@ebrumelek
|
Gözlerimi açtığımda keskin bir beyazlık beni karşıladı. Tavanın florasan lambası, soğuk bir ışıkla odanın her köşesine yayılmıştı. Ağır başımı hafifçe çevirerek etrafıma bakındım. Annem, Abdullah Bey, Gül, Göktuğ, dedem ve anneannem…
Hepsi odadaydılar, hepsi sessizdi. Üzgün ve endişeli yüzleri, sanki bir şey söylemek ister gibi ama kelimelerle boğuşuyormuşçasına donmuştu. Boğazım kuruydu, ama yine de konuşmaya çalıştım. Sesim zar zor çıkıyordu.
"Görkem'e ne yaptılar? Tuba nerede? Bana acil çağırın onu..." Sözlerim odadaki sessizliği bıçak gibi kesti. Yattığım yerden doğrulmaya çalıştım ama karnımdaki keskin bandajların varlığını hissettiğim anda hareketim yarıda kaldı. Abdullah Bey hızla yerinden fırladı, sert ama bir o kadar nazik bir şekilde sırtıma dokunarak beni yeniden yatağa yatırmaya çalıştı.
"Sakın hareket etme," dedi alçak ama kararlı bir sesle. Gözlerinde hem otoriter bir ışık hem de şefkatli bir gölge vardı. Bedenim, ağır bir yükle kaplanmış gibiydi. Kafam, yüzüm, ellerim, hatta parmak uçlarım bile sanki ödemle şişmişti. Koluma bağlı seruma gözüm takıldı. Sanırım ağrı kesici verilmişti, çünkü hissettiğim fiziksel acı hafifti. Ama içimdeki karmaşa, duyduğum endişe, hiçbir ilaçla dindirilemeyecek kadar büyüktü.
Bir kez daha konuşmaya çalıştım, sesim bu kez biraz daha güçlüydü. "Ne oldu? Görkem nerede?" Gözlerim, odadaki herkesi tek tek taradı. "Yat kızım, kalkma. Biz de bir şey bilmiyoruz. İyisin değil mi?" Abdullah Bey'in sesi yumuşak, ama içinde derin bir hüzün saklıydı. Gözleri, yaşadığı korkunun izlerini taşıyordu. Bakışları sargıda olan ellerimdeydi. Bileklerime kadar sargı içindeydim. Tüm ilgisi, tüm dikkati üzerimdeydi. O an fark ettim ki, odadaki herkes aynı şekilde bana odaklanmıştı. Hepsinin gözlerinde aynı kaygı, aynı tedirginlik vardı.Derin bir nefes aldım ve sakin görünmeye çalıştım. "İyiyim," dedim, sesime kararlılık katmaya çalışarak. "Bundan daha kötülerini atlattım. Benim için endişelenmeyin." Anneme döndüm, bir an göz göze geldik. "Anne, lütfen bana hemen Tuba'yı çağır," dedim, sesimdeki ısrarı gizleyemeden.
Dedem, annemden hızlı davranarak cebinden telefonunu çıkardı. Parmaklarıyla numarayı çevirdi ve odada bir anda derin bir sessizlik oluştu. Gözlerimi dedemden ayırmadan izliyordum; dudakları bir süre kıpırdamadı, yüzü ifadesizdi. Sonunda aradığı kişi telefonu açtı ve dedem konuşmaya başladı.
Dedem telefonun diğer ucundaki kişiye seslendi. "Alo, Hüseyin. Gökçen uyandı ve Tuba'yı istiyor." Sesi sakin ama otoriterdi. Kısa bir sessizlik oldu, dedemin kaşları çatıldı. "Torunum acil istiyor Hüseyin, başlarım işine şimdi..." Sert çıkışı odada bir anlık gerilim yarattı. Derin bir nefes aldı ve tekrar konuştu. "Ne? Heyet mi? Tamam, tamam, siz halledin."
Telefonu kapattıktan sonra bana döndü, yüzünde karışık bir ifade vardı. Tek kaşını kaldırarak, bir anlamda dikkatimi çekmeye çalışıyormuş gibi konuştu. "Poyraz gelecek. Tuba, Ankara'dan gelen yüksek kuruldaki heyetle görüşüyormuş."
Ankara'dan heyet ciddi durumlarda gelirdi ve ortada çok ciddi bir durum vardı. Tüm timler büyük ihtimal sıkı bir sorguya girecekti tek tek. "Benim buradan çıkmam lazım, iyiyim. Göktuğ, Poyraz'ı arayıp telefonu bana verir misin?" Dedim. O sırada dedemde albay Hüseyin'le birkaç bir şey daha konuşup kapattı. Annem, yatakta doğrulmaya çalıştığımı görünce endişeyle yaklaştı.
"Dinlen artık, kızım. Uğraşma bu kadar, bak perişan olmuşsun. Hâlâ bir şeylerle uğraşıyorsun. Yat ve dinlen," dedi yumuşak ama ısrarcı bir sesle. Onu duyuyordum ama söylediklerine odaklanamıyordum.
Gözlerim, köşede telefonuyla uğraşan Göktuğ’a takıldı. Göktuğ, annemin sözlerine aldırmadan hızla telefonunu çıkardı ve birkaç tuşa bastıktan sonra bana döndü. "Poyraz’ı arıyorum," dedi. Telefonu kulağına götürüp beklemeye başladı. Uzunca bir süre çaldı, tam cevap gelmeyeceğini düşünüyordum ki sonunda Poyraz'ın sesi duyuldu. Göktuğ, telefonu bana uzattı.
"Benim, Gökçen," dedim doğrudan. Sesim titrek ama kararlıydı.
"Ne durumda ortalık?" Poyraz’ın sesi gergin ve yorgundu. "Gökçen, şu an karargâh çok yoğun. Herkese soruşturma açıldı. Heyet burada, askerleri tek tek görüşmeye alıyor. Ben az önce çıktım görüşmeden. Şu an Tuba içeride."
Beni daha da telaşlandıran bu bilgi üzerine hızla konuya girdim. "Görkem’in telefonunda kanıt var, Poyraz. Onu izle, hemen," dedim.
Poyraz, derin bir nefes alarak söze başladı. Sesinden, yaşadığı baskıyı ve yorgunluğu anlamak mümkündü.
"Görkem'in telefonu kırılmış. Onu bilişimde güvendiğim bir arkadaşıma verdim. İçindeki bilgileri kurtarmaya çalışıyor, haber verecek. Ayrıca, Görkem şu an karargahtaki sorgu odasında tutuluyor. Ama işler sıkıntılı, Gökçen. O da kaçırıldığını söylüyor ve sağ yakalanan pislikler de bu iddiayı onaylıyor."
Sözleri içimde bir volkan gibi patladı. "Yalan söylüyorlar!" diye haykırdım. Öfke, kontrolümü ele geçirmişti. "Mobeselere bakın, bir şekilde bul, Poyraz! Tuba hemen bana gelsin!" Sesim odada yankılanmıştı, herkes donup kalmıştı.
Tam o sırada karnımda şiddetli bir ağrı hissettim. Nefesim kesilmiş gibi oldu, elim istemsizce bandajlı bölgeme gitti. Gözlerimi sımsıkı kapattım, ağrı beni yatağa mıhlamıştı. Odada bir telaş başlamıştı. Annem hemen yanıma koştu, yüzünde dehşet dolu bir ifade vardı.
"Kızım, sakin ol! Kendini bu kadar zorlama!" dedi. Abdullah Bey ise hemşire çağırmak için kapıya yönelmişti.
"Ben oraya geleceğim. Tuba'ya da haber veririm. Çıkıyor galiba odadan. Sen sakın ben gelmeden hastaneden çıkma!" Diyerek telefonu yüzüme kapatan Poyraz'ı öldürmek istemiştim. Hızla kapanan telefonu Göktuğ'a uzattım ve kolumdaki serumu bir anda çıkarttım.
Odadaki herkes ayaklanıp bana doğru gelmişti. "Dur kızım bu halde çıkamazsın" gibi sesler yükseliyordu. O şerefsiz Görkem'in yırtmasına asla müsaade etmeyecektim. Heyet karargahtaki askerleri bitirip benimle görüşene kadar, Kuzey ve Aysu boşu boşuna hapiste kalıyordu. Görkem sorgu odasında tutulsa bile, Gri denen o şerefsiz planlarına devam ediyordu.
Abdullah bey, Göktuğ ve dedem beni tekrar yatağa yatırmaya çalışıyordu. Hemen karargaha gitmem gerekiyordu. O sırada odaya bir sürü doktor ve hasta bakıcılar girmişti. Hepsi bana yönelip kollarımı tuttu ve kolumdaki ince sızıyla iğne yaptıklarını anladım. Gerisi lanet bir karanlıktı.
TUBA
Kuzey tutuklanmadan önce görüştüğümde telefonunu 2 saat boyunca şarja bıraktığını söylemişti. Hemen kamera kayıtlarına bakmış ve o iki saatlik süreçte, Kuzey'in odasının olduğu koridoru gösteren kameralarda kesinti olduğunu fark etmiştim. Albaya bu durumu bildirince işkillenmiş ve Kuzey'in gerçekten de masum olabileceğini düşünmüştü. Küçük bir ihtimal da olsa, albay babamı buna inandırmak önemliydi. Ama elde yine sıfır olunca sinirle odamda volta atmaya başlamıştım. Taa ki telefonumu şarjdan çıkarıp bakana kadar...
Gökçen bana mesaj atmıştı ve konum bilgisi ile yardım çağrısı yapmıştı. Lanet olsun diyerek hızla albayın odasına yürüdüm ve izin alarak attığı konumun kamera görüntülerine girdik. Bütün kayıtlar silinmişti. Birisi müdahale ediyordu ki bu Kuzey değildi. Kuzey artık tutuklanmıştı. Hemen Gökçen'in künyesindeki çipe erişim sağlayıp konumunu bulmuştum. Konum bilgisini alırken Selman beni aramıştı.
Selman bana çok garip şeyler söylemişti. Görkem'i, tekinsiz bir grup adamla birlikte bir depoya giderken gördüğünü, kendi isteğiyle arabaya bindiğini hatta Selman'a uyuyacağını söyleyerek bunu yaptığını söylemişti. Deponun adresini istedim ve konum bilgisi paylaştığında, gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Çünkü Gökçen'in konumuyla aynı konumdu. Albaya durumu aktarınca, "Görkem'i tutukla sorgulanacak" diye emir verdi ve yanıma Mehmet abi ile Anıl'ı da verdi. Onlara bir açıklama yapmamıştık.
Üçümüz birlikte yola çıktık. Selman konuma yakın bir yerde bizi bekliyordu. Mehmet abi ve Anıl'ın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Sadece Gökçen'in kaçırıldığını ve bir şekilde albayla konumumu bulduğumuzu söylemiştik.
***
Heyetin tüm sorularını eksiksiz bir şekilde yanıtladıktan sonra odadan çıktım. Gelen heyet oldukça sert ve detaycıydı, ancak içlerinden biri - daha önce birlikte çalıştığım, adaletine sonsuz güvendiğim bir komutan - bana moral olmuştu.
Gökçen, Görkem için "Bana tecavüz etmeye çalıştı," dediğinde kan beynime sıçramıştı. O adamı ömür boyu hapiste tutmak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıydım.
Kapının hemen önünde Poyraz bekliyordu. Suratındaki ifadeyi görünce, onun bu alışılmış sert tavırlarına daha fazla sinir oldum. Göz göze geldiğimizde, bakışlarına aynı sertlikle karşılık verdim.
"Gökçen aradı, seni hastaneye çağırıyor," dedi kısa ve soğuk bir tonla. Ardından, "Ben de şimdi oraya gidiyorum. İstersen benimle gelebilirsin," diye ekledi.
Ona alaycı bir gülümsemeyle baktım. "kendim giderim," diyerek yanından geçip gittim. Zaman kaybetmeden albayın yanına uğrayıp izin aldım ve hızlıca karargahtan çıktım.
Direksiyona geçer geçmez, zihnimde hâlâ Gökçen’in yaşadığı korkunç olay ve bu durumu düzeltmek için yapmam gerekenler vardı. Arabayı hastaneye sürerken beynim bu düşüncelerle doluydu.
Hastaneye geldiğimde Gökçen’in kaldığı odanın önünde bekleyen iki askere selam verdim. Askerlerden biri, beni görünce kapıyı açtı. İçeri girdiğimde odaya hâkim olan sessizlik dikkatimi çekti.
Gökçen yatakta derin bir uykudaydı. Yüzünde belli belirsiz bir huzursuzluk vardı. Gül ve Özgü anne ise odanın köşesindeki koltuklara çökmüş, perişan bir halde oturuyorlardı. Beni görür görmez, Özgü anne hızla ayağa kalktı. Gözleri dolu doluydu ve yüzünde hem bir rahatlama hem de büyük bir hüzün vardı. Bana sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
"Tuba… Çok zor şeyler atlattı. Ama sen geldin ya, şimdi daha iyi olacak. Ah yavrum başınızda hep bir bela, vallahi kalbim dayanmıyor artık" dedi boğuk bir sesle. Gül, sessizce bakışlarını benden kaçırıyordu ama yüzündeki acı, kelimelere gerek bırakmıyordu. Gökçen’in yanında olmam gerektiğini biliyordum, ama aynı zamanda bu odadaki herkesin bir şekilde desteğe ihtiyacı vardı.
Özgü annenin sırtını sıvazlayarak hafifçe uzaklaştım ve Gökçen’in yanına doğru ilerledim. Ona bir süre sessizce baktım. "Merak etme," diye fısıldadım kendi kendime. "Bu işin peşini bırakmayacağım." Elini tutarak yüzüne baktım. Kafası sarılıydı ve şişlikler çok belliydi. Sanırım birkaç kere kafa atmıştı. Derisi soyulmuş ve morarmaya başlamıştı. Elleri de felaket durumdaydı. Sargılı olmasına rağmen şişlikleri çok belliydi. Sargının bittiği kol kısımlarına kadar uzanan morarmalar vardı. "Elleri, parmakları niye bu kadar şişmiş ki?" Diye mırıldandım kendi kendime çözmeye çalışarak. Onu bulduğumda karnında saplanmış bir bıçak vardı ve tüm sütyeni kan içindeydi. Görkem onun tişörtünü parçalamıştı. Hatırlayınca sinirle derin bir nefes aldım.
Gül cevap verme gereği hissetmiş olacak ki ince ve tereddütlü sesini duydum. "Doktor zincir gibi bir şeyle bağladıklarını, kurtulmak için baş parmaklarını yerinden çıkarttığını ve zinciri esnetmek için güç kullanmak zorunda kaldığını söyledi. Hastaneye geldiğinde sol elindeki parmak yerine oturmamış öyle dediler. Bileklerine kadar parçalanmış" dedi kısık sesle ama Özgü annem yine ağlamaya başladı. Gül de sözü biter bitmez titrek bir nefes vererek ağlamaya başlamıştı. Elimi uzatarak saçlarını okşadım kardeşim dediğim kızın. Aklıma gelen 'tecavüz' kelimesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Görkem'i, Gökçen kadar olmasa da ben de iyi tanıyordum ve seviyordum. Nasıl böyle bir kalleşlik yapardı. Aslında onu hiç tanımıyormuşuz!
Bir süre sonra Gökçen kendine gelmeye başladı. Kızarmış ve şişmiş yeşil gözlerini araladığında, beni görüp yatakta doğrulmaya çalıştı.
Elimle omzuna dokunarak onu engelledim. "Nasıl hissediyorsun güzellik?" Diye sordum.
"Beni boşver, acil buradan çıkmam lazım Tuba. Görkem'i ne yaptınız her şeyi anlat?"
"Heyet soruşturma yapıyor. İş bizden, albaydan çıktı. Ankara'dan gelen yetkililer müdahil oldu. Yakında her şey çözülecek. Elimden geleni yapıyorum ancak Görkem için bir delil yok. İşini sağlam yapmış, iz bırakmamış. O gün, o da mağdur olduğunu söylüyor ve sağ yakaladığımız iki piçte onu destekliyor. Senin söylediklerin var sadece." dedim sıkıntılı bir nefes alarak.
"Tuba, teğmen Aysu Çelik'te suçsuzmuş. Görkem bana itiraf etti ama delilim yok. Lanet olsun ki Aysu'yu kendi ellerimle yakalamıştım. Ben çok kötü bir komutanım. Görkem'in telefonuyla gizli bir çekim yaptım. Hain olduğunu itiraf ediyordu. Poyraz bilişime verdiğini söyledi." diyerek gözlerini sıkıca yumdu.
Tuttuğum elinin üstüne diğer elimi koydum ve nazikçe okşadım. "Sen çok iyi bir komutansın Gökçen. Bilemezdin, raporlarda apaçık suçluydu Aysu. O raporları ben de inceledim. Senin yerinde kim olsa onu tutuklatırdı. Merak etme kardeşin olarak bu işin peşindeyim. Tüm tanıdığım istihbaratçılara haber saldım. Görkem için yakında delil bulacağım. Telefonu da inceleyeceğiz. Bir an önce iyileşmeye bak."
🍁
Gökçen'i ziyaretimin üstünden bir gün geçmişti. Uyumayalı ise 36 saat.
Haber saldığım istihbaratçı arkadaşlarımdan olumlu bir haber alamamıştım. Görkem pisliği kendini çok güzel gizliyordu. Az önce albaydan öğrendiğim bilgiye göre Görkem'i salacaklardı. Hain olduğuna dair Gökçen'in söylemleri dışında bir delil yoktu.
Selman ise gördüğü görüntüler yüzünden Görkem'e inanmıyor, Anıl ve Mehmet abi ise Selman'ın ve Gökçen'in dediklerinden sonra kafayı yemiş gibi dolaşıyorlardı etrafta. Bugün heyet, hastanede Gökçen'le görüşmek için gelecekti.
Odamın kapısı tıklatıldı. "Gel" diye seslendim. Bir asker içeriye girip tekmil verdi.
"Söyle aslanım?"
"Komutanım albayım acil odasında bekliyor sizi" dediğinde kafa salladım. Asker odadan çıkınca, ben de peşinden çıkıp albayın odasına ilerledim. Hayalet timi bugün göreve başlayacaktı. Sanırım bizi tanıştıracaktı ancak Kuzgun olarak onları görmüştüm, bilmiyorlardı.
Albayın odasına gelince kapıya vurarak içeriye girdim. Tahmin ettiğim gibi yeni timim buradaydı.
"Gel binbaşım. Hayalet timi tam ekip bugün görevlerine başladılar" diyerek sırayla tüm timi tanıttı.
Bakışlarımı odada bulunan ekibe çevirdim. Tek tek her birini süzerken, Albay isimlerini söylüyordu. Tanıttığı ilk isim Alparslan’dı. Onu gördüğüm anda irkildim; Poyraz’a inanılmaz derecede benziyordu. O gece dikkat edememiştim. Fiziksel olarak bu kadar benzeyen iki kişinin akraba olmaması mümkün değildi. Bu benzerliği Gökçen’in de fark ettiğinden eminim. Ancak daha önce dosyalarını incelerken Poyraz’la aynı soyadını taşıdıklarını da fark etmiştim. Merak edip sorgulattığım halde aralarında bir bağ bulunmadığını öğrenmiştim. Bu işin içinde bir sır olabileceği düşüncesi o an zihnime kazındı.
'Ekipteki diğer üyeleri de tanıyacaksın,' dedi Albay ve sırayla tanıtmaya devam etti. Timin diğer üyeleri arasında hem profesyonellik hem de çekincesiz bir cesaret seziliyordu. Ama hepsi hakkında detayları dosyalarından çoktan öğrenmiştim. Odaya hakim olan gergin fakat bir o kadar da disiplinli hava dikkatimi çekmişti. Albay konuşmasına devam etti:
"Bugünden itibaren onlara liderlik edeceksin, Binbaşı Tuba. Senin tecrübelerin ve bilgilerinle çok daha güçlü olacaklarına eminim."
Albay en son beni de tanıttı. Alparslan, Onur, Efe ve Kurtuluş. O gün ki görevde Kurtuluş ekipte değildi. Görev için albay acil çağırınca, yurt dışında olduğu için gelememişti. Onu yeni görüyordum.
'Anlaşıldı, komutanım,' diyerek resmi bir tonla karşılık verdim. Ama içimde bir yerde, bu timle çıkacağım ilk görevin neler getireceğini merak ediyordum. Özellikle Alparslan ve Poyraz arasında bir bağ olup olmadığını öğrenmek için uygun bir zamanı kollayacaktım.
Bu zamanı çok bekleme gerek kalmamıştı çünkü Albayın odasına hakim olan resmi ve disiplinli hava, kapının açılmasıyla birlikte bir anda değişti. İçeri giren Poyraz’dı.
Gergin adımlarla, sinirli bir ifadeyle odaya girdi ve tam o sırada Alparslan ile göz göze geldi. İkisinin de yüzündeki şaşkınlık neredeyse somut bir hal almıştı.
"Alparslan?"" Poyraz!" İkisi de aynı anda, aynı tonlamayla konuşmuştu. Sesleri odanın içinde yankılanırken herkes, özellikle de albay, donup kalmıştı. Bu iki adam, birbiriyle aynı gen havuzundan çıkmış gibi inanılmaz derecede benziyordu. Hele ki yan yana Eğer birisi çıkıp "İkizler," dese, odadakiler hemen inanırdı. Soy isimleri de aynıydı. O zaman sorgulama yaptığımda neden bir akrabalık bağı bulamamıştım?
GÖKÇEN Hastane odasında yatarken pencereden dışarı bakıyordum. Güneş, gökyüzünde ağır ağır batmaya hazırlanıyordu. Bugün bir şekilde geçecek, diye düşündüm. Yarın kesin buradan çıkacağım, doktorla bunu netleştirmiştik. Bir gece daha kalmam karşılığında ikna olmuşlardı. Annemleri daha fazla üzmek istemediğim için kabul etmiştim. Tuba, az önce uğrayıp heyetle bugün görüşeceğimi söylediğinde, içimde bir sıkıntı belirmişti. Beni nasıl sorular bekliyordu? Neyi ne kadar anlatmam gerekiyordu? Odada, düşüncelerimin arasında kaybolmuş bir haldeyken, annemin şefkatli bakışlarını üzerimde hissettim. Ne kadar yorgun görünüyordu.
"Biraz uyu, anne," dedim, sesim beklediğimden daha yumuşak çıkmıştı.
O ise başını iki yana sallayıp, “Sen buradayken gözümü nasıl kapatayım?” diye mırıldandı.
İçim eziliyordu. Beni güçlü görmek istiyorlardı, ama bazen insan sadece kendi başına güçlü olamayacak kadar yoruluyordu.
Derin bir nefes aldım. Bu geceyi de atlatırsam, yarın özgürüm.
Birkaç saat geçmişti ki odanın kapısı sert bir tıklamayla açıldı. Beklediğim heyet içeriye kararlı adımlarla girdi. Önde yürüyen adamın yüzündeki sert ifade, baştan sona otorite yayıyordu. Arkasından biri kadın, diğerleri erkek olan dört subay daha odaya doluştu. Kıt’a komutanı ve askerî kurum amirliğinden oluşan bu heyet, önce odanın tamamını dikkatle süzdüler.
Dedem hemen yerinden kalktı. Dimdik durarak kendini tanıttı:
"Emekli Albay Kemal Kara." Heyettekiler, dedemin tanıtımına karşılık sessiz bir baş selamı verip ardından dikkatlerini bana çevirdiler.
İçlerinden biri, üniformasının yakasında yarbay işareti vardı. Saygılı ama otoriter bir sesle konuştu:
"Merhabalar, müsaade eder misiniz Albayım? Yüzbaşı Gökçen Toprak ile görüşmemiz gerekiyor."
Dedem gözlerini bana çevirip bakışlarıyla destek verdi, ardından başıyla onayladı.
"Tabii ki, kolay gelsin." Annem ise tamamen farklı bir ruh hâlindeydi. Gözleri korkuyla büyümüş, yüzü endişeden donuk bir hâl almıştı. Bana telaşla bakıp bir şey söylemek ister gibi oldu, ama sustu. Sessizce odadan çıktılar. Dedem de annemi kolundan tutarak koridora yönlendirdi. Odanın kapısı kapandı.
İçeride artık sadece ben ve heyet kalmıştık. Yetkili askerler, ellerindeki dosyaları bir kenara bırakarak sandalyeleri bana doğru çekip oturdular. Onların içeri girdiği ilk anda, yataktaki rahat pozisyonumu bırakıp doğrulmuştum. Şimdi ise sırtımı dikleştirmeye, mümkün olduğunca kendimden emin görünmeye çalışıyordum.
Bakışlarım, sırayla her birinin gözlerine kilitlendi. Kısa bir sessizlik vardı. Sessizlik bozulmadan önce, derin bir nefes aldım ve hazırlıklı görünmek için tüm dikkatimle onlara odaklandım.
"Geçmiş olsun, Sayın Yüzbaşı. Bize bildiklerinizi anlatır mısınız?" dedi içlerinden biri, dosyasını dizlerinin üstüne yerleştirip bakışlarını yüzüme sabitleyerek. Derin bir nefes aldım. O an, anlatacaklarımın ağırlığını hissederek bir an duraksadım.
Sonra, her şeyi en başından, Niko olayından başlayarak anlatmaya koyuldum. Muhbir olduğundan şüphelenmemiz, sınır dışına yaptığımız operasyon, Kuzey’in isminin geçmesi ve sorgulanması, kaçırılmam… Her bir detay, zihnimde yeniden canlanıyor, kelimelere dökülüyordu. Görkem’in bana depoda yaptıkları ve söyledikleri, Mehmet Abi’nin karısının ölümü, Aysu Çelik davası… Hiçbir ayrıntıyı atlamamaya çalıştım.
Anlatacaklarım bittiğinde, odada kısa bir sessizlik oluştu. Heyetteki dört çift göz üzerimdeydi. Sanki söylediklerimin her bir kelimesini tartıyorlardı. Derken, bana birkaç soru sormaya başladılar. Sorular, Kuzey’le aramdaki ilişkiye odaklanmıştı. Onların beklentisi neydi, bilmiyordum, ama hiçbir şeyi saklamadan dürüstçe cevapladım. Kuzey’in nasıl olaylara dahil olduğunu, onunla nasıl iletişim kurduğumuzu, kaçırılmamdan sonra onun çabalarını anlattım.
Sonunda, telefondan çektiğim video meselesini de açtım. Bu, anlaşılan oldukça ilgilerini çekmişti. İçlerinden biri başını diğerine doğru çevirip anlamlı bir bakış attı. Büyük ihtimalle aralarında savcı olan kişi, ses tonunda daha da fazla sorgulayıcı bir keskinlikle birkaç soru yöneltti. En karmaşık, en ters soruları da ondan geldi zaten. Belli ki Kıt’a Komutanı’na sunacakları rapor çok önemliydi ve işleri hiç kolay değildi. Ama benim de değildi. Anlatırken içimde yeniden alevlenen o anılar, derinlerde saklı korkularımı bir kez daha yüzeye çıkarmıştı.
Onlar notlarını alırken, yüzlerinde anlık bir duygusuzluk vardı. Her şeyin karara bağlanacağı bir sürece girdiğimin farkındaydım.
TUBA
"Siz tanışıyor musunuz?" diye sordu Albay Hüseyin, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Poyraz, her zamankine zıt sakin bir tonla yanıtladı: "Akrabayız, komutanım." Albay, bir an duraksadı, kaşınan kafasını hafifçe eğerek çekmecesinden bir dosya çıkardı ve incelemeye başladı. Sayfaları çevirirken yüzünde giderek artan bir merak ve hafif bir rahatsızlık belirdi. "Burada öyle bir bilgi yok," dedi sonunda. "Akraba olsanız aynı yerde görev yapamazsınız. Bu nasıl oldu, ben öğreneceğim."
Bu bilgiye nedense şaşırmamıştım. Zaten aşırı derecede benziyorlardı. Poyraz, Gökçen ve Alparslan, birbirlerinin karbon kopyaları gibiydiler. Bakışlarında ki ateş ve sertlik bile aynıydı. Tek farkları göz renklerinin tonlarıydı. Poyraz'ın soluk bir yeşilken, Alparslan'ın daha çok elaya kaçıyordu.Gökçen'in ise çok canlı bir yeşil tonuydu. Göz bebeklerine yakın sarı noktaları vardı Alparslan'ın tonu gibi.
O sırada Alparslan, boğazını temizleyip bir adım öne çıktı. Yüzünde derin bir sitem vardı ve sesi beklediğimden daha dolu bir tonla yankılandı: "Komutanım, soy ismimiz aynı, evet. Ama amcam—yani Poyraz’ın babası—yıllar önce bizimle tüm akrabalık bağlarını sildirdi." Bu sözler odada bir anlık bir sessizlik yarattı. Alparslan’ın sesi sitem doluydu, ama Poyraz’ın yüzünde bir öfke kırıntısı bile yoktu. Hatta tam tersine, bakışları sakin ve derindi. Daha önce Gökçen’e baktığında gördüğüm o ifadenin aynısı şimdi Alparslan’a yönelmişti; içinde bir kırılganlık, bir anlayış vardı.
Herkes bu durumu sindirmeye çalışırken, odada sessizlik asılı kalmış gibiydi. Albay, gözlerini dosyadan kaldırıp Poyraz ve Alparslan arasında bir an gidip geldi, ama bir şey söylemedi. Soru işaretleri havada dolaşıyor, cevaplar ise sessiz bir gerilimin içinde saklanıyordu.
"Neyse şimdi daha önemli sorunlarımız var. Bu mesele ile sonra ilgileniriz. Tuba binbaşı dışında herkes çıksın" dediğinde, timimdekiler "Emredersiniz" diye bağırıp odadan çıkmaya başladılar.
"Komutanım acil bir mesele var" diyen Poyraz ile albay ona sandalyeyi işaret etti. Poyraz bana bakıp tekrar albaya döndü.
"Komutanım Gökçen'i bulduğumuzda bana bir telefon vermişti. Görkem'in telefonu olduğunu anlayıp bilişime yollamıştım. İçinde ne çıkacağını bilmediğim için size söylemedim ama görmeniz gereken şeyler var" diyen Poyraz'la kaşlarımı çatmış ona bakıyordum.
İnşallah elle tutulur bir şey çıkmıştır diye dua ederek...
❤️ |
0% |