@ebrumelek
|
Gözlerimi araladığımda güneş ışığı gözlerimi kamaştırdı. Odadaki sessizlik, sabahın ilk saatlerinin habercisiydi. Karnımdaki ağrı, her nefeste hafifçe kendini hatırlatıyordu ama alışmıştım artık. Ellerime baktım; ikisi de sargılarla kaplıydı. Çevremi süzerken annemin derin bir uykuda olduğunu gördüm. Yanındaki koltukta oturan Gül’ün bakışlarını üzerimde hissettim. Uyanıktı. "Nasıl hissediyorsun?" diye sordu yavaş bir sesle. Gözleri endişeyle parlıyordu. Derin bir nefes aldım, "İyiyim," dedim kısık bir sesle. O kadar da iyi sayılmazdım ama bu cevabın onu biraz olsun rahatlatmasını umuyordum. Yavaşça doğrulmaya çalıştım. Sırtımı yatağın başlığına dayayıp oturur pozisyona geldim. Hareket ettikçe karnımdaki yara yerinden bir sancı yükseldi. Gözlerimi kısa bir an kapatıp acıyı bastırdım. Derin bir nefes alarak ayaklarımı yatağın kenarından sarkıttım. "Gökçen, yapma! Daha tam iyileşmedin," dedi Gül telaşla. Yanıma gelerek destek olmaya çalıştı. "Sadece ayağa kalkacağım," dedim sakin bir tonla, sancımı belli etmemeye çalışarak. Ellerimi kaldırıp gösterdim. "Ama kıyafetlerimi giymek için yardıma ihtiyacım var." Gül tereddüt etti, sonra başını salladı. Dolaptaki kıyafetlerime yöneldi. Annemin benim için getirdiği sade kıyafetleri çıkarıp yanıma geldi. "Yavaş olalım," dedi dikkatlice. Ellerim sargıda olduğu için her hareketimi o kadar düşünerek yapıyordum ki her zamankinden daha çaresiz hissediyordum. Gül, gömleğimi usulca omuzlarıma geçirdi. Karnımdaki yara bandına dikkat ederken hareketleri yumuşak ama hızlıydı. Eşofmanı giyerken hafifçe eğildiğimde acı tekrar dalga dalga vücuduma yayıldı. Dişlerimi sıktım ama belli etmedim. "Teşekkür ederim," dedim sessiz bir tonda. Gül, yüzüme bakıp kısa bir an gülümsedi. Sonra gözlerini kaçırdı. "İyileşene kadar dinlenmelisin. Bir yere gitmiyorsun, tamam mı?" dedi hafif otoriter bir sesle. "Çıkmam lazım Gül. İlaçlarımı alacağım merak etme" diyerek cevap vermesini beklemeden kapıya yöneldim. Odanın kapısında bekleyen askerler beni görünce hızla toparlandılar. Onlara hafif bir baş selamı verdim. Yüzlerinden belli oluyordu ki birazdan nöbet değişimi yapacaklardı. Ama buna gerek kalmayacaktı. Sesimi otoriter ama dostane bir tona bürüyerek, "Görev bitmiştir. Beni karargâha bırakır mısınız?" Askerlerin yüzündeki şaşkınlık, sözlerimin etkisini gösterdi. Beni baştan aşağı süzüyorlardı. "Komutanım, albayım bize öyle bir emir vermedi..." dedi biri çekinerek. Kendi pozisyonunu riske atmamak adına net konuşmaya çalışıyordu ama içinde bulunduğu zorluk yüzünden okunuyordu. Onu daha fazla zor durumda bırakmak istemedim. "Tamam arayın bana verin, telefonum yanımda değil" dedim. Askerlerden biri telefonunu çıkartıp aradı, tekmil vererek telefonu bana uzattı. "Alo Komutanım Gökçen ben, doktorun izniyle hastaneden çıkıyorum. Bilginiz olsun" dediğimde karşıdan albay derin bir nefes verdi. "Tamam gel" dedi ve kapattı. Askere telefonu geri uzatıp, "Gidiyoruz" dediğimde beni başlarıyla onayladılar ve birlikte hastaneden çıktık. *** Karargâha vardığımda, doğruca Albay Hüseyin Bayram’ın odasına yöneldim. Görkem'in sorgusuna girmek için izin alacaktım ve son durumları öğrenecektim. Tabii hâlâ serbest bırakılmadıysa! Karnımdaki ağrıyı ve ellerimdeki sargıları görmezden gelerek hızlı adımlarla ilerledim. Albayın odasının önüne geldiğimde bir karmaşa hâkimdi. Kapıda bekleyen habercisine baktım. Tekmilini verdikten sonra merakla sordum, "Rahat Akif, neler oluyor? Albay nerede?" Habercinin yüzündeki endişe ve şaşkınlık açıkça görülüyordu. Durumun ciddiyetini anlamam uzun sürmedi. "Komutanım, ben de tam bilmiyorum," dedi aceleyle. "Ortalık dün geceden beri karışık. Heyetle sabaha kadar toplantı yaptılar. Az önce heyetteki iki görevliyle birlikte sorgu odasına gittiler." Sorgu odası mı? İçimdeki şüpheler daha da büyümüş, bedenime inat zihnim hızla işlemeye başlamıştı. Görkem hâlâ sorgudaysa bu, bir şeylerin iyiye gittiğinin işareti olabilir miydi? Derin bir nefes aldım, sabırlı görünmeye çalışarak, "Kimlerle birlikte gitti, biliyor musun?" diye sordum. "Heyetteki iki kişi ve bir de sizin tanımadığınız bir yetkili vardı, komutanım," dedi Akif. "Ama Albay, sabah başka biriyle görüşeceğini söylemişti." Başımı sallayarak teşekkür ettim. İçimdeki gerilim her geçen saniye artıyordu. Sorgu odasına doğru adımlarımı hızlandırırken, buradaki işlerin daha da karmaşık bir hâl alacağından emindim. Eğer Görkem’i konuşmaya zorluyorlarsa, artık devreye girmem gerekirdi. Sorgu odasının kapısına vardığımda, tanımadığım bir asker nöbet tutuyordu. Esmer tenli, uzun boylu ve düzgün duruşuyla hemen dikkatimi çekti. Rütbesi yüzbaşıydı, ama daha önce hiç karşılaşmamıştık. "Buyurun, kime bakmıştınız?" diye sordu, beni baştan aşağı süzerek. Üzerimdeki sargılar, şişmiş suratım ve sivil kıyafetlerimle garip bir manzara oluşturduğumun farkındaydım. Adamın tuhaf bakışları, durumumun ne kadar dikkat çekici olduğunu hissettiriyordu. Dik durup gözlerini karşıladım. "Yüzbaşı Gökçen Toprak. Albayla acil görüşmem lazım," dedim kararlı bir ses tonuyla. Sözlerim üzerine adamın bakışları daha da ciddileşti. Gözleri hızla yüzümde ve ellerimde dolaşırken, beni değerlendiriyor gibiydi. Aramızdaki sessizlik birkaç saniye sürdü. Bu süre, sabrımı zorlayacak kadar uzundu. "Bekleyin," dedi sonunda, ama hâlâ kapıyı açmaya niyetli görünmüyordu. Sert bakışlarını üzerimden çekmeden duruyordu. "Bakın, durum acil," diye devam ettim. Sesimdeki otoriteyi koruyarak, "Kapıyı açın ya da içeri girip kendim haber vereyim." "Burada bekleyin," dedi yüzbaşı ve sorgu odasının kapısını açıp içeri girdi. Sert ve mesafeli tavrını hâlâ koruyordu. Kapının ardından çıkan sesleri dinlemeye çalışsam da hiçbir şey duyamadım. Birkaç dakika sonra yüzbaşı, yanında Tuba ile birlikte dışarı çıktı. Tuba beni görünce yüzü aydınlandı, gözleri endişe ve sevinçle parlıyordu. Hiç tereddüt etmeden bana doğru yürüdü ve sıkıca sarıldı. "Gökçen! İyi misin? Burada ne işin var?" diye fısıldadı kulağıma. "Soruları sonra alırım," dedim hafifçe gülümseyerek. Onun yanında olmak bir nebze de olsa içimi rahatlattı. "Buyurun, girebilirsiniz," dedi yüzbaşı, hâlâ ciddi bir ifadeyle. Göz ucuyla bile ona bakmadan, Tuba ile birlikte kapıdan içeri adım attım. Odaya girer girmez, sorgu odasındaki manzarayı incelemeye başladım. Camekânın arkasında iki heyet üyesi, Albay Hüseyin Bayram’la birlikte sorgu yapıyordu. Karşılarında Görkem oturuyordu. Şerefsiz! Yüzündeki rahat ve küstah ifadeyi gördüğümde, midemde bir düğüm oluştu. Dışarıdaki bekleme alanında ise Poyraz ve Mehmet Abi vardı. Beni görür görmez hızla yerlerinden kalktılar ve yanıma geldiler. Önce Poyraz, ardından Mehmet Abi sarıldı bana. "İyi misin abicim neden geldin dinlenseydin" dedi Poyraz biraz sitemle. Bakışları sargılarımda geziyordu. ""İyi misin, abicim? Neden geldin, dinlenseydin," dedi Poyraz hafif bir sitemle. Bakışları, ellerimdeki ve başımdaki sargılarda geziniyordu. İçinde hem endişe hem de kızgınlık vardı; beni burada görmekten memnun değildi ama belli ki bir şey diyemiyordu. "İyiyim," dedim kısa ve kararlı bir şekilde. Konuyu hemen değiştirmek için, "Sorgu nasıl gidiyor?" diye sordum, hem Poyraz’a hem de Mehmet Abi’ye bakarak. Mehmet Abi bir adım yaklaştı, yüzünde karmaşık bir ifade vardı. "Gökçen, neler yaşadın sen? Görkem’in böyle bir şey yaptığını aklım almıyor. Ama sana inanıyorum, kardeşim," dedi ve bana bir kez daha sıkıca sarıldı. Onun sıcaklığı, bana biraz da olsa güç verdi. Tam o sırada kapı açıldı ve dışarıda bekleyen yüzbaşı içeriye girdi. Onun varlığını hissetsem de pek umursamadım. Göz ucuyla kısa bir bakış atıp hemen bakışlarımı Görkem’e çevirdim. Şerefsiz hâlâ rahat görünüyordu; sanki burada sorgulanan kendisi değilmiş gibi. Onun bu umursamaz tavrı, içimdeki öfkeyi daha da alevlendirdi. Poyraz, düşüncelerimi okumuş gibi yanıma sokuldu. "Abicim, iyi ki o videoyu çekmişsin," dedi, sesi biraz daha alçalarak. "Tam itiraf yapmasa da düşmanlığı ile ilgili birçok şey söylemiş. Heyet ve Albay, dün geceden beri videoyu izleyip Görkem’i yakın incelemeye aldılar. Çok az kaldı; tüm suçları ortaya çıkacak. Senin kaydın dışında hiçbir delil yok." Sözleri içimde bir rahatlama yaratmıştı ama yine de temkinliydim. Görkem’in kurnazlığı ve sinsi planlarıyla neler yapabileceğini artık biliyordum. Yine de bu kez köşeye sıkışmış gibiydi. Heyetteki savcı olan adam, sorguda adeta bir profesyoneldi. Görkem’in karşısında soğukkanlı ama son derece keskin sorular sorarak onu köşeye sıkıştırıyordu. Görkem’in gözlerindeki o rahat ifade, savcının her sorusuyla birlikte kaybolmaya başlamıştı. Onun bu hâlini görmek bile içimde bir rahatlama yaratıyordu. Bir ara, Görkem’in karısına hiçbir yerde ulaşılamadığı bilgisi ortaya atıldı. Savcı, bu durumu ustalıkla kullanarak şüpheleri Görkem’in üzerine daha da yoğunlaştırdı. "Eşinizin telefon sinyalinin sınıra yakın bir bölgeden geldiği tespit edilmiş," dedi savcı, kelimelerini itinayla seçerek. Görkem bu bilgiyle iyice sarsıldı. Öfkeyle yüzünü buruşturdu, dişlerini sıktı ve karısına küfür savurdu. Onun bu ani tepkisi, tam anlamıyla savcının beklediği şeydi. Albay ve diğer heyet üyeleri, sorguyu sıkı bir şekilde yönetiyordu. Her detayı öylesine ustaca bir araya getiriyorlardı ki bazı ters köşelerinde ağzım açık kaldı. Özellikle Kuzey konusu üzerine yoğunlaşan sorular, sonunda Görkem’i pes ettirdi. İlk başta inkâr etmeye çalışsa da ters köşelerinin ağırlığı altında çöktü ve itiraf etmek zorunda kaldı. Halbuki ellerinde video kaydım dışında hiçbir delil yoktu! Varmış gibi konuşmuşlardı. Aysu Çelik, Kuzey ve yaptığı diğer hainliklerin hepsi sırayla döküldü. O gün Göktuğ ve benim kaçırılmamda olan payını anlattı. İtiraflar bir zincir gibi çözülmeye başlamıştı. İçimdeki öfke ve sabırsızlık, yerini bir nebze olsun rahatlamaya bıraktı. Sonra duyduğum sözlerle gözlerim sonuna kadar açıldı. Sare kelimesi... Görkem o gün kaçırılmamızda Sare'nin katkısı olduğunu söylediğinde Poyraz'la bakıştık. Gözleri şaşkınlıktan donuklaşmıştı. Sare'yi aracı olarak kullandıklarını söylerken Poyraz masaya yumruğunu indirmişti. Mehmet abi elini onun omzuna koyarken bana tedirgin bir bakış atmıştı. Burnumdan soluyordum. Ellerimle yüzümü sıvazlamaya çalıştım ama sargılar buna izin vermedi. Savcı bir süre daha bu konu hakkında soru sorduktan sonra en korktuğum konu açıldı. Her şey peş peşe ortaya dökülüyordu. Görkem kendisi açmıştı bu konuyu. Bunu yaparken de, sorgu odasının camına bakmış ve sanki Mehmet abinin de benim de orada olduğumuzu biliyormuş gibi, Sevde'yi yani Mehmet abinin eşini nasıl öldürdüklerini anlatmaya başlamıştı. Gözleri bir an için benimkilere değmiş gibi hissettim. Tüylerim diken diken olmuştu. Yanımdaki Tuba’yla göz göze geldik. İkimiz de aynı şeyi düşünmüştük: Mehmet abiyi buradan çıkarmalıydık. Poyraz anlamsız bakışlarla bize bakıyordu. Biz daha harekete geçmeden, Mehmet abi zaten kitlenmiş gibiydi. Gözleri camın ardındaki Görkem’e saplanmış, başka hiçbir şeye odaklanamıyordu. Burun delikleri hızla büyüyüp küçülüyor, nefesi gittikçe ağırlaşıyordu. Tepkisizdi, ama içindeki fırtına yüzünden okunuyordu. "Abi, buradan çıkalım," diye fısıldadım usulca, ama duymadı bile. Tuba da koluna hafifçe dokundu, ancak Mehmet abi yerinden kıpırdamadı. Gözleri hâlâ Görkem’deydi. Bize ne bir tepki verdi ne de bir söz söyledi. O sırada, içerideki albay babam hızla sorgu odasından çıktı. Gözleri Mehmet abiye bir kez baktığında durumun ciddiyetini hemen anlamıştı. "Gökçen, Tuba, yüzbaşı! Mehmet’i tutun," diye talimat verdi. Yanımızdaki tanımadığım yüzbaşı da hemen harekete geçti. Üçümüz Mehmet abiyi tutmaya çalıştık, ama kaskatı kesilmiş vücuduyla yerinden kıpırdamıyordu. Albay sesini yükseltti: "Görevli asker, hemen doktor çağırın!" dedi. Askerler hızla telefonlarına sarıldı. Her saniye, sanki bir saatmiş gibi ağır geçiyordu. Mehmet abi hâlâ Görkem’e kilitlenmişti. Gözleri kırpmıyor, sadece burun delikleri hızlı hızlı hareket ediyordu. "Abi, bak bana, hadi buradan çıkalım," diye tekrar ettim, ama sanki bizi duymuyordu. Korkuyordum. Mehmet abi bu hale geldiğinde, kendini kaybetme eşiğine geldiğini biliyordum. Bir süre sonra doktor ve hemşire içeri girdi. Doktor, Mehmet abinin nabzını kontrol ederken başını salladı. "Sinirsel bir blokaj durumu var. Şok etkisiyle kaskatı kesilmiş. Onu hemen sakinleştirmeliyiz," dedi. Doktor iğnesini hazırlarken, Tuba’nın elleri titriyordu. Albayın bakışları, öfkeyle karışık bir çaresizlik taşıyordu. Ben ise Mehmet abinin yüzüne bakıyordum. O, hâlâ camın ardındaki Görkem’e bakıyor ve Görkem’in alaycı ses tonu hâlâ kulaklarımızda yankılanıyordu. İğne yapılırken Mehmet abinin nefesi biraz yavaşladı. Vücudu gevşemeye başlamıştı. Ancak o sert bakışları hâlâ Görkem’in üzerindeydi. Gözlerini zorla kapattığında bile dudaklarından yalnızca bir kelime döküldü: "Sevde... Vücudu kaskatı olduğu için zorlukla yapmıştı doktor iğneyi. Hep beraber Mehmet abiyi revire taşıdık. Mehmet Abi'ye, doktorlar vücudunu gevşetici bir ilaç vermiş olmalıydı. Göz kapakları kapanıp açılıyor, bilinci gidip geliyordu. Her kendine geldiğinde hıçkırıklara boğuluyordu; o koca adam, tüm ağırlığıyla ağlıyordu. Sesi, odanın duvarlarına çarpıp yankılanıyordu. Dayanamadım, ben de onunla ağlamaya başladım. Yaşadığı yük, bir insanın kaldırabileceğinden fazlaydı. "Abim be," diye mırıldandım kendi kendime, yutkunarak. Birlikte ağlamanın ağırlığında, kelimeler kifayetsiz kalıyordu. Anıl, Selman ve Ece de bir süre sonra revire yanımıza geldiler. Onların da yüzleri Mehmet Abi'ninki kadar perişandı. Ece'nin elleri titriyor, Selman bir köşede sessizce başını ellerinin arasına almış oturuyordu. Anıl ise nereye bakacağını bilemeden sağa sola gezinip duruyordu. Herkes, kendine özgü bir sessizlikle aynı acıyı taşıyordu. Tüm timimle beraber mahvolmuştuk. Saatler geçmiş olmalıydı ki Tuğba revire geldi. Onca karmaşanın içinde ilk kez dikkatlice yüzüne baktım. Gözaltları çökük, yorgunluk çizgileri iyice belirgindi. Günlerdir uykusuzdu belli ki, ama bunu şikayet edecek bir hâli bile yoktu. Onu da böyle görmek içimi sızlattı. Yine de hiçbir şey söyleyemedim. Sözcüklerin ulaşamadığı, insanın sadece bakışlarıyla anlaştığı bir andaydık. Revire çöken hüzün, sessizliğin içinde yankılanıyordu. Mehmet Abi’nin hıçkırıkları, Anıl’ın sıkıntıyla sıkılan elleri, Ece’nin sessiz gözyaşları… Herkes aynı yükü taşıyordu, ama hiçbirimiz birbirimize nasıl yardım edeceğimizi bilmiyorduk. “Her şey halloldu,” dedi Tuğba sessizce, ama sesi odadaki herkesin kulaklarında çınladı. Hepimiz bir anda ona döndük, sanki bu birkaç kelime bizi bulunduğumuz karanlıktan çekip çıkaracaktı. Gözleri yorgundu ama kararlıydı, haberlerinin ağırlığını taşımaya hazır gibiydi. “O şerefsiz, askerî mahkemeye sevk edildi. Heyetteki tanıdığım bir komutandan öğrendiğime göre, Kuzey ve Aysu için davalar düşecekmiş. Yüklü bir tazminat alarak görevlerine tekrar dönecekler, tabii kabul ederlerse,” diye ekledi. Her cümlesinde o karanlık perdenin biraz daha aralandığını hissettim. Kaç gündür ilk defa dudaklarım kıpırdadı ve gülümsediğimi fark ettim. Göğsümde biriken o ağır yük, yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. “Çok şükür,” diye mırıldandım, sesim o kadar kısık çıkmıştı ki, söylediklerimi yalnızca ben duymuş olabilirdim. Çok şükür ki her şey artık bitmişti, ama ardında büyük enkazlar bırakarak. Sare olayına hâlâ inanamıyordum! 1 Hafta Sonra Karargahtan döndüğümüzde, timdekilerle birlikte Mehmet Abi’nin evine uğramıştık. İki gün hastanede kaldıktan sonra taburcu olmuş ve evine geçmişti. Albay, ona birkaç gün izin vermişti; hem dinlenmesi hem de toparlanması için. Ancak yalnız bırakmaya hiç niyetimiz yoktu. Her gün bir şekilde onu ziyaret ediyor, yalnızlığını paylaşmaya çalışıyorduk. Ama o gün evde otururken, Mehmet Abi’ye bakınca içim burkuldu. Sanki karısını bir kez daha kaybetmiş gibi görünüyordu. Gözlerinde o tarifsiz acı yeniden belirmişti, sessizliği ise içimizde yankılanıyordu. Görkem’in ihaneti, hepimizde derin yaralar açmıştı. Timde kimse eskisi gibi değildi. Hatta Anıl, o neşeli ve konuşkan haliyle bilinen Anıl bile suskunlaşmıştı. Odaya bir sessizlik hâkimdi, konuşmak istesek bile ne söyleyeceğimizi bilemiyorduk. Bugün önemli bir gündü. Kuzey ve Aysu serbest bırakılacaktı. Kararın kesinleştiği haberini aldığımızda hepimiz biraz olsun rahatlamıştık, ama yine de içimizde garip bir ağırlık vardı. Mehmet Abi’nin evinden çıktıktan sonra havaalanına gidip onları karşılayacaktık. Ankara'dan geleceklerdi. Sonunda Kuzey'i görebilecektim. Gül’den duyduğum kadarıyla, Abdullah Bey ve Sare Hanım boşanma kararı almışlardı. Sare'nin yaptığı ailede adeta bir bomba etkisi yaratmış. Dedem ve anneannem dahi kendi kızlarıyla, Sare'yle, tüm iletişimlerini kesmiş. Sare Hanım evi terk etmiş. Gül, diğer aile üyeleriyle birlikte Sare Hanım’la görüşmek istemediklerini söylemiş. Göktuğ bunu öğrenince sürekli ağlamış ve onunla konuşmak istememiş. Bunu duyduğumda içimde garip bir his belirdi. Söylenenlere göre, Sare bir arkadaşının yanına, İstanbul’a gitmiş. Gül’ün anlattığına göre, bu durum yalnızca aile üyeleri, dedem ve anneannemi değil, Vildan Hanım ve Erdal Bey’i de derinden sarsmış. Hatta Vildan Hanım ile Erdal Bey’in, Sare Hanım’la büyük bir tartışma yaşadıklarını öğrenmiştim. Kavganın detaylarını bilmiyordum, ama belli ki iş çığırından çıkmıştı. Yaptığının bedelini ödüyordu. Benden bu kadar mı nefret ediyordu? O gün Göktuğ'un da benimle birlikte kaçırılması planda yoktu bunu Nico'dan duymuştum. Göktuğ onlar için piyango olmuş gibi davranmışlardı. Alihan ölmeden önce bunu itiraf etmişti. Sare benden kurtulmak için teröristlere nasıl bilgi vermişti, o detayları hâlâ öğrenmemiştim. Tek bildiğim Sare kandırıldığını söyleyip duruyormuş ailesine. Havaalanına vardığımızda, bekleme salonunda Kuzey’in anne ve babasını gördüm. Onlar biraz uzakta, ayrı bir köşede oturuyorlardı. Aynı salonda Kuzey’in tim arkadaşları da vardı. Herkesin yüzünde sabırsız bir bekleyişin izi vardı. Ben ise kalabalığa karışmadan biraz geride durdum. Kendimi toparlamış görünsem de, hislerim karmakarışıktı. Kafamdaki ve ellerimdeki sargılar artık çıkmıştı. Şişlikler inmiş, morluklar solmaya başlamıştı. Ama ellerim hâlâ yara izleriyle doluydu, parmaklarımı tam anlamıyla kullanamıyordum. Yüzüm ise bir başka meseleydi. Çoğu yeri kabuk tutmuş yaralarla kaplıydı; her bir iz, yaşadıklarımızın sessiz birer hatırası gibiydi. Kuzey’in karşısına bu hâlde çıkacak olmak beni huzursuz ediyordu. Onu yeniden görmek için sabırsızlanıyordum, ama yüzümdeki bu izler... Sanki yaralarımı değil, içimdeki karmaşayı sergileyecektim. Derin bir nefes alıp toparlanmaya çalıştım. Ne olursa olsun, bugün onun serbest kalışını görmek her şeye değerdi. Bu düşünceyle, hafifçe titreyen ellerimi cebime sokup kalabalığa doğru yürüdüm. Kuzey gelmek üzereydi. "“Hoş geldin, kızım,” dedi Vildan Hanım, oturduğu yerden kalkarak bana doğru geldi. Yüzündeki endişe, gözlerindeki sıcaklıkla yumuşamıştı. Onun bu samimi tavrı, içimde bir parça huzur uyandırdı. Ben de ona doğru yürüdüm ve sıkıca sarıldık. Sarılışı o kadar içten ve güçlüydü ki, bu küçük an bile bir nebze rahatlamamı sağladı. “İyisin değil mi? Nasıl oldun?” diye sordu, sesinde merak ve anneliğin o şefkatli tonuyla. “İyiyim, Vildan teyze,” dedim hafifçe gülümseyerek. “Kuzey sağ salim gelsin, çok daha iyi olacağım.” Bu sözlerimle, üzerimizdeki gerilimi hafifletmeye çalıştım. Vildan Hanım bana anlayışla gülümsedi, sonra gözlerini timime çevirdi. Her birine tek tek bakarak, içten bir şekilde, “Hoş geldiniz,” dedi. Onun bu sıcak karşılaması, tim arkadaşlarımın da yüzlerindeki sert ifadeyi yumuşatmıştı. Herkes birbirine biraz daha yaklaşmış, bekleyişin getirdiği gerginlik yerini paylaşılmış bir sabırsızlığa bırakmıştı. Kuzey’in adımlarını görmek için hepimiz aynı yöne bakıyorduk. O anın gelmesini sabırsızlıkla bekliyorduk. Havaalanında yapılan anonsla, Kuzey’lerin uçağının indiğini anladım. Kalbim bir an hızlandı, sonra sanki durdu. O ana kadar üzerimdeki sakinlik yerini heyecana ve sabırsızlığa bırakmıştı. Hemen ayağa kalktım, etrafımdaki her şey bulanıklaşmış gibiydi. Gözlerim kapıların açılacağı noktaya sabitlendi. Kuzey’i göreceğim anı beklemek, dakikaları saatlere dönüştürüyordu. Etrafımdaki insanların hareketlenmeye başladığını fark ettim ama hiçbirine dikkat etmedim. Nefesimi tutmuş gibi hissediyordum. Derken, kapılar açıldı ve insanlar yavaş yavaş içeriye dolmaya başladı. Kalabalığın arasında bir siluet belirdi, ardından bir başka tanıdık yüz. Kuzey ve Aysu sonunda göründüler. Onları ilk gördüğümde içimdeki tüm karmaşa yerini tarifsiz bir rahatlamaya bıraktı. Kuzey, yorgun ama dimdik duruyordu; gözlerinde tanıdık bir kararlılık vardı. Aysu’nun yüzünde ise zayıf ama umut dolu bir gülümseme vardı. Onu son gördüğüm güne göre oldukça değişmişti. Görkem iti yüzünden bir seneden fazla vatan hainliğinden tutuklu kalmıştı. Kuzey önce durdu, etrafına bakındı ve sonunda gözleri beni buldu. O an, dünya sessizleşti, zaman durdu. Her zamanki gibi kısa olan saçları ve temiz yüzü gitmişti; yerine, hem saçları hem sakalları uzamış bir Kuzey vardı. Ama gözleri… Onlar hâlâ aynıydı. İçinde buruk bir mutluluk taşıyan o gözler, sanki beni baştan aşağı taradı. Kalbimdeki tüm kırıklar o bakışta tekrar sızladı, gözlerim doldu, ve hıçkırıklarıma engel olamadım. Onu çok özlemiştim. Her şeyiyle. Kuzey’in yüzündeki duygular değişti; kararlılık yerini bir anlık telaşa bıraktı. İlk hareket eden o oldu. Hızlı ve kararlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Arkamda bir şeyler olduğunu, birilerinin bir şeyler söylediğini hissettim ama hiçbirine dikkat etmedim. Gözlerim ve düşüncelerim tamamen Kuzey’deydi. Ben de adımlarımı hızlandırdım. Tam ortada buluştuk. Aramızdaki tüm mesafeler, tüm acılar bir anda silindi. Hızla ona sarıldım, o da kollarını sımsıkı sardı etrafıma. Kokusunu derin bir nefesle içime çektim; işte buradaydı, yanımdaydı. Gözümden akan yaşlar, tişörtüne damlıyordu; burnumu da farkında olmadan omzuna silmiş olabilirim. Ama umursamıyordum. Kuzey, saçlarımı kokladı, nefesini hissettim. Sonra yavaşça kafasını kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. Bir şey söylemeden, yüzümdeki her detayı inceledi. Yaraları, morlukları, izleri… Parmaklarıyla yanaklarımdaki gözyaşlarını sildi, sonra dikkatlice gözümün kenarındaki yaraya dokundu. Dokunuşu o kadar nazikti ki, o anda tüm acılarımı unutmuş gibiydim. Gözlerimiz bir kez daha buluştuğunda, ikimiz de bir şey söylemeden, her şeyi söylemiş olduk. “Seni çok özledim, sevgilim,” dedi Kuzey, sesi çatallı ve boğuk. Bir kez daha sımsıkı sarıldı bana, sanki bir daha bırakmayacakmış gibi. Onun sıcaklığını, kokusunu, nefes alışlarını hissetmek… İşte bu an, her şeyin ağırlığını üzerimden aldı. Kendimi tamamen ona bıraktım, zayıf bir sesle, “Ben de çok özledim,” diye mırıldandım. Omzuna yaslanırken, kalbimin attığını, hâlâ hayatta olduğumu ilk kez bu kadar net hissettim. O kolların arasında tüm savaşlar bitmiş gibiydi. Yaşadığımız tüm acılar, kayıplar, korkular… O an için hepsi geride kalmıştı. Kuzey, ellerini sırtımda gezdirirken bir şeyler fısıldadı ama ne dediğini anlamadım; o kadar huzurluydum ki, sadece sesini duymak yetti. Biz böylece, kelimelere ihtiyaç duymadan, sadece birbirimizin varlığına tutunarak bekledik. Dünya, yalnızca ikimizin olduğu küçük bir anlık balondu. Ve o balonda, her şey olması gerektiği gibiydi.
|
0% |