Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15- ARAF'IN KOYNUNDA

@elfhikayelerii

"Deniz, neden geldin? Annen izin verdi mi gelmene?" Benim annem onun gelmesine hiç sıcak bakmıyordu. Çünkü yüzümde hâlâ geçmeyen yaralar vardı. Benim gün içerisinde bahçeye çıkmam mümkündü çünkü bahçemiz büyük, simsiyah giyinen korkutucu adamlarla doluydu. Kaçmam imkânsızdı. Kaçmak istememiştim hiç zaten. Çünkü babam gelecekti. Hep geliyordu. Onu görmek için kaçmıyordum. İşleri çok uzakta olduğu için nadiren gelip az süre kalıp gidiyordu ama yine de geliyordu ne de olsa.

Annem Deniz'i görmekten nefret ettiği için, bunda yaralarımı görüp sorgulama ihtimalinin da etkisi vardı, Deniz'le birlikte oldukça gizli bir yer bulmuştuk bizim bahçemizde. Burada adamlar olmuyordu. Ayrıca tüm bahçenin taş duvarla kaplı olmasına rağmen yalnızca arka bahçede bulunan koca çınar ağacının arkası telle kaplıydı. Bu nedenle birbirimizi görebiliyorduk. Babama sorduğumda çınar ağacını kesmek istemediklerini, bu yüzden yalnızca o kısma tel örgü yaptıklarından bahsetmişti. Annemin buna karşı çıktığına o kadar emindim ki. Ağacın kesilmemesini isteyen kesin babamdı. Bu bizim için büyük bir şanstı. Bu yüzden tüm günüm bahçede geçiyordu. Deniz gelirse diye bekliyordum çünkü evde yapacağım başka hiçbir şey yoktu. Oyuncaklarım yoktu. Arkadaşlarım yoktu. Ailem bile yoktu. Sadece çok büyük bir ev vardı ancak o evin içi bomboştu. Çünkü bir evin içi, acı çığlıklarla dolmazdı. Hele acı çeken bir çocuğun çığlıklarıyla hiç dolmazdı.

Annem bu duruma ilk başta şüpheyle yaklaşsa da ona bir kere bile yakalanmamıştık ve en sonunda tüm şüphelerini unutmuştu. Aklının bir köşesinde beni ve bu durumu takıntı haline getirdiğini biliyordum ama ona çalışıp ün ve para kazanmak daha büyüleyici geliyor olmalıydı.

"Tabi izin verdi. Ona, piyano kursuna gideceğimi söyledim. Hemen inandı. Hiç sormadı. Yolda şöfor abiyi de atlattım." Duraksadı ve yüzüme baktı. "Yine mi vurdular sana!" Kaşlarını çattı. "Neden vuruyorlar sana? Hiç söylemedin. Çok mu yaramazlık yapıyorsun sen evde?" Onun gibi ben de kaşlarımı çattım.

"Sen yaramazlık yapınca annen sana vuruyor mu yani?" Ben yaramazlık yapıyor muydum? Bilmiyordum ama annemin beni dövmesini sebebi bu olabilirdi.

"Hayır vurmuyor bana hiç. Ama televizyonda görmüştüm gizli gizli izlerken. Annesi çocuğuna yaramazlık yaptığı için vuruyordu. Çocuk da ağlıyordu. Sen ağlıyor musun o çocuk gibi?"

"Ağlamıyorum tabi! Çok canım yanıyor ama dayanıklıyım ben. Sadece bebekler ağlar, akıllım!" Deniz kaşlarını çattı. Kollarını bağladı ve konuşmaya başladı.

"Yine başlama, Afra! Biz daha çocuğuz. Hem çocuklar da ağlar, yetişkinler de ağlar, yaşlılar da ağlar." Omuz silktim.

"O ne?" dedi arkamda ona sürpriz yapmak için saklamaya çalıştığım ama büyük olduğu için beceremediğim oyuncağı işaret edip. Gülümsedim. Elimi arkama attım ve yavaş yavaş kırdığım arabasını ortaya çıkarttım. Ağzı o şeklini aldığında keyifle kıkırdadım.

"Bak, bunu tamir ettim ben. Biraz zor oldu. Tamir edecek araç gereç bulmak zordu ama başardım. Babamın tamir aletlerini de kullandım. Babam bir şeyleri tamir etmeye bayılır. Bana da öğretmişti. Nasıl olmuş?" Deniz'in gözlerinin parladığını gördüm. "Unutmuştum ben bu oyuncağımı. Hem, maviye mi boyadın arabamı!" Kafamı salladım.

"Evet, babamın garajında mavi boya bulup boyadım. Her yerim boya olduğu için annem dövdü ama olsun. Böyle daha güzel oldu." Mavi boyayla neden uğraştığımı sormaması için garajın bir duvarına küçük bir resim çizmiştim.

Mavi, masmavi bir gökyüzü. Bulutsuz, kuşsuz, güneşsiz... Elimde milyonlarca renk olsa ben yine duvarı sadece maviye boyardım.

Derin bir nefes verdim. Arabayı tel örgüden geçirmek istedim ancak o kadar büyüktü ki, sığmıyordu.

"Bekle, kıracaksın!" Deniz arabayı tel örgünün izin verdiği kadarıyla, parmağını kullanarak bana doğru itekledi. "Bak şimdi, bu bizim arabanız olsun. Tamam mı? Bu araba sende kalsın. Ama çok iyi sakla. O cadı kadın bulamasın." Anneme cadı kadın dediği için dudağımı büzdüm. Başkası deseydi kızardım ama o dediği için kızmamıştım. "Tamam o zaman. Bunu hep saklayacağım." Kafasını sallayıp arabaya yeniden baktı. "Ama sonra senden alacağım. Çünkü o bulursa yeniden kırar. Ben daha iyi saklarım." Kafamı salladım. "O zaman annelerimiz yeniden buluştuğunda sana gizli gizli veririm. Olur mu?" Gülümseyerek cevap verdi. Yaklaşık iki saat boyunca o koca çınar ağacının altında konuştuk.

Yakalanmamak için gittikçe kısalttığımız saatlere rağmen, annemden kaçtığım nadir ve en güzel dakikalarım onunla gizlice buluştuğumuz zamanlardı. Eğlendik. O bir çocuğa, nasıl çocuk olunacağını öğretti. Çocuklar ağlar dedi. Çocuklar oyuncaklarla oynar dedi. Şaşırdım tabi. Ama normal olanın bu olduğunu da sonradan anladım.

O benim en yakın arkadaşımdı ve sonsuza kadar öyle kalacaktı.

_____._____

Tanımadığımız insanlar öldüğünde, ya da az tanıdığımız insanlar, fazla üzülmezdik. Yakınları kadar kendimizi parçalamaz, onlarla birlikte ölmezdik. Bizim üzüldüğümüz geride kalanlar olurdu. Ancak ölen insan yakınımızsa, bizi üzen şeyler anılar olurdu. Çünkü geride kalan biz olurduk ve bize üzülme işini başkaları yapmalıydı. İnsanları ya anılar ya da geride kalan yakınları öldürürdü. Beni öldüren, geride kalmam ve geride kalırken anılarda boğulmam olmuştu.

Ah, güzel gözlü arkadaşım benim. Nasıl çok severdim onun o umut dolu gözlerini, umut dolu sözlerini. Küçük bir çocuğun edinebileceği en iyi arkadaştı. En masum çocukluk onunkiydi. Çünkü o günaha battığını sanan küçücük bir çocuğa umut olmuştu.

Bana...

Günahkâr olduğunu düşünen, neyin cezasını çektiğini düşünen küçücük bir çocuğa...

"Afra, beni sen öldürdün!" Yanıp sönen trafik lambaları, kanlı asfalt yol ve kulağımı çınlatan bir çocuk sesi. Görüntü net değildi. Hatta tam anlamıyla hiçbir şey göremiyordum. Bedenimi ele geçiren bir ayaz vardı. "Beni sen öldürdün, senin yüzünden!" Çocuğun sesi gittikçe yükseliyordu ve bunun sebebinin bana yaklaşması olduğunu biliyordum. İnip kalkan göğsüme giden elimin baskısı artıyordu ve tenimin morardığına hissettiğim kuru acı sayesinde emin oluyordum.

"Senin yüzünden!" Etrafımda dönüp duruyordum. Yoldan geçen tek bir kişi bile yoktu. Sadece ben ve beni etkisi altına alan rüzgar. Ve tam arkamda varlığını hissettiğim o küçük çocuk...

Bilmiyordum, belki de bir yanılgıydı bu his. Neyin içindeydim bilmiyordum ama içimde, karın boşluğumda hissettiğim derin bir acı vardı. Gittikçe büyüyordu ve acı kalbime ulaştığında ölecekmiş gibi hissediyordum. İçimdeki o derin acı, kalbim için fazlaydı.

Ancak tüm bu ihtimaller arasında, arkamda küçük bir bedeni hissedip hissetmememi önemsemeden arkamı yavaş yavaş döndüm. Yanaklarım ıslanmıştı ve o ıslaklığı soğuk rüzgar kurutuyordu. Yanaklarım üşüyordu.

Karşımda Deniz vardı. Ama çocuk değildi artık. Tamamen yetişkindi. Deniz olduğunu biliyordum içten içe. Öyle hissediyordum. İçimdeki acının bir rüzgarla kalbime ulaşması bunu kanıtlıyordu.

Ve ben yavaş yavaş ölüyordum.

Doktor Deniz... Hayali, doktor olmak olan küçük Deniz'in beyaz önlükle karşımda dikilmesi nefesimi kesti. Soğukla birlikte titreyen bedenimi dizginleyemiyordum.
Gözlerim sadece onun masmavi denizlerine odaklanmıştı.

Gözlerinde hayal kırıklığı görüyordum.

"Siz..." dedim nefes nefese. "Nasıl?"

"Tanıyamadın... En yakın arkadaşını, tanıyamadın..." Bana nefretle bakıyordu bu kez. Tıpkı akşam baktığı gibi.

Korkuyordum. Bana zarar vermesinden değil. Beni suçlamasından korkuyordum. Yanaklarıma damlayan yaşlara rağmen, ona sarılmak istiyordum.

"Deniz!" dedim öne atılarak. Çocukken tel örgü yüzünden istesek de sarılamamıştık. Bana saçlarımı öreceğine söz vermişti bir kere. Çok dağınıkmış saçlarım. Başkaları görürse, bana pasaklı kız derlermiş. Ona sadece bir kere sarılmıştım. Sadece bir kere. Sonra sarılamamıştık.

Ben hep, toprağa sarılırdım.

Deniz'e uzattığım elim havada kaldı. Çünkü artık karşımda kimse yoktu.

Tam arkamda...

Bir nefes hissettim. Bir çığlık, çocuk çığlığı.

Ve yüksek bir fren sesi...

Artık beni taşıyamayan ve titremekten güçsüz düşen dizlerimi zorlayarak arkamı döndüm.

Yerde, kanlar içerisinde uzanan küçük bir beden... Tel örgünün arkasında, acı çığlıklar atan çok daha küçük bir beden.

Ben...

Uyanıktım. Uyanık olduğumu, gözlerimi tamamen açtığımı hissettim ama sesimi çıkaramadım. Sanki, biri ağzımı kapatmış gibiydi. Ses tellerim koparılmış gibi.

"Deniz!" Bilincim yerine tamamen geldiğinde, birden yerimden doğruldum ve etrafıma bakındım. Karan'ın beni bıraktığı odada, etraf ay ışığının aydınlattığı kadarıyla aydınlıktı, kimse yoktu. Gözlerimi korkuya kırpıştırdığımda, nefes nefese kalan bedenime karşı koymaya çalıştım. Terlediğimi fark ettiğimde acıyla inledim. Bu nasıl bir kâbustu böyle! Gerçek dolu bir kabus... Elim göğsümde, bacaklarımı yataktan sarkıttım. Elimi saçlarıma daldırıp kendime gelmeye çalıştım ancak bu nafile bir uğraştı. Artık yavaş yavaş kontrolünü kaybeden bilinçaltım bana eskisinden de kötü rüyalar gösteriyordu ve ben bu acı içerisinde ne kadar dayanabilirim bilmiyordum. Islak göğsümde dolanan elim bir ara hızla atan kalbime gitti. Kalbimin üzerindeki yükü hissedebiliyordum ama sesimi çıkaramıyordum. Nefeslerim düzene girene kadar titreyen bacaklarımı izledim. Ağlamak istememe rağmen, ağlayamıyordum ve bu canımı yakıyordu.

Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım ancak ondan önce, duyduğum sıkıntılı sesler ve dertli nefeslerle kaşlarımı çattım. Sesler yan odadan geliyordu.

Karan...

Kaşlarımı çattığımı hatırlıyorum. Uyku sersemi olduğumu da. Yataktan zar zor doğruldum. Üzerimi düzelttim ve güçsüz bacaklarımı zorlamamak için yavaş adımlarla kapıya yöneldim. Odanın kapısına uzanırken, bedenimin ağrıdığını hissettim ancak önemsemedim. Ateşim, üşümediğimi düşünürsek düşmüş olmalıydı. Kendimi hâlâ kötü hissediyordum. Ancak Karan'ın sesleri beni korkutuyordu. Üstelik hava da aydılanmamıştı. Sesi karanlıkta daha da korkutucu oluyordu.

Kısa koridora girdim. Koridorun sonunda bir pencere vardı. Koridoru aydınlatacak kadar ay ışığı süzülüyordu içeriye. Sanırım Karan'ın söylediği bazı şeyler doğruydu. Burada fazla ışık yoktu. Gökyüzündeki ay ve yıldızlar öylesine netti ve parlaktı ki geceleri ışığı açmasak bile etraf aydınlanırdı.

Yükselen sesleri dinledim. Titreyen bir nefes bıraktım çünkü ister istemez meraklanmıştım. Karan'ın hemen odamın yanındaki odasının önünde durdum. Kapı aralıktı. İçeriye girip girmemek arasında kararsız olsam da, girmeyi seçtim.

Aralık kapı bana, bir başka kabusumu hatırlattı.

Gözlerim kapının koluna gitti. Kapıyı yavaşça aralayıp içeriye göz attığımda, Karan'ın yatakta sırt üstü uzandığını gördüm. Ancak bir şeyler yanlıştı. Karan kabus görüyordu ve buruşan yüzünden, oldukça acı çektiğini görebiliyordum.

Daha fazla kapının önünde dikilmedim ve bedenimi açtığım kapıdan sürükledim.

"Onu ben öldürmedim!" Mırıltılarına rağmen güçlü olan sesi yüzünden panikle yatağa oturdum. Bana uzak olan tarafta yatıyordu. Alnında biriken ter damlaları, boynundan yol alıyor ve çıplak göğsünde ilerlemeye devam ediyordu. Tamamen savunmasız bedenine baktıkça ısırdığım yanak içim artık kanama noktasına gelmişti. İnip kalkan göğsü, aldığı derin nefesler ve buruşturduğu yüzü ne kadar şiddetli bir kabus gördüğünü kanıtlıyordu.

Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Karan temas halinde benden güç aldığını böylece kabus görmediğini söylemişti. En azından uyurken. Eğer yalan söylemediyse, elini tutmam onu iyi edebilirdi. "Yapmadım!" Gözlerimi kapatıp dolan gözlerime anlam veremeden eline uzanmaya çalıştım ancak Karan aniden yerinden sıçrayınca ben de yerimden sıçradım. Elim göğsüme gitti ve onun nefes nefese kalmasının benim nefeslerimi de etkilediğini fark ettim.

Göz göze geldiğimizde gözünden okuduğum dehşet veren ifadeyi daha fazla dolan gözlerimle izledim. Eli gözüne gitti. Ayaklarını yataktan aşağıya sarkıttı ve dirseklerini dizine dayayarak saçlarını dağıttı.

"Afra, bir şey mi oldu?" dedi uykulu sesiyle. Gözlerimi kırpıştırdım. Bana arkası dönüktü. Hâlâ nefes nefeseydi ve ben bu hâldeyken bile bana arkasını dönmesine anlam veremiyordum.

"Kabus görüyordun." Karan omzunun üzerinden bana baktı. Derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı.

"Sorun yok, gidip dinlen." İfadesiz sesini, ifadesiz bir yüzle dinledim. Odadan çıkmak için bir adım attığında onu durdurdum.

"Karan!" Durup beni dinlemeye devam etti. Ancak bana bir kere bile bakmadı. Gözünü diktiği duvardan bir an olsun ayrılmadı. Hâlâ mı yüzüme bakamıyordu? Bu kadar utanmasını sağlayan şey neydi?

"Yatıp dinlenmesi gereken sensin, Karan. Geceleri kabus gördüğün için uyuyamadığını söylemiştin."

"Sorun değil dedim ya. Alışkınım ben. Hastasın, git dinlen." Daha fazla beklemeden kapıya doğru yürümeye başladığında bir kez daha onu durdurdum.

"Yüzüme neden bakmıyorsun, Karan?" Derin bir nefes verip eliyle yüzünü sıvazladı.

"İlgiliymiş gibi yapmana gerek yok. Sabah duydukların önemli şeyler değildi. Senlik bir şey yok. Saygısızlığı yüzünden onun adına senden özür dilerim."

"Sorun değil!" Konuşmasının hemen ardından verdiğim sert cevapla dayanamayarak bana döndü ancak ifadesiz bir yüze sahip olduğumu gördüğünde kaşlarını çattı.

"Bana güvenmeyip anlatmamanı anlıyorum, Karan. Seni anlatmak için hiç zorlamadım. Zorlamam da. Sadece yatıp uyumanı istiyorum. En azından ben buradayken. Çünkü gittiğimde, yanında uyuyabileceğin bir sığınağın olmayacak." Gözüne düşen perdeye rağmen, içimi acıtmasına rağmen devam ettim. "Sabah duyduklarım bana karşı olan bir saygısızlık değildi. Olamaz da. Ama sana karşı yapılan ciddi bir eleştiriydi. Sen bana, burada adalet olduğunu, nefes olduğunu söyledin. İyi bir şekilde yaşayabileceğimi söyledin. O zaman yaşatacaksın beni iyi bir şekilde. Ama bu şartlar altında yaşayamam. Önce uyuyup dinleneceksin. Sonra benim yaşam alanımı iyi bir yer hâline getireceksin. Ne olduğunu umursamadan. Hata yaptıysan, telafi etmesini bil. Ağır mı geliyor, umrumda değil. Çünkü bir daha böyle bir fırsat eline geçmez. Zaman geçiyor ve sen sadece her ne yaptıysan o şey yüzünden utanmayı biliyorsun. Halbuki hatanı telafı edip, için rahat bir şekilde gözlerime bakabilir belki de gülebilirsin." Derin bir nefes verdim. Neden bu kadar çok konuştuğumu ya da neden bu kadar mantıklı konuştuğumu bilmiyordum ama kesinlikle konuşmamı sevmiştim. "Gözlerime bakmak varken yere bakmak senin tercihdi ve tercihini de sorgulamıyorum. Sadece senden uyuman rica ediyorum. Anlıyor musun? Senin için değil, kendim için. Tamamen bencilce bir istek." Kafamı sallayarak sonlandırdığım uzun konuşmamdan sonra nefes nefese kalmıştım. Yüzüne baktığımda bana şaşkınlıkla baktığını gördüm. "Ne demek istiyorsun?"

Salak mıydı bu adam?

"Yat zıbar, Karan!" Yatağı işaret ettiğimde şaşkınlıkla büyüyen gözlerini gördüm. "Yatayım ve zıbarayım mı?" Kafamı salladım ve elimi yatağa vurdum. "Yat ve zıbar." Yüzüme yayılan gülümsemeyle yutkundu. Yüzünü buruşturup dudaklarını araladı ama hiçbir şey söyleyemedi.

"İyi, yatıp zıbarayım madem." Derin bir nefes alıp yatağa uzandığında ben de uzandım ve ona doğru döndüm.

"Elini ver."

"Neden?"

"Karan, hâlâ uyuyor musun? Neden olacak, kâbus görmemen için."

"Onu sormuyorum. Neden böyle bir şey yapıyorsun? Yapmak zorunda değilsin. Ama yapıyorsun. Neden?"

"Adaletli olmak için. Benim evrenimde sesimizi çıkaramıyoruz. İnsanlar, kendilerine hep kötü insanları rol model alıyorlar. Ama bu evrende, çiçekler açabilir sanki. Gökkuşağı çıkabilir, kuşlar şakıyabilir." Omuz silktim. "Senin de ufak bir katkın var adaletli bir evren için." Kaşlarını kaldırıp bana döndü. "Ufak mı?"

"Tamam tamam, ufaktan biraz daha büyük." Gülümsediğimde gözleri yüzümde takılı kaldı. Az önce utançtan gözüme bakamıyordu. Ancak şimdi, benimle birlikte onun da dudaklarının kıvrıldığını fark ettim. "Haklıymışsın." Yüzüne baktım ve devam etmesini bekledim. "Yere bakmak yerine gözlerine bakmak daha fazla umut veriyor." Yüzüne bakmaya devam ettim ancak gülümsemesi uzun sürmedi. Söylediği şey yüzünden hızlanan kalbime dem vurdum ve yüzündeki ufak tebessümün yavaş yavaş silinmesini izledim. Daha sonra gözlerini gözlerimden ayırdı ve yine o keyifsiz ifadesiyle tavana baktı. Sanki yüz kasları, ona inat hareket etmemek için kaskatı kesiliyordu. Onu uzun süre güldüremiyordum.

"İnsanlar eskiden beni severdi, saygı gösterirlerdi." Aniden kurduğu cümleyle, onun elini bırkmadan diğer elimle başıma yastık yaptım. Dizlerimi kendime doğru çektim ve konuşmasını dinlemeye devam ettim. "Uzun zaman öncesinden bahsetmiyorum. Sadece bir sene önce. Bir sene önce, insanlar benim bölgemde rahatça yaşarlardı. Gerçekten adalet vardı. Senin dediğin gibi çiçekler açardı, gökkuşağı çıkardı, kuşlar şakırlardı." Kafasını salladı. Baş parmağıyla elimin üstünü okşadı. "İnanmayacaksın belki ama herhangi bir suç işlememiş kimse benden korkmazdı. Sonra kötü şeyler oldu. Sustum. Birine saygı duymak istediğim için sustum. Benim tercihimdi. Tamamen benim tercihimdi. Sonra senin evrenine, suçluları yakalamak için gittim. Yine kendi isteğimleydi. Buradakileri düşünmedim." Omuz silkti. "Düşünemedim daha doğrusu. Hiç oldu mu sana da? Dumura uğrayıp, düşünmeden, bilinçsizce etrafta dolandın mı?" Bana döndü. Kafamı sallamakla yetindim. Annemi o otel odasında bir başkasıyla yakaladığımda evet, saatlerce bilinçsizce koşmuştum. Bahsettiği şeyi çok iyi biliyordum. "O zaman anlarsın beni. Gelemedim kendime, savaşamadım. Burada savaşamamanın cezası sadece mağlubiyet değildir. Özellikle benim için. Burada sessiz kalmanın, susmanın cezası vicdan azabıdır. Çünkü ben kendimle birlikte bir halkı temsil ediyorum. Bir halkı yönetiyorum." Gözlerini kapattı ve başını ovuşturdu. Başının ağrıdığını hissettim. "Sizin evreninizde çok kitap okudum. Bir kitapta, çok ünlü bir kitaptı sanırım, Romeo ve Juliet'ti ismi, bir cümle geçiyordu. 'Sıklıkla neşeli olur, ölümün ucuna gelmiş adamlar.'" Gözlerini gözlerimde sabitledi. "Hissettim ben o cümleyi içimde. Meğer neşeli olmamın nedeni ölüme yaklaşmammış. Ölüm kadar beter bir utanç duyacakmışım da haberim yokmuş. Çok yakınım artık ölüme. Şimdi seninle aramızda olan mesafeden bile daha kısa ölümle aramızdaki mesafe. Şimdi fark ediyorum." İçindeki yarım yamalak soluğu dışarıya bıraktı. "O insanların yüzüne nasıl bakacağım, Afra? Nasıl hiçbir şey olmamış gibi, emanetlerine sahip çıkmışım gibi karşılarına geçip yardım teklif edeceğim? Yapamam. Eskisi gibi çiçek açtıramam, gökkuşağı çıkaramam. Burada doğa bile düşman bana."

Son cümlesi beni olması gerekenden çok daha fazla ürpertti. Aklıma o kadın geldi. Olabilirdi. Karan'ın yaptığı hata, birden fazla insan için düşünmesi gerekirken sadece kendisi için düşünmesi, o kadını kızdırmış olabilirdi. "Çocuklar için lunapark yaptırdım. Yaşlılara yardım ettim, hastaları iyileştirdim." Kendini suçluyordu ve ben bunu en derinlerimde bir sızı halinde hissedebiliyordum.

"O zaman yeniden öyle olmasını sağla." Başımın altındaki elimle zaten tuttuğum eline uzandım ve tek elini, iki elimle zor kapattım. O kadın her ne istiyordu bilmiyordum ancak durum tahmin ettiğim gibiyse şayet, evrenin eski düzenine dönmesi öfkesini azaltabilirdi. O kadının gözlerini görmüştüm. Zaten milyonlarca şey borçlu olduğum bu adama, borcumu o kadından koruyarak ödeyebilirdim. "Bak Karan," O hâlâ benim gözlerime bakmasa da ben onun gözlerine bakmayı başardım. "Ben bir şeyi fark ettim. Burada benim yaralarımdan daha derin yaralar var. Kapatılması gereken, kapatılmazsa mikrop kapacak yaralar. Şimdi sen, benden aldığın güçle o yaraları kapat. Ne kadar sürerse sürsün, ben beklerim. Annem ben ölmeden ölmez. Onu öldürmek benim hayalimdi. Bu hayali çok küçükken kurmuştum hatta. Bir gün gerçekleşeceğini umarak. Gerçekleştireceğim de. Bugün ya da yarın. Elbet bir gün gerçekleşecek. Ama ondan önce, yardıma ihtiyacı olanlara yardım et. Ben tükenmem. Benden alacağın güç ne seni, ne beni tüketir. Anladın mı?" Babamın bahsettiği adaletsiz Dünya'nın şimdi tam ortasındaydım. Açlıktan ölen çocuklar yoktu burada ama çocuklar yine ölüyordu. Kadınlar, kendini savunmasını bilmelerine rağmen ölen adamlar... O zaman küçüktüm ve yardım edemiyordum. Ama şimdi edebilirdim. Durum buyken, basit bir inatla tüm bu insanlara arkamı dönüp gidemezdim. İyi bir insan değildim. Benim çocukluğum karalanmıştı bir kere. Kalemin mürekkebi günahtı. Küçücük bir çocuğa annesinin infazının hayalini kurdurtmak, benim de annemin de en büyük günahıydı. Şimdi o günahı da gerçekleştirecektim. Ama ondan önce, ölmeden önce, babamın yakındığı adaletsizliğe ses olmak istiyordum. Ne olursa olsun.

"Uzar, burada kalmak istemiyorsun." Kafamı hızla sallayıp gülümsedim. "Sorun değil. En azından burada annem yok. Emin ol buradaki tüm kötü adamlar, bir tane bile annem etmez." Derin bir nefes verdiğini ve gözlerime baktığını fark ettiğimde yüzümdeki gülümseme silindi ve ciddi bir ifade takındım. "Düşünemezsin, Karan. Artık kendi kararını veremezsin. Yapman gerekeni yapmak zorundasın. Bir robot gibi. Böylece hem sen, hem de halkın hayatta kalır."

"Ve sen." Kafamı sallayarak onu onayladım. "Unuttuğunu sandıkları vicdanını susturacak mısın? Vicdan yalan söylemez. Vicdan, seni yanlış yola götürmez." Yutkundu.

"Sen olsan," dedi tüm bedeniyle bana dönerek. "İlk önce ne yapardın? Bir harabenin ortasında, tüm o harabenin sebebi senken, ne yapardın?" Cevap oldukça açıktı.

"Senin kadar olmasa da, benim de yönettiği bir grup insan vardı kendi evrenimde. Eğer onlar yara alsaydı ve düşmanlarım saldırmaya devam ediyor olsaydı, henüz yeterince vaktim varken onları iyileştirirdim. Böylece daha güçlü saldırırdım. Çünkü herhangi bir saldırıya üstün olmayan bir savunma yaparsan, yenilen kişi muhtemelen sen olursun. Unutma, iyi bir saldırı, mükemmel bir savunmadan daha etkili değildir. Elde etmen gereken ilk şey güven Karan. İnsanların sana yeniden güvenmesini sağlamalısın." Gözlerini kapattı. "Yapacağım." Dediklerime harfiyen uyması beni içten içe şaşırtsa da bunu herhangi bir tepkiyle ona yansıtmadım. O görüşlerimi dikkate alırdı. Hep almıştı ama hiçbir zaman benim görüşlerimi kendi görüşlerinden önde tutmamıştı. Şimdi iradesi yok gibiydi.

Ve elleri, buz gibiydi.

"Uyu, Karan. Yarınının daha iyi olması için önce uyumalısın. Nefes alabilmek için... Böylece ısınabilirsin. Soğuk olmanı sevmiyorum."

Ve elleri, kapalı gözlerine zıt olarak yavaş yavaş ısındı. Buz gibi olan teni, şimdi benim için ideal sıcaklıktaydı. Vücut ısısını ayarlayabilmesine değil de bunu benim için yapmasına şaşırdım. Yavaş yavaş düzene giren nefeslerini dinledikçe, benim de uykum geldi. Eline daha sıkı tutundum ve ellerini iki elimle sarmalayıp boynuma sakladım.

Kapanan gözlerim sayesinde tüm görüntü gitmiş ve geriye sadece, onun öncekinden çok daha sakin olan nefesleri kalmıştı.

*****

Gözlerimi yavaş yavaş araladığım ilk an, boynumda hissettiğim sıcak nefeslerle birlikte kaşlarım çatıldı. Kısık gözlerle içinde bulunduğum odayı inceledim. Ellerimi havaya kaldırıp neler olduğunu anlamaya çalıştım. Karan kafasını göğsüme koymuştu ve nefesi, boynuma vuruyordu. Yüzünü göremiyordum ancak uyuduğunu düzenli bir şekilde inip kalkan göğsünden anlayabiliyordum. Ancak benim nefesim, onun aksine düzensizdi. Hızla çarpan kalbime inat direndim ve sakinleşmeye çalıştım. Sorun yoktu. İyiydim, iyiydik.

Birkaç dakika bu şekilde bekledim. Kolumun uyuştuğunu hissedebiliyordum ancak bulunduğum pozisyonu bir an olsun değiştirmedim. Gözlerim pencerede dolanıyordu. Açık perdelerden içeriye süzülen güneş ışığını izliyor, içimin ısındığına şahit oluyordum.

Bir his vardı.

İçimde, kalbimin tam orta yerinde.

Buna huzur mu denirdi?

Sanki nefeslerim sığmıyordu içime. Dudaklarım titriyordu. Saliselik aralarla gözlerim doluyor, sonra hemen eski haline geliyorlardı. Gereksiz bir duygusallık tüm bedenimi sarıyordu.

Bu kötüydü. Huzur, tetikte olması gereken kötü bir adam için zayıflıktı. Huzur dikkat dağıtırdı.

Tam elimi kaldırıp Karan'ın uyandıracakken, boynuma vuran sıcacık bir nefesle kaskatı kesildim. Sol eli karnımda dolandı ve bedeni hareketlendi. Çatık kaşlarım ve havada kalan ellerimle uyanıp uyanmadığını anlamak için ona baktım. Oldukça uykulu bir şekilde gözlerini kırpıştırdı ve yataktan doğruldu. Tıpkı gece olduğu gibi bana arkasını döndü. Eliyle yüzünü sıvazladığına şahit oldum. O kalkar kalkmaz ben de doğruldum ve kendimi ayakta buldum.

"Kusura bakma, uyurken farkına varmamışım. Sınırlar... " Zorla gülümsedim.

"Evet, sınırlar..." Ağzımdan bir mırıldanma şeklinde çıkan, ne hissettiğimi anlayamadan söylediğim bu sözler karşısında Karan ile göz göze geldik. Tam anlamıyla, ellerim ve ayaklarım birbirine dolandı diyebilirdim. Mimiklerimi bile kontrol edemiyordum.

"Neyse, ben gideyim artık geç oldu." Kaşlarımı çatıp arkamı döndüm. Geç mi olmuştu? Hadi canım! Sabahın erken saatlerinde benim için geç olmuş olamaz mıydı? Olabilirdi tabi.

"Ben de duşa gireceğim zaten." Sağ elini kaldırıp ensesini kaşıdı ve yüzünü buruşturdu. Kafamı salladım. Duşa girip girmemesi umrumda bile değildi. Neden bunu belirtmişti ki zaten? Daha fazla söze gerek yoktu. Hızla arkamı dönüp odayı terk etmek için yürümeye başladım.

Koridora çıkar çıkmaz yüzümü buruşturdum. Fazla saçma bir konuşma olmamış mıydı?

Kendime kıza kıza odaya girdim. Üzerimdekilerden kurtuldum ve ben de sıcak bir duşa girdim. Kendimi daha dinç hissediyordum. Sanki o benden değil de ben ondan güç almış gibiydim. Ancak tam iyileşmiş sayılmazdım. Kendimi hâlâ hasta hissediyordum. Burnumu çekip banyo kapısını açtım. Üzerimdeki bornozla odama girdim ve koltuğun üzerindeki kutuya yöneldim. İçinden aldığım iç çamaşırlarını üzerime hızla geçirdim. Şimdiden üşümüştüm. Hava soğuk sayılmazdı aslında. Ateşim de yok gibiydi zaten. Bunu fazla önemsemedim çünkü duştan çıkınca hep üşürdüm.

Üzerimi giyindim ve ıslak saçlarımla aynanın karışıma geçtim. Aynada kendimi izlemeyi severdim. Kendimi çok sevdiğimden falan değildi. Aynaya hoşnutsuz bir tavırla baktım. Hastayken ıslak saçla dolaşmak hiç hoş olmazdı. Kurutma makinesi dün buradaydı ama şimdi nerede olduğunu bilmiyordum. Sanırım sabah kahvaltı hazırlamak için gelen kadınlar, kapısı açık olan odama girmiş ve etrafı toparlamışlardı. Bunu toplu olan yatağımdan da anlayabiliyordum. Banyoya da baktım. Ancak yine kurutma makinesini bulamadım. Yapacak bir şey yoktu. Aşağı inince kadınlardan birine sorardım.

Saçımı özenmeden topladım ve odadan ayrıldım. Acıkmıştım. Gerçekten, acıkmıştım.

"Evet, Tayfun. Ne yap et, gemilerin sağ salim bize teslim edilmesini sağla. Olur da bir yanlışlık sezerseniz hepsini öldürün. Tehdit etmeleri bizim için pek bir şey ifade etmiyor." Tabağa çarpan çatal sesiyle gözlerimi kırpıştırdım. "Yok ya," Görüş açıma giren Karan'ın sinirli olduğunu ve sinirlenince hep yaptığı gibi ayağıyla ritim tuttuğunu fark ettim.

Harika!

Bir sabahımız da normal geçseydi dişimi kırardım!

Üzerinde siyah bir takım elbise ve içinde de siyah bir gömlek vardı. Genelde siyah giyiyordu. Son birkaç gündür beyaz ya da mavi gömlekler de giymişti ancak kıyafetlerin şekillendirdiği iki Karan vardı. Koyu renk takım elbiseler giyen Karan, yöneticiydi. Takım elbisesiz bir Karan'da vardı ki ben o Karan'a daha alışıktım. Ne olursa olsun, dışarıdaki herkese silah çekse bile ben yine onu yaraları olan bir adam olarak görecektim. Geceleri elimi tutmadığında kabus gören bir adam olarak... "Sen herhangi bir yanlışlık sezmesen de öldür teslimatçıları. Eminim iyi adamlarından birkaçını da yollar onlarla birlikte. Ölüm saygıyı da götürür ve benim topraklarım kanla yıkandı. Beni anlıyorsunuz değil mi?" Karşı taraftan nasıl bir cevap aldığını bilmiyordum ama beni gördüğünde gözlerini kaçırdı. "Başarısız olursanız kendi kafanıza sıkın." Son sözleri bu oldu. Telefonu kapattı, eline az önce fırlattığı çatalı yeniden aldı ve sandalyeye yerleşmeye çalışan bana baktı. Yavaş yavaş çatılan kaşlarına anlam veremedim. Neden öyle baktığını bilmiyordum ancak sormama gerek olmadığını biliyordum. Çünkü dudaklarını aralanmış konuşmaya hazır hale getirmişti.

"Saçların neden ıslak?"

"Çünkü duş aldım." Kafasını sallayarak beni onayladı. Sorun etmeyip önüme döndüğümde yükselen sesini duydum.

"Kızım hasta değil misin sen? Kurutsana saçlarını! Ben mi söyleyeceğim sana!" Aniden ona dönen bakışlarımla birlikte, orantısız çıkan ses tonunun da farkına vardım ancak kısa bir afallamadan sonra sert tavırlarına devam etti. Çenesini sıktı, çatılan kaşlarını düzeltmedi. Anlaşılan az önce yaptığı telefon konuşması nedeniyle ziyadesiyle gerilmişti. Omuz silktim.

"Önemi yok. Karnımı doyurduktan sonra kuruturum."

"Afra!" Derin bir nefes alıp elime yeni aldığım çatalı masaya sertçe bıraktım ve kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Aynı tavrına devam ettiği sürece saçlarımı kurutmayı düşünmüyordum.

"Bu saçma tavrının nedeni ne bilmiyorum ama tavrını düzeltmediğin sürece saçlarımı kurutmayacağım." Gözlerini kapatıp çatalını bıraktı ve o da tıpkı benim gibi derin bir nefes aldı.

"Afra, seni düşündüğüm için saçlarını kurut dedim. Asıl senin tavrın beni sinirlendirmeye başladı artık." Masaya tabak getiren kadına döndü.

"Saç kurutma makinesi getirin!" Kadın önünde eğildi ve geri çekildi. Kadın gider gitmez Karan da ayağa kalktı ve yüzüme dik dik bakarak, "Saçlarını kurutup yemeğini ye! Akşama kadar evde olmayacağım. Geldiğimde de yer değiştireceğiz. Evden çıkma ve bir şeye ihtiyacın olursa adamlarımdan iste. Evin etrafı adamlarımla dolu olacak. Acil bir durum olmadıkça bana telefon etme." Daha fazla beklemeden o da dışarı çıkmak için adımlamaya başladı.

"Nereye gidiyorsun?" Sert bir ses tonuyla seslenmeme rağmen bana cevap vermeden hızla dışarı çıktı. Evden çıktığını dış kapının çarpılma sesini duyduğumda anladım. Sanırım anlayışla karşılamalıydım. Zor bir dönemden geçiyordu. Üstelik evime dönme yolum ondan geçiyordu. Huyuna gitmeliydim. Her ne kadar sinirimi bozsa da, onunla kavga etmemeli, iyi geçinmeliydim.

"Saç kurutma makineniz, efendim." Kadından aldığım makineyi prize taktım ve saçlarımın tamamını kuruttuğuma emin oldum. Kahvaltımı güzelce yaptıktan sonra masanın kaldırılmasına yardım ettim. Görevli kadın ısrar etse de yapacak başka işimin olmadığını ve sıkıldığımı söyleyince sessiz kalmayı tercih etti. Daha sonra odama çekildim ve Karan'ın nereye gitmiş olabileceğini düşünmeye koyuldum. Kaçıyorduk. Hem de hiç durmadan kaçıyorduk. Dışarı çıkmam sorun oluyorsa şayet, onun dışarı çıkması da sorun olmaz mıydı? Gerçi o buranın yöneticisiydi. Fark ettiğim kadarıyla diğerlerinden daha güçlüydü. Yani dışarı çıkması çok da sorun yaratmaz gibiydi. Ofladım. En mantıklı olanın, Karan'ın gelmesini beklemek olacağını düşündüm. Herhangi bir şey yapmadım. Akşama kadar evde dolanıp durdum. Dolabımı karıştırdım. Evin diğer odalarını gezdim. Yattım, yattım ve yattım...

Karan tamı tamına 3 saat 11 dakika sonra dönmüştü ve ben onun dönmesi için dakikaları saydığımı sonradan fark etmiştim. Üzerimdeki ağırlıkla birlikte esnediğim için ağzımı kapatarak odamdan ayrıldım ve merdivenlere yöneldim.

"Afra, yukarıya çık." Kaşlarımı çattım. Daha Karan'ı görmemiştim bile. Tanrım, bana beni görmediği halde emir vermeye devam ediyordu. İnatlaşmak için değil, tamamen merakımdan merdivenleri bitirdim ve Karan'a baktım. Yemek masasının baş köşesine kurulmuştu ve karşısında tam üç tane siyah takım elbiseli adam dikiliyordu.

"Gelebilir miyim?"

Kızdırmak için sormamıştım.

"Hayır." Omuz silktim. "Peki." Merdivenlere geri döndüm ve yavaş yavaş çıkmaya başladım.

"Tam otuz adam vereceğim sana. Her birinizde silah olacak. Güvenmediklerine vermeyebilirsin ama çaylaklar için iyi bir fırsat. Karşı çıkarlarsa hepsini temizleyin. Duyduğuma göre bu adamlar Pamir'in en iyi adamlarından. Ölmeleri işimize gelir. Silah teslimatını engellerseniz bu bize zaman kazandıracak." Gittikçe uzaklaştığımdan ses az geliyordu. "Hata yapan olursa kendini orada öldürsün. Başıma iş çıkartmayın." Son duyduğum sözler bunlar oldu. Konuşmaya devam ettiler ancak ben artık onları duyamıyordum. Sabah telefonda konuştuğu konuyla aynı konu olmalıydı. Bir teslimatı engelleyeceklerini anlayabilmiştim. Üstelik bu teslimatın, Pamir adı verilen o adamın işine geldiğini ve Karan'ın ona karşı çıkmaya çalıştığını da anlamıştım.

Odama girdim ve tüm gün yaptığım gibi yatağıma uzanıp tavanı izledim. Yapabileceğim başka bir şey yoktu. Tüm günüm böyle geçmişti ve sıkıntıdan ölmek üzereydim. Oflayıp doğruldum. Adamlar gider gitmez inecek ve Karan'a gün boyunca aklıma gelen tüm soruları sıralayacaktım. Sormaktan çekinmeyecektim çünkü o beni tüm gün boyunca yalnız bırakmıştı ve ben de kafayı yiyecek duruma gelmiştim. Kısacası, beni kesinlikle yalnız bırakmamalıydı.

Yaklaşık yarım saat sonra, kapımın açılmasıyla kaşlarımı çattım. Odama dalmasını gerektirecek bir neden göremiyordum.

"Ne yapıyorsun sen?" Yatağımdan doğrulup gelen Karan'a sert bir bakış attım. Odada göz gezdirip en sonunda birkaç adımda karşıma dikildi.

"Ne yapıyorsun?" Sorumu önemsemeyip sakin bir ses tonuyla sorduğu bu soru karşısında yüzüne dik dik baktım.

"Sana ne?" Kafasını sallayıp beni onayladı ve elini kaldırdı. Umursamaz ve aceleci gibi görünen tavırları karşısında bıkkınlığımı açıkça belli eden bir nefes bıraktım. Arkada görünen görevli kadını baştan aşağı süzdüm ve en sonunda elindeki kıyafetlerle kaşlarımı çattım.

"Üzerini değiştir. Birazdan çıkacağız."

"Nereye gittiğini söylesen ölür müsün? Hem," Sabahtan akşama kadar onun yüzünden sıkıntıdan ölmüştüm. Üstelik bugün ayrı bir sinirliydi. Nedeni neydi, tahmin ettiğim gibi bu silah teslimatı olayı mıydı bilmiyordum ama yemediğim azar kalmamıştı. Sanki o benim babamdı. Çok meraklıydım ve işine burnumu sokup duruyordum. Bu onu kızdırmış olabilirdi. Dudağımı kemirmeyi bırakıp aklıma ne geldiyse söyledim. Tabi bunun için kadının çıkmasını bekledim.

"Bipolar bozukluğun olduğunu düşünüyorum. Sabah uyandığındaki hâlin ve şimdiki halin asla birbirini tutmuyor. Sana ne oldu bilmiyorum. Tanıştığımız zaman çok kabaydın. Sonra, intihar edeceğim zaman bana acıdığın için sanırım birden nazikleştin. Şimdi ise tekrar kabalaştın. Neden böyle davranıyorsun anlam veremiyorum?" Uzun konuşmam karşısında sadece omuz silkti ve yüzüme boş boş bakmaya devam etti.

"Bazen, karşımdaki kişilere nasıl davranmam gerektiğini unutuyorum. Gün içerisinde o kadar çok kişilik değiştiriyorum ki. Korkarım sana istediğimden daha az kibar davranacağım. Bunun için uğraşırım ama sınırlarını bilmeni istiyorum." Elleri cebindeydi ve omuzları normalde olduğundan daha dikti. Bir gecede ne değişmişti? Oldukça sakin olan sesine de anlam veremedim. Çünkü az önce sinirliydi.

O, değişiyordu ya da özüne dönüyordu.

Ama beni en çok korkutan şey de olabilirdi.

Olması istenen şekilde davranıyordu. Olması gereken şekilde...

Sanırım işlerine burnumu fazlasıyla sokmuştum. Biraz geri çekilmekten kimseye zarar gelmezdi. Yavaş yavaş ipleri eline aldığını görebiliyordum. Belki de böyle olması daha iyiydi. Ancak eski haline dönmesi demek, davranışlarının da değişmeye başladığı anlamına geliyordu. Başkaları için eski Karan farklı bir insandı, bana göre farklı.

"Evime dönebilmem için ne yapman gerektiğini biliyorsun. Bildiğini biliyorum. Nasıl başaracağını bilmiyorum ama bir yolunu bulmalısın. Bizim aramızdaki anlaşma ben evime dönmeden son bulmayacak. Gerekeni yap. Tıpkı benim sana güç sağlamak için istediğin her şeyi yapmam gibi. Kişilik mi değiştireceksin? Değiştir. Ama günü geldiğinde ve tüm bunlardan kurtulduğunda, nasıl bir insan olduğunu unutmandan korkuyorum. Seni sen yapan her ne varsa, geriye attığın hatta belki de kaçtığın, hepsini muhafaza et. Böylece yaşamak için, vay be nereden nereye geldim diyebilmek için bir nedenin olur." Omuz silktim. "Demek istediğim, kendini kaybederken bile aklın başında olsun. Bu bana yeter. Kaba insanlara alışkınım." Omuz silkip söylediklerimi desteklediğimde dudağının kıvrıldığına şahit oldum ancak bu uzun sürmedi.

"Demek istediğini çok net anladım. Ama tüm bunların sonu ben ölmeden gelmeyecek, Araf." Ellerini arkasında bağladı ve bana doğru bir adım attı. "Çok benziyorsunuz." Bakışları sanki hipnoz olmuş, uyuşturulmuş bir insanın bakışları gibiydi. Boş bakmıyordu. Nasıl bakıyordu anlayamıyordum. Kötü bakmıyordu ama buna iyi bir bakış da denemezdi.

"Efendim?" Derin bir nefes aldı ve arkasında bağladığı kollarını çözüp ellerini yüzüne götürdü. Gözlerinden başlayarak kaşlarına doğru işaret parmağıyla yol aldı. Birnevi yüzünü sıvazladı. Derin bir nefes alıp kendine geldi ve dudaklarını araladı. "Yok bir şey. Bir an önce hazırlan. Aşağıda bekliyorum." Onu tam durduracakken hızla odadan çıktı ve ağzımı açmama dahi izin vermedi.

Benzediğim birileri vardı. Bunu pek çok kez, farklı insanlardan duymuştum. Kime benziyordum bilmiyordum. Yakında bunu öğrenecektim ama şimdi değildi. Şimdi yorgundum.

Bir kenara atılmış kutumu elime aldım. İçine giymek için çıkarttığım hırkamı koydum. Bir şey unutup unutmadığımı bilmiyordum ancak çok da önemli değildi. Bana uzak olan komodinin üzerindeki tokamı görünce kutuyu yatağa bıraktım ve tokama yöneldim. Elimde tokam kalmamıştı. Karan hepsini almıştı. Kadın tokalarında koleksiyon yapan bir sapık olabilirdi. Buna kesinlikle ihtimal veriyordum.

Eğilip tokamı aldıktan sonra onu bileğime geçirip doğrulmaya çalıştım ancak gözüm, tamamı camla kaplı olan duvardaki yansımama takıldı.

Ve arkamdaki yansımaya.

Büyüyen gözlerimle arkamı döndüğüm an, annemle göz göze geldik. Yüzünde o çok bilindik şeytani gülüşü, gözlerindeki yine çok bilindik küçümseyici bakışı ile beni baştan aşağıya süzdü.

"Nasılsın, güzel kızım?" Kaskatı kesildiğimi hissettim. Nasıl burada olduğunu bilmiyordum. Nasıl geçmişti geçitten? Yoksa, ben geçerken o da yanımda olduğu için mi olmuştu? Bilmiyordum. Nasıl oldu bilmiyordum ama o buradaydı.

"Sen, nasıl?" Ağzımdan çıkan kelimelerle daha da büyüdü gülümsemesi. Bana doğru bir adım attı. Arkasında bağladığı ellerini çözdü.

Elinde, bir silah vardı.

"Beni öldürmeye çalıştın, güzel kızım. Beni, anneni. Seni büyüttüm. Eğitim verdim, terbiye verdim. Elimden gelen her şeyi yaptım. Ama sen ne yaptın? Nankörlük! Beni arkamdan bıçakladın. İhanetin cezası nedir biliyorsun. Acımanın güçsüzlük olduğunu da." Elindeki silahı bana doğru doğrulttu. "Bu kurallarla bu kadar büyüdüm. Sen olmadan yaşayabilirim ama kurallarım olmadan yaşayamam."

Bir anne, kızından vazgeçti. Bir anne, kızını kendinden tiksindirdi.

"Öldür beni." dedim ben de gülümseyerek. Ama öylesine bir gülümseyip değildi bu. Pes etmiştim çoktan ve hayal kırıklığıyla dolmuştum. Kırıklarım gülümsememe uğramıştı şimdi.

Annem bana doğru bir adım daha attı. Elindeki silah bir an olsun hareket etmedi. Eli bile titremedi. "Cehennemde görüşürüz güzel kızım."

Bir el silah sesi.

Beynimin uyuştuğunu ve bir anda hissizleştiğimi hatırlıyorum. Beni tam kafamdan vurmuştu.

Yere yığıldım. Hissizleşen bedenime, yavaş yavaş yitirdiğim bilincim de eklendi.

Artık bir ölüydüm.

Loading...
0%