anlamış olmalıydı. Tepsiyi masanın üzerine bıraktıktan sonra, hızla bana yaklaştı ve kocaman sarıldı. Akkız Hanım'ın boyu kısa olduğu için sarılma anı biraz komikti, ama sıcaklığı içimi ısıttı. “Haydi, sofraya gelin bey,” dedi Akkız Hanım neşeyle, "Önce torunumuzla bir yemek yiyelim de öyle bol bol konuşuruz." Bu sözler üzerine Kemal Bey hemen ayağa kalktı, hızlıca masaya yöneldi ve tepsideki tabakları dizmeye başladı. O otoriter ve sert adamın şimdi büyük bir özenle karısına yardım ediyor oluşu beni şaşırttı ama aynı zamanda hoşuma da gitti. Görüntü, onların arasındaki sıcaklığı ve yıllar süren bir birlikteliğin doğal ritmini gösteriyordu. Ben de tereddüt etmeden yanlarına giderek sofranın hazırlanmasına yardım etmeye başladım. Yemekler yenmiş, hep beraber sofrayı kaldırmıştık. Yemek boyunca hiç konuşmamıştık. Sanırım Kemal beyin sofra kuralları vardı. Ben de onlara uyum sağladım. Yemekler en sonunda bitmişti. Şu an salonda çaylarımızı içerek bakışıyorduk. Kemal bey boğazını temizleyerek çayın sonunu içti ve bardağını sehpaya bıraktı. "Evli misin?" Kemal Bey’in beklenmedik sorusu boğazımdaki çayı neredeyse geri püskürtecekti. Adam, hiç dolandırmadan, pat diye sormuştu. Düşüncelerim hızla dağıldı, zihnimde yanıtları seçerken, sakin ve kararlı bir şekilde karşılık verdim. Eğer bu oyun böyle oynanacaksa, ben de onun kurallarına göre ilerlerdim. “Hayır,” dedim, gözlerimi doğrudan ona dikip. Kemal Bey’in de kaşı kalkmıştı. O anda fark ettim, bu adamla aramızdaki benzerlikleri sadece ben mi görüyordum? Oysa hiçbir şeyi kaçırmıyordu, gözlem yapıyor, ardından hızla bir sonraki sorusunu yöneltiyordu. “Çalışıyor musun?” “Evet,” dedim, çayımın son yudumunu içmeden önce. Onun gibi ben de bardağımı dikkatlice sehpaya bıraktım. Sessizlik, aramızda usulca yayıldı. Gözlerimi Akkız Hanım’a çevirdiğimde, çayları tazelemek için kalkmak üzere olduğunu fark ettim. Bir adım öne geçip bardağımı ve Kemal Bey’in bardağını aldım, mutfağa yöneldim. Çayları doldurup döndüğümde, bardakları usulca sehpaya yerleştirdim ve tekrar yerime geçtim. Akkız Hanım, sesini yumuşatarak bana döndü: “Ne iş yapıyorsun kızım?” Gözlerim istemsizce Kemal Bey’e kaydı. Belki de ondan onay bekliyordum, belki de yalnızca onun tepkisini görmek istiyordum. Derin bir nefes aldım ve kısa, öz bir şekilde cevap verdim: “Askerim.” Bu kelimenin etkisi odadaki havayı değiştirdi. Akkız Hanım’ın yüzü bir anda aydınlandı, sevinçle gülmeye başladı. Ancak asıl şaşırtıcı olan, Kemal Bey’in yüzünde beliren memnuniyet ifadesiydi. O kadar sakin ve durgundu ki bu ani gülümseme, onun gerçek bir mutluluk yaşadığını gösteriyordu. “Rütben ne ve nerede görev yapıyorsun?” Soru bu kez doğrudan Kemal Bey’den gelmişti. “Kıdemli üsteğmenim, burada, Mardin’de görev yapıyorum. Ancak üç gün sonra yapılacak bir törenle yüzbaşılığa terfi ediyorum,” dedim, içimdeki gururu saklamadan. Kemal Bey’in yüzündeki ifade, derin bir memnuniyetle genişledi. Asker olmamdan ne kadar hoşlandığını gözlerinden okuyabiliyordum. Akkız Hanım, heyecanla ayağa kalktı ve bana sımsıkı sarıldı. “Hayırlı olsun kızım, deden de emekli albaydı. Sen de ona çekmişsin belli ki. Törene biz de gelebilir miyiz?” dedi, gözleri ışıl ışıl. Ancak Kemal bey başka bir soru yöneltti. "Sen daha kaç yaşındasın yüzbaşı rütbesi alıyorsun?" Akkız hanımla sarılırken gözlerim ışıl ve gururla Kemal beye baktım ve hafif tebessüm ettim. "Maşallah sana, demek çok başarılı bir subaysın. İstihbaratçısın anladığım kadarıyla" dediğinde Akkız hanımdan ayrılıp kafamı sallayarak onu onayladım. "Sana benziyor demiştim bey. Allah nazarlardan saklasın seni, ayağına taş değmesin kızım." “Hanım, Gökçen’in bana benzemeyen bir yanını gördün mü geldiğinden beri?” Kemal bey göğsünü kabartarak sorduğunda onun bu haline ben de Akkız hanım da hafif tebessüm etmiştik. Aslında bu söz beni derinden etkiledi. Gözlerimde de istemsiz bir tebessüm belirdi. Kemal Bey, sanki her şeyin anlamını çözmeye çalışır gibi bakıyordu bana. Akkız Hanım, bir kez daha sıkıca sarıldı bana. Sahi bu sıcak kadın Sare hanım gibi burnu havada birinin nasıl annesi olabiliyordu? Akkız hanımın sıcaklığı derin bir şefkat dalgası gibiydi. Sarılmasına karşılık verdim ve aniden tüm mesafelerin eridiğini hissettim. Zaman ilerledikçe, geçmişimden ve ailemden bahsetmeye başladım. Elbette, babamın yaşattığı acıları es geçerek anlatıyordum. Askeriyedeki timimden, dostluğumuzdan, kardeşlikten bahsettim. Sohbet ilerledikçe, Albay Hüseyin’in adı geçti. Kemal Bey, onun eski tanıdığıymış, bu bilgiye biraz şaşırdım doğrusu. Tam o sırada annem aradı. Telefonumu hızla açtım ve kulağıma götürdüm. Evden çıktığımı ona haber vermeyi unutmuştum. İyi bir fırça geliyordu. “Efendim sultanım,” diye açtım telefonu. “Kızım neredesin sen?” “Annecim, geliyorum birazdan,” dedim, aceleyle. Annem, müsait olmadığımı anlamış olmalıydı ki fazla uzatmadı. “Tamam kızım, dikkat et. Seni evde göremeyince merak ettim. Gelirken ekmek de al” dedi ve kapattı. Telefonu cebime koyduktan sonra Kemal Bey ve Akkız Hanım’a döndüm: “Gitmem gerek, geç oldu. Beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim.” Kemal Bey, sıcak bir gülümsemeyle cevap verdi: “Ne demek kızım, yine gel. Burası senin de evin artık.” Bu söz üzerine içtenlikle gülümsedim ve ayağa kalktım. İkisi de beni kapıya kadar geçirdiler. “Sizi de beklerim. Annemi daha önce görmüştünüz ama çok tanışmamıştınız. Onunla tanışmanızı isterim. Hoşçakalın,” diyerek evden çıktım ve arabaya doğru ilerledim. Boş sokakta arabama doğru yürürken, aklımdan geçen tek şey bu yeni tanıştığım aileyle hayatımın nasıl değişeceğiydi.
|
0% |