Yeni Üyelik
8.
Bölüm

ORTAYA DÖKÜLEN SIRLAR

@elifdidar

ORTAYA DÖKÜLEN SIRLAR

"Kızım..."

Sesin geldiği yöne doğru döndüm ve karşımda yılanların içinde bize doğru yürüyen kızıl saçlı bir kadın geliyordu.

Darian aniden bana yaklaşıp,

"Sakın gözlerine bakma" dedi.

"Neden?"

"Kızım, sen salak mısın? Karşındaki Medusa."

"Ama o benim annem değil mi?"

"Önemli değil, sen yine de bakma."

Tekrar seslendi, "Kızım..."

"Medusa," dedim.

"Bakabilirsin kızım, sen benim kanımdansın."

Bu sözüne istinaden Darian'ın kolundan çekiştirip, "Bakayım mı?" dedim.

"Bak ama gözüne bakma, ne olur ne olmaz."

Hafifçe başımı kaldırdım ve karşımdaki kadına baktım. Rüyalarımda gördüğümden daha da güzel bir şekilde karşımda duruyordu. Yanıma yaklaştı ve elini yüzüme değdirdi, saçlarıma dokundu. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade oluştu.

"Sen benim küçük kızım benim kurtuluş biletimsin" dedi ve bir kahkaha attı.

"Bunca yıllık esaretim sonunda son bulacak" dedi ve başıma minik bir öpücük kondurdu ardından da Dariana baktı ve

"Sen de kimsin?" dedi.

"Ben Hera'yı emanet ettiğiniz Barlow ailesinin oğlu Darian Barlow" dedi.

"Sen benim kızımın buraya gelmemesini nasıl engellemeye çalışırsın?" diye birden kızdı. O kızınca etrafındaki ve saçlarındaki yılanlar birden şaha kalktı. Yılanlar dişlerini göstererek Dariana doğru ilerliyorlardı ki ben Dariana'nın önüne geçtim.

"Yapma, o beni korumak istedi."

"Kimden, benden mi? Ben senin annenim."

"Annem olabilirsin ama bu zamana kadar beni büyüten kişi Linda Barlow. O yüzden ona ve ailesine karşı iyi davranacaksın, yoksa beni unut. Onlar benim ailem. Ben bana yardım edenleri asla yarı yolda bırakmam, çünkü..."

Medusa bu çıkışına şaşırmış olmalı ki gözlerinde büyük bir ima ile bana baktı.

"Bak benim küçük saf kızım, aile dediğin şey her an seni sırtından bıçaklayabilir. Hele ki o bir üvey aile ise."

"Yani sen de beni her an sırtımdan bıçaklayabilirsin öyle mi? Ne de olsa sen benim annesin.

"Sizin dünyanızda bir söz vardır: 'Kızım, bu devirde babana bile güvenmeyeceksin.' Bilmiyor musun bu sözü."

"Bilirim, bilirim ama bu insanlar öyle birileri değil."

"Nereden biliyorsun olmadıklarını?"

"Çünkü bu zamana kadar kendimi asla üvey evlat gibi hissetmedim ve bu günden sonra da asla hissetmeyeceğim."

"Sen öyle san, benim küçük aptal kızım. İnsanlara asla güven olmaz. Bak, şimdi sana ne göstereceğim." dedi ve sanki önümüzde bir televizyon varmış gibi karşımda bir ekran çıktı. O ekranda annem vardı ve ağlıyordu.

"Barlas o kız bizim yaşam biletimiz anlamıyor musun? Eğer Hera'nın başına bir şey gelirse Medusa bizi yaşatmaz." diyordu annem.

"Bir sus be kadın! Hera'ya bir şey olursa eğer Medusa oradan nasıl çıksın?" dedi babam.

"Bizi öldürmesi için oradan çıkmasına gerek yok ki! Biz zaten yıllar önce Medusa tarafından lanetlendik. Laneti etkinleştirmesi yeter onun için. Bak Hera'ya lanet yüzünden ne halde? Bir haftadır komada kız, ya komada!" diye sitem ediyordu annem ve görüntüler ben mağaraya gidene kadar devam ediyordu.

"Gördün mü anne dediğin kadını heracım." dedi bana küçümser bir sesle.

"Sen ölüm döşeğimdeyken kadın kendi canının derdindeydi."

Gördüklerim beni üzmüştü ama belli etmemeye çalıştım.

"Kadını yıllar boyu ölümle tehdit ederseniz olacağı da bu zaten. Ne bekliyordunuz?"

"Baban ve Rosa gibi soğukkanlı olmasını ve seni kurtarmasını bekliyordum."

"Bak sen de dedin, babam ve ablam beni Kurtaracaklarmış. Yani tam anlamıyla ailemizdeki kişilere güvenmemezlik yapmamalıyız."

Bana baktı ve gözleriyle Darianı işaret etti.

"Peki bu senin ailenden biri mi?"

Hiç düşünmeden cevap verdim.

"Tabii ki. Karşısına ne çıkacağını bile bile benimle buraya gelerek canını zaten tehlikeye attı. Bu da bana değer verdiğini gösterir bence. Senin için yeterli bir sebep," dedim ve Darian'ın kolunu daha sıkı tuttum.

"Umarım yanılmazsın, benim küçüğüm."

"Ben yanılmam, sen merak etme. Ama sen ailem dediğim kişilerin kılına bile zarar verirsen, o zaman seni buradan çıkarmam."

"Onlar için beni karşına alıyorsun, öyle mi?" dedi.

"Karşıma almıyorum, sadece uyarıyorum," dedim.

"Peki, öyle olsun bakalım."

"Şimdi biz neden buradayız?"

"Heykele dokunduğun için buradasın."

Gerçekten de çok yardım edici bir cevaptı bu ya.

"Ee, nasıl çıkabiliriz?"

"Dokunduğun şeye tekrar dokunarak" dedi ve az ilerideki heykeli gösterdi. Acaba hemen dönmeden önce bir etrafı mı gezseydik?

"Hadi o zaman geri dönelim" dedi Darian.

"Şey aslında biraz etrafı dolaşsak mı?"

"Neden?"

"Merak ettim."

"Hera şimdi bizi orada çok merak etmişlerdir. Geri dönelim."

"Beş dakikacık."

Darian'ın sabır dilenir gibi bir hali vardı ama kabul etti. Etraf gerçekten de güzeldi. Yeşilin her tonu vardı burada. Ağaçlar boy boy dizilmiş, geyikler, ceylanlar ortalıkta geziniyordu. Kısacası çok huzur verici, doğayla iç içe bir ortamdı.

Arkamızdan gelen Medusa'ya döndüm.

"Sen gerçekten buraya hapsedildiğine emin misin? Burası çok güzel."

İğrenir bir şekilde bana baktı.

"Sen onu bir de bana sor."

"Neden?"

"Bir evin yok, yatacak yerin yok, yiyecek içecek sınırlı. Uyumak istediğinde otların üzerinde yatıyorsun ve yılların burada geçiyor. Sabah uyanıyorsun ki bir geyik seni yiyor ya da bir bakıyorsun ki böcekler vücudunda geziniyor. Hiç hoş bir şey değil."

Bir bakıma dedikleri de doğruydu.

“Üzülme, az kaldı, seni buradan çıkaracağım.” Dedim, sanki daha demin onu tehdit etmemişim gibi. Heykelin olduğu yere dönmeye başladık. Ama birden aklıma bir şey gelmesiyle durdum.

"Sen geçen rüyamda bana kutsal meşale hakkında bir şeyler söylemiştin, ama kutsal meşaleyi nasıl bulacağımı söylemedin."

Medusa bir süre sessiz kaldı, ardından ise bana aynen şöyle söyledi:

"Ben de nerede olduğunu bilmiyorum, ama onu bulmak zorundasın kızım."

Onun da bilmediği bir şeyi ben nasıl bulabilirim ki? Yüzüm düşmüştü. Keşke kolayca bulabilmenin bir yolu olsaydı.

Darianla beraber heykele dokunduğumuzda kendimi bir anda sarayın bahçesinde buldum.

Herkes en son nerede bıraktıysak orada duruyordu. Ablam bana doğru dönmüş,

“Hadi, Hera,” diyordu.

Dariana baktığımda o da bana bakıyordu.

“Ben daha demin bir yere gittim mi gördün mü, abla?”

“Kızım, ne saçmalıyorsun? Buradasın işte. Nereye gideceksin?”

“Nasıl ama ya biz de-“ diyordum ki Darian sözümü kesti ve olumsuzca başını iki yana salladı, kısık bir sesle konuşmaya başladı.

“Sakın kimseye bir şey deme.”

Şimdilik uzatmadan onayladım ve ablamla yürüyüşe başladık.

“Ee ablacım, kendini nasıl hissediyorsun?”

“Açık hava iyi geldi, iyiyim yani, sen merak etme.”

Ablamı geçiştirebildiğim kadar geçiştirdim ama Darianın neden Medusayı gördüğümüzü söylememesini istediğini ya da neden ablam bizim gittiğimizi anlamadığını anlamamıştım.

Bahçede beraber otururken ablam lavaboya gitmek için yanımızdan ayrıldı.

“Anlat bakalım, biz şimdi neden ablama bir şey söylemedik?”

“Ne olur ne olmaz, Rosayı da tehlikeye atmak istemedim.”

“Ama sen tehlikeli olacağını düşündüğün şeye bile bile ortak oldun,” dedin ama bu dediğime bir cevap vermedi, sadece omuz silkmekle yetindi. Bu çocuğun gelgitlerine bir türlü alışamadım ve alışabileceğimi de sanmıyordum.

“Darian.”

“Efendim.”

“Diyelim her şey bitti, her şeyden kurtulduk. Bu evrende mi kalırdın yoksa diğer evrende mi?”

“Bilmem, diğer evrene gidebilirdim. Bu evrene göre daha gelişmiş. Sen nerede kalırdın?” diye sordu.

“Ben mi? Ben şey, aslında burası da çok güzel ama ben de diğer evreni seçerdim.”

“Neden?”

“Burası bana göre bir yer değil, alışamıyorum. Kıyafetler bile bir farklı. Bu ne böyle?” diye elbisenin eteklerini çekiştirdim.

“Ne konuşuyorsunuz?” diye birden ablam araya girdi.

“Şey, diyelim her şey bitti, her şeyden kurtulduk. Bu evrende mi kalırdın yoksa diğer evrende mi diye sordum da.”

“Ben kesinlikle burada kalırdım,” dedi. Moralim bozulmuştu.

“Neden?”

“Ben burayı daha çok seviyorum.”

Hava bir anda karardı, kara bulutlar gökyüzünde belirmeye başladı.

“Neler oluyor?”

“Bilmiyorum ama hiç hayra alamet değil.” Dedi ablam.

Birden yağmur yağmaya başlayınca hemen sarayın içine girdik, ama sarayın içinde resmen kıyamet kopuyordu. Poseidon’un bağırışları ta alt kata kadar geliyordu.

“Ne demek kaçmış?” diyordu. Kim kaçmıştı acaba? Sesler gitgide yaklaşıyordu.

“Efendim, gerçekten ne olduğunu onlar da anlayamamışlar. Sesler yüzünden mahzene indiklerinde muhafızları ölü olarak bulmuşlar.”

Demek mahzenden biri kaçmıştı.

Poseidon yanımıza geldiğinde öfkesi ve siniri yüzünden okunuyordu.

“Neler oluyor acaba?” diye sordum ama Poseidon kolumu tutup yanıma çekti.

“Bundan sonra yanımdan bir saniye bile ayrılmayacaksın, anladın mı beni?”

“Ne alaka? Ne oluyor burada ya?”

“Athena,” dedi ve derin bir nefes aldı. “Kaçmış.”

Ne demek kaçmış? Ben şu anda o kaçtığı için kendimi daha iyi hissediyorum. Yani lanet tekrar etkinleşti.

“Lanet,” dedim ama şokun etkisiyle devam edemedim.

“Evet, lanet tekrar etkinleşti ama seni tekrar acıya boğmayacak çünkü o laneti mağaradayken kırdık.”

Derin bir nefes verdim. Acı çekmeyecek olmam gerçekten de iyi haberdi ama Athena beni öldürmek için fırsat ararken serbest kalması hiç de iyi bir haber değildi.

“Ne yapacağız peki?”

“Çok vaktimiz kalmadı, hemen Medusa’yı kurtarmamız gerekiyor.”

“Kutsal meşale denen şeyi nereden bulabiliriz ki? Hem daha eğitimimi tamamlamadım, gücümü düzgün kullanamıyorum bile. Dövüş desen, ablam ve Darian kadar iyi değilim.”

“Yapacak bir şey yok, Hera. Şimdi biz harekete geçmezsek Athena intikam için seni öldürebilir.”

“Nereden bulacağız o şeyi?”

“Bir dakika, kutsal meşaleyi sen nereden biliyorsun?”

“Medusa söyledi.”

“Ne demek Medusa söyledi?”

Gel de anlat şimdi, nasıl açıklayacağım şimdi ya.

“Bazı geceler rüyalarıma giriyor, yine o gecelerden bir gün bana kutsal meşaleyi alıp hapis edildiği sarnıcın kapısının önünde kendi kanımı akıtıp meşaleyi yakmam gerektiğini söyledi.”

“Ve sen bunu bana şimdi mi söylüyorsun?”

“Sormadın ki.”

“Böyle önemli bir şeyi sormam mı gerek Hera?”

Haklıydı ama ona da güvenmiyorum, nasıl her şeyi olduğu gibi anlatabilirim ki?

“Kutsal meşaleyi nereden bulacağız peki?”

“Araştıracağız.”

“Ama ben şu anda gücümü kullanamıyorum ki.”

“Athena’nın güçleri olmadığı için senin de güçlerin yoktu ama Athena kaçtığına göre şu anda senin de güçlerin geri gelmiş olmalı. Avucunda bir ateş yakmaya çalış.”

“Yapamam.”

“Yaparsın, sadece dene.”

En son ateş gücümü kullandığımda hiç iyi şeyler olmamıştı. Şimdi avucumun içinde nasıl ateş yaratacaktım?

Tüm dikkatimi topladım ve avucumun içinde bir ateş yakmaya çalıştım. Elimin içi ısındı, vücudumda kan yerine sanki ateş dolaşıyordu ama avucumda bir ateş çıkmadı.

“Olmuyor.”

“Olacak, sen devam et.”

Tekrar zorladım ama olmadı.

“Olmuyor işte.”

Darian beni kolumdan tuttu ve kendine doğru çekti.

“Kızım, zorlamayın. Olmuyor dedi işte. Yeni yeni iyileşiyorken yorulması, iyi olmaz.” Dedi ve beni de peşinden sürükleyerek odama götürdü.

“Sen bu cesareti nereden alıyorsun, aslan parçası?” dedim.

“Kimden alacağım, aslan parçası? Tabii ki senden.” Dedi ve yüzünde minik bir tebessüm belirdi. O gülümserken benim de yüzümün kızardığına emindim.

“Sen şimdi burada bekliyorsun, iki dakikaya geliyorum.” Dedi ve odadan çıktı.

Nereye gitti acaba?

Aradan gerçekten de iki dakika geçmedi Darian içeriye elinde bir peçeteyle geldi ama peçete kan içindeydi.

“Neler oluyor, eline ne yaptın?”

“İyileştir bakalım, güçlerin gelmiş mi?”

“Darian sen aptal mısın?”

“Beni aşağılayacağına elimi iyileştir hadi şimdi kan kaybından öleceğim.”

Aptal şey ya hem kendini kesiyor hem de nazlanıyor. Elini iki elimle tuttuğumda vücudumda tanıdık yanma hissini hissettim. Bir şeyler oluyor ama yara iyileşiyor mu anlayamıyordum. En sonunda o tuhaf his geçince elime elinden çektim ve elime baktım. Kesik yok olmuştu. Güçlerim bana geri dönmüştü. Buna sevinmem mi gerek yoksa üzülmem mi bilemedim.

Darian heyecanla, “Oldu diye!” diye bağırdı.

“Mikrofon da ister misin?”

“İsterim, ister oldu be,” dedi ve birden beni kendine çekip sarıldı.

“Bir de boğ istersen, Darian.”

“Sen iste yeter, gel bakalım buraya ufaklık,” dedi ve ellerini öne doğru uzatarak bana doğru gelmeye başladı.

“Saçmalama ya, uzak dur benden,” dedim ve ondan uzaklaşmaya başladım. Tam kapıyı açıp kaçıyordum ki kapı bir anda açılınca kapı yüzüme çarptı.

“Aaaaaaa!”

Şaşkın bir şekilde “Ne oldu be” dedi ablam.

Ama o sırada Darian anıra anıra gülüyordu.

“H-hera tam kapının arkasındaydı, s-sen de kapıyı açınca ona çarptın” dedi, gülmekten zor konuşuyordu.

“Gülme be, benim burada canım yanıyor.”

“Güçlerin yerine gelmiş, iyileştir kendini.”

“Güçlerin gerçekten de geri geldi mi?” dedi ablam. Ben de sadece başımı salladım ve Dariana gıcık bakışlarımı attıktan sonra “Kolaysa gel kendin yap” dedim ve düştüğüm yerde bağdaş kurup oturdum.

Darian bir anda ciddileşti ve bana doğru gelmeye başladı.

“Ne geliyorsun be?”

“Kolaysa gel kendin yap demedin mi? Geliyorum işte,” dedi ve ablama bir bakış attı. Ablam Darian’ın ne demek istediğini anlamış olmalı ki o da bana doğru gelmeye başladı.

“Ne geliyorsunuz ya?” dedim ama sesim gitgide içine kaçmaya başlamıştı. Bir anda ikisi de diz çöktü ve biri başımın sağ tarafına, biri de sol tarafına bir öpücük bıraktı.

“Nasıl iyileştin mi?”

“Oha lan işe yaradı.”

Hâlâ alık alık ikisine bakıyordum. Neyden bahsettiklerini bir türlü anlamamıştım.

“Yüzünde,” dedi ablam. “Yüzünde çarpmanın etkisi yüzünden morarmanın önceki evresi olan yeşerme vardı. O da biz öpünce iyileşti.”

“Sevgi iyileştirir,” dedi Darian bir profesör edasıyla.

“Bir gidin başımdan lütfen ya, dinlenmek istiyorum,” dedim ve ikisini de odadan dışarı attım.

Neler oluyordu bana? O an kendimi iyileştirecek gücü kendimde bulamamıştım. Ama onlar beni birden öpünce içimde anlam veremediğim bir his oluştu. Ben küçükken parkta oynarken yere düşüp dizimi kanattığım zamanlar ablam beni başımdan öper ve “Geçti, bir şey yok,” diye teselli verirdi. Ama hiçbir zaman o acı geçmezdi. Ama şu anda hiçbir şekilde hiçbir yerim ağrımıyor ya da acımıyordu.

Kafamdaki düşünceleri bir kenara bırakmam gerekiyordu. Şu anda odaklanmam gereken şey o meşaleyi bulmaktı. Ama nasıl?

Bunları düşünürken odanın içinde bir sağa gidip bir sola gidiyordum. En sonunda başım döndüğünde yatağa oturdum. Biz Athena’nın sarayına en başında ne için gelmiştik? Saray kütüphanesinde bir şeyler bulmaya. Ve ben şu anda Poseidon’un sarayında olduğuma göre onda da öyle kitaplar vardır diye düşündüm ve hemen odamdan çıkıp kütüphaneye doğru ilerledim.

Kapının önüne geldiğimde, iki muhafız kapıda nöbet tutuyordu.

“İçeri girmem gerekiyor.”

“Olmaz. Şu anda izin veremeyiz. İçeride Poseidon var.”

“Yani?”

“İzin veremeyiz lütfen zorluk çıkarmayın,” dedi.

Biraz klişe olacak ama onlara çok bilmiş bir şekilde bakarak konuşmaya başladım.

“Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?”

“Biliyoruz ama emir büyük yerden alamayız.”

Gitgide sinirlenmeye başlıyordum.

“Bana bakın ya şimdi bu kapıyı açarsınız ya da size koruyacak bir kapı bırakmadan yakarım ortalığı.”

“Mark, bu kız burayı başımıza yıkar. Posiedona haber versek mi?” dedi sol tarafta duran muhafız.

Adının Mark olduğunu öğrendiğim muhafız da diğer muhafızı onaylayınca sol tarafta duran muhafız içeriye girdi.

Mark bana tuhaf bakışlar atıyordu.

“Neden bana öyle bakıyorsun?”

“Ablanızla öz kardeş olmamanıza rağmen kişilikleriniz çok benziyor.”

“Çünkü her şey kan bağıyla olmuyor. Aynı anne ve babadan dünyaya gelmemiş olmamız bizi birbirimizden ayıramaz. Biz onunla beraber büyüdük. Bence gayet normal.”

Mark bu cevabım karşısında sessiz kalmayı tercih etti.

“Ee, senin bu arkadaş nerede kaldı?”

“Gelir birazdan.”

“Gelse iyi olur. Gelmezse olacaklardan ben sorumlu değilim.”

Diyordum ki birden kapı açıldı ve önümde duran kişi Poseidon’dan başkası değildi. Her zamanki ihtişamı yoktu. Saçı başı dağılmıştı. Bu haline bakılacak olursa uyumamış olmalıydı çünkü göz altları da morarmış gibiydi.

“Neler oluyor Hera? Ne bu gürültü?”

“Senin muhafızların beni içeriye almıyorlar.”

“Ben emrettim.”

Cümlesi bir o kadar net, sesi ise otoriter çıkmıştı. Bana bunca zamandır iyi davranan adam iki üç saattir sanki hiç tanımadığım birisiydi. Kalbim kırılmıştı. Neden kırıldı bilmiyorum ama sesi çok soğuk ve bakışları da bana karşı bir o kadar boştu.

“Ben bile giremez miyim?”

“Hiç kimse dedim,” dedi Sert. Sert bir şekildeki bu tavrı ve sert ifadesi bir anlık duraksamaya neden oldu. Çünkü bana karşı tavrı değişmişti. Neden böyle olduğunu bilmiyorum ama sert bir tavrı vardı.

“Ben hiç kimse değilim ama,” dedim sesim daha çok soru sorar gibi çıkmıştı.

“Benden sır saklamadan önce düşünecektin bunu, küçük hanım.”

Derdi şimdi belli olmuştu; kutsal meşale olayını ona anlatamadığım için bana kızmış olmalıydı.

“Sana nasıl güvenmemi düşünüyordun? Ben buraya ilk geldiğimde siz benim ablamı kaçırmıştınız. Ben sana nasıl güvenebilirim ya?” diye sitem ettim.

“O zamanlar güvenmeyebilirsin ama neden buraya geldiğinde bana bir şey anlatmadın?”

“Şimdi burada durup bana trip mi atacaksın?”

“Sana trip falan atmıyorum. Sen bana güvenmiyorsan ben de sana güvenmiyorum, Hera.”

Dedikleri kalbime bir ok misali saplandı ama sesimi çıkarmadım. Bir yandan bana olan öfkesi haklıydı; sonuçta o da yıllardır Medusa’yı kurtarmanın yollarını arıyordu.

O söylediğinden sonra sadece yüzüne bakıp oradan uzaklaştım. Oradan uzaklaşmak değil de adeta Poseidon’dan uzaklaşmak istiyordum. Kalbim ağrıyordu. Ne zaman Poseidon’a bu kadar değer verdiğimi bilmiyordum. Benim birine bağlanmam çok kısa sürüyordu ve birine darılmam da bir o kadar kolay oluyordu.

Bana daha deminki olan bakışları sanki aramızda bir daha birleşmeyecek uçurumlar oluşmuş gibi hissettiriyordu.

Gözümün önünde birden daha deminki hali belirdi. Acaba o kütüphanede ne yapıyordu? Göz altları morarmış, saçı başı dağılmış... Poseidon gibi birinin hiçbir şekilde böyle görünmesi normal değildi. Her zaman kendisini yenileyen bir yapısı vardı. Kim bilir kaç yaşındaydı ama sanki en fazla otuz yaşında görünüyordu.

İçimdeki sıkıntı sanki evrene yansıyormuş gibi gökyüzünde kara bulutlar daha da çoğaldı ve çok geçmeden de sağanak bir şekilde yağmur yağmaya başladı.

Camın önüne geçtim ve yağan yağmuru izlemeye başladım. Yağmur damlaları sanki toprağı yarmak istercesine toprağa çarpıyordu, ama su damlalarının toprağı ıslattığında ortaya çıkan koku da bir muazzamdı. Ama benim içimdeki kötü duyguları geçirmek için hiç yeterli değildi. Ben boş boş camın önünde dururken birden kapı çaldı. İçeriye girebilmesi için “gelebilirsin” diye seslendim. Yavaş bir gıcırtı ile aralanan kapının arkasından babam odanın içine girdi.

“Hoş geldin baba.”

“Hoş bulduk kızım,” dedi ve yüzüme bakmaya başladı. Bir şeyi çözmeye çalışır gibi yüzüme bakıyordu.

“Bir sorun mu var?” diye sordum, ama babam bana söylemekten çekindiği şeyler varmış gibi bakıyordu.

“Ne oldu baba, söylesene.”

“Hera,” dedi, ama cümlenin devamı gelmedi. Odanın içinde bir şimşek sesi duyuldu.

“Kızım, ne sen ne de Poseidon’un ruh hali düzgün. Ve bu olay diyarı hiç iyi etkilemiyor. Neden bir anda yağmur yağmaya başladığını hiç düşündün mü?” diye sordu. Mantıklı bir soruydu, çünkü yağmur bir anda başlamıştı ve çok şiddetli bir şekilde de devam ediyordu. Camdan dışarıya baktığımda her yer her yerde bir su birikintisi vardı.

Ne değişikti her şey insana ilk başta güzel gözüken olaylar aslında kötü sonuç doğurabiliyordu. Toprak çamurlaşmış, etrafı su basma derecesine gelmişti bile. Acaba bu olanlar olurken ben hiç fark etmedim mi? Çünkü etrafın durumu hiç de iyi değildi.

“Biz bu duruma ne yapabiliriz ki? Yağmuru ben mi durduracağım sanki?”

“Sen durdurmayacaksın, belki durmasına yardım edeceksin.”

“O nasıl olacak?”

“Poseidon’un yanına git ve onu biraz sakinleştir.”

“Beni yanından istemiyor.”

“Onu da nereden çıkardın?”

“Demin yanına gittim ama beni yanına almadı.”

Bu söylediğim üzerine babam derin bir iç çekti. Bir şeyler düşündüğü çok açıktı ama dile getirmiyordu.

“O sana küsmez, sakın öyle bir şey düşünüp de kendini üzme. Şu anda senin ondan bir şeyler

saklamış olmana kırgın o kadar. Bir daha yanına git ve gönlünü al.” Dedi.

Babam bunları söylerken gayet ciddiydi. Sanki içinde hiçbir şüphe barındırmıyordu.

“Nereden biliyorsun ki bunu?”

“Bunu bir kilometre öteden bakan bir kişi bile söyleyebilir kızım. O senin baban ve sana gerçekten de değer veriyor. Bu, sana bakarken gözlerinde beliren parıltıdan belli.” Dedi.

“Umarım dediğin gibidir babam ama daha demin bana olan bakışlarını görseydin kalbin buz tutardı. Öyle soğuk bakıyordu ki karşısındaki kişinin damarlarından akan kanı dondurabilirmiş gibi bir hali vardı.”

Babam bu dediğime şaşırmıştı.

“Saçmalama. Poseidon sana asla zarar vermez ve bu söylediğin yasaklı bir büyü.”

Babamın söylediğine şaşırmıştım çünkü böyle bir büyünün olduğunu bilmiyordum. Sadece fantastik filmlerden izlediğim gibi bir tabirde bulunmuştum. Meğerse gerçekten böyle bir büyü varmış. Acaba Poseidon bana bile isteye zarar mı veriyordu yoksa orada onun gözünde gördüğüm soğuklukla gerçekten de bana büyü mü yapıyordu? Sonuçta o Poseidon’du, ona yasak işlemezdi. O bir ölümsüzdü, yasaklar sadece biz faniler için geçerli bir gerekçeydi. Eğer gerçekten o büyüyü benim üzerimde denemeye kalktıysa başım gerçekten de beladan demekti. Athena’dan daha kurtulamamışken bir de Poseidon’la savaşmak kendi ölüm fermanımı imzalamakla eş değer bir salaklık olurdu. Poseidon’un bana olan duygularını bir an önce öğrenmem gerekiyordu. Sevgi, öfke, nefret veya kin... En çok korktuğum duygu ise kindi. Öfke diner, nefret zamanla geçer ama kin geçmezdi. Tek umudum hâlâ beni seviyor olması ve benim arkamda durmasıydı. Yoluma ne çıkacağı ise bir muamma.

......

Babam odamdan çıktığından beri moralim bir hayli bozuktu. Sanki beynim durmuş gibi hissediyorum, ne düşünsem bir türlü mantıklı gelmiyor. Bir yanım Poseidon’un yanına git, “Olay daha tazeyken onunla konuş,” diyor ama diğer yanım ise, “Biraz yalnız bırak, sakinleşsin,” diyor. Sonuçta adam normal birisi değil, her an kanımızı dondurarak bizi öldürme potansiyeline sahip birisi.

Biraz daha odamda boş boş dolaştıktan sonra stresini atması için sıcak bir duşa girmeye karar verdim.

Sarayı çağırıp benim için banyoyu hazırlamasını rica ettim. O da beş dakika sonra yanıma geldi ve banyonun hazır olduğunu söyledi. Umarım sıcak su biraz da olsa rahatlamama yardımcı olur.

“Sara ben banyodan çıkana kadar bana rahat bir uyku çekebilmem için bir Çay demleyebilir misin acaba ?" tek umudum artık uyku yapıcı çaylara kalmıştı

" Tabi efendim hemen hazırlıyorum." dedi ve odadan çıktı. Odamın içinde olan banyoma girdim. Girdiğim gibi yüzüme buharın çarpması bir oldu. Bu işte birazdan olsa huzur vermişti. Sıcak su dolu küvetin içine girdiğimde ise sanki vücudum tüm kirinden, pisliğinden arınmış gibi içimi bir huzur kapladı. Su bana her zaman iyi hissettirmişti ama en tuhaf olanı içimde resmen bir ejderha besliyor oluşumdu.

Ateş ve Su birbirine o kadar zıt ve kavuşması bir o kadar da imkansız iki elementti bende ise tek bir beden olmuştu. İçimde her ikisi de baş kaldırıyordu. Biri “Yak ortalığı, kasıp kavur!” derken diğeri ise “Affet!” diyordu. Ama ikisinin de bir ortak yönü vardı: Ateş her zaman harlanmaya hazır bekler, olay olduğu gibi ortaya çıkıp etrafı yakarken Su en son raddeye kadar bekler ama damarına basıldığı zaman da onu boğmasını iyi bilirdi. Biri ciğerlerindeki oksijeni söküp alırken diğeri senin tenini yavaş yavaş acı vere vere yakarak alır ama en sonunda ikisi de amacına ulaşır ve sana o acıyı yaşatır. Peki ben ne yapacaktım? Su gibi olup af mı etmeliydim yoksa Ateş olup her tarafı yangın yerine mi çevirmeliydim?

......

Banyodan derin düşünceler içinde çıktığım sırada kapı açıldı. Gelen Saraydı. Elinde bir tepsi vardı. İstediğim çayı hazırlamış ve getirmişti.

“Teşekkür ederim, Saracığım.”

“Rica ederim, leydim. Ne demek? Siz isteyin, ben size her zaman çay yapar getiririm. Başkan, bir arzunuz var mı peki?”

“Yok, sağ ol ama bir ama oturabilir misin? Sana sormak istediğim birkaç soru var.”

“Tabii, leydim. Ne soracaktınız?”

“Sen olsan hayatın boyunca bir kere bile görmediğin ama karşına bir anda çıkıp ‘bana güven’ diyen birine güvenir miydin?”

Sara hiç düşünmeden cevap verdi: “Elbette hayır, leydim. Nereden güvene bilirim ki o kişiye? Ya yalan söylüyorsa? Yalan söylemediğini nereden bileceğim ki? Ben olsam güvenmezdim.”

Hele şükür halimizden anlayan birileri varmış ya. Sara çekingen bir şekilde bana bakıyordu.

“Ne oldu, Sara? Ne demek istiyorsun?”

“Yok, leydim. Ne söyleyeyim? Bir şey demeyeceğim.” Ve odadan tam çıkıyordu ki birden durdu.

“Şey aslında...”

“Ne oldu Sara, söyle artık, delirtme insanı ya!”

“Sizde kötü bir enerji var.”

“Ne enerjisi Sara, açık konuş.”

“Şey, etrafınıza öyle bir enerji yayıyorsunuz ki çok güçlü. Bu gücün farkında bile değilsiniz. Sizin elinizdeki güce sahip olmak için yıllarca eğitim gören kişiler var ama hâlâ sizin seviyenize gelememiş olanlar da var. Hatta bu güç uğruna canından olanlar bile var. Bu durum onların canını sıkıyor olabilir.” Siz daha kendi gücünüzün farkına varmadan sizden kurtulmak isteyebilirler. Ruhunuzu bedeninizden ayırdığı zaman sizin ruhunuzu kendi içine çekerse sizin güçleriniz artık o kişinin eline geçmiş olur. Bu durum çok tehlikeli çünkü böylesine bir güce sahip tek ölümlü kişi sizsiniz. Kendinize dikkat etmeniz çok önemli. Sizin tek düşmanınız Athena değil, dışarıdaki herkes sizin düşmanınız olabilir. Kimseye güvenmeyin ve güçlerinizi saklamadan da asla saraydan çıkmayın. Ruhunuzun kokusu insanı günaha çağırıyor, dikkat edin.” Dedi ve gitti.

Duyduklarım karşısında şaşkına dönmüş bir şekilde oturduğum yerde kala kalmıştım.

Athena yetmezmiş gibi bir de başıma bu çıkmıştı, ben şimdi hangisiyle uğraşacaktım? İçimdeki huzursuzluk hat safhalara çıkmıştı, bir an önce güçlenerek kendimi korumak zorundaydım, hem kendimden hem de dışarıdaki insanlardan. Bunun için Poseidon’a ihtiyacım vardı, beni bu konuda eğitebilecek tek kişi oydu. Ne olursa olsun, Poseidon’la aramı bozmamam lazımdı.

Aslında hemen Poseidon’un yanına gitmek istedim ama şu anda saat epey bir geç olduğu için yarına erteledim. Ne kadar uykusuz olsam da Saren’in bana getirdiği çayı içip yatağıma geçtim ve kendimi uykunun kollarına teslim ettim.

        .....

Sabah uyandığımda havada hâlâ kara bulutlar vardı. Havanın kasveti sanki içime içime yansımıştı. Üzerimde bir ağırlıkla yatağımdan kalktım. Saat daha sabahın altısıydı. Genelde bu saatte asla uyanmazdım ama şu anda zaten sıkıntılı bir dönemde olduğum için uykum hiç derin değildi. Kalktım ve banyoya gidip elimi yüzümü yıkayıp odadan dışarı çıktım. Etrafta kimsecikler yoktu. Bahçeye çıktım ve biraz hava almak istedim ama bana hava almakta yasaktı resmen. Bahçeye çıktığım anda bir karga aniden gaklamaya başladı ve üzerime doğru uçuyordu. Hiçbir şey yapmadan onun ne yapacağını beklemeye koyuldum. Kafamın üzerinde dönmeye başladı ama en sonunda o korkunç şey başıma geldi ve kafama pisledi. Bu da yetmezmiş gibi arkadan bir kahkaha sesi yükseldi. Sese doğru döndüğümde karşımdaki kişi beni şaşırtmamıştı ama utanmama neden olmuştu.

“Ne gülüyorsun be?” dedim ama hala gülmeye devam ediyordu. Sabah sabah günüm ne kadar da güzel başlamıştı ama!

Hızlı adımlarla saraya doğru ilerliyordum. Tam yanından geçerken kolumdan tutup beni durdurdu.

Nereye gidiyorsun kargalar kraliçesi?

Of, bir sus Darian, ya nereye gidebilirim? Tabii ki de temizlenmeye gidiyorum. Seni de o sinir bozucu karga ile baş başa bırakıyorum. İkiniz iyi anlaşırsınız malum, senin kahkahan da aynı karganın sesi gibi. Deyip hemen saraydan içeriye girdim. Oyalanmadan hemen odama çıkıyordum ki birden karşımda ablamı gördüm. Ne güzel gündü ya böyle! Dakika bir gol iki, sabah sabah hem ablama hem de Darian’a rezil olduk, iyi mi?

Ablam daha ayılmamış olmalı ki ilk başta bir şey demeden yüzüme bakıyordu. Ama saçlarımı fark ettiğinde dudakları hafifçe kıvrıldı. Kendisini gülmemek için zor tuttuğu belli oluyordu.

“Sakın” dedim ve bu ona yetmiş olmalı ki dudakları düz bir çizgi halini aldı, eliyle de sanki dudaklarında fermuar varmış gibi “Sustum” işareti yaptı.

Hemen odama geçtim ve banyoma girdim. Sıcak suyu açtım ve küvetin dolmasını beklerken üzerimi çıkardım. Küvet dolunca kendimi sıcak suya bıraktım ve lanet sabahın uğursuzluğunu suya bıraktım.

Banyodan çıktığımda kendimi çok rahatlamış hissediyordum. Su bana her zaman iyi geliyordu, ruhumu temizliyordu sanki. Günümün daha iyi geçmesi için kendi kendime pozitif enerji vermeye çalışıyordum ama olay aklıma geldikçe sinir krizi geçirmemek için kendimi zor tutuyordum ve bunu bir de ablamla Darian görmüştü. Ne rezillik ama Sinirden saçımı başımı yolasım vardı ama bir de saçlarım kuş yuvası gibi kahvaltıya inip rezil olamazdım.

Siniri bir kenara bırakıp sabah kahvaltısı için üzerime güzel bir elbise seçip giydim. Saçlarım nemli olduğu için açık bırakmayı tercih ettim. Yüzüme de biraz renk katsın diye makyajımı da yaptım. Artık tamamen hazır olduğumda odamdan çıktım ve sarayın salonuna indim. Bu saatte çoğu kişinin uyanmış olması gerekirdi.

Salona indiğimde annem ve babam dışında kimse yoktu.

“Günaydın,” dedim kısık bir sesle. Aynı şekilde ikisi de bana karşılık verince onlar için de günün aymadığı belli oluyordu.

“Ne oldu kızım? Her zamanki neşen yok.”

“Hiç sorma baba, boş ver.” dedim. Babam da çok üstelemedi ve beklenen an geldi. Ablam ve Darian bir şeyler konuşan Poseidon içeriye girdi. İstemsiz bir şekilde kalbim kasıldı. Poseidon sanki ben yokmuşum gibi yanımdan geçip sofraya oturdu. O oturunca biz de oturduk ama sofrada çıt dahi çıkmıyordu. Kimse elini çatal kaşığa bile sürmemişti. En sonunda Poseidon yemeğe başlayınca annem ve babam da başladı ama benim elim çatalıma gitmiyordu. Poseidon’un bana olan öfkesi midemin kasılmasına neden oluyordu. Bu yüzden de hiçbir şey yiyesim yoktu. Aklımda bin türlü şeyin olması da cabası. Bir an önce güçlenmem gerekiyordu ama nasıl? Bunu nasıl başarabilirdim? Benim tek kurtuluş yolum sadece kendimdi. Buradayken sadece kendime güvenebilirdim, başka kimseye değil. Beni bu düşüncelerden ayıran şey annemin “Kızım” diyen sesi oldu.

“Efendim anne?”

“Neden bir şey yemiyorsun?”

“Bugün pek iştahım yok.” dedim ama bu sefer de olaya Poseidon girdi.

“Bir an önce kendini toparla ve idmanlara devam et, güçten düşmemen ve daha da güçlenmen lazım. Bunun için de bağışıklığının güçlü olması lazım,” dedi.

Poseidon benden vazgeçmemişti ama asıl vazgeçemediği ben miydim yoksa dünyaları karşısına alacak kadar aşık olduğu kadının kurtuluş biletinin benim olmam mı, orası bir bilinmezlikti.

 

 

Merhaba arkadaşlar, bir bölümün daha sonuna geldik. Bölümü nasıl buldunuz? Yorumlarınızı bekliyorum.

 

 

 

 

 

Loading...
0%