Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left4.
Bölüm
keyboard_arrow_right

"3.bölüm: Düş Kapanı"

@estellagodwin2
Bir zamanlar, daha yedinci sınıfa giderken, her zaman eve gittiğim yoldan gitmek yerine orman yolunu tercih etmiştim.

Babaannem orman yolunu asla kullanmaz, bize de kullandırtmazdı. Söylediğine göre orada fazla vahşi hayvan ve insanlıktan nasibini almamış varlıkların olduğunu söylerdi. Bu tür şeylerden hiçbir zaman korkmadım.

Genellikle eve tek başıma dönerdim; ikiz kardeşim Ege okul çıkışlarında arkadaşlarıyla internet kafeye gider, akşama kadar orada takılırdı. Evet, bir zamanlar normal bir hayatı vardı.

Orman yoluna saptığımda, içimde en ufak bir korku olmadı. Orman ağaçlarla doluydu ama önümü göremeyeceğim gibi de değildi; o zamanlar da aynı şimdi olduğu gibi kar yağıyordu, ağaçların üzerleri yılbaşı çamı gibi olmuştu ve bu görüntü içimde mutluluk oluşmasına neden olmuştu.

Ayrıca orman babaannemin dediği kadar korkunç değildi. Ormanın bitişiğinde dükkanlar ve pazar tezgahları başlıyordu. Orada da bizim gibi insanlar vardı, köpekler, kediler vardı, sokaklar düzgündü, ağaçlar hala çoktu ama rahatsız edici değildi. Ayrıca yüzüne baktığım hiçbir insanı tanımıyordum ve bu bana huzur veriyordu.

Kimse yüzüme uzun bakmıyordu, kim olduğumu, neler yaşadığımı bilmiyordu. Ben onlar için tezgahlarının önünden geçen bir yabancıydım sadece.

Dükkanların önünden geçerken, farklı bir stile sahip dükkan fark ettim. Eski dökük bir dükkanı restore etmişlerdi sanki. Hala eskiydi ama bir o kadar da yeniydi.

Bir anlık kararla dükkanın içine girdiğimde, tepede duran zil hafifçe çaldı. İçeriden kimse çıkmamıştı, bende dikkatimi içerideki eşyalara yönlendirdim. Camdan tarafta duran düş kapanları dikkatimi çektiğinde o yöne doğru ilerledim.

Tüylerle kaplı kapanlar, rengarenkti. Hatta küçük, kolye boyutlu olanları da vardı. Açıkçası bu tür bir eşyayı kolye gibi yanımda gezdirmek hiç istemezdim.

"Hoş geldiniz." Elimle tuttuğum kapanı hızlıca yerine astım ve arkama döndüm. Yanlış bir şeyler yapmamıştım, çalmayacaktım, sadece bakıyordum. Yaşlı kadının beni yanlış anlamasından korkmuştum.

"Sadece bakıyordum." diye mırıldanırken, gözlerimi farklı yerlerde gezdiriyordum. Kadın gülümseyen yüzüyle bana doğru yaklaşırken, bende hafifçe gülümsedim.

Oldukça yaşlıydı, beyaz kırçıllı saçları vardı, yüzü pamuk gibiydi, aynı bize tasvir edilen meleklere benziyordu, nur yüzlü, güler yüzlü yaşlı bir teyze.

"Bakabilirsin elbet," dedi ve yanıma ulaştı. "İstediğin var mı?" Bakışlarımı tekrardan kapanlara çevirdiğimde, üzerinde yıldızlar olan, pembe tüylü kapan dikkatimi çekti. Hepsinin arasında resmen parlıyor ve bana göz kırpıyordu.

Yıldızları severdim, izlemeyi, hangisinin eski hangisinin yeni olduğunu tahmin etmeyi severdim.

"Bilmem ki..." diye mırıldandım hafifçe, utangaç bir şekilde.

"Ne kadar?" Cebimden en fazla on beş lira çıkardı. O da bir haftalığımdı ve daha haftanın ilk günündeydik.

"Yirmi." Yüzüm düştü. Halbuki çok beğenmiştim. "Ama sende ne kadar var?" Yüzüm hafifçe kızardı.

"On beş." Boğuk sesimden kadının anlayamayacağını düşündüm ama gözlerindeki ışıltı hala aynı duruyor, yüzü ilk geldiğimdeki gibi gülümsüyordu.

"O zaman on beş olsun." O an nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Aslında düş kapanları benim için bir inanış değildi, asla inanmıyordum kötü rüyaları kovacağına ama onu beğenmiştim, o kadar güzel duruyordu ki, aldığım için gerçekten mutlu olmuştum.

"Teşekkür ederim!" Hani derler ya sesinden mutluluk akıyor diye, işte o an onu hissetmiştim. Küçücük bir iyilik nasıl da mutlu etmişti beni.

"Onu senin için pakete koyayım." O poşet dolabına doğru giderken ben içeride duvara asılı tablolara bakıyordum. Güzel tablolar vardı, Yılbaşı çiçeği tablosu, anne kız tablosu, yeni doğmuş bir bebek tablosu, bir maske tablosu. Bir tek o maske tablosuna anlam verememiştim, siyah düz bir maske tuvale resmedilmişti. Maskeden sadece yeşil gözler belli oluyor ve sanki gözlerini dikmiş bana bakıyordu.

Direkt gözlerimi kaçırdım ve rafta duran oyuncak bebeklere baktım. Hepsi çok güzeldi, güler yüzlüydü, altın rengi saçları ve pembe renkte, kabarık elbiseleri vardı. Biri hariç.

Kaşlarımı çattım.

Yaşlı teyze yanıma geldiğinde, ona döndüm ve rafta diğer bebeklerden ayrı duran, hafif hüzünlü hafif sinirli yüz ifadesine sahip Mona Lisa'ya benzeyen, mavi elbiseli bebeği gösterdim.

"O niye böyle?"

"Ah," Kadın hüzünle gülümsedi. Porselen bebeği kırılmamasına dikkat ederek eline aldı ve yavaşça siyah saçlarını okşadı.

"Clarisa hep böyleydi." Derin bir nefes aldı. Yüzümü buruşturdum ve bebeğe daha dikkatli baktım.

"Biraz çirkin görünüyor."

"Belki de burada mutsuzdur?" Anlamayan gözlerle ona baktım.

"Ne yapmamız lazım?" Sanki çok umurumdaymış, başımdaki belalar azmış gibi sormuştum bunu.

Kadının gözleri parladı.

"Sen al Clarisa'yı. Senin yanında mutlu olur belki?"

"O kadar param yok ki?" Ceplerimi kontrol ettim ama bir kuruşum bile yoktu. Kadın omzunu silkti.

"Olsun, hediyem olur sana. Clarisa'yı mutlu etmek şartıyla ama..." Beni baştan aşağı süzdü. "Olur mu?" Aslında içimden bir ses 'alma' diye uyarıyordu beni ama onu dinlemedim ve omzumu 'fark etmez' anlamında indirip kaldırdım.

Yaşlı kadın sevinçle onu da paketimin içine koydu ve bana uzattı.

"Umarım mutlu edebilirsin onu."

"Umarım hem onu hem de kendimi mutlu edebilirim." Dükkandan çıkarken, içeride gözlerini bile kırpmadan bizi izleyen hayvanlara baktım. Kedi, köpek ve bir karga yan yana durmuş dikkatle izlemişlerdi bizi. Gözlerinde insancıl bir şeyler vardı ve tek bir şey söylemeye çalışıyor gibiydiler. Keşke onları dinleseydim.

O günden sonra ne Clarisa'nın yüzü güldü, mutlu oldu, ne de düş kapanı işe yaradı, kabuslarımı kapanında yakaladı. Aksine rüyalarım gün geçtikçe daha da kötü olmaya başladı.

Bu lanetli olduğumun kanıtıydı sanırım.

Boş, ruhsuz bakışlarla onu izlemeye devam ettim.

"Bunu da nereden çıkardın?" Birden böyle bir soru sormasına şaşırmıştım ama yüzüme şaşırma ifademi yansıtmamaya çalıştım. Demir dikkatle beni süzerken, kaşlarımı çattım ve oturduğum yerde rahatsız bir şekilde kıpırdandım.

"Sanırım ben yanlış anladım," diye mırıldanırken, yanımdan kalktı ve eski yerine döndü. Hala şoktaydım. Bunu nereden bilmişti? Acaba rüyamda istemeden sayıklamış mıydım ve o da bunu duymuş muydu?

"Şey," diye mırıldandım. Sessizlikten hiç hoşlanmazdım. "Burayı sevdin mi? Arkadaş edinebildin mi?"

Demir yavaşça bakışlarını bana döndürdü, boş gözlerle birkaç saniye beni süzdü ve ardından yavaşça gülümsedi. Samimi görünüyordu ama insanlara hemen güvenmek gibi bir huyum yoktu.

"Hayır edinmedim." Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım.

"Hiç mi?" Omzunu hafifçe indirip kaldırdı.

"Hiç. Zaten benim hiç arkadaşım olmaz." Bu sefer şaşkınlığımı ağzımdan çıkan küçük bir şaşırma nidasıyla belli etmiştim.

"Hiç mi olmadı? Küçükken, birinci sınıfta da mı olmadı? Mahallede de mi olmadı ya da ne bileyim oyun parkında da mı olmadı?" Ciddi ciddi şaşırmıştım. Bir insanın hiç arkadaşı olmaz mıydı?

"Hiç." dedi tekrardan ve gülümsedi. "Gereksinim duymadım." Birkaç saniye ona gözlerimi diktim ve ardından omzumu indirip kaldırdım.

"İstersen ben arkadaşın olurum." Evet, az önce insanlara hemen güvenemem diyen bendim değil mi? O da bu dediğime şaşırdı, ardından daha da geniş gülümsedi.

"Olur." Bir şey daha söyleyecekti ama sınıfın kapısı açıldı ve o bana hızlıca gülümseyip önüne döndü. Belki de bu yüzden arkadaş edinemiyordu. Kimsenin yüzüne bakmıyor, onlarla temas içinde bulunmuyordu.

Yanımdan geçen Ares ve tayfasına gözümü diktim, hepsini tek tek inceledim. Kimse beni fark etmemişti. Melis hariç. Yanımdan geçerken bana göz kırptı ve hafifçe gülümsedi. Bende ona gülümserken, bu yaptığının iyi niyetli olduğundan emindim.

Meryem'de içeriye girdiğinde, ona birkaç şey anlattım. Sevgilisiyle arasının nasıl olduğunu sordum, sonunda derin bir nefes alarak yerimden kalktım ve Ege'nin yanına doğru yol aldım.

"Akşam beni bekleme, sen eve git." Direkt konuya giriş yaptığımdan dolayı anlamayarak kaşlarını çattı.

"Niye?" Gözlerimi ona diktim.

"İşim varda ondan."

"Ne işin var?" Gözlerimi devirdim ve sıkıntıyla nefesimi dışarıya verdim.

"Ben sana soruyor muyum ne işin var diye?" Gözlerini kısarak beni süzdü ve ardından sıkılmış gibi etrafına bakındı.

"İyi git, ne yaparsan yap." Sinirle dişlerimi birbirine bastırdım, bu çocukla konuşmak deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Derin bir nefes çektim içime ve arkama döndüm.

Bela mıknatısı olan ben arkamı döner dönmez birine çarptım. Burnum hafifçe acırken, başımı yukarıya kaldırdım ve çarptığım kişiye baktım.

Yeşil gözlerle göz göze gelirken yutkundum.

"Özür dilerim." diye mırıldanırken, yeşil gözlü erkeklerden bir kez daha korktuğumu fark ettim. Bir şey demeden bana bakmaya devam etti, nedensiz bir dikkatle bana bakarken, ne düşündüğümü öğrenecekmiş gibiydi.

"Kusuruma bakma," dedim tekrardan ve geçmek için yana kaydım. Bana yol verirken, kalbimin gerçekten hızlı attığını fark etmemiş gibi davrandım.

Yerime geçerken, arka tarafa bakmamak için insan üstü bir çaba sarf ettim. Çünkü bu adamda tuhaf bir şeyler vardı. Bir insanı hem tedirgin edebilir hem de rahatlatabilirdi. Yakışıklıydı, ciddi manada yakışıklıydı. Siyah saçları vardı, sakalları çok hafifti, müdür yardımcımız hala nasıl ona bir şey dememişti anlayamıyorum, yeşil gözleri insanın içini üşütecek kadar soğuktu. Boyu uzundu, çok kilolu değildi, kasları gömleğinin dışına taşacak kadar da değildi, sonuçta bu bir kitap karakteri değildi, öyle değil mi?

Gözlerim Demir'e değdiğinde, onu da adam akıllı inceledim. Sarışın, hafif uzun saçları vardı. Yüzünde sakal hiç yoktu, ben de sakalı hiç sevmezdim zaten. Ah, bir de buz mavisi gözleri vardı, şu sıralar her yerde karşıma çıkan mavi gözler.

Derin bir nefes aldım ve derslerin geçip bitmesini sabırla bekledim.

---

Kapının üzerinde duran zil hafifçe çalarken, sessiz adımlarla içeriye girdim. İçeride hayvanlar uyuyorsa rahatsız olurlardı ve bana saldırırlardı.

"Ben geldim." Sessizce mırıldanırken, tablo ve diğer eşyaların olduğu bölüme geçtim. Hayvanlar ortalıkta görünmüyordu.

"Ben geldim!" Bu sefer daha yüksek sesle konuşmuştum.

"Geliyorum." İçeriden yanıt geldiğinde, tabloları incelemeye başladım. Yalan söylemeyeceğim buraya yıllardır gelmiyordum. Clarisa'yı ve düş kapanını aldıktan sonra buraya uğramaya cesaretim bile olmamıştı. Ancak bugün aklıma düşmüştü ve o günkü korkaklığımı bir kenara atmıştım.

İçeride bulunan, duvarda asılı duran tablolara bakarken, biri dikkatimi çekti.

Direğe bağlanmış, yanan bir kız resmiydi bu. Siyah saçları ateşin rüzgarından etrafa savruluyordu, yüzünde öyle derin bir ifade vardı ki, bakan bir daha bakamazdı, öyle üzgün, kırgın, bitkin ve birilerine karşı kin dolu.

Resime birkaç dakika bakınca, fena bir baş ağrısı yapıyordu. Sanırım bu lanetli resim dedikleri türdendi.

Tablonun arkasını kaldırdığımda, çerçevenin arkasına sıkıştırılmış bir parşömen kağıdı olduğunu fark ettim. Yavaşça onu arkadan alırken, kaşlarımı çattım ve yırtılmamasına dikkat ederek yavaşça açtım.

"Dışı melek, içi şeytan,

İnsandır bunu yapan insan,

Eğer çevrene dikkatli bakarsan,

Göreceksin birçok saldırgan." Kaşlarımı daha derin çatarken okuduğumdan pek bir şey anlamamıştım.

Ayak sesleri duyduğumda bakışımı ona çevirdim. Bana gülümseyerek bakıyordu.

"Bu ne anlama geliyor?" Kağıdı ona gösterdiğimde, o da kaşlarını çattı ve notu okudu.

"Önceden cadılar infaz edilmeden önce, bunu karşısında infazını bekleyen insanlara söylerlerdi. Bir büyü bu. Bunu duyan insanlar sevinçle kahkaha atarlardı. Sonucunda ise orada bulunan insanların evi yanar, sağ kurtulan ise sonsuza dek yanık bir yüzle cezasını bulurdu. Yani cadılara mahkum ettirdikleri kötü kaderi kendileri tekrar yaşar, gittikleri hiçbir yerde kabul görmez, yakılırlardı." Derin bir nefes aldı. "Kötü kader çektirenlere geri dönerdi."

Kaşlarımı kaldırdım.

"Tuhafmış." Ağzımdan sadece bu sözcükler çıktı. Ama ciddi manada şaşırmıştım.

"Clarisa nasıl?" Beni unuttuğunu sanmıştım ama unutmamıştı.

"Kötü. Hiç mutlu olmadı," Omzumu indirip kaldırdım. "Hala iyi olup olmadığını merak ettiğim için geldim," Ona içten gelen bir şekilde gülümsedim. "Şimdi gidiyorum."

"Kendine iyi bak yavrum, kötü ruhlardan uzak dur." Başımı 'tamam' anlamında sallarken, evin yolunu tutmuştum bile. Kış ayı olduğu için hava çabuk kararıyor ve kar yine bastırıyordu.

Eve geldiğimde, direkt olarak odama geçtim ve yıllar önce kilitlediğim dolabımın kilidini açarak Clarisa'yı dışarıya çıkardım. Onu aldığım ilk gün kilitlemiştim, hala kızgındı ama sanki yüzünde ufakta olsa bir gülümseme oluşmuştu.

Onu masamın üzerine koyarken, saçlarını düzelttim.

"Merhaba Clarisa," diye mırıldanırken, derin bir nefes aldım ve yatağıma uzandım.

Gözlerimi kapatmaya korkuyordum çünkü birazcık kestirsem bile, o ufacık zaman aralığında bile öldürüldüğümü görüyordum.

Ama bu sefer öyle olmadı.

"Gel ve bitir işi,

Beni bul ve kurtar kendini,

Peşinde koşan saldırganı gör,

Ben yanındayım, sadece beni gör."

Gözlerimi hızla açtım ve kocaman olmuş gözlerimle dışarıya baktım.

"Bu neydi böyle?"

Bu sefer peşimde yeşil gözlü katilim değil de kurtarıcım vardı sanki. Ve o kurtarıcı çok yakınımdaydı.
modal aç
modal aç
modal aç