@ebrumelek
|
Kuzey dün karargahta sağlam bir eğitim yaptırmıştı; pestilimizi çıkartmıştı adeta. Yorgunluk iliklerime kadar işlemişken bile, adamın işinde ne kadar iyi olduğunu düşünmeden edememiştim. Kararlı, disiplinli ve hiç boş vermeyen bir yapısı vardı. Yakın dövüşü de birlikte bitirmiştik. Son hamlelerin ardından nefes nefese kalmış bir şekilde yerde otururken, elimi ona uzatıp yerden kalkmasına yardımcı olmuştum.
Tam o anda Kuzey’in gözlerindeki yoğun bakışı fark ettim. Zaman sanki o bakışla beraber donmuştu. Kalbim bir an için deli gibi çarpmaya başlamış, yanaklarımın kızardığını hissetmiştim. Bu his öyle ani ve alışılmadık bir şeydi ki kendime engel olamıyordum. Daha önce hiçbir erkeğe karşı böyle bir şey hissetmemiştim… Hissetmeme de gerek kalmamıştı aslında; babam olacak o şerefsiz sayesinde, kendimi korumak adına kalbimin kapılarını sonsuza dek kapatmaya yemin etmiştim.
Kimseye güvenemezdim...
Kuzey'le aramızda asla bir şey olmayacaktı, bunu kendime yeniden hatırlattım. Fakat yine de, o bakışların etkisinden çıkmak o kadar kolay değildi. Bir süre sonra, Poyraz'ın boğazını temizlemesiyle irkilip bakışlarımı hızla kaçırdım. Kuzey ise yüzünde düşünceli, çatık bir ifadeyle gökyüzüne bakıyordu; belli ki kendi içinde bir hesap yapıyordu. Sonunda, toparlanıp sert bir ifadeyle "Yarım saat mola," dedi ve yanımızdan uzaklaştı. Döndüğünde yüzü daha toparlanmış, sakinleşmiş görünüyordu. Bu haliyle üzerimde bıraktığı etki de azalıyor gibiydi.
Günün sonunda karargahtaki işlerimi bitirip akşam yemeği için izin alarak evin yolunu tuttum. Dedem ve anneannemle bağımız son zamanlarda iyice kuvvetlenmişti; bu akşam da bize geleceklerdi. Onlarla birlikte eski dostları Albay Hüseyin'i de davet etmiştim. Dedemle uzun yıllara dayanan bir dostlukları vardı ve çocukluk anılarını neşeyle yad ettiklerine törende şahit olmuştum.
Eve erken gelince anneme yardım etmeye başladım. Mutfakta ocağın başında et sote yaparken, annem de tezgâhın diğer ucunda salata ve mezeleri hazırlıyordu. Yemeği karıştırırken göz ucuyla anneme baktım.
"Anne, baksana bu et sote olmuş mu?" diye sordum.
Annem bir an durup göz ucuyla tencereye baktı. Dikkatlice göz gezdirdikten sonra "Kızım 10 dakika daha karıştır iyice suyunu çeksin." dedi.
"Emredersiniz sultanım," diyerek annemin talimatlarını yerine getirdim. Annem derin bir iç çekerek "Ahh, kızım," diye mırıldandı.
Sofrayı hazırlamış, eksiksiz bir şekilde kurmuştuk. Annem, üstünü değiştirmek için odasına çıkarken, ben de masada eksik bir şey var mı diye son bir kez kontrol ettim. Annem salona giyinmiş bir halde geldiğinde, ona hayranlıkla bakarak bir ıslık çaldım. Adeta göz kamaştırıyordu.
"Ooo, sultanım, ne bu şıklık?" dedim gülerek. Annem bana bakarak tereddütle gülümsedi.
"Kız, çok mu abartmışım? Düğüne gider gibi mi olmuşum?"
"Yok canım, harika olmuşsun, çok güzelsin," diyerek yanağına bir öpücük kondurdum. Annem öpücüğümle kıkırdayarak yüzünü gizlemeye çalıştı.
Tam o sırada kapı çalınca ikimiz de heyecanla ayağa kalktık ve birlikte kapıya yöneldik. Annem kapıyı açmadan önce koluma dokunarak beni durdurdu.
"Kızım, kızma ama ben bir şey yaptım," dedi, gözlerini kaçırarak.
İçimden bir şeyler anlamıştım aslında. Bu kadar çok yemek hazırlamamızın sebebini sorguluyordum. Anneme göz devirdim ama ona gerçekten kızamazdım. Suratımı görünce annemin morali bir an bozuldu, ama iç çekerek "Neyse, yapacak bir şey yok," diyerek kapıyı açtım.
Kapının ardında, Abdullah Bey tüm ailesiyle, dedemler de yanlarında olmak üzere bekliyordu. Annemle onları içeriye buyur ettik. Anneannemle kocaman sarıldık, sımsıcak bir hasret giderdik. Dedem de yanımıza geldiğinde ona doğru eğilerek sıkıca sarıldım. Herkesin şaşkın bakışlarını fark ettim; dedemi biriyle böyle yakın görmeye pek alışık değillerdi anlaşılan. Özellikle Sare Hanım... Onunla dedem arasında soğuk bir mesafe olduğunu fark etmiştim, ama baba-kız arasındaki bu soğukluğu henüz tam anlayamamıştım. Herkes içeri girip koltuklara yerleşirken, kapıda Gül ile hasretle kucaklaştık. Göktuğ içeriye adım atmamış, ona sarılmamı bekler gibi kapıda duruyordu.
"Hoş geldin," dedim Göktuğ’a biraz mesafeli bir ses tonuyla, ardından Gül’ün koluna girerek içeri doğru yürüdüm.
"Alihan neden gelmedi canım?" diye sordum, gözlerim Gül’ün yüzündeydi. Üzgün bir ifadeyle bana baktı, o an Göktuğ’un kapıda kaldığını tamamen unutmuştum.
"Hastanede nöbeti var bu akşam," diye kısa bir yanıt verdi Gül.
Salonun girişine vardığımızda Gül'ü durdurdum. “Gül,” dedim, yüzüne ciddi bir bakışla. “Müsait bir zamanında konuşalım mı? Belli ki bazı problemler var, anlatmak istersen seni dinlerim.”
Gül, yüzünde sıcak bir tebessümle başını onaylarcasına salladı. Ona gülümseyerek karşılık verdim ve kol kola salona girdik.
Salona girdiğimizde, Sare Hanım’ın bozuk bir suratla bize baktığını fark ettim. İstemiyorsa zorla çağırmadım ki, diye içimden geçirirken bakışlarını üzerimden kaçırmıyordu. Tam o sırada Göktuğ da arkamızdan gelip annesinin yanına oturdu, ama aralarındaki gerilim fark edilmeyecek gibi değildi.
Dedemle anneannemin tam ortasına yerleştim. Gül, çekingen bir tavırla karşı koltukta oturmuş, dedeme bakmaya bile cesaret edemiyordu. Dedemden gerçekten epey korkuyordu. Sare Hanım ise göz ucuyla, bir bana bir babasına bakıyordu; aralarındaki mesafe hissedilecek kadar belirgindi. Dedem de onlara arada ters bakışlar atmaktan çekinmiyordu. Annemle Abdullah Bey koyu bir sohbete dalmışlardı, ama odada konuşan bir tek onlar vardı.
Kapı yeniden çalınca masadan kalktım ve kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açtığımda Albay Hüseyin ve timimle karşılaştım. Şaşkınlıktan donakaldım; aklımdan geçen ilk düşünce, “Bunların burada ne işi var?” oldu. Ama çakallar bedava yemek olduğunu öğrenince soluğu burada almışlardı işte. Yüzümde istemsiz bir tebessümle onlara içeri buyur ettim. Hüseyin babamla sıkıca sarıldık, resmiyette olmadığımızda aramız okdukça samimiydi.
İçeri girdiklerinde ortam birden neşelenmişti. Timim aralarındaki şakalarla herkesi kahkahaya boğarken, Sare Hanım'ın kaşları daha da çatıldı. Göktuğ bile daha rahatlamış görünüyordu. Salona dönüp dedemin yüz ifadesini fark ettiğimde ortalıkta dönen bu beklenmedik kalabalığın onu da şaşırttığını gördüm.
Albay Hüseyin babam, hayatımdaki en karanlık günlerde yanımda olan kişiydi. Çocukluğumda, mendil sattığım o zor zamanlarda tanışmıştık. Asker olduğunu söylediğinde gözlerim parlamış, ona hayranlıkla bakmıştım. O yaşta bile üzerimdeki morlukları, babamın dayaklarını ondan saklıyordum; küçük aklımla utanıyor, sanki ben bir suç işlemişim gibi hissediyordum. Babam yüzüme vurmazdı ama vücudumun geri kalanını paramparça edecek kadar şiddetli döverdi.
Hüseyin amcaya her zaman imrenirdim. Babamın evde bana yaşattıklarından sonra kendimi onun gibi güçlü bir asker olacağım diye teselli ederdim.
yaz tatillerinde part-time çalıştığım bir yemek dükkânında karşılaştık yeniden. Beni hemen tanımıştı. Ne kadar büyüdüğümü fark edince de şaşırmış ardından uzun uzun sohbet etmiştik. Ona asker olmak istediğimi çekinerek söylemiştim. Ne yapmam gerektiğini adım adım anlattı, nasıl çalışmam gerektiğini öğretti. O esnada kolumdaki morlukları tekrar fark edip sorular sormuştu. Yine geçiştirmiştim ama o gün bir bağ kuruldu aramızda; o günden sonra da hiç kopmadık.
Hüseyin babam içeriye adımını atar atmaz, dedemi görür görmez yüzünde geniş bir gülümseme belirdi ve ona doğru yöneldi. "Oooo Kemal albayım, sizi görmek ne büyük şeref," diyerek dedeme içten bir selam verdi. Dedem de hemen ayağa kalktı, eski bir dostunu yeniden görmenin mutluluğuyla elini sıkarak, "Seni de görmek büyük şeref," diye karşılık verdi. O ikisinin arasında yıllar önceye dayanan bir bağın sessiz ama güçlü bir şekilde hâlâ sürdüğünü görmek içimi ısıttı.
Ardından herkese sofraya geçmeleri için davette bulundum. "Herkes geldiğine göre, buyurun sofraya,." Herkes yavaşça yerini aldı, timim sohbetler eşliğinde yerleştiler. Ancak oturduğum yerden Abdullah Bey’in bakışlarını üzerimde hissetmemek mümkün değildi. Her bana bakışında gözlerindeki o yoğun beklentiyi, hatta bir şeylerin yükünü taşıdığını görüyordum. Geçmişte yaptığı hataların ağırlığı, bakışlarında açıkça okunuyordu; pişmanlığı derinleşen çizgilerle yüzüne kazınmış gibiydi. Ancak elbette umursamadım.
Annemle birlikte hızlıca servise koyulduk. Ben masadan tabakları anneme uzatırken, annem yemekleri büyük bir ustalıkla servis ediyordu. Mutfak işleri bana hep kolay gelmişti ama annemin yemek konusunda ayrı bir yeteneği vardı. Her yaptığı yemek, masaya özenle koyduğu bir sanat eseriydi sanki. Herkesin tabağı dolduğunda, biz de sofraya oturup "Bismillah" diyerek yemeğe başladık.
Sofrada tatlı bir sohbet dönmeye başladı, özellikle Hüseyin babam ve dedem arasında geçmişe dair konular açıldı. O yıllardan bahsedip anılarını paylaşmaya başladılar. Dedem, bir gün bir karakolda görevliyken büyük bir baskına uğradıklarını anlattı; o gün birçok şehit vermişlerdi. O anıları hatırlarken herkes sessizleşti, gözler dolu dolu oldu.
Dedem, o günü anlatırken derin bir iç çekip, "Bazı şeyleri unutmak mümkün değil," dedi ve Hüseyin babam da başıyla ona katıldığını belli etti. Anılar ve dostluklar böyle güçlü bağlar kuruyordu; her kelime, her yaşanmışlık bir diğerine geçmişin yükünü hafifletiyor gibiydi.
Hüseyin babama “baba” demem şaşkınlık yaratmıştı. Masada herkesin gözleri bana çevrilmişti. Özellikle dedem, kaşlarını kaldırıp bana dönerek hafifçe gülümsedi.
"Demek bayağı yakınsınız," dedi dedem, merakla.
Ben de Hüseyin babama dönüp gülümseyerek, “Evet, Hüseyin babam bana hep destek oldu, babalık yaptı. Bildiğim her şeyi ondan öğrendim,” dedim.
Tam o sırada anneannem sessizliği bozdu, "Peki, kızım… senin baban neredeydi?” diye sordu.
Kaşığımı yemeğin içine bırakıp derin bir nefes aldım. Boğazıma bir yumru oturmuştu; o günler geride kalmış olsa bile, izi hâlâ kalbimdeydi.
Gözlerimi yavaşça masadaki yemeklere çevirdim, boğazımı temizleyerek, "Baba dediğim insan, aslında hiçbir zaman yanımda olmadı," dedim hafif bir gülümsemeyle.
"Nasıl yani kızım ne yaptı ozaman?" Diye tekrar sordu Akkız anneannem. Niyeti kötü değildi. Sadece gerçekten merak etmişti. Hüseyin babamla göz göze geldik. Bana konuşayım mı? Der gibi bakıyordu. Abdullah beyler hariç bu masadaki insanlar benim ailem dediğim insanlardı. O yüzden açıklamasında bir sakınca görmeyip onu bakışlarımla onayladım. Hüseyin babam boğazını temizleyip konuşmaya başladı.
"Gökçen’i ilk gördüğümde 9-10 yaşlarındaydı. Şehir merkezindeki kalabalık bir caddede, elinde bir tomar mendille insanlara doğru bakıyordu. Küçücük bedeni, büyük bir direnişin içinde gibiydi.”
Sözleri masaya ağır bir sessizlik indirdi. Akkız anneannemin yüzündeki ifade değişti, gözleri derin bir hüzünle doldu. Poyraz ve yanındaki diğer erkeklerin yüzü ise bembeyaz kesilmişti. Bu sıradan bir hikaye değildi; masadaki her bir kişiyi alt üst edecek kadar derin ve gerçekti. Timim zaten bu hikayeyi biliyordu.
Hüseyin babam devam etti: “Onunla o gün konuşamamıştım ama aklımdan hiç çıkmadı. İçim bir türlü rahat etmedi. Birkaç gün sonra yine aynı yerde, aynı köşede onu mendil satarken görünce yanıma çağırdım. Korkmuştu. Gözlerinde bir parça ürkeklik vardı ama aynı zamanda gururla dikiliyordu karşımda. Hayat onu ne kadar zorlarsa zorlasın, boyun eğmeyeceği o kadar belliydi ki…”
Göz göze geldik Hüseyin babamla; yüzünde, geçmişten kalan bir mahcubiyet ve aynı zamanda derin bir minnet ifadesi vardı. Bana gözleriyle konuşmaya devam etmekte bir sakınca olup olmadığını sordu. Başımı hafifçe sallayarak onayladım.
“Ailesi çok zor durumdaydı,” diye devam etti Hüseyin babam. “Ama Gökçen, her şeye rağmen ayakta kalmayı başardı. Güçlüydü, kararlıydı... O küçük yaşında bile tüm zorluklara meydan okuyan bir savaşçı gibiydi.”
Abdullah Bey, gözleri büyümüş bir halde sordu: "Ne? Ne demek mendil satıyordu?"
Sesi o kadar şaşkın ve sert çıkmıştı ki masadaki herkesin dikkatini çekmişti. Annem, sessizce başını öne eğmişti, gözleri dolmuş, sanki yılların ağırlığını o an omuzlarında hissediyordu.
Hüseyin babam Abdullah Bey’in şaşkınlığına karşılık yumuşak bir sesle “Evet,” dedi yavaşça. “Gökçen o yaşlarda ailesine destek olmak için çalışıyordu" dedi. Hikayenin doğrusu ise babam olacak o adam üç kuruş için beni okul çıkışları alıp zorla mendil sattırırdı.
"Sonra bir gün, lise döneminde bir dükkanda çalışırken karşılaştım mendil satan o kızla. Zayıf, incecik bir kızdı. Onu görür görmez tanıdım. Aradan onca yıl geçmişti ama hiç değişmemişti; aynı çelimsizliklik ama aynı sert bakışlar… Kendinden büyük tepsileri güçlükle taşıyordu. O gün bu gündür de birbirimizi hiç bırakmadık."
Hüseyin babam bunları anlatırken sesi titriyor, gözleri doluyordu. Ben de hislerime engel olamayıp içten bir hüzünle ona baktım. O an yaşadıklarımızı ilk kez dile getiriyormuş gibi, herkesin önünde açığa çıkıyordu tüm geçmişimiz.
Annem, Gül ve anneannem gözyaşlarına hakim olamayıp ağlamaya başladılar. Poyraz ve Göktuğ’un da gözleri dolmuştu; bu durum beni şaşırtmıştı. Fakat ortamın fazlasıyla duygusal hale geldiğini hissettim; içimde bir rahatsızlık dalgası yükseldi, duyguların ağırlığına daha fazla dayanamayarak, “İzninizle,” diyerek ayağa kalktım ve salondan adeta kaçarcasına uzaklaştım. Odamda biraz soluklanıp kendimi toparladıktan sonra tekrar salona döndüm. Yemekler bitmiş, herkes koltuklara geçmişti. Gül ve annem çay servisi yapıyordu, timim ise balkonda oturmuş sohbet ediyordu. İçeriye adım attığımda herkesin bir anda sessizleşip bana baktığını fark ettim. İşte bu yüzden geçmişim hakkında konuşmayı sevmiyordum; insanların yüzündeki o acıma dolu bakışları görmek, kendimi güçsüz ve savunmasız hissettiriyordu. Geçmişim, ne kadar kaçmaya çalışsam da peşimi bırakmıyordu.
Biraz daha zaman geçti, salondaki tatsız ruh hali dağılmaya başlamıştı. Anneannem, bir yandan annemin yaptığı yemekleri överken diğer yandan tatlı bir rekabetle Sare Hanım’a imalı bakışlar gönderiyordu. Bu küçük atışmaları izlerken içimdeki gerginlik yavaş yavaş çözülüyordu.
"Sare'nin eli böyle şeylere hiç yatkın değildir. Evde yardımcısı olmasa evdekiler açlıktan ölür vallahi. Her şeyi de öğretmeye çalıştım, ama yok! Bir türlü öğrenemedi," diye söylenirken gözleri parlıyordu.
Sare Hanım, hafifçe yüzünü buruşturup “Anne!” diyerek onu uyarmaya çalıştı, ama anneannem hiç oralı olmadı. Bu uyarıyı duymazdan gelerek anneme dönüp dedikoduya daha da hevesle devam etti:
"Şimdi o gidip mutfağa girse, ne pişireceğini şaşırır. Onun mutfakta eline oklava alsın diye kaç kere uğraştım, ama nerede!" Sare hanım bu sözlere gerçekten çok sinirlenmiş gözüküyordu. Kaşlarını derince çatmış, dudaklarını sımsıkı birbirine bastırmış, annesine nefret eder gibi bakıyordu. Gerçi o kendi ailesi dışında herkese böyle bakıyordu.
Abdullah Bey sessizce yanıma yaklaştı, ağır adımlarla yanıma oturdu. Göz göze geldiğimizde, içindeki yoğun duyguları hissettim. Derin bir nefes aldı ve titreyen sesiyle sordu:
"Konuşabilir miyiz?"
Kelimeler boğazıma düğümlenmişti ama ona onay verircesine başımı salladım ve odama doğru yürüdüm. Peşimden geldi, kapıyı kapatıp odama göz gezdirdikten sonra bana döndü. Gözlerinde hem pişmanlık hem de derin bir üzüntü vardı.
"Kızım," dedi titrek bir sesle. "Ben perişan bir haldeyim. Ne olur benden artık uzak durma. Sen benim öz kızımsın. Ne şekillerde büyümüş, neler çekmişsin… Ben senin hakkında her yeni bir şey öğrendiğimde kahroluyorum. Çocuklarımın ayağı çizilse içim parçalanır; ama kendi öz kızımın, neler yaşadığını bile bilmiyorum. Bu beni mahvediyor." Karşımda duran heybetli adamın, çocuk gibi ağlamasına çok şaşırmıştım. Ne yapacağımı bilemedim.
Bir baba, çocukları için böyle ağlar mıydı? Baba dediğin çocukları önemsemezdi değil mi? O annenin yapacağı bir şeydi. Ama ben ne bilirdim ki "baba" ne demekti… Bu kavramın derinliğini hiç yaşamamıştım ki!
"Abdullah Bey, sizin bir suçunuz yok. Kader böyleymiş. Karışmamış olsaydık benim yaşadıklarımı belki de Gül yaşayacaktı. O sizin kızınız… Vicdan azabı çektiğinizin farkındayım, ama lütfen yapmayın. Ben o günler sayesinde şimdiki kadınım. Yaşadığım her şeyi kendime güç olarak ekledim."
Abdullah Bey gözyaşları arasında başını sallayarak itiraz etti:
"Hayır, kızım, hayır. Bunun Gül ile ilgisi yok. Sen benim öz kızımsın. Canımsın. Annenin karnındayken her gece seni öperek uyurdum. Ama seni koruyamadım, sana babalık yapamadım. İlk adımını, ilk kelimeni göremedim. Bisiklete binmeyi öğretemedim. İlk karneni göremedim, mezuniyetini göremedim. Hiçbir şeyde yanında olamadım. Ve… senin varlığını öğrendiğimde, yokmuşsun gibi davrandım. Affı yok biliyorum fakat Sare'nin aklına uydum, Gül kırılır dedi. Affet beni, ne olur…”
Karşımda ağlayan bu adam kalbimde daha önce hiç keşfetmediğim bir yerden ince ince acıtıyordu beni. Kalbimde ağır bir sancı vardı ve derinlerde bir yerlere dokunmuştu. Ağlamayı çok uzun süre önce bırakmıştım, ama şimdi, onunla birlikte ağlamak için dayanılmaz bir istek duyuyordum.
|
0% |