@efloranizz35
|
(İlahi bakış açısı) (1792)
"Majesteleri, size bir paket gönderilmiş." tahtının sağında ve solunda oturan kral ve kraliçe paketin kimden geldiğini sorgularken; prens, paketi almak üzere ayaklandı ve paketi Elf'in ellerinden alarak tekrardan tahtına geçti. Kral ve kraliçe, oğullarının paketi açmasını bekliyordu. Prens, paketi açtığında içinden dikdörtgen ince, uzun bir kutu ve bir mektup çıkmıştı. Prens, kutuyu açmıştı ve içinden bir asa çıkmıştı. Kral ve kraliçe buna anlam verememişlerdi. Çünkü büyücülerin soyu 2 yıl önce tükenmişti. Prens, mektubu açtığında gönderen kişinin Tomris isimli birisi olduğunu gördü ve incelemeye başladı.
"Bu mektup şu an okuyorsan son kalan 2 büyücüden birisisin sevgili Jacob. Ben, Tomris. Büyücülerin soyunu devam ettirmeye çalışan bir anneyim. Bana büyücü ana da diyebilirsin. Asan, ejderha kalbinden oluştu ve çok güçlü bir asa. Reddediyorsun belki şuan büyücü olmayı ama seni bekleyen 6 yaşında bir prenses var. O, bir gün büyüyecek ve seni arayacak.
Kehanet her zaman doğruya işarettir sevgili Jacob.
'İki kişinin kavuşmasına bedeldi; bir kişinin ölmesi.'
Not: Büyücü ismin Jacob ve bu üçümüzün küçük bir sırrı. Ben, Eflora ve sen.
~Tomris"
Yazılar prensin kafasını karıştırmaya yetmişti. Kehanet gerçekse o kızın, prensi bulması bir kişinin ölümü olacaktı. Tomris' in hayatına birden girip her şeyi değiştirmesi de aynı şekilde prensi korkutmuştu. Kraliçe, tahtından kalkarak prensin karşısına geçmişti ve mektubu prensin ellerinden alarak okumaya koyuldu.
"Hadi ama tatlım. Valeria'yı hatırla. Tüm büyücüler öldürüldü. Seninle oynamaya çalışıyorlar işte." Prens, cevap vermemişti ve elindeki asaya bakarak düşünmüştü.
İki kişinin kavuşması için bir kişinin ölmesi gerekiyordu
(Eflora'nın anlatımıyla) Günümüz- (1802)
İkimizde konuşmuyor, sadece susuyorduk. Abimi görmesiyle herkes gibi o da benimle ilgili ön yargılı olmuş olabilir miydi? Çoğu insan abimin kişiliğinden dolayı, kardeş olduğumuzdan dolayı; o ne ise benim de o olacağımı düşünerek kıyaslama yapardı. Kral, derin bir iç çekerek bana döndü. "Abinle aran kötü mü?" Sorusuna karşı: "Biraz," diyerek geçiştirmeye çalıştım ama ikna olmamış gibiydi.
"Biraz?" dedi, kaşlarını kaldırarak.
"Biraz fazla sanırım."
"Anlat," dediğinde, konuyu değiştirmek istiyordum. Çünkü Leviathan Krallığı'na gelirken geçmişimi geride bırakmış olmam gerekirdi.
"Bu krallığı nasıl kurdunuz majesteleri?" Soruma karşılık Kral, konuyu değiştirmek istediğimi anlamış olması lazımdı ki geri önüne döndü. Onun da benim gibi cevapsız kalacağını düşünerek bende önüme döndüm.
Krala doğru göz ucuyla baktığımda tekrardan bana döndü ve derin bir nefes alarak: "Bir çok krallık gezdim Berfin," demesiyle yüzümü krala çevirdim. O ise Tekrardan önüne döndü.
"Baykuş Krallığı, Ay Işığı Krallığı, Emastov Krallığı, Rüya Krallığı, Aurora Krallığı... Hepsinde halkın, baştakine hizmet etmesi savunuluyordu. Buna her zaman karşı olmuşumdur. Annem ve babam krallığın başındalarken bunu düşünürdüm. Küçüklüğümden beridir parşömenlere bir krallık çizerdim. Ve yıllar sonra hayalimi gerçekleştirerek 5 yıl önce Leviathan Krallığı kuruldu. Belki basit bu anlattıklarım ama kurulurken nelere maruz kalındı bir bilsen... Kendime bir söz verdim ve 'diğer krallıklardan çok farklı olacak' dedim. Saygı ve sevginin iç içe olduğu bir krallık olacağını hedefleyerek Leviathan Krallığı kuruldu."
"Majesteleri, Ay Işığı Krallığı neresi? Nasıl bir yer?"
"Çok kötü Berfin, çok kötü... Yaşattıklarını anlatmaya nefesim yetmez."
"Saygı ve sevginin bulunduğu bir krallık istediyseniz büyücüler için neden idam emri verdiniz veya verdiniz mi?" Kral, kaşlarını çattı ve bana şaşkın bir yüz ifadesiyle baktı:
"Ne?" sorumu tekrar dişlerimi sıkarak sormuştum. "Büyücüler için neden idam emri verdiniz?"
"Saygıdan bahsettim daha demin, Berfin," dediğinde ses tonundan sinirlendiği anlaşılıyordu.
"Büyücülere ne olduysa oldu. Peşine düşme," diyerek devam etti ve ayaklanarak yanımdan ayrıldı. Büyücülerin konusunu açmak onu oldukça sinirlendirmişti. Kralın büyücülerle bir ilgisinin olduğu kesindi.
Kral'ın yanımdan ayrılmasıyla içimde bir şeyler hissetmeye başlamıştım. Korku, endişe gibiydi ama bu duygunun sebebini bilmiyordum. Başım dönmeye başladığında, gözlerim kararmıştı.
Ellerimle gözlerimi ovuşturdum, kapatıp açtım ama buna rağmen hiç bir şey göremiyordum.
Ve bir kadın sesi duydum, yorgun bir kadın sesi...
"İki kişinin kavuşması için bir kişinin ölmesi gerekiyor."
Bu kadının sesini daha önceden duymadığıma adım gibi emindim. "Sen kimsin? N'olur bırak beni!" diye bağırmama gülüşüyle karşılık vermişti. Acı çekmem onu mutlu ediyor olmalıydı...
"Çırpınışların bir işe yaramıyor, Eflora. Jacob'dan gerçekten çok farklısın. Kabullenmiş, güçsüz bir kızsın." Bu ismi sadece Sylwia biliyordu birde Tomris... Benimle konuşan kişi Tomris miydi? İlk defa Tomris benimle iletişime mi geçmişti?
"Tomris, büyücü ana..." Diye fısıldadım.
"Beklediğin çok yakınında Eflora."
"Tomris!" demiştim titreyen sesimle ama sonrasında bir sessizlik oluştu."Tomris?" ismini söylemeye devam ettim ama sesler kesilmişti. Gözlerim tekrar görmeye başladığımda kafamı çimlerden kaldırdım. Hiç bir şeyim yok gibiydi başım dönmüyordu. Bunlar hiç yaşanmamış gibiydi...
(Kral Barış'ın anlatımıyla)
Berfin'in yanından sinirli bir şekilde ayrılarak kahverengi derisi, simsiyah yelesi olan atıma doğru ilerledim. Atımın üzerine hızla bindim ve Leviathan merkezine doğru atımı sürdüm. Berfin'in sorduğu soruların bir sonu gelmeliydi. Önce Ophelia'ya sordukları, Şimdiyse bana... Büyücülüğün konuşulması babamın döneminde yani Leviathan Krallığı kurulmadan önce yasaklanmıştı. Bunun nedeniyse Ay Işığı'nın, Leviathan hakkında attığı iftiralardı.
14 yaşlarımdayken Ay Işığı Krallığı bir iftirada bulunarak Leviathan Krallığı'nda büyücülüğün yasak olduğu hakkında bir haber çıkartmışlardı ve bu haberi duyan tüm büyücüler Leviathan Krallığı'ndan ayrılarak Ay Işığı Krallığı'na gitmişlerdi. Sonrasındaysa onlardan haber alınamamış, idam edilmişlerdi. Bu idamı yapanların bir Leviathanlı olduğu savunulmuş ve bir Leviathanlının Ay Işığı'na gidip hem büyücüleri öldürmüş hem de Kraliçe Ümmü'nün bu olaylardan sonra doğan oğlu prensin Leviathan'a kaçırıldığı söylentisi öne sürülmüştü.
Bu iftiraları ne kadar yalanlamak istesekte Ay Işığı Krallığı sürekli bambaşka iftira haberleriyle karşımızda oluyordu. Bu sebeple krallığın sınırlarını Ay Işığı Krallığı'na sonsuza dek kapattık ve krallıkta bu tür konuların konuşulması tamamen yasaklandı. Fakat Berfin'den anladığım kadarıyla kuralları tekrardan baş vezirim Ozan'la beraber halka duyurmamız gerekmekteydi.
🌼🌼🌼
Leviathan köyünden, merkeze giderken bir ormandan geçiliyordu. Ormanı oldukça sessiz, sakindi. Çimenlerde yetişen mantarlar, çiçekler; ağaçtaki olmuş meyveler ve kuşların cıvıltısı... İnsanın bazen bu tür şeylere ihtiyacı oluyordu. Özellikle de Berfin'le konuşan bir insanın buraya gelmesi çok yararlı olurdu.
Orman oldukça büyük olduğundan 5 saat bu manzaraylaydım
5 saatin sonunda saray gözükmeye başlamıştı.
Sarayın etrafı duvarla çevriliydi. Bu yüzden demirden yapılmış büyük, siyah kapının önüne atımı sürdüm. Benim geldiğimi gören muhafızlar kapıyı açtı ve sarayın bahçesinde atımdan indim.
Hızlı adımlarla sarayın içine girdim ve kendi salonuma gitmek üzere koridorlardan ilerledim. Sarayda bulunan herkesin birer salonu veya odası vardı. Sarayda 35-40 civarı kişi vardı. 50'ye yakın salon, 10'a yakın ortak toplanma yerleri vardı. Ortak salonun yanından geçerken kapının açık olduğunu gördüm.
Normalde saraydaki tüm kapılar kapalı olurdu. Bu yüzden bakmaya karar vererek içeriye girdim. Vedat'ın sarayın ortak günlüğüne bir şeyler yazdığını gördüğümde şaşırmamıştım.
Saraydaki bir çok kişi bu günlüğe içini dökerdi. Özel bir gün olduğunda ise günlüğü açar iyi kötü rastgele okurduk. Bu Leviathan geleneklerinden birisiydi.
Vedat; yan taraflarının kısa, ön taraflarının biraz daha uzun kahverengi saçları vardı. Kahverengi gözlere ve beyaz ten rengine sahipti. Boyu uzundu ve kendisi suikast ekibindeydi. Kendisine Orpheus diyerek seslenilmesini severdi. Kendisine böyle bir lakap koyması da Prenses Ophelia'nın gerçek ismi Tuğçe'yken ona Ophelia denilmesiydi. Bir çok kişi onu yazdığı aşk şiirlerinden dolayı platonik aşık olarak da tanırdı.
🌼🌼🌼
"Vedat, iyi misin?" Diyerek yanına yaklaştığımda günlüğü yavaşça kapattı ve kafasını eğdi. Ondan cevap alamayınca sorumu tekrarladım; "Bir sorun mu var?"
Vedat, iç çekerek; "Neden imkansıza aşık olduğumu sorguluyorum, majesteleri."
"Hiç bir şey imkansız değildir Vedat. Bunu sen de biliyorsun." Vedat'ın gözleri dolmuştu. Bıraksam ağlayacak vaziyetteydi. Bana kalırsa ağlamalıydı ama suikastçılar ve şövalyeler genelde bu konuda gurur yapıyorlardı.
"Kimdir aşık olduğun?" diye bir soru daha yönelttim ve aldığım cevap beni şaşırtmamıştı. "Ay Işığı Krallığı'nın prensesi Defne efendim."
Ay Işığı Krallığıyla aramızda soğuk bir savaş vardı. Her şey ben 14 yaşımdayken olmuştu. Gözlerimin önünde öldürülen büyücülerin ölüm anına şahit olmuştum. Leviathan'ın o zamanlardaki ismi Emastov'du. Annem ve babamın bana tahtı devr etmeleriyle krallığın adı Leviathan olmuştu.
Leviathanlıların büyücüleri idam ettiği söylentilerine hiç bir zaman cevap vermedim. Çünkü; insan, kanıt olsa da olmasa da suçlayandı. İnsanlara bazen ne kadar anlatırsan anlat onlar anlamadıktan sonra bir önemi var mıydı? Ay Işığı Krallığını pek sevmesem de Vedat'ın umutlarını yitirmesini hiç bir zaman istemedim.
"Demek, Prenses Defne. O diğerleri gibi değil. O, piyon gibi Vedat. Vazgeçme, hiç bir zaman vazgeçme. Defne'yi onların elinden kurtaracağız."
"Bazen umut yitirilir efendim." Diye bir cümle kurmuştu umutsuzca.
"Bazen umut yanı başımızdadır Vedat. Hiç bir zaman yitirilmez. Sadece sabır gerekir. "
"Haklısınız efendim." ona gülümseyerek karşılık verdim ve salondan ayrılmak üzere kapıya yöneldim. Salonun kapısına ulaştığımda yavaşça kapıyı kapattım ve kendi salonuma doğru ilerledim. Koridor mum ışığıyla aydınlatılıyordu. Bu yüzden etraf azda olsa karanlıktı. Salonumun önünde duran Litost ve Nisa kapıları açmışlardı.
Litost, kızıl dalgalı saçlara, mavi gözlere ve beyaz tene sahipken; Nisa'nın gece mavisi düz saçları vardı, buğday tene ve kahverengi gözlere sahipti. İkiside elbiselerinin etek kısmını tutarak başlarını eğmişlerdi.
Nisa, tebessümle, "Günaydın majesteleri!" dediğinde; Litost, Nisa'nın kulağına yaklaştı ve fısıldadı:
"Ne Günaydını zeki insancık? Akşam oldu, akşam."
"Ya, seni hiç ilgilendirmez." Nisa saat kaç olursa olsun 'günaydın' diyen birisiydi. Bu onun eğlence anlayışıydı.
"Günaydın, Nisa; iyi akşamlar, Litost." dedim ve salonumun içine geçerek altın tahtıma doğru yürüdüm.
"Majesteleri, size bir mektup geldi." diyerek Litost, bana mektubu uzatmasıyla elime aldım. Mektubu zarftan çıkarttım ve okumaya koyuldum. Bu el yazısını eskilerde görmüş gibiydim.
"Güzel sandığın yalan sözler İçini ısıtan sıcak gözler Hayatta gizliydi gizemli yüzler
Aşk yerini bulacak, Kanlar yerle buluşacak. İki kişinin kavuşması ölüme bağlanacak.
O, gözünün görebileceği kadar yakınında; sana yaklaşamayacağı kadar uzağında. ikinizde bunu göremeyecek kadar gerçeklere uzakta. -Tomris"
Kafamı parşömenden kaldırdım ve duvarla bakıştım. Tomris'ten mektup alalı 11 yıl oluyordu. Ben, bu krallığın tek ve son büyücüsüydüm ve büyücülerin soyu tamamen bana bağlıydı. Büyücü olduğumu kimse bilmiyordu. Hayatım boyunca hiç asamı kullanmamıştım. Aksi taktirde bu Leviathan'ın sonu olurdu. Tomris'in 11 yıl önceki mektubunda yazdıklarına göre bir prenses beni bekliyordu. Kim olduğunu bende bilmiyordum ama onunla görüşmem kehanete göre bir kişinin ölümünü getirecekti. Bunca zamandır karşılaşmış olamazdım. Çünkü, 11 yıldır hayatıma hiç büyücü girmemişti. Veya ben öyle zannediyordum.
🌼🌼🌼
Litost, kaşlarını çatarak; "İyi misiniz, majesteleri?" diye sordu. Hiç bir şey demeden sadece parşömen kağıdıyla bakışmam endişelendirmişe benziyordu. Kafamı parşömenden kaldırdım ve kafamı onaylar bir biçimde salladım, "İyiyim." diye geçiştirerek tekrardan parşömene baktım. Tomris, biraz daha açıklayıcı konuşsa anlayacaktım fakat bilmece seviyor gibiydi.
Nisa, Litost'un yanına gelerek tahtımın önüne geçti.
"Sadece zarf gelmedi efendim. Ayrıca Baykuş Krallığı'nın kraliçesi Zülfiyye'de buralardalar. Krallığın sınır kapısında misafir olarak giriş yapmışlar."
"Gerçekten mi?" Nisa'dan aldığım bu haber beni mutlu etmişti. Çünkü, Zülfiyye'yle uzun zamandır görüşemiyorduk. Zülfiyye'yle ben, Baykuş krallığındayken tanışmıştık ve aramızda sonsuz bir dostluk oluşmuştu. Zülfiyye; kahverengi tonlarında dalgalı saçlara, kahverengi gözlere ve hafif buğday tene sahipti. Kendisi her krallıkta bilinen Baykuş Krallığı'nın kraliçesiydi. Baykuş Krallığı'yla pek aram yoktu. Benim hiç bir krallıkla aram yoktu. En son bulunduğum krallık Baykuş Krallığı'ydı ve oranın baş belası gibiydim. Zindan cezası geldiğindeyse krallıktan ayrılmak istediğimi söylemiştim ve kendi kurallarımla annem ve babamın yarım kalan işi olan bu krallığa yeni düzen getirmiştim.
Salonun kapısı çaldığında ayaklanarak kapının ardındaki Zülfiyye'yi beklemeye koyuldum. Litost, kapıyı açmak üzere kapıya yöneldi ve kapı açıldığında Zülfiyye'yle göz göze gelmemle ona doğru hızlı adımlarla ilerledim ve boynuna sarıldım. Zülfiyye, hayatımı bile emanet edebileceğim kadar güvendiğim birisiydi.
"Seni çok özlemişim." dedi titreyen sesiyle.
"Bende seni." dedim ve birbirimize sarılmayı bıraktık.
Zülfiyye, kahverengi dalgalı saçlarını topuz yapmış ve topuzuna inciler takmıştı. İnciyle tacı birbirine uyum sağlamıştı. Açık mavi tonlarında giyindiği tüllü elbisesi de kendisi kadar göz alıcıydı.
"Çok hoş olmuşsun."
"Teşekkür ederim. Seni söylemeye gerek yok. Her zamanki gibi çok yakışıklısın."
"Teşekkür ederim," diye yanıtladım, gülümseyerek. İkimiz birbirimize bakmayı sürdürürken Zulfiyye'nin yüzü birden bire ciddileşmişti.
"Barış, buraya gelirken bir kız gördüm ve iyi değil gibiydi. Bir isimden söz ediyordu yani mırıldanıyordu. Krallıkta sorunlar yok değil mi?" Salondaki Nisa ve Litost'a bakarak, "Beni kraliçeyle yalnız bırakın." dediğim gibi ikisi aynı an da kapıya doğru yöneldiler.
Tekrardan Zülfiyye'ye döndüğümde, "Ne ismi?" diyerek kaşlarımı çattım.
"Tomris." diyerek yanıtlaması benim kalbimin çarpmasına neden oldu. Zülfiyye, endişeli gözlerle bana bakarak, "Tomris kim?" diye bir soru yöneltti.
"Büyücülerin soyunu devam ettiren ve onların kaderlerini yazan bir tanrı gibi düşün."
"İyi de büyücülerin soyu yıllar önce tükendi ve son büyücü de Valeria'ydı" Son büyücünün ben olduğumu söylememek için kendimi zor tutuyordum. Zülfiyye'yi geride bırakarak salonumdan hızlı adımlarla ayrılmak üzere ilerledim. "Barış, nereye?" diye bana seslenmesini duymazdan geldin ve aşağıya inen merdiven basamaklarından aşağıya inerek saray kapısından çıkmıştım. Sarayın bahçesinde duran atıma hızlı bir biçimde bindim ve sarayın bahçesinden çıkan kapıya doğru atı sürdüm. Muhafızların kapıyı açmasıyla atımı Leviathan ormanına hızla sürdüm. Ormanın derinliklerine vardığımda attan indim.
"Tomris!" diye bağırmamla sesim yankılanmıştı.
"Konuş benimle!" rüzgarın esmesiyle orman gittikçe ıssızlaşıyordu.
"İsmimi reddediyorum anlıyor musun?! Reddediyorum!" daha çok bağırmama rağmen sesim yankılanmamıştı. "Hiç bir zaman kabul etmediğim gibi!" Diye devam etmemin ardından; yağmur bulutları belirmişti ve rüzgar daha şiddetli esmeye başlamıştı. Çalılıklardan gelen sesle irkildim ve lacivert ceketimden asamı çıkartarak çalılıklara doğrulttum.
"Jacob" diye bir ses duydum ve çalılıklara doğru yaklaştım.
"Onu da beni de rahat bırakacaksın! O bahsettiğin prenses kimse onu da bırakacaksın anlıyor musun? Kehaneti bozacaksın!"
"Eflora'nın da, senin de kaderin benim ellerimde."
🌼🌼🌼
|
0% |