Yeni Üyelik
7.
Bölüm

5.Bölüm - Ay Işığı Krallığı

@efloranizz35

(İlahi bakış açısı)

 

Kralın aniden Eflora'nın yanına gidişi; hem Eflora'yı, hem Ozan'ı, hem de Zülfiyye'yi şaşırttı.

 

Barış, Eflora'nın kolundan tuttu ve gözleriyle yaralarını işaret etti. "Nasıl oldu?" diye net bir sesle sorduğunda Eflora, ne cevap vereceğini bilmiyordu. Her biri aniden belirivermişti. Acı yoktu, sadece yara vardı. Bunu ona nasıl açıklayacağını düşünüyordu. Çünkü böyle bir şeyin normalde olmasının imkânı yoktu. Barış'ın yüzüne bakıncaysa bir şeylerden şüphe ettiği gözlerinden belli oluyordu.

 

"Çimlerin üzerine oturmuştum. Onlar yapmıştır." diyerek geçiştirmeye çalıştı ama Barış'a inandırıcı gelmedi ve bunu belli ederek kaşlarını kaldırdı ve alaycı bir biçimde bakarak:

 

"Peki, yüzün?" diye bir soru daha yöneltti. Buna bir cevap bulamadı. Konuyu dağıtmak amacıyla saçma bir yöntem deneyerek; "Aa, şuradaki kuşa bakın!" dediğinde kral, kafasını oynatmadan ona ciddiyetle bakmayı sürdürüyordu. Kaşlarını çatmasıyla Eflora'dan bir açıklama beklediği anlaşılıyordu.

 

Kralın onun kim olduğunu öğrendiği düşüncesi aklını kurcalamaya devam ediyordu. Bir insan tanımadığı birisini bu kadar düşünemezdi. Bunun anlamını büyücü olduğunu öğrenmesi diye düşünüyordu ve derin bir nefes aldı. En iyisinin gerçeği söylemek olmasını düşündü. O yalan söyledikçe daha da kendisini şüphelendiriyordu ve insanların onu yanlış anlamasına sebep olacaktı. Çünkü, bunun bir yalanı olamazdı. Özellikle de yalan söylemekte başarısız bir kişi için sıyırılmak gerçekten zordu.

 

"Nasıl olduğunu bilmiyorum majesteleri." Diyerek açık açık söylediğinde; Kral Barış bunu duyduğu an kaşlarını çattı. "Nasıl yani? Kendi kendine olduğunu mu söylüyorsun?" Diyerek kaşlarını çattı.

 

"Evet, efendim." Dedi Eflora ve başını hafifçe eğdi.

 

"Saçma." Dedi ve Eflora'nın yaralarını süzmeyi sürdürdü. "M-majesteleri..." dedi Eflora titreyen sesiyle. Barış, kaşlarını kaldırdı ve yine ciddiyetle bakarak Eflora'nın diyeceklerini beklemeye koyuldu.

 

Yıllar önce ölmeyi diliyordu; şimdiyse korkuyordu. Leviathan efsanelerinin doğruluğundan henüz emin değildi ve eğer gerçekse bu Eflora'nın ölümü olurdu.

 

"B-ben..." diyerek cümlesine devam etmeye çalışmasıyla; Kral, sabırsız davranarak: "Söyleyecek misin?" dedi ve kollarını önünde bağladı.

 

"Majesteleri, ben bir bü-" derken; "Barış!" diye seslenen Zülfiyye, Eflora'nın sözünü kesti. Bu Eflora'nın işine gelmişti ve derin bir nefes alarak içindeki rahatlama hissini hissetti.

 

"Ben artık krallığa döneyim. Yine pek konuşamadık. Başka sefere artık." dedi Zülfiyye, buruk bir gülümsemeyle.

 

"Üzgünüm, Zülfiyye. İstemezdim böyle olsun. Benim için o kadar yol geldin fakat seninle doğru düzgün ilgilenemedim..." Dedi Barış buruk bir yüz ifadesiyle ve Zülfiyye'ye doğru yaklaştı.

 

"Sorun değil. Sonuçta bir krallık yönetmenin zorluğunu benden iyi bilen olamaz." Diyerek göz kırptı.

 

Onlar, Eflora yokmuşçasına konuşurken; Eflora, çaktırmadan yanlarından uzaklaştı ve koşar adımlarla Leviathan köy meydanına gitti. Diğer Leviathanlıların arasına karışarak izini kaybettirmeyi hedefledi. Bunun, gerçek bir çözüm olacağını düşünmediği için köyle ormanı ayıran tahta köprüden geçti ve ormana girdi. Ormanın içerisi ne kadar çiçeklerle kaplı olsa da ilerledikçe ıssızlaşıyordu. Orman adeta Leviathan Krallığı dışı bir yer gibiydi. Leviathan, ne kadar aydınlıksa; burası o kadar karanlıktı. Yinyang gibi

 

Zıtlıkların oluşturduğu bütünü temsil ettiği için bir tarafı siyah, diğer tarafı beyazdır ve tam ortalarında siyahta bir beyaz, beyazda da bir siyah nokta bulunuyordu.

 

Bu sembol, Her karanlığın içinde bir ışık, her bir ışığın içinde de bir karanlığın bulunduğunu anımsatıyordu.

 

Leviathan köyü, yin'di ve oradaki insanların küçük bir kısmı o Yin'in içindeki küçük siyah bir noktaydı. Leviathan ormanı, Yang'dı; içindeki çiçekler yang'ın içindeki ışık...

 

Eflora, herkese kendisini anlatmaktan yorulmuştu ve artık kimseye açıklama vermek istemiyordu. Ormanın derinliklerine doğru hızla koştu. Ağaçların yapraklarından dolayı orman karanlıktı. Bir ağacın gövdesinin altına oturdu ve göz yaşlarının süzülmeye başlamasıyla; vücudunda altın sarısı bir ışık belirdi ve vücudu parlamaya başladı. Gözleri bu ışıktan rahatsız oldu ve sertçe gözlerini yumdu. Tekrar açtığında vücudundaki yaralardan iz kalmadığını görmek onun korkutmuştu. Bunların büyüyle bir alakasının olduğunu düşünüyordu. Tekrar tekrar kollarına bakıyordu ama bir tane bile sıyrık yoktu. Aniden duyulan çalılıkların sesiyle Eflora, kafasını sesin geldiği yöne çevirdi ve asasını çıkartarak çalılıklara doğrulttuğunda çalılıkların arkasından bir kız göründü.

 

"Sen kimsin ve ne istiyorsun!" Diyerek sesini yükseltti. Karşısına kızıl dalgalı saçlara, mavi gözlere ve saçlarıyla uyumlu kırmızı elbisesiyle Litost, Eflora'nın sorusuna soruyla cevap verdi.

 

"Asıl sen kimsin, ne istiyorsun?" Dediğinde Eflora, döngüye devam ederek: "Ben Eflora'yım! Asıl sen kimsin?"

 

"Ben, Litost'um ne işin var burada!?"

 

"Asıl senin ne işin var!?" diye diretmeye devam etti Eflora. Litost, göz devirerek anlaşamayacaklarını kabullendi.

 

"Ormanda ne işin var? Sadece cevap ver, soru sorma insancık!"

 

"Saklanıyordum." dedi Eflora ve ayağa kalkarak Litost'ta yaklaştı.

 

"Senin burada ne işin var?" diye sormasıyla Litost düşüncelere daldı. Leviathan'a ilk geldiğinde direkt ormana kaçmıştı. Eflora'nın da birisinden kaçtığını düşünerek: "Sen, birisinden kaçıyorsun?" demesiyle Eflora kaşlarını çattı.

 

"Kahin misin?"

 

"Yaşadım." demesiyle Eflora'nın gözleri fal taşı gibi açıldı.

 

"Nasıl? diye bir soru daha yöneltmesinin ardından Litost, "Annemin öldürüldüğü gece bir büyücü ana beni yeniden Leviathan'a getirmişti ve o gün ben de senin gibi ormana saklanmıştım.

 

"Annene nasıl öldürüldü?" diye sordu Eflora, bitmeyen merakına yenik düşerek:

 

"Büyücüydü, öldürüldü."

 

"Leviathanlılar tarafından mı?" Eflora, çaktırmadan Litost'un ağzından laf almaya çalışıyordu. Onun, Leviathan'da rahat edebilmesi için Leviathan'ın gerçek yüzünü bilmesi gerekiyordu.

 

"Ay Işığı Krallığı tarafından." demesiyle Eflora tüm araştırmanın sonuna geldiği hissiyle derin bir nefes verdi ve "Ay Işığı Krallığı, Leviathan Krallığı'na karşı neden böyle?" Diye sorduğunda Litost, hiç sorgulamadan:

 

"Ay Işığı Krallığı, büyücülere düşman. Çünkü Ay Işığı Krallığı'nın kraliçesi Ümmü'nün ilk eşi, o hamileyken büyücüler tarafından öldürüldü ve prens doğduğu gün kaçırıldı. Bebeği kaçıranların Emastovlu olduğu söyleniyor çünkü bebeğin beşiğinin üzerinde Emastov Krallığı'nın logosunun yani şimdiki adıyla Leviathan'ın logusunun olduğu bir zarf bulunmuş. Bu yüzden Ay Işığı Krallığı, büyücülerden ve Leviathan'dan nefret ediyor."

 

🌼🌼🌼

 

(1783)

 

Ay Işığı Krallığı'nın halkı kraliçenin vereceği haberin merakının mutluluğuyla sarayın önünde toplanmıştı.

 

Ay Işığı Krallığın'ın ismi: Kral ve kraliçenin büyük aşkından geliyordu. Kral Zed, Kraliçe Ümmü'ye 'Ay ışığım' diye seslenmesiyle krallık ismini almıştı.

 

Kraliçe Ümmü, halkına vereceği haber için odasında hazırlanıyordu. Açık pembe uzun bir elbise; elbisesine uygun koyu pembe, uzun bir pelerin takmıştı. Başına da toz pembe bir baş örtü örttü. Yüzüne sade bir makyaj yaptı ve ayağa kalkarak son kez aynadan kendisine baktı. Odanın kapısının yavaşça açılmasıyla Kral Zed belirdi.

 

"Halka vereceğin haber nedir Ay ışığım?" diye sordu merakla, Kral Zed. "Görürsün Güneş Işığım." diye yanıtlayan Ümmü'ye doğru yaklaştı ve alnına bir öpücük kondurarak fısıldadı.

 

"Merak etmeye başladım ama."

 

Ümmü, gülümsemeyle yetindi ve Kral Zed'in kolundan tutarak odadan çıktılar. Birlikte 9 yaşındaki kızları Prenses Nilüfer'in odasına doğru ilerlediler. Odanın kapısının önüne vardıklarında Ümmü, kapıyı yavaşça çaldı ve direkt içeriye girdiler.

 

Nilüfer'in odası pembe tonlarındaydı. Pespembe tüllü bir yatak, açık pembe dolaplar, panjurlar ve dahası.

 

Krallığın hizmetçileri, Nilüfer'in kahverengi dizlerine uzanan saçlarını örüp; saçına beyaz bir kurdele ve taç takmışlardı. Beyaz yere uzanan bir elbise giydirmişlerdi. Nilüfer, 9 yaşında olsa da prenseslik ruhu ondan yatıyordu. Nilüfer'in yanındaki hizmetçiler kral ve kraliçenin önünde eğildiklerinde Ümmü oralı olmadan Zed'i arkasında bırakarak Nilüfer'e yaklaştı.

 

"Hazır mısın bakalım güzel kızım?"

 

"Evet, anneciğim." dedi Nilüfer ve Ümmü'nün elinden tuttu. Üçü birlikte odadan ayrılarak sarayın büyük balkonuna doğru ilerlediler. Sarayın balkonu; bir salon genişliğindeydi. Genelde kral ve kraliçe orada halkına önemli şeyleri duyuruyorlardı. Balkona geçtiklerinde Ümmü, halkının merakla beklediğini görmüştü ve balkonun kenar kısmında olan çanı çalarak halkının ona bakmasını bekledi. Çan çaldı ve herkes sessiz olmuştu. Halk tüm dikkatini Ümmü'ye yoğunlaştırarak beklemişti:

 

Ümmü, yavaşça elini karnına götürdü ve seslendirme halkına:

 

"Ay Işığı Krallığı'na bir prens geliyor!" diye duyurmasıyla tüm halk coşkuyla alkışlamıştı; Zed'in yüzünde büyük bir şaşkınlık ve sevinç vardı. Ümmü'ye doğru yaklaştı ve onu belinden tutarak kaldırdı ve kendi etrafında döndürdü. Durduklarında birbirlerine aşık gözlerle bakmayı sürdürüyorlardı.

 

Bu mutlulukta her şeyin geçici olduğu gibi geçiciydi ve tüm yüzler solmuştu...

 

O günden 7 ay sonrasında Zed, tehlikeli büyücüler tarafından öldürülmüştü ve krallık karanlığa bürünmüşdü. Büyücülerin bazıları gücünü kötüye kullanarak masumları öldürüyordu, bazılarıysa masumları koruyordu. Zed, karanlık büyücüler tarafından kandırılmış ve büyücülerin en kötü laneti olan Dearhcendio büyüsüyle hayata gözlerini yummuştu ve ondan kalan son şey Ümmü'nün karnındaki bebekti.

 

Ümmü, Zed'in ölümünden sonra yemekten kesilmişti ve uykusuz geceler geçirmişti. Nilüfer'e yalan söylemek zorunda kalarak babasının başka bir krallığa geçici gittiğini söylüyordu. Nilüfer, bekliyordu büyük bir umutla babasının gelmesini. Ümmü'nün gözündeyse yorgunluktan başka bir şey yoktu. Ümmü, kendisine bir söz vermişti: Büyücülerin soyunu kurutmadan durmayacaktı. İyi, kötü fark etmiyordu. Büyücü olmaları onun için ölmeleri demekti. Günler geçiyordu, Ümmü'nün acıları geçmiyordu. Sadece Zed'i geri istiyordu...

 

Büyük bir aşkla kurulmuş bu krallık, umutsuzluğun krallığı olacaktı. Bir gün Ümmü'nün sancılanmasıyla bebek doğdu. İsmini hiç düşünmemişti. Halkına bebeğini göstereceği zaman ismini koyacağı konusunda kendisini ikna ederek bebeğini beşiğe yatırdı ve kızı Nilüfer'in yanına gitmek üzere odadan ayrıldı. Odanın içerisinin kararmaya başlamasıyla beşikteki bebek korkuyla ağlamaya başlamıştı. Altın sarısı bir ışığın odayı aniden aydınlatmasıyla bebeğin ağlayışları artmıştı. Genç bir kadının beşiğin tam önünde belirmesiyle sarı ışık sönmüştü. Kadın, beşiğin yan tarafına yavaşça ilerledi ve bebeği kucağına alarak ortalıktan ikisi de kayboldular. Ümmü, tekrar odaya geldiğinde bebeğini beşiğinde görememenin telaşını yaşamıştı. Beşiğin üzerinde bir zarftan başka bir şey yoktu. Ümmü, zarfı titreyen elleriyle tutmuştu ve açtığında bir logo dışında hiç bir şey çıkmamıştı. Logonun Emastov Krallığı'nın logosu olmasıyla Ümmü, kendisine bir söz vermişti:

 

Bir gün gelecekti ve hayatının aşkını öldüren soyun, hayattaki en kıymetli varlığını kaçıran Emastov Krallığı'nı...

 

Bir gün her ikisini de bitirmek konusunda kendisine ant içmişti.

 

🌼🌼🌼

 

Bir bölümün daha sonuna geldik. İyi kötü yorumlarınızı bekliyorum...💜

 

Ümmü hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Sizce prensi kaçıran krallık Leviathan mı?

Kral Barış, sonraki bölümlerde Eflora'ya karşı nasıl olmalı?

 

Loading...
0%