Yeni Üyelik
34.
Bölüm

34. Bölüm

@ebrumelek

"Alo Kuzey uyuyor muydun?"

"Hayır güzelim mesajıma cevap vermeyince uyuyamadım. İyi misin? Bir sorun mu var?" Diye sordu Kuzey. Bu saate kadar beni mi beklemişti gerçekten?

"Kusura bakma, acil bir görev çıktı. Ben operasyona gidiyorum. Hakkını helal et" dedim kısık bir ses tonuyla.

"Sen bugün eve hiç gitmedin değil mi? Görev bekliyordun ve söylemedin" diyen Kuzey'e cevap vermeden dinlemeye devam ettim.

"Hakkım helal olsun sevgilim," cevap alamadığında konuşmaya devam etti. "Kendine çok dikkat et. Ben şimdi karagaha geliyorum hemen. Ne zaman yola çıkacaksınız? Tüm timin geldi mi?" Diye hızlı hızlı sorularını sıraladı Kuzey. Arka fonda hışırtı sesleri geliyordu sanırım üzerini giyiniyordu.

"Kuzey tek çıkıyorum, timim olmayacak. Büyük bir şey değil. İnşallah uzun sürmeyecek. Hemen çıkıyorum. Merak etme beni, sen de kendine çok dikkat et"

"Allah'ıma emanetsin" dedi, bir süre durdu ve o cümleyi söyledi.

"Gökçen, seni seviyorum"

Kuzey böyle yapmamalıydı. Şu an sert olmam gerekiyordu. Bu görev çok önemliydi. Bastırmaya çalıştığım duygularımın şu an ortaya çıkması için uygun bir zaman değildi. Henüz kimseye, ona bile itiraf edemesem Dr ben de onu seviyordum. Bu duygularımın başka bir açıklaması olamazdı. Kuzey'le güzel bir geleceğim olması için bana kafayı takan o Gri'yi de yakalamam gerekiyordu.

"Kuzey" dedim ve sustum. İkimizde konuşmadan nefes seslerimizi dinliyorduk. Etrafımı kontrol ettim ve fısıldayarak ekledim.

"Sen de Allah'a emanetsin. Hoşçakal" dedim ve telefonu anında kapattım. Annemi de öncesinde aramıştım. Tuba'ya o söylerdi zaten. Başka kimseye haber vermeden telefonumu komple kapattım ve dolabıma koyup kilitledim. Hızla mühimmat odasına ilerledim.

Mühimmat odasına geldiğimde Tuba'nın timinin hazırlandığını gördüm. Buraya yabancıydılar belki ancak nöbetçi bir askerim yardımıyla hazırlanıyorlardı. Kamuflajlarını giyinmişler, yüzlerini boyamışlar, silahlarını alıyorlardı. Ben içeriye girince, hepsi 'hazır ol'da beklemeye başladı. "Rahat" dedim ve yüzüm ile sımsıkı topladığım saç diplerime siyah boya sürmeye başladım. Gözlerime yine kahverengi lensimi takmıştım. Yüzümü de atkı ile saracaktım.

"Komutanım görev hakkında bilgilendirilmedik. Ne zaman bilgi vereceksiniz?" Diye sordu teğmen Onur.

"Helikopterde açıklayacağım. Yolumuz uzun, vaktimiz dar." Dedim nöbetçi askeri gözlerimle takip ederken. Aslında operasyon için sınır ötesine geçecektik. Tim bu bilgiyi de helikopterde öğrenecekti. "Az önce dosyalarınıza baktım fakat sizi tanımıyorum. Neler yapabileceğinizi bilmiyorum. Ancak komutanınız Tuba'yı çok iyi tanırım. Siz de onun timine dahil olduğunuza göre çok yetenekli olmalısınız. Emirlerimden dışarıya çıkmazsanız bu sizin için çok iyi olur. Zira komutanınıza, sizi sağ salim teslim etmek benim boynumun borcu" dedim. Alparslan kaşlarını çatmış yüzümü dikkatle inceliyordu. Aslında beni ilk gördüğü andan beri bana bakışları çok tuhaftı. O bana bakarken sanki bir tanıdığına bakıyormuş gibi hissetmiştim. Dilinin ucunda bir soru vardı ancak soramıyor gibi duruyordu. Tüm yüzümü şaşkınca inceliyordu. Şu anda da aynı şekilde incelemekle meşguldü fakat bakışları rahatsız edici değil merak uyandırıcıydı. Eh, soy ismi yüzünden aynı tedirginliği ben de yaşamıştım. Başka bir vakitte onunla konuşacağa benziyorduk.

"Komutanım haddimi aşmazsam bir soru soracağım?" Dedi Alparslan.

"Sor ama cevap alabilecek misin ona karar vereceğiz" dedim sertçe. Bu tepkimle derin bir nefes alıp tekrar beni ilgiyle süzdüğünü görüp ben de kaşlarımı çattım.

"Anladığım kadarıyla sizin de bir timiniz var. Neden albay acil bir görev emriyle bizi bu göreve gönderiyor?" Dedi Alparslan. Ona cevap vermeden dik dik bakmaya başladım.

"Başka soru varmı?" Diye sordum ortaya. Bıraksam Alparslan isimli asker sanki bambaşka şeyler soracakmış gibi şaşkınca beni izlemeye devam ediyordu ancak akıllı davranıp ses çıkarmadı.

Diğerleri de başka bir şey sormamıştı.

Alparslan'a tekrar döndüm ve merak ettiğim soruyu bu seferde ben sordum. Dayanamayacaktım yoksa!

"Yüzbaşı Poyraz Türk'ü tanıyor musun?"

Alparslan bu sorumla bariz bir şekilde irkildi. Tek kaşını kaldırıp bakmaya başladı. Gözlerinde şok ifadesi vardı.

"Evet komutanım" dedi kısa ve öz. Anında bakışlarını benden kaçırmıştı.

"Neyin oluyor?" Diye merak ettiğim asıl soruyu sordum.

"Amca oğlu komutanım. Ama görüşmüyoruz, aile meseleleri" dedi. Ne yani Alparslan şimdi benim amcamın oğlu muydu? Kuzenim? Aslında kısa bir an düşündüğümde Abdullah beyin aile tarafından kimseyle tanışmamıştım. Hatta bir kardeşi olduğunu bile bilmiyordum. Demek görüşmüyordu.

Alparslan'a kafa sallayıp diğerlerine baktım. Kendimle ilgili bir açıklama yapmadım. O bana bakarken tanıyormuş gibi bakmasının sebebi kan bağı yüzünden akrabalarından birine benzetmesidir diye düşündüm ve konuyu şimdilik rafa kaldırdım.

"10 dakika içinde helikopterin yanında olun" dedim ve son dikiştutmaz bıçağı da alıp kolumun içindeki yerime saklayıp mühimmat odasından dışarıya çıktım.

Demek düşmanım beni iyi tanıyordu. Ona sürpriz yapacaktım. Ziyaret vakti gelmişti...

***

Tüm timle birlikte helikoptere binince kalkış izni verdim. Helikopterin havalanmasıyla aşağıda bize bakan babam olarak gördüğüm albayla son kez göz göze geldim. Gözleri endişeliydi. Daha fazla bakmadan bakışlarımı çekip time döndüm ve tüm planımı anlatmaya başladım.

Alparslan, Onur ve Efe gerçekten akıllı askerlerdi. Dosyaları örgülerle ve yeteneklerle doluydu. Planımı hepsi gözden geçirdi ve anlamadıkları yerleri sormaktan çekinmediler. Riskli olan kısımları da istişare yaparak daha risksiz şekilde olması için fikir ürettiler. Alparslan'ın bir fikri aklıma yatmıştı ve onun dediğine göre geri kalan kısımları şekillendirdik. Gelecekleri çok parlak, aslan gibi askerlerdi.

Plan kısmı bitince ufak çaplı bir tanışma yaşandı. Hiçbiri evli değildi. Alparslan İstanbul'lu olduğunu söyleyince ona kulak kabarttım. Sahi ben Abdullah beyin nereli olduğunu bile bilmiyordum. Tüm kaydı Mardin'de olduğu için aslen Mardin'li olduklarını sanmıştım.

"Alparslan aslen nerelisin?" diye sordum. Belki de sadece Istanbul'da yaşıyordu.

"Aslen Arnavut göçmeniyiz komutanım. Ancak atalarımız 400 yıldır İstanbul'da yaşamış" dedi. Nereli olduğumu resmen şu an öğrenmiştim. Hemde 28 yaşında!

Kafamdan düşünceleri kovup plana odaklanmaya başladım. Planım çok tehlikeli ama etkiliydi. Çünkü sadece 4 askerdik. İnşallah bir sorun çıkmadan bu helikopterdeki herkesle sağ salim geri dönerdik.

***

Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından, helikopter alçalmaya başladı. Aşağıya baktığımda, uçsuz bucaksız Nusaybin toprakları vardı. Sınıra yaklaşmıştık. Bundan sonraki yolculuğa arabayla devam edecektik. Pilot iniş izni istediğinde onu onayladım. Helikopter inince, bizi aşağıda askerler karşıladı. İçlerinden biri arkadaşım Kasım'dı. Rütbe olarak ondan üst olduğum için tekmil verdi. Pikap tarzı arabayı işaret ederek konuştu.

"Gelecek time bu arabayı teslim etmemiz için görev aldım. Senin olacağını bilmiyordum Gökçen. Allah ayağınıza taş değdirmesin" Dedi.

"Teşekkür ederim Kasım. Gitmemiz gerek kendine iyi bak" dedim hafif tebessüm ederek ve time bakarak arabayı işaret ettim. Ben de arabaya binince yola çıktık.

Arabayı Onur sürüyordu. Kısa bir zamanda güvenlik noktasından çıkıp ülke dışı sınırlara geçtik. Bu bölge ortak bölge olarak adlandırılıyordu. Tehlikeli yerlere henüz varmamıştık. Sessiz ve temkinli geçen 1 saatle ıssızlık içinde ilerliyorduk. Hepimiz gözlerimizi dört açmış, en ufak bir kuş hareketini bile ciddiye alıyorduk. Planladığımız yere yaklaştığımızda, Onur arabayı yavaşlattı ve yolun dışına çıkarak eskiden bina olan yapının arkasına park etti.

"Asker, hazır mısınız? Diye seslendim.

Sessiz bir şekilde "hazırız komutanım" dediler ve arabadan sırayla indik. Etrafı hemen kontrol altına alarak ilerlemeye başladık. Kampın olduğu yere 7 km yürüme mesafesi vardı. Buradan sonra arabayla ilerlemek tehlikeli olacaktı.

Bütün duygularımdan arınıp, sadece görevi düşünerek ilerledim. 4 km boyunca yürüdükten sonra kısa bir mola vermiştik. Yeterince dinlenince ayağa kalktım ve time emir vererek ilerlemeye devam ettik. İlerlerken cok dikkatli ve görünmeden yürüyorduk. Yolun dışından gidiyorduk. Bazı sağlam binalardan ve yıkılmış yapılardan geçerken gizlenmek daha kolay oluyordu. Bugün hava bulutlu olduğu için ay bulutların arkasındaydı. Bu da iyice karanlık olmasını sağlıyordu.

Kamp olarak yapılaşan bölgeye yaklaştığımızda, uygun bir mesafede konuşlanıp dürbünle izlemeye başladım. Burası terk edilmiş bir köy gibiydi. Bazı evlerde ışık yanıyordu ama çoğu karanlıktı. Köyün tam ortalarında bir bölgede ışık miktarı çok daha fazlaydı ve gülme seslerini işitiyordum. O kadar rahatlardı ki bu canımı sıktı.

"Çok sessiz bir şekilde halledeceğiz aslanlar, hepiniz çok dikkatli olun. Onur ve Efe ikiniz sağdan, Alparslan biz de sol taraftan içeriye giriyoruz. Allah yardımcımız olsun." Diyerek operasyona başladık. Alparslan ile aramızda mesafe bırakmadan sessiz bir şekilde köyün içine girdik. Harbiden köyün girişinde Deli Köy yazıyordu. İleride iki salak ellerinde keleşlerle sohbet ediyorlardı. Neden bu kadar rahatlardı. İçime kötü bir his doğdu ama göz ardı edip hedefime odaklandım. Ben sağdaki, Alparslan'da soldaki adamın aynı anda boğazını kesip kenara çektik ve sessizce ilerlemeye devam ettik. Karşımıza çıkan altı kişiyi daha sessizce etkisiz hale getirip köyün orta kısımlarına doğru ilerlemeye devam ettik. Karşımıza kahkaha atarak yaklaşan iki kişi daha çıkınca hızla evin duvarına yaslandık ve adamların yaklaşmalarını bekledik. Adamlar tam yanımızdan geçerken Alparslan ile göz göze gelip iki adamı da indirdik. İlk defa tanışmamıza rağmen Alparslan'la çok uyumlu olduğumuzu fark ettim. Bu kamptaki adamlar da tamamen boştu, eğitimsizdi. Ayrıca alkol kokuyorlardı. İçimdeki kötü his git gide büyümeye devam ederken, Alparslan sessizce konuştu.

"Komutanım bunlar silah tutmayı bile bilmiyor gibiler. Nasıl koruyorlar burayı?" Alparslan aklımdaki düşünceleri dile getirince kulaklıktan diğer gruba seslendim.

"Yuva 1'den Yuva 2'ye"

"Yuva 2 dinlemede" dedi Onur.

"Durum nedir?"

"Komutanım köy meydanına geldik sayılır."

"Yuva 2 ilerleme yapma, tekrar ediyorum ilerleme yapma. Uygun bir çatı bulun ve mevzilenip bekleyin." Dedim Alparslan'a bakarak. Riske edemezdim hiçbir şeyi.

"Ben ilerliyorum" dedim ileride duran evi gösterip. O evin arkası köy meydanına çıkıyordu.

"Bir yolunu bul ve o evin çatısına çıkıp izlemede kal, ben meydana giriyorum."

"Komutanım tek gitmeyin. Ben de geleceğim" diyen Alparslan'a sert bir bakış atınca yutkundu.

"Emredersiniz" diyerek binaya doğru gitti. İçimden her zaman okuduğum kısa bir duayı okuyup hızlıca meydana girdim. Işıklar burada fazlaydı ama etrafta kimse yoktu. Arkamdaki duvara daha çok yaslanarak her yeri incelemeye başladım. Bu sessizlik de bu köy de çok can sıkıcıydı. Demek buranın adını Deli Köy koymuştu o Gri öyle mi? Burası olsa olsa ölü köy olurdu.

Acaba albaya gelen istihbarat mı yanlıştı? Ben büyük bir tuzağın içine mi düşmüştüm?

Etrafı incelemeye devam ederken kulaklığımdan Efe'nin sesini duydum.

"Yuva 2'den yuva 1'e beni duyuyor musunuz komutanım?"

"Yuva 1 dinlemede" diye fısıldadım, iki binanın arasındaki küçük boşluğa yaslanarak bomboş sokakları ve evleri izledim.

"Komutanım görüş var, 2 sivil meydandaki kırmızı boyalı üç katlı evin teras katındalar. Kafalarında çuval var ve kımıldamadan duruyorlar."

Hassiktir!

Şu an eğer bu bir tuzaksa da düşmek üzereydim. Esir sivil varsa eğer, burada asla bırakamazdım!

"Yuva 2 pusuda bekleyin ve en ufak harekette bilgi verin. Alparslan birlikte binaya giriyoruz" dedim ve hızla tarif edilen binaya ilerledim. Etraf bomboştu, yüzde yüz bir tuzağın içine gidiyorduk. Allah'ım yardım et diyerek yürümeye başladım.

Evin kapısına geldiğimizde Alparslan kapının kolunu tutmuştu ki onu durdurdum. Gözlerimle üst kattaki pencereyi işaret ettim. Alparslan gözünü sıkıca kapatıp beni onayladı. Bodoslama eve giremezdik. Alparslan hafif eğilip iki elini birleştirdi. Ben de ayağımla eline bastım ve kendimi yukarı çekerek üst kattaki pencereye tırmandım. Pencereden içeriye girdiğimde odaya kısaca göz attım. Tuhaf bir durum gözükmüyordu. Sıradan bir köy eviydi. Ev boştu. Temkinle alt kata gittim ve tamda tahmin ettiğim gibi dış kapının arkasını tuzakladıklarını gördüm. Muhtemelen kapıyı açtığımız an havaya uçacaktık.

"Kapının arkasındayım Alparslan tuzaklamışlar. Bekle hallediyorum hemen" dedim ve düzeneği etkisiz hâle getirmeye başladım. Okulda öğretilen basit bir düzenekti bu. En sonunda işim bitince yavaşça kapıyı açtım. Alparslan bana arkasını dönük etrafı gözetliyordu. Kapıyı açınca bana döndü ve içeriye girdi.

"Başka tuzaklar da olabilir dikkatli ol" dedim ve evin içinde ilerlemeye başladık.

Alparslan ile evi kontrol ederek üst kata ilerledik. 3 katlı olan evin en üst katı terastı ve rehineler oradaydı. Alparslan'la temkinli adımlarla terasa yaklaştık.

Terasında kapısının önüne gelince kapının camından başında çuval olan iki rehineyi gördüm. Kapıyı dikkatle inceleyip bir tuzak olmadığına karar verince terasa çıktık.

"Yuva 2 konuşuyor, komutanım etraf çok sessiz ve kimse yok. Bu tuhaf değil mi?" Diye kulağıma Efe'nin sesi geldi. Toplasan 20 kişi bile öldürmemiştik. Bu kadar az kişi mi vardı? Bir an önce rehineleri buradan çıkartıp albayla iletişime geçmem lazımdı. Alparslan güvenliği alınca ben de rehinelere yaklaştım. Hiç kımıldamıyorlardı. Yanlarına gidince silahımı onlara uzatarak, ilk rehinenin başındaki çuvalı açtım. Aynı anda gözlerim açıldı. Bu karşımda ki timimden Ece'ydi. Üzerinde ev pijamaları ve kolunda kan vardı. Öylesine sarılmış ve kanama durdurulmuştu.

"Ece" diye mırıldanıp hızla diğer rehinenin başındakini çıkarttım ve karşımda Görkem abiyi görüp gözlerimi sıkıca yumdum. Onların burada ne işi vardı? İtlerin benim geleceğimden nasıl haberi olmuştu? Haberleri olmuş, bir de benim timimi kaçırmışlardı. Görkem abinin üstünde kot pantolon ve gömlek vardı. Askeriyeden çıkarken üzerinde olan giysilerdi bunlar. Demek ki eve hiç gidememişti. Kaç saat önce yakalandılar, haberim bile yoktu.

"Görkem abi, Ece?" Diye seslenip uyandırmaya çalıştım. Öyle bir panik dalgası sarmıştı ki vücudumu, neden uyanmıyorlardı?

"Tanıyor musunuz komutanım?" Diyen Alparslan'a bakmadan cevap verdim.

"Benim tim arkadaşlarım Alparslan. Uyandırmama yardım et" diyerek yanaklarına vurmaya başladım.

"Komutanım ben bir bakayım çekilin" diyen Alparslan'la arkadaşlarımın yanından birkaç adım uzaklaşıp çevre güvenliğini devraldım. Alparslan nabızlarını ve gözlerini ışıkla kontrol etti. Bir sorun görmemiş olacak ki, az önce benim yaptığım gibi yanaklarına vurarak uyandırmaya çalıştı. Bir süre sonra Ece yavaş yavaş kımıldamaya başladı. Olduğum yerden "Ece!" Diye seslendim ve hızlıca dibine girdim. Ellerini ve ayaklarını çözmeye başlamıştı bile Alparslan.

Ece gözünü açtı ve hızla etrafına baktı. Gözleri beni görünce doldu ve hızlıca ona sarıldım. Alparslan'da Görkem abiyi uyandırmaya çalışıyordu.

"Bu nasıl oldu Ece burada ne işiniz var?"

"Ben evde televizyon izliyordum. Bir ses duyup silahımı aldım ve dışarıyı kontrol ederken, arkadan boynuma iğne sapladılar. Bir ara uyandım ve Görkem abide yanımdaydı. Bizi kaçıran kişiler telefonda biriyle görüşüyordu. Biri bizden haber veriyormuş bu şerefsizlere. Muhbir varmış komutanım." Dedi Ece gözyaşı akıtarak. O esnada Görkem abide uyandı ve Alparslan hızla Ece'ye yönelip koluna bakmaya başladı.

"Abi iyi misin? Bir şey yapmadılar değil mi?" Dedim Görkem abiye.

"Ben iyiyim abicim. Ece sen iyisin değil mi? Hadi çıkalım şu lanet yerden. Bizi nasıl buldun komutanım? Haberin nasıl oldu?"

"Ben de bilmiyorum abi buraya başka bir görev için gelmiştik. Sizi burada görmek en son düşüncem bile değildi. Biri bize fena oyun oynuyor. Hemen çıkalım buradan" deyip kulaklıktan devam ettim.

"Yuva 1 konuşuyor, rehineler kurtarıldı. 5 dakika içinde boşaltıyoruz. Hazır olun!" Dedim ve hızla evden çıkmaya başladık. Ece'nin kolu bıçak yarasıymış ve Alparslan bir sıkıntı olmayacağını söyledi. Zaten kanama durmuş. Bu da benim rahat bir nefes almamı sağladı. Hep birlikte köyün dışına doğru ilerlemeye başladık. Ben Ece'nin, Onur'da Görkem abinin kolunda ilerliyorduk. Efe ve Onur bizi güvenlik çemberine almıştı. Bir yaraları yoktu ama onlara nasıl bir ilaç verdilerse kendilerini halsiz hissettiklerini söylemişlerdi.

Hızlıca köyden çıkınca yine düşüncelerimle başbaşa kaldım. Ömrü hayatım boyunca o kadar çok operasyon, eğitim, pislik yuvası, akla hayale gelmeyecek çatışmalar görmüştüm ki, bu geceki gibi bir operasyon görmemiştim. Asker değilde liseye giden bir genç bile olsaydım. Bu gece askerlerimi rahatça kurtarırdım. Bu nasıl esir almaydı? Taa evlerinden alıp buraya kadar ne diye zahmete girip arkadaşlarımı getirmişlerdi? Madem esir aldılar, neden daha sağlam bir koruma ile saklamadılar. Sadece benim değil, Alparslan, Onur ve Efe'nin de düşünceli olduklarını fark ettim. Bu gece olan her şey çok ama çok saçmaydı!

Biraz ilerleyince ekipten uzaklaşıp hemen albayla iletişim kurdum ve cevap vermesini bekledim.

"Yüzbaşı Gökçen Toprak, emredin komutanım"

"Yüzbaşım durum nedir?"

"Komutanım, Akıncı timinden teğmen Ece Köksal ve Üsteğmen Görkem Yılmaz burada rehineydiler. Bir çeşit ilaçla bayıltılmışlar. Ece'nin kolunda hafif bıçak yarası var. Kurtardık dönüşe geçiyoruz. Onların burada ne işi var komutanım? Yuva temizdi, aradığımız kişi yoktu."

Telefondan albayın sıkıntılı nefesini dinledim. Birkaç saniye sonra konuştu.

"Anlaşılmadı yüzbaşım, rehineler senin timinden askerler miydi?" Dedi.

"Evet komutanım. Tuzak yok şu anlık. Eve dönüyoruz. Köyden çıktık. Araca doğru ilerliyoruz."

"Tamam dikkat edin yüzbaşım. Akıllarınca oyun oynamışlar ama karargahtan aradığımız muhbiri yakalamak üzereyiz. Bilişim şu an bir iz üstünde. Siz gelene kadar yakalanmış olur. Allah'a emanetsiniz dikkatli olun. Sınırdaki buluşma noktasında Kuzgun sizi bekliyor olacak" dedi ve telefonu kapattı. Kuzgun niye geliyordu? Yine neler dönüyordu? Albay benden bir şeyler saklıyordu?

Telefon konuşmam bitince ekibe yaklaştım ve onlarla aynı tempoda ilerlemeye devam ettim. Birkaç kilometre daha ilerleyince Görkem abi daha fazla devam edemeyerek duraksadı. Etrafı güvene alıp bizde durduk. Ece ve Görkem abi direkt kendini yere atmış nefesleniyorlardı. Acilen hastaneye gidip kanlarındaki bu ilaca baktırmalıydık.

"Durumunuz ne iyi misiniz?" Diye sordum. Ece olumlu olarak kafasını salladı ama gözleri endişeliydi. Arada bir Görkem abi ile göz göze geliyorlardı.

"Eğer benden sakladığınız bir şey varsa söylemek için tam zamanı!" diye sertçe konuştum. O kadar sert konuşmuştum ki, Alparslan ve diğerleri de birkaç saniyelik bana dönüp bakmışlardı. Sonra önlerine geri dönüp etrafı izlemeye devam etmişlerdi.

"Komutanım bir şey var, ama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum" dedi Ece gözlerini acıyla yumup. Merakım ve sinirim daha da tavan yaptı. Bu ne lanet bir geceydi böyle! Tüm sinirlerim tavan yapmıştı.

"Konuşun hemen, bakın olaylar çok karışık zaten ve her şey iyice arap saçına girdi. Ne biliyorsanız anlatın" diye emir verdim. Görkem abi sesli bir nefes verip anlatmaya başladı.

"Komutanım ben gözümü açtığımda o evdeydik Ece'yle. Başımızda 7 adam vardı ve silahlarını bize doğrultmuşlardı. Bize tek kelime bile etmediler. Biz ne sorsak cevap vermediler. Bir saat kadar o şekilde bekledik, en sonunda adamlardan birinin telefonu çaldı. Görüştüğü kişiye bir isimle sesleniyordu" dedi ve susarak Ece'ye baktı. Ece hemen ardından bana baktı ve bakışlarını kaçırıp yere baktı. Lan ne oluyor!

Sinirle ayağa kalktım ve volta atmaya başladım. Şu an aşırı sinirliydim zaten ve bunların bu gizemli hâlleri beni dahada geriyordu. Albay da tuhaf tuhaf konuşmuştu zaten. Kuzgun beni helikopter alanında neden bekliyordu ki? Hem de Kuzgun kimliğiyle! Tekrar Görkem abiye dönerek ses tonumu ayarlayıp konuşmaya başladım.

"Hangi isimle sesleniyordu?" kelimeleri tane tane sormuştum.

Bu sohbet Alparslan ve diğerlerinin de dikkatini çekmişti. Etrafı izlemeye devam ediyor, aynı zamanda da bizi dinliyorlardı. Onlarda nereye düştük biz diye soruyor olmalıydılar.

Ece ve Görkem abi tekrar birbirine bakınca, aynı soruyu bu kez sert bir ses tonuyla sordum. Adeta hırlamıştım.

"Şerefsizler telefonda binbaşı Kuzey ile konuştular komutanım. Konuşan şahıs dedi ki, 'binbaşı Kuzey, evet merak etme askerler şu an elimizdeler. Komutanları da yakında burada olacak. Tamam abi sen nasıl emredersen' aynen bu cümle geçti konuşmada" dedi Görkem abi.

!!!!

NE? NE? NASIL?

Böyle bir şey asla ama asla gerçek olamazdı!

"YANLIŞ DUYMUŞSUNUZDUR!!!" Diye öyle bir bağırdım ki, Alparslan hızla yanıma geldi. Gözyaşlarım akmak için benimle kavga ediyordu, gözlerim, kirpiklerim hatta kaşlarım bile yanıyordu.

"Maalesef doğru ben de duydum komutanım" diye kısık sesle mırıldandı Ece. Yanımdaki Alparslan'ı hızla itip yanlarından uzaklaştım ve yalnız kaldım. O an gözyaşlarıma hakim olamadım. Ağlamıyordum ama gözümden yaşlar hiç durmadan akıyordu. Kuzey böyle bir şey yapmazdı. Niye yapsın ki? Bana daha dün, vatanıma aşığım dememiş miydi?

Ben Kuzey'i tanıyordum. Ona beslediğim aşktan çok, onu insan olarak az çok çözmüştüm. Ben onunla ilk tanıştığımda 7 ay boyunca teröristlerin içinde onu gözlemlemiştim. Asker olduğumu bilmeden bana karşı şefkat ve merhamet duygularını gözümle görmüştüm. Böyle biri asla hain olamazdı. Beni buna kimse inandıramazdı!

Cebimdeki telefonu çıkartıp albayı aradım, ama ulaşamadım. Hırsla arkamı dönüp, ekibe baktım.

"Hazır olun hemen gidiyoruz! Yürüyemezlerse taşıyarak ilerleyeceğiz" dedim ve hızla yürümeye başladım.

***

Bir zaman sonra bıraktığımız arabaya gelmiş ve binerek sınıra doğru ilerlemeye başlamıştık. Şu an saatli bir bomba gibiydim. Nasıl bakıyorsam kimse bana bir şey soramıyordu. Sonunda sınıra ulaştığımızda güvenlik noktasından geçip helikopterin olduğu alana geldik. Kapıyı açarak hızlı bir şekilde indim. Helikopterin önünde Kuzgun bekliyordu tek başına. Maskesi ve özel kıyafeti üstündeydi. Şu an kendi timiyle ilk defa tanışıyordu ama timi onun kendi komutanları olduğunu bilmiyordu ve çekinerek, biraz da tedirginlikle Kuzgun'a bakıyorlardı. Yanına yaklaşınca, hızla gelip kolunu omzuma attı ve "Sakin ol" diye fısıldadı. Öyle bir hızla ona baktım ki, gözlerimdeki ateşi gördüğüne eminim.

"Neye sakin olayım? Sen niye buradasın, neler oluyor?" Diye sordum.

"Bir şey söyleyemem Gökçen. Albayın emri ile buraya geldim. Birlikte karargaha dönüyoruz."

"Ne alaka görev zaten sıkıntısız geçti. Bir helikoptere binip gelemiyor muyuz? Sen niye geldin?" Son cümleyi bağırarak söylemiştim.

"Karargaha gidince öğreneceksin güzellik sakin ol. Ne öğrendin de böyle sinirlisin?" Dedi. Bu arada arkamı döndüm ve ekibe seslendim.

"Helikoptere bin hemen!" Ekiptekiler hızla helikoptere ilerledi ve sorgusuzca bindi.

"Tuba, Kuzey diyorlar. Muhbir diyorlar. Böyle bir şey olamaz. Karargah ne durumda lütfen söyle. Gerçek muhbir yakalandı değil mi?"

Tuba derin bir nefes aldı ve arkasını kontrol etti. Helikopterin pervaneleri çalıştığı için sesimizi kimse duyamazdı. Biz bile birbirimizi zor duyuyorduk.

"Lütfen sakin ol, tüm deliller onu gösteriyor. Albay gizli bir operasyon yapmış ve bazı belgeler çıkartmış. Tüm timler acil karargaha gelme çağrısı aldık. Kuzey, gözetim odasına kapatıldı. Sorgusuna albay girecek 1 saate. Şu an telefonu inceleniyor."

Derin bir nefes aldım. Akan gözyaşıma engel olamadım. Tuba bana sarıldı ve kulağıma fısıldadı.

"Kendine gel, böyle dağılırsan etrafındaki hiçbir şeyi göremezsin. Kendine gel ki bir yalan varsa ortaya çıkar. Eğer Kuzey suçsuzsa, senin güçlü olup bunu ortaya çıkarmana ihtiyacı olacak. Eğer suçluysa da gün yüzü göstermeyeceğim ona. Hadi bir an önce gidelim" dedi ve beni hafif ittirerek helikopteri işaret etti.

🍁

Helikopterden inince kimseye bakmadan hızla albayın odasına ilerledim. Görkem abi ve Ece ile Alparslan ilgileneceğini söylemişti. Kuzgun'da maskesi yüzünde hızla peşimden geliyordu. Albayın odasına gelince kapıyı tıklatıp içeriye girdim. Albay Hüseyin sıkıntılı bir şekilde oturmuş, önündeki belgeleri inceliyordu. Çökmüş gibi duruyordu.

"Rahat, gelin oturun çocuklar" diye sandalyeleri işaret edince Kuzgun'la birlikte hemen içeriye girdik. Kuzgun oturmuş, ben ise ayakta bekliyordum.

"Komutanım bir yanlışlık var!" Dedim.

Albay kafasını kaldırıp bana baktı ve derin bir nefes vererek önündeki dosyayı bana doğru ittirdi masada. Eğilip dosyayı aldım ve okumaya başladım.

Bu bir şaka olmalıydı!

Bu dosyaya göre; Kuzey'lerin evinde mangal partisi yaptığımız ve aynı gece Göktuğ'la esir alındığımız günün tarihi ve dün ikindi saatlerinde Kuzey'in telefonundan sınır dışına yapılmış 3 arama vardı. Bilişim bu aramaların tam konumunu çıkartmış, tam konum ise az önce baskın yaptığımız köydü.

Dosyayı sertçe masaya çarptım ve bağırmaya başladım. Şu an alacağım bir ceza umurumda değildi.

"Hüseyin baba bu saçmalık. Kuzey böyle bir şey yapmış olamaz. Mutlaka bir açıklaması vardır. Onu göreceğim!"

Kuzgun benim bağırmamla ayağa kalktı ve maskesini çıkarttı. Gelip bana sarılıp susturmaya çalıştı ancak onu ittim.

"Sakin ol yüzbaşım kendine gel! Burası dingonun ahırı değil! Eğer bu şekilde olup sakin kalmazsan, uzaklaştırma alacaksın. Bir daha uyarmayacağım!" Diyen albayla, Tuba kolumu sertçe sıkıp beni uyardı.

"Sorgusuna şimdi gireceğim. Siz de gelip izleyin. Ben de Kuzey'in masum olduğuna inanmak istiyorum ama deliller tam tersini gösteriyor." Dedi albay. Şu an düşünce yetim körelmiş gibiydi. Tamamen içgüdüsel davranıyordum ve Kuzey için kendime hakim olmalıydım. Uzaklaştırma almam demek her şeyi daha kötü bir hâle getirebilirdi. İnandığım ve emin olduğum durumun herkes tarafından yanlış denmesi ağırıma gidiyordu. Kuzey'in ağzından duysam bile bunu sorgulardım ben! Çünkü onu gerçekten tanıyordum, tüm kalbini...

"Komutanım, Kuzey'den nasıl şüphelendiniz de telefonunu incelemeye aldınız?" Diye sordu Tuba. Aynı anda ben de merakla albaya döndüm.

"Gökçen göreve çıktıktan sonra bir telefon aldım. Karargahın kapısında bir terörist teslim olmak istiyormuş. Hemen yakalayıp sorguladık ve Kuzey'in ismini o verdi. Elbette bir teröristin lafına bakacak değiliz ancak bir muhbir olduğunu zaten biliyorduk. Biz de araştırdık ve binbaşının telefonundan sinyal yakaladık."

BU KOSKOCA BİR SAÇMALIKTI!

"Gelin sorguya!" Diye emreden albayın peşine hızla takıldık. Kuzgun yine maskesini takmıştı. Koridorda sertçe ilerlerken diğer askerlerim merakla bize baktıklarını gördüm ama onları umursamadan ilerlemeye devam ettim. Nefes alırken bile zorlanıyordum. Tüm yüzüm kıpkırmızıydı şu an. Kuzgun'un yanımdaki varlığı bile beni teselli edemiyordu.

Sorgu odasının önüne gelince albay kapıyı açtı. Sorgu odasında Poyraz ve Mehmet abi ile iki tane görevli asker vardı. Poyraz'ın gözlerinde acı resmen okunuyordu ve çok sinirli duruyordu. Göz göze gelince o da benim bakışlarımdaki ateşi görmüş olacak ki, sorgu odasındaki cama bakışlarını çevirdi. Aynı anda ben de oraya dönüp baktığımda rahat bir şekilde oturan Kuzey'i gördüm.

"Teğmen Mehmet, birlikte sorguya giriyoruz. Kaydı başlatın" diyen albayla, Mehmet abide ayağa kalktı ve "Emredersiniz" diyerek kapıyı açıp Kuzey'in yanına gittiler. Ellerimi masaya dayayarak, gözümü bile kırpmadan izlemeye başladım.

"Muhbir misin?" Diye sordu direkt albay Kuzey'e. Kuzey albaya hüzünlü bir gözle baktı ve "Hayır komutanım" dedi. Hiçbir tepki, hiçbir mimik kaçırmadan izliyordum. Kuzgun ve Poyraz'da benim gibi dikkatle izliyorlardı.

"Telefonundaki sinyali nasıl açıklayacaksın?" Diye sordu albay

"Bilgim yok komutanım. Beni böyle bir şeyle nasıl suçlarsınız! Vatanım benim namusumdur. Ben vatanıma da namusuma da sadık bir adamım!

Hızla doğrulup Kuzey'in olduğu odaya ilerlemeye başladım. Onu ben sorgulayacaktım! Kolumdan tutan bir el beni durdurdu. Aynı anda eli ters çevirdim ve yumruk attım. Poyraz'dı.

"Sakin ol oraya giremezsin, ceza alırsın yapma!" Diyen Poyraz'a bir tekme attım ve kapıya tekrar döndüm. Zaten ona tekme atmak da hep içimdeydi. Bu sefer Kuzgun önüme geçerek, yanağıma yumruğu geçirdi. Yanağıma dokunur gibi yaparak ben de ona aynı anda karşılık verdim ve sorgu odasının önünde küçük bir arbede yaşandı. Bir ara görevli askerlerin, birilerini aradığını görmüştüm ama kendime engel olamıyordum. Onun suçsuz olduğuna emindim. Her şey çok yanlıştı!

Kuzgun ve Poyraz ile ne kadar süre boğuşmaya çalıştığımı bilmiyorum ama kapı açılıp içeriye Poyraz'ın timinden iki kişi girince, onlar da üstüme saldırıp beni durdurmaya çalıştı. Bir ara dört kişi üzerimde beni yere yatırmıştı. Herkes ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Hızlı nefes alıp vermekten burun deliklerim genişçe açılıp kapanıyordu. O esnada sorgu odasının kapısı hızla açıldı ve sinirli bakan albayla göz göze geldim.

"3 gün karargah sınırlarına girmeyeceksin Gökçen yüzbaşı. Çıkarın odadan" diye Poyraz'lara emir verdi.

Poyraz, Kuzgun ve 2 asker beni sorgu odasından zorla çıkarttılar. Kuzgun kulağıma sakinleştirici sözler fısıldıyordu ama onu duymuyordum. Kuzey'in yanına gidip onunla konuşmam ve gözlerine bakmam gerekiyordu.

"Gökçen yapma böyle, eğer seni durdurmasaydık ve o odaya girseydin cezan 3 gün değil 1 ay olacaktı. Soruşturma yerdin kızım. Sakin ol ben halledeceğim merak etme" diyordu Kuzgun. Sadece Kuzey'i istiyordum. Onunla konuşmalıydım niye anlamıyorlardı?

***

Gözümü açtığımda evimde yatağımdaydım. Sabah olmuştu. Her şey bir rüya mıydı? Vücudumdaki ağrılar, bana her şeyin gerçek olduğunu hatırlatırcasına sızlıyordu. En son Kuzgun ve Poyraz ile sorgu odasında kavga ettiğimizi hatırlıyordum. Gerisi niye yoktu? Sanırım bir çeşit sinir krizi geçirmiştim. O esnada Poyraz'a olan bütün öfkemi de araya kaynatmış olabilirdim.

Annem hızla odaya girdi. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Tahmin ettiğim gibi bana gece sinir krizi geçirdiğimi ve revirde sakinleştirici aldığımı sonra da Mehmet abinin beni evime getirdiğini söyledi. Gözümden yaşlar tekrar akmaya başladı. Anneme cevap vermeden hızla üstümü giyindim ve annemin bağırışlarını duymadan, evden dışarıya çıktım. Çıkarken annemin telefonunu da elinden çekerek yanıma almıştım. Kendi telefonum nerede şu an onu bile düşünecek hâlde değildim. Arabaya binip hızla Tuba'yı aradım.

"Bir sorun mu var Özgü anne?" Diye açtı telefonu Tuba.

"Tuba benim. Karargaha geliyorum beni bir şekilde içeri alacaksın. Kuzey'in durumu ne?" Diye sordum.

"Gökçen bunu yapma. Zaten gelsen de bir şey değişmeyecek. Kuzey itiraf etmese de deliller tam tersini gösterdiği için suçlu bulundu. Mahkemeye sevki verildi. Vatan hainliği ile yargılanacak, elimden geleni yaptım üzgünüm. Kuzey'in vücut dilinde yalan belirtisi yoktu ama kendisi özel kuvvet olduğu icin vücut dili sonucu değiştirmedi. Albayla defalarca...." diyen Tuba'nın, telefonu yüzüne kapattım. Vatan hainliği cümlesinden sonra söylediklerini algılamamıştım bile. Arabayı karargaha doğru çevirip gaza kökledim.

Gerçek miydi? Gerçekten hain miydi? Ben bir haine mi aşık olmuştum? Güvenmiştim... Hayır bu bir tuzaktı!

Karargaha doğru sürerken, tenha bir yola saptım daha hızlı gidebilmek için. Sabahın erken saatlerinde olduğu için neredeyse hiç araç yoktu ve bu da işime geldi. Son gaz ilerliyordum ki önüme bir kamyonet çıktı ve yolu kesti. Lanet olsun!

Hemen arabayı yavaşlatıp manevra yaptım ve geriye doğru gitmeye başladım. Bu seferde arkadan başka bir araba yolu kesti. Kamyonet bana doğru gelmeye başladı. Evden panikle çıktığım için silahım yanımda yoktu!

Tekrar telefonumla Tuba'yı aradım ama açmadı. Hızlıca mesaj yazdım. Eğer beni şimdi öldürmezlerse, boynumdaki künye olduğu sürece Tuba yerimi zaten bulurdu.

Arabaların plakası ve konum bilgisi ile s.o.s yazıp, Tuba'ya yolladım. Telefonu da arabadaki gizli yerime sıkıştırarak sakladım ve adamların bana gelmelerini bekledim. Maskeli adamlar, ellerinde silahlarla inmiş bana yaklaşıyorlardı. Sanırım yolun sonuydu!...

Yan tarafimdaki cam tıklatılınca hızla baktım. Arabanın etrafını sarmış, silahlarının namlularını bana doğrultmuşlardı. Öldürmek isteseler sanırım şimdiye şehit olurdum diye düşünüp, arabanın kapısını açtım ve aşağıya indim. Arkamdaki adam, ağzıma bezi kapatınca gelen kokuyla nefesimi tutmaya çalıştım ama öndeki karnıma silahla vurunca, derin bir nefes alarak bilincimi kaybettim.

Gözlerimi açtığımda depo gibi bir yerdeydim. Ellerim tavana, ayaklarım ise yere zincirlenmiş, ayakta durur hâldeydim. Bir süre etrafı inceledim. Duvarda küçücük bir pencereden giren ışık sayesinde içerisi biraz aydınlanıyordu. Ellerim ve ayaklarımdaki zincirler ise epey sağlamdı.

Bir süre sonra bulunduğum yerin kapısı açıldı ve içeriye maskeli, iri yarı bir adam girdi. Ardından kapıyı örttü ve bana doğru baktı. Bana doğru yavaş yavaş gelmeye başladı. Çok yavaş hareket ediyordu. Bir adım atıyor, duruyor ve beni inceliyordu.

Benden korkuyor muydu? Yoksa bu hâlimden keyif mi alıyordu?

"Kimsin sen? Beni niye buraya getirdiniz?" Diye sordum sert ve ciddi bir ifadeyle. Karşımdaki adam hafif güldü. Kaşlarımı çatarak bakmaya devam ettim.

"“Anlaşılan korkağın tekisin. Maskeyle çıkıyorsun karşıma,” dedim, sesimi alaycı bir tona büründürerek. “Bak, benim işim gücüm var, şu an başka bir yerde olmam gerek. Sizinle uğraşamam yani. Benimle sorununuz her ne ise, şu an gerçekten yanlış zaman. İsterseniz randevu veririm!” Hala tepkisizce duran adama sinirlenerek bağırdım: “Bırakın beni hemen!”

Adam bu sefer daha yüksek sesle, derin bir kahkaha attı. Bu kahkaha kulağımda çınladı, tanıdık bir melodiyi yankılar gibi… Bu ses! Neden bu kadar tanıdıktı?

Gözlerimi kısarak, kaşlarımı çatıp onu dikkatle süzdüm. Adam, yüzümdeki şaşkın ifadeyi fark etmiş olmalıydı ki kahkahası daha da arttı. Eğleniyormuş gibi gözüküyordu. Ellerini yavaşça maskesine götürüp, sanki bir sır ifşa edecekmiş gibi yavaşça çıkarmaya başladı. Gözlerim maske ile yüzü arasındaki her milim farkı izlerken nefesimi tuttum. Nihayet, maskeyi tamamen kaldırdı.

Bu...

Buz gibi bir rüzgar yüzüme çarpmış gibi irkildim. Karşımda duran o yüz, o keskin bakışlar... Her şey tanıdıktı.

"Sen!" diye mırıldandım, çıkarabildiğim sesimle tek diyebildiğim kelime bu oldu. Aklımda aynı anda binlerce düşünce geçmeye başladı ama şoktan sesimi çıkaramıyordum.

“Evet, ben,” dedi, sesinde alaycı bir tınıyla. “Çok şaşırdın değil mi?”

Şaşkınlıktan adeta küçük dilimi yutacak gibi oldum. Gözlerim bir anlığına karardı, kafamda binlerce düşünce uçuştu. Yutkundum, ama boğazımdan kelimeler dökülmüyordu. Hala bu beklenmedik karşılaşmanın şokunu atlatamamıştım. Duygular birer birer üzerime çullanırken, gözlerimde istemsizce beliren yaşları gizlemeye çalıştım.

"Merhaba Gökçen, sonunda kavuştuk." dedi ve bana gülümsedi.

“Se-sen neden? Neden yaptın bunu?” diye bağırdım, sesim titrerken. Gözyaşlarımı daha fazla tutamadım; yanaklarımdan süzülmeye başladılar. Hayatımda, Tuba ve annem dışında kimsenin yanında ağladığımı hatırlamıyordum, ama burada, bu tanıdık yüzün önünde kendimi daha fazla güçlü gösteremeyecek kadar kırılgandım.

"İşte böyle," dedi gözyaşlarımı işaret ederek, "ağlamalısın abicim. Nedenini de kısa süre içinde öğreneceksin zaten" dedi ve bana iyice yaklaştı. Boynuma eğilip derince kokladı. Allah'ım bu gerçek olamazdı. Kuzey'e resmen tuzak kurmuştu.

"ÇEKİL!" Diye tüm gücümle bağırdım. O ise alayla sırıttı ve boynumdan ayrılıp işaret parmağını yanağımda gezdirmeye başladı. Akan gözyaşlarımdan birini yakalayıp ağzına doğru götürdü. Sinirden ellerimdeki zincirleri çekiştirmeye başladım.

"Sen bana bunu nasıl yaptın? Vatanına bunu nasıl yaptın? Bu gerçek olamaz, hayır hayır" diyerek başımı sağa sola salladım inanmak istemezcesine. O ise bir adım geri çekilip bana alayla sırıtmaya devam ediyordu.

Canım dediğim, canım bildiğim, hayatımı onun için feda edebileceğim, benim için ölür dediğim abim, Görkem abim şu an karşımda duruyordu!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%