@eftalyaahuzr
|
Adliye koridorunda adımlarımı atarken, bir nebze özgürlüğüme yürüyordum. İnsan doğuştan tutsak olur muydu? Olurdu. Topuklularımın çıkardığı sesler duruşma salonunu görene kadar kurtuldum Diye bağırıyordu. Ama o an, onu gördüğüm an adımlarım öyle bir durulduki, kurtuldum diyen ses anında tuzla buz olmuştu. Semih karşımda, üstünde takım elbisesi ile rrduruyordu. Bakışlarında duygular karmaşası vardı. Yeşil olan gözleri, kara bir kuyuya çevrilmişti adeta. İçinde beni boğacak kadar derin bir kuyu... boşanma kararımız anlaşmalı olmasaydı, gerilimin âlâsını yaşardım. Bana zorluk çıkarmadığı için o kadar şanslı hissediyordum ki kendimi, insan boşanıyor diye şanslı hisseder miydi? Ben hissediyordum. Avukatım olan ışıl hanımın omzuma değen ve naifçe seven eli ile düşüncelerimden sıyrıldım sandım, ama onlar hep oradaydı. Bakışlarımı yanımda duran, bakımlı, tepeden toplu küllü sarı saçları, üstündeki cübbesi, yeşil gözleri, pürüssüz teni ile hanım hanımcık duran ışıl hanıma döndüm. Güven veren bakışları, üstümdeki yükleri atmaya çalıştığını hissettiğim omzumdaki eli ile içeri geçme vaktinin geldiğini haber ediyordu.
"Vakti geldi Ahu hanım." Bu cümleye yarım yamalak bir tebessüm inşa ettim yüzüme. Kafamı onayla sallarken tekrar gözlerim semihi buldu. Bakışlarında sert ve ifadesiz duruşu hakimdi artık. İçeri avukatı ile girerken bir an dönüp bana bakmadı, bende onun gibi yapıp içeri girdim. Duruşma salonu büyük sayılmazdı, ama boğucu bir hissiyatı fazlasıyla vardı. Bu benim boşanmadan gelen gerginliğimin boğazıma doladığı parmaklar olabilirdi. Saçlarımı usulca kulağımın arkasına sıkıştırıp yerimi aldım. Klasik anlaşmalı boşanma yaşanmıştı aramızda... hem gönül davamız bitmişti, hem hayatımızın davası.
Rahat nefes alma ihtiyacı ile kendimi bahçeye atmıştım, özgür alacağım her nefes bana bir ders olacaktı sanki. Semih boşanma biter bitmez dik bakışları ile arabaya binip gitmişti. Adliye bahçesinde aldığım derin nefesler, ciğerimde çiçekler açtırmıştı. Özgürlüğümün verdiği büyük ferahlık doldu içime. Bir kaç saniye özgürlüğümün ilk anı kayda geçsin ister gibi etrafıma ve esen rüzgarla ruhuma baktım.
"özgürlük kokuyor,esiyor,yeniliyor." Her kelime ile tebessüm yüzümdeki boş sandalyelerdeki yerini aldı. Yüzümde aylar belki yıllar sonra bu gelen huzur tebessümü yer edindi. Ne kadar dile getirilebilirse o kadar dile getirecektim özgürlüğümü. İçimde bir yerde bu huzurlu halimin aksine, içimi kemiren bir yabani barınıyordu. Saçlarımı tarıyan rüzgar eşliğinde eve geçmek adına bir taksi çevirdim, taksi ayağımın dibinde durduğunda, taksiye bindim. Taksiciye gideceğimiz açık adresi sunduktan sonra telefonumu açıp, kuzenim umuta adliyeden çıktığıma dair kısa bir mesaj attım. Yol boyunca sadece bir kaç kere telefona bakmış, geri kalan yolu dışarıda sanki hiç bilmiyormuşum gibi gelen manzaraya bakarak geçirmiştim. Yıllar benden beni almıştı, ama içimdekini öyle saklamıştım ki hala oradaydı. Benimleydi. ...
Evin önünde durduğumuzda taksiciye tutan tutarı verip eve girmiş bulunmuştum. Bina oldukça sakin gelmişti gözüme, seneler sonra gelmemin etkisi miydi? bilmiyordum. Odama girdiğimde, eski ben ile göz göze gelmiş gibi oldum. Buğuk ve karışık anılarım odanın ortasına yer edinmiş ve bulaşıcı hastalık gibi yayılıyordu, gözümde. Derin bir iç çekerken üstümde ağırlık yapan eşyalarımı yatağımın üstüne bıraktım. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, bir kaç adım attım şifonyerime doğru. Üstünde eski fotoğraflar, kokulu bir kaç mum, anısı olan bir defter... ve hatırası olan lale desenli bir kolye vardı. O kolyeyi dün akşam çıkarmıştım, oysa hiç çıkarmazdım o kolyeyi boynumdan. Sancak ile yaşadığım olumsuz her anda çıkarırdım, çünkü o kolye benim anılarımdı. Kötü hiç bir şey ona yansıyamazdı. Bu düşünce ile boşanacağımız gün çıkarmıştım onu. Şimdi geri takabilirdim, kolyeyi düşüncemle beraber alıp taktım boynuma. Bu ev bile bana şu an dar geliyordu, belki bu büyük kaostan kurtulmuşken kafa dinlemem gerekiyordu. Sonuçta herşey bir anda olmamış mıydı? Boğmamış mıydı beni? Hakkım vardı bence tatil yapmaya, hiç değilse bir nebze daha özgürlüğüme koşmaya. Düşüncelerim eşliğinde odamdaki bazı şeylere göz ata, ata yad ettim geçmiş günleri.
...23.45... Esen rüzgar vücudumu ürpertse de, içimde kalan her bir karamsarlığı beraberinde götürüyordu. Rahatlattığı söylenemezdi, ama rüzgarın ayazı bedenimi titretsede korkudan gelmeyen titremeye minnettar bırakıyordu. Saçlarımı tarıyordu, gerisin geriye iliştitiyordu adeta. Elimdeki kırmızı şaraptan aldığım yudumlar dudaklarımda yılların izini silip yerini alıyordu. Gözlerim nokta gibi gözüken yıldızların bulunduğu kara delik olan gökyüzüne dalmış gitmişti. Bir söz vardı, nerde okuduğumu unutmuştum... "bir yıldız olur kayarım hayatından, yapacağın tek şey dilek tutmak olur arkamdan..." sahiden kim söylemişti bu güzel sözü. Aklımı meşgul edecek her detaya takılabilirdim, kafam dağılmalıydı. Derin bir düşünceye daha atılacakken sessizliği bozan telefonumun sesi oldu. Çiğdem arıyordu, telefonu açıp açmamakta kararsızdım. Çiğdem benim üniversite zamanında tanıştığım bir kızdı, tatlı ve sevecendi. Benim aksime o üniversitesini okumuştu. Gözlerimi telefondan ayırmadan elime aldım ve açıp kulağıma dayadım. "Efendim çiğdem?" Sorumun ardından ufak bir gürültü peşinde çiğdemin sesi geldi kulaklarıma, "deli kız naber?" Tatlı bir tebessüm yerleşti yüzüme ve şarap bardağı yüzümdeki tebessüme eşlik ederek dudaklarıma yöneldi. Bir yudumun ardından "iyiyim, sen nasılsın?" İşi olmadı muhtemeldi, bulaşık yıkıyor olabilir miydi? Yada ders çalışıyor maket hazırlıyordu? Sorularıma açıklık getirircesine cümlesini kurdu "napıyım eşyalarımı hazırlıyorum, sana bir soru soracaktım, daha doğrusu teklif sunacaktım." Ne teklifi? Sorumu sesli dile getirdim, "ne teklifi?" Derin bir iç çekti, öyle ki ben bile şişmiştim sıkıntıdan. Onunda benimle aynı şekilde nefes aldığımı işittim, "benimle Rize'ye gelir misin?" Daha sözünü kesmeme izin vermeden tekrar atıldı; "hayır deme şansın yok, hem hafa dinlememiş olursun." "Çiğdem... bilmiyorum. Hem aceleye geldi." "ya saçmalama Ahu... zaten yarın çıkarız yola, yada bu akşam çıkalım. Yolda uyursun, sıra sıra kullanırız arabayı." Teklif cazip geliyordu kulağıma, bir taraftan ise saçma... yeni boşanmıştım, kafam yerinde sansam da belki değildi. Huzurum yerinde sansam da benden çok uzaklarda olduğunun farkındaydım. Ben bu sorunun üstüne, konuşmamıza uzun bir sessizlik sokmuştum. Sabırsız bir şekilde arkadan çiğdemin, Ahu diyen sesini duyabiliyordum. İçimdeki sesi dinlemeli miydim artık? Emin değildim ama... "tamam, hazırlanıyorum arayınca gelip beni alırsın kapıdan." Telefonun öbür ucundan heyecanla okeyleyen çiğdemle, konuşamamız bitmişti artık. Telefonu kapatır kapatmaz yerimden usulca ayaklandım, balkondan odama geçerken üstümdeki şortlu takımımın askılı üstümü çıkarıyordum. Odama girdiğimde rahat bir gri eşofman, salaş lacivert tonlarında bir tişört geçirdim üstüme. Yolda rahat etmeliydim. Dolabımın yan arasından aldığım valizime ne kadar süre için bilmesem de, 1 aya yakın bir eşya yerleştirdim. Herşeye hazırlıklı olmalıydım, kalmasak dahi eşimin altında olmalıydı herşey.
bavulum hazır aşağı inmiştim, Çiğdem benim aramamla kapıda bitmişti. Saçımı kulağımın arkasına aldım. Ardından beraber valizimi bagaja yerleştirip arabadaki yerlerimizi aldık. Ben sağ koltuğa geçmiş bir dal yakmış dışarıyı izleyerek içimdeki bilmrediği ağırlığı geçirmeye çalışıyor, o ise slow nostaljik şarkılar ile rotamız yönünde gidiyordu. Yeni bir yola çıkmıştık, bir yol benim için bitiş çizgisini geçmişti, yeni yolumu çizmem ise, asırlar alacak gibiydi...
🇹🇷 Yol sessiz, sakin, durgundu. Tıpkı operasyon sonrası yola çıkmış yorgun ve durgun olan bedenim gibi. Askeri üniformanın içinde duran benden, normal bir giyimle duran ben aynı değildi... ruh hali de dahil. Yol normalde bizi nereye çekerse oraya giderdik, ama şimdi ben ve timim rizenın yeşilliğinde kaybolmaya nenemin yanına gidiyorduk. Nenem diyordum çünkü Sevil sultanımın en sevdiği dostuydu Firuze sultan, 8 Kişi toplu bir şekilde elini öpmeye, özlemini gidermeye yola çıkmıştık. Kısık ama tüm güzelliğiyle radyodan çalan Musa eroğlu- candan ileri arabadaki tüm gürültüyü bıçak gibi kesmişti. amansız sessizliği sürdürürken, sessizliği sarp bozdu "komutanım." Benden bahsettiğini bildiğim için efendim der gibi mırıltılar çıkardım. Konuşmaya bile erinmiştim şu an.
"Neneniz, Firuze sultanın da mezarıda rize de mi?"
Sorusuyla ona döndüm, yersiz soruları sayesinde timin en acemisiydi sarp. Boş bir çenesi vardı, bazen işe yarıyordu konuşması... teroristlerin arasına sızıp laf alırken mesela. Ama bizimleyken o çenesini her açtığında birimizden ensesine şamarı yiyor, 3 gün boynu tutulmuşcasına duruyordu. Yersiz sorusuna cevap vermek için kafamın içindeki üçüncül şahıslardan kurtuldum.
"Evet, seni de mi Rize'ye gömsek sarp?"
Gözleri korku ile büyüken gerisin geriye kaçtı sanki, yaşlandığı koltukta Mete'den yana ense köküne şamarı yemişti. Beklediğim de bu olduğundan görür görmez önüme geri döndüm. Şöför koltuğundaki efekan göz ucuyla hepimizi süzüyordu. Telefonuma gelen mesaj ile eğilip gelen mesajı ekranı açmadan okudum.
"özledim... tekrar deneyemez miyiz?"
İhanet can yakan bir olaydı, ama benim ne canım yanmıştı, ne de acıtmıştı. Hissetmemiştim bile. Belki insanoğlu hata yapardı, ama hata ve ihanet bir tutulamazdı. Yıllarımı elinde buruşturup küle dönünceye kadar avuç içinde bir ateşe tutsak etmişti. Kalbim o yılların arasında yeterince kıvranmamış gibi daha da savruldurulmuştu külleri. Hissetmemiştim, acımamıştı, yakmamıştı, umrumda bile değildi. İhanete alışkındır kalp, biri gider biri gelir felsefesi yer yapardı çünkü tam ortasına. Biri girerdi hayatına, bu oldu birbirimizi sevdik derdiniz, karşınızdaki kişi bizden olmuyor ya dediğinde biterdi hikayeniz de hayatınız da. Ama bu farklıydı, birini severken.. onun sizi aldattığı gerçeği can yakardı. İlgisizlik miydi sebebi sahiden? Yoksa en başından beri para için miydi herşey? İşte kafamda dönen buydu. Gün ağırlıyordu yüreğimdeki zinciri, yolu yarılamamı sağlayan bu zincirdi işte.
Askerdik biz, kimisi paramıza bakardı, kimisi sevip sayardı, kimisi mesleğimize aşıktı. Bizim için hayat yeterince zor değilmiş gibi bir de aik dedikleri illetten yerdik kurşunu. Kafamızın ortasına bir soru yer edinmemiş gibi biri de çıkar solumuza sıkardı kurşunu. Yetmez derdi, o kurşunlarla çökmezsen diye bir de ayağına sıkardı. Derdini kederini taşıyama diye. Derdim de yoktu çok şükür, kederimde.
Rize tabelası gözüme çarptığı an, sanki memleketin havası doluştu ciğerlerime. Ben adapazarlıydım, ama Rizeyi kendi memleketim kadar seviyordum. Her taraf yeşilin tonları ile donatılmış gibiydi, doğal bir afetti adeta. Oturduğum yerde pozisyonunumu düzelttim. Arkada haraketlilik olmaya başladığında timin uyandığını anlamıştım. Kendime çeki düzen verdikten sonra kafamı arkaya çevirdim ve hepsine kısa bir bakış attım.
“Günaydın kurşun”
Hepsinden uykulu ama bir o kadar alışık oldukları “sol!” sesi yükseldi. Kafamla selamlarını aldıktan sonra onları kendi kendine çeki düzen vermesi için bırakıp önüme döndüm. Yayla yoluna çıkıyorduk, etrafta keşan takmış kadınlar, bastonlu amcalar, yaşına göre gençler ve hayatı bilinçsiz yaşayan minik çocuklar. Kalabalığın içinden geçtikten sonra ev yolundan devam ediyordu araba. Artık gözümün önündeydi kocaman ev, Sevil sultan çiçeklerini donatmıştı koca balkona. Araba durunca arabadan inmek için haraketlendim, “Mete sen ve sarp bavulları alın, Kürşat ile Cenk sizde yakınlarda market varsa ev için gerekli her şeyi alın.” Hiç birini dinlemedim çünkü emrime itiraz etmeyeceklerini biliyordum. İndim ve emin adımlarımla vardığım kapıya 3 kez tıklattım.
Herkese merhaba, kitabımı beğendiniz mi? İlk bölüm ikisinin de vardığı nokta ile sonlanacak, diğer bölümde ise tanışmalarını okuyacağız. İyi okumalar dilerim. 💕
|
0% |