Yeni Ãœyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left3.
Bölüm
keyboard_arrow_right

"2.bölüm: Korku"

@estellagodwin2
Bir kadının zihninde örülmüş yaşam, bir bebeğin kalbinde can bulur. Bir kadının gözyaşı, bir insanın yüreğini parçalar. Bir annenin ölümü bir kalbi sıkıştırır, bir insanı harabe eder, hatta kalbini de onunla birlikte mezara gömer. İşte bu yüzden kadınlar her zaman kutsal varlıklar olmuşlardır. Sadece hissedebildikleri için değil, başkalarına da hissettirebildikleri için bazı şeyleri.

İlk olarak pastel yeşilinden bir nokta koydum küçük tuvalime, ardından üst çaprazına pastel mavisi damlattım. Pastel mavinin üst çaprazına çamgöbeği rengini noktaladım, son olarak da Prusya mavisi ekledim üst çapraza, halk değimiyle lacivert. Daha sonra bunları bir fırça yardımıyla birbirine karıştırdım. Tüm renkler karıştı ama birbirlerinin rengini de almadılar.

Yeşil yine yeşil kaldı, lacivert hala koyuydu.

Hala yaş olan boyayı bu sefer küçük fırçayla dağıtmaya başladım. Ufak dokunuşlarla her bir rengi dost ettim birbirine. Yükselen bir gökyüzü şekli oluştuğunda, beyaz rengi de kattım tuvalime. Beyazı da bir buhar misali yukarıya çıkarırken, istediğim gökyüzü şemasının oluştuğu hafif hafif görüyordum.

Ardından bir diş fırçasını beyaz boyaya daldırdım ve fırçanın kıllarıyla çizdiğim gökyüzünde küçük yıldızlar ortaya çıkardım. Ardından karlı bir dağ çizdim yere, saman yolumun hemen altına. Kayan yıldız çizdim, kutup yıldızı çizdim. Sonuç olarak çıkan manzara beni mutlu etmişti.

Tuvalin yanlarına yapıştırdığım yapışkan kağıtlarını çıkardım ve elimle çöp haline getirdim; Tuvali kuruması için odamın köşesine koydum. Yorulmuştum ve uzuvlarım belki de hareket edemeyecek kıvamdaydı.

Saat gecenin üçüydü, uyuyamıyordum. Gördüğüm rüyalar ya da gün içinde yaşadıklarım uykuma engel oluyordu. Düşünüyordum, ben farklı olsaydım hayatım da farklı olabilir miydi acaba?

Gecenin karanlığında, loş ışığın aydınlattığı odada boydan aynamın önüne gittim. Elimde yapışkan kağıtlarla oynuyordum. Bir an kendimi süzmeye başladım.

Dışarıda fırtına olmasına rağmen kısa bir şortla yatıyordum, üzerimde ince bir kazak vardı. Saçlarım yaptığım topuzdan birbirine girmişti, neyse ki kaküllerim düz duruyordu. Gözlerim yorgun bakıyordu.

İkiz kardeşimin çelik mavisi gözlerine aykırı olarak benim gözlerim griydi. Biliyorum biraz tuhaftı ama sülalede ki herkesin gözlerinin renkli olduğunu varsayarsak bu imkansız bir şey değildi.

Hafifçe kürek kemiklerimi geriye attığımda, boynumu da oynatmaya başlattım. Başımı geriye atarken, başımın döndüğünü hissettim. En son akşamüzeri gördüğüm rüyadan beri uyuyamamıştım ve bu uykusuzluk sinir harbiyle beraber başımı döndürdü.

Elimde duran çöpü odamdaki çöp kutusuna attım ve pencerenin önüne geldim, ardından fırtınadan dolayı bir oraya bir buraya esen ağaçlara baktım.

Akşamüzeri gelen adamın dediği beni korkutmuyordu. Asıl hayvanlar için üzülüyordum. Bir avcı insana nasıl zarar verebilirdi ki? Verse bile bu benim için fark eder miydi, bilmiyorum.

Küçük bir sahil kasabasında yaşıyorduk evet, evimiz denize çok yakındı, biz ormanın içinde küçük bir evde kalıyorduk. Yaz sabahları penceremi açtığımda içeriye denizin tuzlu kokusu ve ağaçların temiz kokusu doluyordu.

Evimizi seviyordum, çoğu yere yakındı. Yürüyerek meydana beş dakikada varabiliyordum, okula on beş dakikada yürüyordum. Bazı arkadaşlarım bu evi ürkütücü bulsa da, onlara gülüp geçiyordum.

Derin bir nefes alarak dışarıya bakmayı sürdürdüm. Tipi şeklinde yağan kar bana huzur veriyordu. Yüzümde ufak bir gülümseme oluşurken, çam ağacının orada bir gölge gördüm. Gözlerim direkt olarak oraya odaklanırken, bunun bir yanılsama olabileceğini dile getirmeye başladım. Tekrardan dikkatlice bakarken gölgenin hala orada durduğunu ve direkt olarak bana baktığını fark ettim.

Hissettiğim korkuyla sesli bir şekilde perdemi çektim, ışığı kapatmadan yatağıma girdim ve yorganı başımın üzerine çektim.

"Korku yok," diye mırıldandım. "Canavarlar yok."

Her ne olursa olsun sabah yine güneş doğuyordu.

Yatağımda esneyerek uyandım ve çalar saatin çalmasına az zaman kaldığını gördüm. Onu kapattım ve üstümde ki yorganı ayağımla iterek yataktan kalktım. Lavabo işlerimi halledip odama dönerken, ruh halimin en az dünkü kadar kötü olduğunu fark ettim. Yaşadığım hayatta ilgi çekici en ufak bir şey bile yoktu.

Arkadaşlarımın sevgilileri olurdu, onlarla gezerlerdi, mutlu olurlardı ve sevilirlerdi. Ancak benim ne bir sevgilim ne de bir sevdiğim vardı. On dokuz yıllık hayatımın gönül kapısını açanı bırak çalan bile olmamıştı.

Belki de bu benim biraz soğukluğumdan kaynaklanıyordu.

Halbuki asla soğuk bir insan değildim, arkadaşlarımın yanında içimden çok tuhaf bir insan çıkıyordu, sınıf arkadaşlarım da beni seviyor ve saygı duyuyorlardı. Aynı sevgi ve saygıyı ben de onlara gösteriyordum.

Okul formamı giydiğimde, saçımdaki topuzu çözdüm ve saçlarımı taramaya başladım. Saçlarımın şekli düzdü bu yüzden ona ayrı bir şekil vermiyordum. Kaküllerimi de taradıktan sonra, Okul çantamı sırtıma taktım ve dün gece uğraşıp bitirdiğim resimi elime alarak odadan çıktım.

Babaannem mutfaktaydı, Ege ortalıkta görünmüyordu. Portmantoda duran kabanımı aldım ve üzerime geçirdim.

"Ben çıkıyorum," diye seslendim mutfağa.

"Nereye böyle erken saate? Kahvaltı yapsaydın bir en azından?" Elindeki hamuru gördüğümde hafifçe gülümsedim ve ayağıma botları geçirdim.

"İşim var, okul atıştırırım bir şeyler." Evde ayakkabıyla gezmeme kesinlikle kızardı ama onu öpmeden gidince üzülüyordum. Ya biz evde yokken ona bir şey olursa ya da ben okula giderken bana bir şey olursa? Onu son kez öpmeden gidemezdim. Sanki her öpücüğüm son öpücüğümmüş gibi öpüyordum onu.

Yanına gidip dudaklarımı yanağına bastırdığımda, homurdanıyordu. Onun bu haline gülümserken, seke seke kapıya geldim, tablonun boyalı kısmını kendime çevirdim ve karlı yolda düşmemeye çalışarak yola koyuldum.

Kendimle çelişmeden, kavga etmeden ve içimdeki sesin dediği kötü şeyleri duymadan sanat evinin önüne geldim. Heyecanlıydım. Tablomu buraya satacaktım, kaça alırdı hiçbir fikrim yoktu, tek istediğim almasıydı.

Kapıyı açtığımda kapının üzerindeki zil çaldı. İçeriden elinde boya olan bir adam çıktı. Sanırım meşguldü ancak takılmadım ve yavaş adımlarla yanına yürüdüm.

"Merhaba," diye mırıldanırken içeriyi inceliyordum. Buraya daha önce hiç gelmemiştim, sadece önünden geçer giderdim. İçeride birçok resim vardı, duvarlara asılmıştı, şövalenin üzerinde duran resimler daha yeni yapılmış gibi ıslak duruyordu. Yerde hakiki bir Azerbaycan halısı vardı. Ortada masa duruyordu ve onun üzerinde de açılmamış boya kutuları vardı.

"Hoş geldiniz," Adamın aksanı yabancıydı. "Nasıl yardımcı olabilirim size?" Konuşurken bazı kelimeleri yutuyor veya ağzından çıkarırken zorlanıyordu.

"Tablo." Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Etrafı incelerken fazla mı dalmıştım?

"Tablo mu satın alacaksınız?" Gözlerimi gözlerine diktim. Yavaşça kıvrılan dudaklarıyla rahatladım. Zor bir konuşma olmayacaktı, adam ılımlı birine benziyordu.

"Ah, hayır." Elimde tuttuğum tabloyu ona çevirdim ama bunu yaparken utandım. Yapmak zorunda olduğum şeyden utandım, adam tablo almıyoruz derse ne diyeceğimi bilmiyordum.

Adamın yüzüne baktığımda, elini çenesine atmıştı ve çenesini kaşıyordu. Gözleri düşünceli duruyordu, tabloyu inceliyordu. Çok iyi değildim, yıllardır resim çizmeyi severdim ama bu alınıp satılacak değerde miydi bilmiyordum.

"Ne kadara satarsın?" Düşüncelerim duraksadı. Alacak mıydı?

Gözlerimde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama bu adamın sesli bir şekilde gülmesine neden oldu. Ağzımdan bir dolu mutluluk çıkacak gibi hissettim, kalbim pırpır atıyordu.

"Alacak mısınız?" Sesim öyle ümitli bir şekilde çıkmıştı ki kendime acıdım.

"Almak isterim," Yavaşça tabloya uzanırken, ben hala mutlulukla ona bakıyordum.

"Siz ne kadar verirsiniz?" Pazarlığa girecek durumum yoktu. Kaç verecekse alıp gidecek ve üzerine biraz da kendi paramı ekleyerek Ege'nin borcunu kapatacaktım.

Biliyorum, yaptığım büyük bir saçmalıktı, bu borcu o yapmıştı ve onun kapatması gerekiyordu ancak bunu asla yapmayacağını da biliyordum.

Kabak sonunda yine benim başıma patlayacaktı.

"200?" İçimden bu fiyatı tarttım. 200? İyi değil miydi? Yanımda bir haftalık biriktirdiğim para da vardı. Bununla birlikte 250 olurdu. Geri kalanı da sonra öderdim. Öldürmezlerdi ya?

"Olur." Ellerimi kabanımın cebine soktum ve etrafı izlemeye devam ettim. Diretemezdim, ya vazgeçseydi? Demek ki tablomun ederi oydu.

Elime parayı verdiğinde kısaca veda ettim ve kapıya geldim. Ani bir hareketle arkamı döndüm. Adam tablomu dikkatlice incelerken konuştum:

"Başka tablo getirebilir miyim?" Kaşları şaşkınlıkla kalktı.

"Bir insan emeklerini böyle satar mı?" Kaşlarımı çattım.

"Aynı şeyi siz de yapıyorsunuz?" Güldü ve anlayışla kafasını salladı.

"Getirebilirsin." Ona gülümsedim ve kapıyı açarak, temiz havayı içime çekerek yolda yürümeye başladım. İşin zor kısmı geride kalmıştı şimdi daha zoru vardı.

---

Dün gece geldiğim bara geri geldiğimde, tepemde dikilen izbanduta gözlerimi kısarak baktım.

"Para ödeyeceğim dedim ya?" Kollarını göğsünde bağlamıştı ve aşina olduğum bir şekilde beni süzdü.

"On dokuz yaşındayım, kimliğimi göstereyim illa?" Bariyeri şüpheli gözlerle açtığında, içeriye bir adım attım. Ardından güvenliğe tekrar baktım.

"Hemen çıkarım meraklı değilim buraya." Arkamdan homurdandığını duysam da hızla dar koridorda yol aldım ve geniş bir salona vardım. Dün geceki adam salonun ortasında durmuş, temizlikçilere bakıyordu.

"Borcumu ödemeye geldim." diye seslendim direkt. Şaşkınlıkla arkasını döndü, beni gördü ve yüzündeki şaşkınlık yerini sırıtmaya bıraktı. Yüzünün ortasına çakmamak için kendimi zor tuttum.

Yanına vardığımda elimde duran 250 lirayı adamın avucuna bıraktım. Kaşları çatıldı.

"Bu eksik." Kaşlarımı kaldırdım.

"Biliyorum. Gerisini sonra ödeyeceğim. Senden tek isteğim Ege gelirse ona bir şey verme."

Güldü.

"Bu imkansız müşteri geliyorsa ve istiyorsa alacaktır." Elinde duran telefonunu çevirdi.

Derin bir nefes aldım ve yılmadan ona baktım.

"Bundan sonra borçlarınızı müşterinizden isteyin o zaman. Yakınlarını karıştırmayın." Adam bana bir şey diyeceği esnada, yanına biri geldi ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Kaşlarım çatık bir şekilde onları izlerken adamın kaşları pek şaşırmadığını ifade eder gibi kalktı.

"Gidebilirsin kız." Topuğumun üstüyle arkama dönerken, içerinin cidden sıcak olduğunu fark ettim.

Allah'a şükür bu tür yerler kesinlikle benim yerim değildi.

Bardan çıkıp hızlı bir şekilde okula geldiğimde, derse giriş zilinin çaldığını fark ettim. Ortalıkta birkaç öğrenci ve öğretmen harici kimse yoktu.

Hızlı adımlarla sınıfa çıkarken, gördüğüm ve tanıdığım kişilere kısaca selam veriyordum. İçimden hocanın sınıfa girmemesini umarak kapıyı açtım ve yerde yatan ikiz kardeşimle göz göze geldim. Kahverengi saçları terden ıslak ve dağınıktı, yüzünde uygunsuz bir sırıtış vardı.

Gözlerim duygusuz bir hal alırken, o da bana baktı ve sırıtmaya devam etti. Sınıftakiler Ege'ye anlamsız bakışlar atıyordu.

"Ne yapıyorsun?" Çantamı sıraya attım.

"Eğleniyorum." O an onun üzerine saldırasım geldi.

"Bu nasıl bir eğlence anlayışı böyle?"

Ellerini başının arkasına koydu ve gözlerini gözlerime dikti. Mavi gözleri muzırlıkla parlıyordu.

"Güzel bir eğlence anlayışı." Utanmasam yanına oturur ağlardım. O derece nefret ediyordum ondan ve onun davranışlarından. Kendini utandırdığı yetmiyordu birde beni utandırıyordu.

"Ne yapmaya çalışıyorsun?"

"Şınav çekmeye çalışıyorum," Kolumdan tuttu. "Sen de gelsene çok eğlenceli."

"Bırak!" Tüm sınıf bizi izlerken böyle bir tiyatro sergilemekten utanıyordum. Evdeki kavgalarımızı sadece tek kişi görüyordu ama burada... Bu çok utanç vericiydi.

"Kalk yerden." Birkaç dakika ona emir vermemden dolayı bana ters ters baktı ama sonradan kalktı.

"Bana bir daha sakın emir verme." diye fısıldarken, ona acıyarak baktım. Ege arka sıradaki yerine giderken, bir anlığına yeşil gözler gözlerime değdi.

Bakışlarımı arkada, sınıfa yeni gelen kişiye çevirirken, fazla oyalanmadım ve göz temasını keserek orta sıra en öne yerime oturdum.

Sıra arkadaşım ve artı olarak en yakın arkadaşım Meryem bana üzüntüyle bakıyordu.

"Hiç öyle bakma," diye homurdandım. "Bundan sonra benden çıktı bu çocuk, ne halt yerse yesin." Çantamdan defterimi çıkardım ve hocanın gelmesini bekledim.

Öyle sinirliydim ki tahtaya çıkıp, bağırıp çağırmak, herkesle kavga etmek, belki birilerini dövmek hatta ve hatta dövülmek istiyordum. İçim öyle bir sinirle doluydu ki bir an kan kusacağımı sandım.

Arkadan bir kahkaha sesi gelirken, bakışlarımı bıkkınlıkla arkaya çevirdim ve Ege'ye baktım. Ona umutsuz vaka der gibi başımı sallarken, yeşil gözlerin hala üzerimde dikkatli bakışlarını hissediyordum.

Bu çocuğu tanımıyordum, hatta adamı. Bizden üç dört yaş büyük gibi görünüyordu. Sınıfa geleli üç hafta olmuştu, yakında birinci sınavlar başlayacaktı ve hala sınıfla bir iletişim kurmamıştı.

Yanındaki arkadaşları hariç. Ares grubuyla birlikte sınıfımıza gelmişti. Dediğim gibi hiç onunla muhabbet etmemiştim, hatta grubundaki kişilerde pek bizimle konuşmazdı. Bir tek Melis'le konuşmuştum, gerçekten sevimli bir kızdı. Gruptaki diğer kızın aksine o benimle samimiyetle konuşmuştu.

Bir de Demir vardı. O Cuma günü son derste gelmişti. Fazla mülayim, fazla sessiz duruyordu. Gözlerime görüntüsü takıldığında, onu biraz inceledim. Etrafına kesinlikle bakmıyordu, yanında oturan arkadaşıyla bile konuşmuyordu, başını öne eğmişti ve öylece duruyordu.

Kim bilir aklından neler geçiyordu.

Sınıfa öğretmen girdiğinde, hala onu inceliyordum. Başını kaldırıp ilk defa öğretmene, ardından tüm sınıfa baktı. Onun buz mavisi gözleriyle, benim gri gözlerim buluştu.

Müthiş bir tanıdıklık hissiyle dolarken, önüme döndüm ve her ne kadar unutmaya çalışsam da aklımdan atmaya uğraşsam da unutamadığım günü hatırladım.

Bugün anne ve babamızın ölüm yıl dönümüydü.

Derin bir nefes aldım ve hocanın dediklerini dinlemeye çalıştım. Geçmiş asla geçmiyordu. Üzerini yara bandıyla kapatmaya çalışıyordum ama biliyordum ki o yarayı açıp temizlemediğim sürece asla geçmeyecekti.

Bende unutmaya karar verdim. Günleri karıştırmaya çalıştım, ayları unutmaya çalıştım, saatleri birbirine karıştırmaya çalıştım ama olmadı.

Yine de unutamıyorum bu günü.

Ege her ne kadar unutsa da. Ya da unutmuş gibi yapıp hayatına devam etmeye çalışsa da, ben yapamıyordum.

Başımı sıraya gömdüğümde, amacım sadece gözlerimi dinlendirmekti. Uykuya dalacağımı hiç düşünmedim.

Yeşil gözler gözlerimin önüne geldiğinde, irkildim ve arkama baktım. Kimse yoktu. Yine bir ormanda tek başımaydım ama bu sefer burayı tanıyordum. Evimin önüydü.

Üzerime kar yağıyordu, üşüyordum hatta donuyordum ancak beynimin içindeki düşünceler kımıl kımıldı.

Hafifçe yutkunduğumda, gözlerimden yaşlar aktığını fark ettim. Olağan bir durum değildi, bazı geceler rüyalarımda ağlardım. Gözlerimdeki yaşları elimle sildiğimde sildiğim şeyin yaş değil kan olduğunu fark ettim. Ağzımdan istemsiz bir çığlık çıkarken, ağaçlarda duran kargalar yüksek sesle bağırıp uçuşmaya başladılar.

Gözlerimi deli gibi kurulamaya çalışsam da bunu yapamadım çünkü sildikçe yerini daha taze kan alıyordu.

"Hayır, anneciğim." diye mırıldanırken, evime koştum ve kapıyı kırarcasına çaldım.

"Aç kapıyı babaanne!" Hıçkırdım. İçimden birilerinin bu kapıyı açması için dualar ediyordum.

"Kapıyı açın!" Ellerim titriyordu ancak kapıyı açan yoktu. Aralıksız kez çalmaya devam ettiğimde sonunda kapı açıldı. Kendimi direkt içeriye atarken, kapıyı arkamdan kapattım ve üst üste üç kez kilitledim.

Ev kapkaranlıktı. İçeride hissedebildiğim tek şey korkuydu. Hafifçe yutkunurken gözlerimden akan kanların kuruyup yüzüme yapıştığını hissediyordum.

"Babaanne?" diye fısıldadım karanlığa doğru. Ne ses ne de bir hareket vardı. Evin içinde gezip onu aramak istesem de bunu yapamadım, çünkü bir güç beni durdurdu.

Elinde baltalı, cüsseli bir adam karanlığın içinden çıkıp bana doğru gelirken geriye doğru yürümeye başladım.

Aslında çığlık atıp kaçmam gerekiyordu ama yapamadım. Bunun bir rüya olduğunu çok iyi biliyordum.

"Evine hoş geldin." Karanlıktan çıkan tok, erkeksi ses beni yerimden hoplattı.

"Sen gerçek değilsin." diye fısıldadım. Gülme sesi duyduğumda kulaklarımı kapatmak istedim.

"Ben en az senin kadar gerçeğim. Ölüm vakti..." Başıma hızlı bir darbe aldığımda, zıplayarak yerimde uyandım. Nefes nefese etrafıma bakarken, kimsenin sınıfta kalmadığını fark ettim. Korkuyla olduğum yeri teyit ettim. Sıramdaydım ve sağlamdım. Ellerim gözlerime giderken ne kan ne de gözyaşı olmadığını gördüm. Derin bir şekilde nefes alırken, kalbim hala hızlı atıyordu.

"İyi misin?" Duyduğum sesle tekrardan yüreğim yerinden oynadı. Hızla arkamı döndüm ve yeni gelen çocuğun sınıfta tek oturduğunu gördüm.

"Ne işin var burada?" Mavi gözleri ciddi olup olmadığımı sorgular gibiydi.

"Arkadaşın seni uyandırmaya çalıştı ama sen uyanmayınca rahat bıraktı." Soruma cevap vermeyip başka bir konuyu açıkladı.

"Ne işin var burada?" Gözlerini gözlerime dikti.

"Sınıftan çıkma zorunluluğum mu var?" Tuttuğumu yeni fark ettiğim nefesimi geri bıraktım.

"Hayır, kusuruma bakma." Yerinden yavaş adımlarla kalktı ve yanıma oturdu.

"Söylesene rüyanda ne gördün de bu kadar korktun?" Şüpheli gözlerle yüzümü taradı.

Ona cevap vermeyecektim, zaten gözleri her şeyi görmüş gibi bana baktı. Sanki gözlerimden rüyamı görmüştü.

"Rüyanda biri seni öldürmeye mi çalıştı?"

---

modal aç
modal aç
modal aç