Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left7.
Bölüm
keyboard_arrow_right

"6.bölüm: Ege"

@estellagodwin2
Cennette bir balo... Bunu kim istemez ki?

Kulağıma gelen ince bir vals müziği, bacaklarıma çarpan lila rengi kabarık elbisem, sadece gözlerimi kapatan bir maske ve ellerimi tutan eller.

Her şey bir rüya gibiydi. Büyük ihtimal rüyadaydım. Evet, kesinlikle bu bir rüyaydı. Her şeyin bu kadar kusursuz olduğu ve benim mutlu olduğum gerçek hayatta nerede görülmüştü? İçinde bulunduğumuz salonda bizim gibi dans eden çiftler vardı, pencere kenarlarına tüneyen güvercinler, gökten yağan güzel kokulu çiçekler ve elbiselerin hışırtısı vardı. Gözlerimi mutlulukla kapattım, bu rüyanın sürmesine izin verdim.

"Çok uzun süre bu anı bekledim." Duyduğum kalın ama naif bir sesle gözlerimi açtım. Ona mutlulukla gülümsedim ve ellerini daha çok sıktım. Omuzlarıma çarpan saçlarım beni gıdıklıyordu, ellerimi tutan büyük eller beni güvende hissettiriyordu.

Bu sefer kabus görmüyordum, bu beni inanılmaz bir şekilde mutlu etmişti. Bu sefer ellerini tuttuğum yeşil gözlü adam başıma bir balta indirmiyordu, benimle dans ediyordu.

"Uzun süre mi?" Şaşkınlık damağıma yayılırken, maskesinin ardında kalan gözlerine baktım. "Benimle mi?"

Güldü ve bana daha dikkatli baktı.

"Hissettiğinden daha değerli ve özelsin, Era." Beni döndürdü. "Daha güzelsin ve inatçısın." Son sözleri kızgınlıkla söyledi.

"Bu hoşuna gitmiyor mu?" Güldüm. İlk defa onunla konuşuyordum ama sanki yıllardır onu tanıyordum ve arkadaş gibiydik.

"Ölüme karşı çıkmanı sevmiyorum, o gün geldiğinde zevkle izleyeceğim." Bunları duyduktan sonra ondan hızlı bir şekilde uzaklaştım.

"Anlayamadım?" Yutkunamadım. Dilim damağıma yapışırken, gözlerim ardına kadar açıldı. Korkuyla bir kaç adım gerilirken, arkada dans eden çiftlere çarptım.

Yukarıdan bir ses geldiğinde, bakışlarımı oraya çevirdim ve büyük, şatafatlı avizenin düştüğünü gördüm. Tam olarak benim üzerime.

Tuzağa düşürüldüğümü anlamak zor olmamıştı, gözüm anlık olarak buz mavisi gözlere değdi ve geçti, sanki orada hiç yokmuş gibi. Korkuyla gözlerimi kapatırken, belime sarılan ellerle gözlerimi daha sıkı kapattım ve ölmeyi bekledim.

Hissettiğim bir acı yoktu.

Gözlerimi açtığımda, karanlık bir yerdeydim. Etrafımızda kimse yoktu, kuşlar gitmişti, çiçekler yağmayı kesmişti.

Gözlerim karanlığa alıştığında, karşımda başka birinin durduğunu gördüm. Eğer onu biraz tanıdıysam, bu kesinlikle Avcımdı.

"Seni bu kez kurtardım." Yattığı yerden kalktı ve başına dokundu. Ellerinden bir sıvı dökülürken, bunun kan olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi.

"Bu bir daha asla olmayacak." Sendeleyerek yürümeye başladı. Beni hem öldürmeye çalışıp, hem de kurtarmış mıydı? Şaşkınlıkla ona bakmayı sürdürürken yattığım yerden kalktım. Bacaklarım inanılmaz bir şekilde sarsılarak titriyordu, ona seslenmek istedim ama sesimi bulamadım. Yavaş adımlarla onu takip etmeye başladım.

Dışarıya çıktığımda kar yağıyordu. Bu sefer farklı bir kardı bu; çünkü rengi kırmızıydı, kanın rengiydi. Avcıyı gördüğümde, titreyerek peşine takıldım, sendeleyerek yürüyordu ve başının arkasından akan kan, zaten kırmızı renkle kaplı olan zemini daha da kızıllaştırıyordu.

Korktum ve ona seslendim.

Ona nasıl ve hangi hitapla seslendiğimi anlayamadım ama beni duydu ve arkasını döndü. Yüzü çok tanıdıktı ama bir o kadar da yabancıydı. Onun kim olduğunu biliyordum ama tanımıyordum. Sadece gözlerini biliyordum. Düş kapanımı aldığım dükkanda, tablonun üzerine resmedilmiş maskeli yeşil gözlerdi, her gece kabusuma giren ve beni öldüren yeşil gözlerdi, bazı zamanlar gerçek hayatta gördüğümü sandığım yeşil gözlerdi.

Eğer bir rengi yok edebilme şansım olsaydı, bunu kesinlikle yeşil rengini yok etmek için kullanırdım.

Gözleriyle beni hızla taradığında, başını iki yana salladı.

"Artık umut yok, Era." İlk defa benimle böyle konuşuyordu. İlk defa üzgündü, umudunu yitirmiş belki de biraz kırgın. Ses tonu hoşuma gidiyordu, eğer şimdi bana bir masal anlatsa uyurdum. Hemde sonsuza kadar.

Beni öldürmek bu kadar kolaydı. Baltayla ya da delici ve kesici aletlerle uğraşmasına hiç gerek yoktu. Soğukta tirtir titrerken bana masal anlatsaydı uyurdum ve bir daha hiç uyanmazdım. Gri gözlerimi ona diktiğimde, üst dudağım titredi.

"Bunu ne zamandır hissediyorsun?" Sesim çıkarmak istediğimin aksine kırgın çıkmıştı. Dişlerimi birbirine bastırmak işe yaramıyordu, soğuktan ölebilirdim. Belki de hipotermi geçirirdim, kolay bir ölüm olurdu.

"Çok uzun zamandır." Sesi tek ton çıkmıştı. Sanki bir operada sahnenin bitişini belli etmek ister gibiydi, nokta koymuştu.

"Ben ne olacağım?" Ağlamak üzere olduğumu hissediyordum. Aslında ne konuştuğumuz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece içimden geldiği için bu sözleri söylüyordum, biliyordum bu konuşmanın daha öncesi de vardı ama hepsi yaşanacağı günü bekliyordu.

"Artık elimden bir şey gelmiyor." Çok ruhsuz konuşuyordu. Gözlerimi gözlerine diktiğimde, daha fazla dayanamadım ve yere çöktüm. Bir bebek gibi ağlıyordum hemde onun önünde. Ona karşı savaşmam gerekirken, güçlü olmam gerekirken ben ağlıyordum. Çünkü kaybetmiştim; bunun çok iyi farkındaydım. Savaşacak güç yoktu artık bende. Çok uzun süre dayanmıştım, insan kalbi bu kadar uzun süre dayanır mıydı bu işkenceye?

Kırmızı karı ellerimi aldım ve sıktım. Kar hızla eridi ve elimde yalnızca kırmızı renk kaldı. Bir kan gibiydi, akıyordu. Benim ölümümde de bu kadar kan akar mıydı?

Karşımda duran adama baktım ve asla söylemeyeceğim, söyleyemeyeceğim sözler dudaklarımdan döküldü.

"Pes ediyorum." Birkaç saniye bana baktı, ardından ona hiçbir şey dememişim gibi arkasını döndü ve yürümeye başladı.

"Duymadın mı? Pes ediyorum artık." Yürümeye devam etti.

"Pes etmek korkaklara yakışır, Era. Ayağa kalk ve güçlü ol." Bana döndü ve dudaklarının kenarı alayla büküldü. "Sadece seni öldüreceğim günü bekle."

Şiddetle titriyordum, ateşim vardı ve dudaklarım yanıyordu. Gözlerim ağrıyordu, başımda bir acı vardı, yine mi öldürülmüştüm? Bıkkınlıkla iç geçirdim ve gözlerimi açmaya çalıştım. Kısık gözlerimin içine giren yoğun beyaz ışıkla gerisin geri gözlerimi kapattım.

Bu sefer kesinlikle ölmüştüm.

"Uyandı." Yanı başımda kısık bir ses duyduğumda, inleyerek gözlerimi açmaya çalıştım. Işık azalmıştı, başımda zonklayan bir acı vardı ve bu benim midemi bulandırıyordu. Ellerimi gözlerimin önüne siper ettim ve hafif bir şekilde kirpiklerimin arkasından baktım. Karşımda duran insanları gördüğümde, kaşlarımı çattım ve gözlerimi kapattım.

Kendimde değildim, kesinlikle değildim. Eğer kendimde olsaydım, burada neler olduğunu sorgular hatta yaygarayı çoktan koparırdım.

"Era?" Dibimde yumuşak bir ses duyduğumda kulağımı oraya yönlendirdim. "Bu kaç görebiliyor musun?" Her zaman bu çocuğun aklında bir şeyler olduğunu söylerdim ama bana kimse inanmazdı. Gözlerimin kapalı olduğunu bile bile bu soruyu soruyorsa eğer, hastane çıkışında uğramamız gereken bir poliklinik daha vardı.

"Git şuradan." Onun tam olarak hangi konumda olduğunu bilmeden ellerimi sinek kovalar gibi salladım.

"Kendinde, kendinde." Güldü. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi tekrardan açtım. Karşımda beyaz önlüklü bir doktor, babaannem ve Ege duruyordu. Hepsine ifadesiz gözlerle baktım ve bakışlarımı doktorda sabitledim.

"Kırık yok." Gülümsedi. Rahatlamıştım, derin bir nefes aldım ve hafifçe başımı salladım. "Kollarında ve bacaklarında ezilme var, alnında çarpmadan oluşan bir sıyrık ve yüzünde birkaç morluk var." Gözlerimi kapattım ve ağlayacağımı hissettim. Okula nasıl gidecektim? Bu halimle okula gidemezdim, herkes ne olduğunu merak ederdi.

Ege'ye döndüm ve elimi uzattım. O da duygusal olarak algıladı ve elimi tuttu.

"Telefonunu versene." Kaşlarını çattı ve ikiletmeden telefonunu cebinden çıkarıp elime verdi. Ekranına baktığımda, yüzüm o kadar da kötü görünmüyordu. Ekran kilidini açtım ve kameraya girdim. Kamerada durum çok faklıydı... Kesinlikle berbat görünüyordum, sanki on beş kişi bana dalmıştı da zor kurtulmuştum.

Sakince doktora baktım. Kavga, yaygara çıkarmanın bir anlamı yoktu, olan olmuştu ve yaralarımın çabuk geçmesini dilemekten başka bir seçeneğim yoktu.

"Ne zamana geçer sizce?" Yanımdaki komodinin üstünde duran hapları ve kremleri işaret etti. "Ne kadar düzenli kullanırsan o kadar çabuk geçer." Ardından bana samimi bir şekilde baktı ve yanıma gelip alnımı inceledi, yüzünde ciddi bir ifade yoktu, bu iyi anlama geliyordu değil mi?

"Geçmiş olsun." Daha fazla detay vermedi ve odadan çıktı.

"Babaanne?" Babaannem yaşlı gözleriyle bana baktı.

"İyisin." diye mırıldandı. Her zaman çok duygusal olmuştu, onun karşısında kötü görünmemeliydim. Ege yanımdaki koltuğa çöktüğünde odada bir sessizlik oldu. Bakışlarımı etrafımda gezdirdim ve sonunda gözlerimi tavana diktim.

"Ben iyiyim." diye mırıldandım. "Daha da iyi olacağım." Derin bir nefes aldım. "Size kim haber verdi?" Bu sorunun cevabını biliyordum.

"Ares var ya bizim sınıftan. Numaramı bulmuş beni aradı sağ olsun."

"Hmm." Tekrardan sessizlik. Babaannem uzun koltuğa otururken, ben hala tavanı izliyordum. Çok duygusal bir andı. Ailecek ilk defa böyle bir şey yaşıyorduk. İlk defa birileri benim için endişelenmişti ve bu benim hiç hoşuma gitmemişti.

"Era?" Odadaki sessizliği Ege bozdu. "İyi misin?" Ona bakmadan gülümsedim.

"Şu ağaç kadar şanslı hissediyorum kendimi..." diye mırıldandım. "Zehirli sarmaşıklarımdan arınmış..." Bakışlarımı ona diktim ve dayanamayıp güldüm.

Gözlerini devirirken homurdanıyordu.

"Çok Aşk-ı Memnu izledin sen."

"Arkası daha rahat." Hala onunla eğleniyordum. Eğer duygusal sözler söyleseydim, eğer yorgun olduğumu dile getirseydim, artık yaşamak için bir nedenim olmadığını söyleseydim üzülürlerdi.

"Sana dizi izlemeyi yasaklıyorum ben." Hala homurdanıyordu.

"Neden bal kabaklı pastam?" Kaşlarını çattı ve dudaklarını sahte bir sinirle büzdü.

"Sana kaç kere dedim bana böyle seslenme diye." Elini saçlarıma attı ve sinirle karıştırmaya başladı. Onu durdurmaya çalıştım ancak saçlarımı arap saçına döndürmüştü.

"Ege yeter, tamam dur. Cadıya döndüm be!" Ellerini ittim.

"Sen zaten cadısın." Derin bir nefes aldım ve ona cevap vermeyi es geçtim.

"Uyuyacağım, sus." Arkamı döndüm ve bir şey demesini beklemeden gözlerimi kapattım. Eminim gözlerini devirmiş, ona böyle söylediğim için yüzünü buruşturmuş bir şekilde bana bakıyordu.

"Yedi yirmi dört uyuyorsun zaten." Homurdanışı duymazlıktan geldim ve gülümseyerek uykuya daldım.

Uyanmam çok uzun sürmedi ya da bana öyle geldi. Kapımın tıklatılmasıyla gözlerimi açtım ve odaya giren güneşle gülümsedim. O kadar karlı havadan sonra güneş görmek inanılmaz güzel bir histi.

Kollarımı ve bacaklarımı esnetmeye çalıştım ancak baldırıma giren bir kasılmayla yüzümü buruşturdum ve bacağımı açmaya çalıştım. Bu kazadan kaynaklanan bir şey değildi, bacaklarım bana hep sorun çıkartırdı zaten.

Ellerimle bacağımı ovarken, kapı tekrardan çaldı. Toparlandım ya da toparlanmaya çalıştım, odada göz gezdirdiğimde tek başıma olduğumu fark ettim.

"Gir." Sesim kısık çıkmıştı. Boğazımı temizledim ve daha yüksek sesle bağırdım. "Gir! Yani gelebilirsin." İnsanlara emir vermek hoşuma gitmiyordu.

Kapı açıldı ve biri başını içeriye soktu. Bu Ege'nin en yakın arkadaşı Murat'tı. Ona gülümsedim ve gelmesini işaret ettim. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum.

"Geçmiş olsun." Yanıma geldi ve çiçekleri bana uzattı. Onları aldım ve birkaç saniye çiçekleri koyacak bir yer aradım. Koskoca odada çiçekleri koyacak yer bulamayınca kucağımda durmasının daha iyi olduğuna kanaat getirdim.

"Bu mevsimde papatyaları nereden buldun?" Onları kokladım.

"Ülkemizde çiçekçiler var, Era." Güldü. "Çiçekçiden aldım tabii ki. Mezardan mı koparsaydım?" İstemsizce titredim.

"Nasılsın?" Ona bıkkınlıkla baktım. Dünden beri bu soruyu yüzüncü duyuşum falandı. Bu halime güldü ve ellerini kaldırdı.

"Sormamışım say." Bende güldüm ve derin bir nefes alarak ona bakmaya devam ettim. Sadece benim için mi gelmişti? Buna pek inanmıyordum.

"Çiçekler için teşekkür ederim." Dudaklarımı yaladım.

"Seni merak ettim de." Ona 'atma' dercesine bir bakış attım. Ne demek istediğimi anladı ve gülmeye başladı. Bu çocuk ne zaman yanıma gelse farklı konular konuşuyordu.

"Tamam," Gülmeye devam ederken ellerini yukarıya kaldırdı. "Beni yakaladın." Elini ağzına bastırdı ve gülmesini durdurmaya çalıştı.

"Hem geçmiş olsuna geldim hemde seninle bir konuyu konuşmak için geldim." Kaşlarımı çattım.

"Bu sefer ciddiyim." Ellerimle yüzümü sıvazladım ve gözlerimi sıkıca kapatıp açtım.

"Saat kaç?"

"On bire geliyor." Şaşırdım.

"Okula gitmedin mi?"

"Hayır, son sınıf olduğumuz için aileme kütüphaneye gidiyorum, dedim." Güldü. Ona ciddiyetle bakarken, ailesine bu kadar kolay yalan söylemesi tuhafıma gitmişti. Ben asla yalan söyleyemezdim, belirli durumlar hariç.

"Peki..." Komodinin üzerinde duran bardağa uzandım ve onu almaya çalıştım ama vücudum esnek olmadığı ve neredeyse bir gece boyunca hareket etmediği için bardağı alamadım. Murat kolaylıkla bardağa erişti ve bana uzattı. Gece boyu çok susamıştım ama uykumu bölmemek adına kalkıp su içmemiştim.

Bardakta bir dikişte bitirirken, başımı iki yana salladım ve bardağı ona geri uzattım.

"Ölmüşlerin ruhuna değsin." diye mırıldandım ve ağzımda kalan suyu yanımda duran peçeteyle sildim.

"Ne konuşacaktın?" Derin bir şekilde nefes aldı ve ciddiyetle bana baktı.

"Ege'yi çok sıkmıyor musun sence?" Gözlerimi gözlerine dikti. Anlam açtıktı, ona göre Ege'ye kardeşlik değil bakıcılık yapıyordum.

"Seni Ege mi gönderdi buraya?" Şaşkınlıkla güldü.

"Hayır, sadece gözlemledim."

"Hayır, sıkmıyorum." Omzumu indirip kaldırdım. "Kızgın sirke küpüne zarar." diye mırıldandım ve şakaklarımı ovdum. "Ama Ege kendi de dahil herkese zarar veriyor. En çokta kendine." Üzerimdeki çarşafı düzelttim.

"Yine de bu ona bakıcılık yapabileceğin anlamına gelmiyor?" Çenemi onu taktir edercesine büzdüm ve elimi onun omzuna uzattım.

"Arkadaşını düşünmeni taktir ettim doğrusu, ancak onun için neyin en iyisi olduğunu ben biliyorum." Elimi çektim. "Onun neler yaşadığını ben biliyorum, eğer olanları engellemeseydim neler yaşanabileceğini de." Boğazımı temizledim. "Sorun onun içki içip bir yerde sızması, birilerine borçlanması, ağzından kan gelene kadar dayak yemesi değil. Sorun babaannemin onun için çok fazla endişelenmesi, benim onun için gece vakti dışarıya çıkmam ve sokak sokak onu aramam, sorun onun kendince kendini cezalandırmaya çalışması." Durdum ve nefes aldım. "Her şey gelip geçer, dayak yer ama iyileşir, içki içer ama düzelir... Her şeyin bir çözümü var. Ancak ailenin geri gelmesi mümkün değil." Bu konuda çok dolmuştum artık.

"Onun uyuşturucu almak için neler çektiğini, evi nasıl didik didik edip, uyuşturucu bulamadığında bana saldırıp, boğazımı sıktığını, nefessiz kalıp neredeyse boğulacağımı ben biliyorum. Onu eskisi gibi boş bırakamam çünkü bıraktığım an o uyuşturucu denilen illete tekrardan başlayacak biliyorum. Kendine zarar veriyor, en çok kendine." Bunları anlatırken istemsizce gözlerim dolmuştu. Hızla gözlerimi kuruladım ve boğazımdaki yumrunun gitmesini bekledim. Konuşurken bana acı veriyordu.

"Bu hali onun en düzelmiş hali. Onun için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Onu kaç kere intiharın eşiğinden döndürdüm, onu kaç kere karanlık bir odaya kilitlemek zorunda kaldık, kaç kere hastanelerde süründük, her gece sırf kardeşinin seni öldürebilme ihtimalini düşünerek odanın kapısını üç kez kilitlemek ne demek biliyor musun?" Tüylerim diken diken oldu ve kalbim hızlanmaya başladı.

"Bilmiyorsun." Artık ağlıyordum. Uzun zaman geçmişti tüm bu yaşananların üstünden ama atlatamıyordum. Zordu hemde çok zordu. Yaşanan anlar, zamanlar, söylenen sözler, delirilen anlar... Hepsi o kadar zordu ki...

Elimle yüzümü kapattım. Bu zayıflıktı, birinin karşısında bir bebek gibi ağlamak zayıflıktı. Zaten insanlar çoğu zaman zayıf olduğum anları görürdü, hiçbir zaman güçlü ve yaşından büyük davranan beni görmemişlerdi. Ağlak ve zırlayan bir bebek gibiydim onların gözünde, kimse benim ikizimi aramak için dar ve karanlık sokaklardan geçerken çektiğim korkuyu bilmiyordu. Her an öldürülme korkusuyla yaşadığımı bilmiyorlardı, her gece rüyalarımda defalarca öldürüldüğümü ve bunun eninde sonunda gerçekleşeceğini bilmiyorlardı.

İnsanlar yalnızca görmek istediklerini görüyordu.

Omzumda bir el hissettiğimde, yüzümü açtım ve kızarmış olduğunu düündüğüm gözlerimle ona baktım. Bana, beni anlıyormuş gibi bakıyordu ama anlamıyordu.

"Geçti artık, Era." Sesi yumuşaktı, sanki kardeşiyle konuşuyormuş gibi. Bu beni rahatlattı. Elimle yüzümü kuruladım ve burnumu çektim.

"Onu tamamen serbest bırakma ama özgür bırak. O da kötü zamanlar atlattı ve artık nerede durması gerektiğini biliyor."

"Bundan emin değilim." Mırıldanmıştım. Bir şey diyecekti ama sessiz odada yüksek sesle çalan telefonu onu durdurdu. Telefonu açtı ve konuşmaya başladı, anladığım kadarıyla arayan annesiydi.

Telefonu kapattıktan sonra bana baktı ve gülümsedi.

"Artık gidiyorum, Ege'ye geldiğimi söylersin, tekrardan geçmiş olsun." Ona zorla da olsa gülümsedim.

"Teşekkür ederim." Sesim bir tuhaf çıkmıştı, burnumun tıkanıklığına verdim ve çok fazla takılmadım. Odanın kapısı kapandığında, başımı yastığa koydum ve gözlerimi tavana diktim. Şimdi Murat'a yaşadıklarımı anlatırken ne kadar da rahatlamıştım. Uzun süre içimde tutunca birikiyordu ve sanki bedenimde bir kistmiş gibi beni rahatız ediyordu.

Evet, kötü ve rahatsız edici düşüncelerimi böyle tanımlayabilirdim: Kötü huylu bir kist.

Daha beş dakika geçmeden kapım tekrardan çalındı, hemşire olabileceğini düşündüm ve doğrularak kapıya baktım.

"Gelebilirsiniz." Hızla gözlerimi odada gezdirdim, dağınık değildi. Kapı açıldığında mavi gözler odayı hızla taradı ve benim üzerimde durdu. Ona direkt olarak gülümserken, gözlerimi kaçırdım.

"Gel." Yanımı gösterdim. Demir kapıyı sessizce kapattı ve yavaş adımlarla yanıma geldi. Onun bu haline gülümserken, elimdeki çiçekleri sıkıca kavradım.

"Uyuyan kimse yok." Güldüm. "Sessiz olmana gerek yok." O rahatlamış gibi derin bir nefes aldı ve adımlarını hızlandırarak yanıma geldi.

"Nasılsın?" Derin bir nefes aldım ve gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

"Aynı soru ve farklı bir cevap yok." İçten gelen bir şekilde güldüm. O anlamamış bir şekilde kaşlarını çatarken, yanımda duran koltuğu gösterdim.

"Herkes aynı soruyu soruyor da." Ortamı yumuşatmak için daha fazla güldüm. "Kusuruma bakma."

"Herkes iyi olduğundan emin olmak istiyor da ondan." Ses tonu kendinden emin, biraz da kızgındı. Demek ki bu tür sağlıkla ilgili şakalardan hoşlanmıyordu, gülmediğine göre...

"Biliyorum ama..." Söyleyecek bir söz bulamadım. "Biliyorum işte."

"Canın yanıyor mu?" İlgisi beni utandırdı.

"Hayır." Sessizce cevaplamıştım bunu, gözlerimi ondan kaçırdım ve odada gezdirdim. Yüzümün kızardığından emindim. Kötü hissettiğimden değildi bu; bana karşı olan ilgisi beni biraz utandırmıştı. Kalbim haddinden fazla hızlı atarken, tekrardan güldüm ve boğazımı temizledim. O da derin bir nefes aldığında başımı çevirdim ve mavi gözlerine baktım. Endişeyle parlıyorlardı.

"Cidden iyiyim." Bu dediğimden hiç tatmin olmamış gibiydi.

Gözlerden iyi anlardım. Orada ne duygular saklanırdı bilirdim. Eğer Demir'i çok az tanıdıysam gözlerinde kesinlikle, endişe, korku ve biraz da nedenini anlayamadığım bir pişmanlık vardı. Eline uzandım, bunu istemsizce yapmıştım çünkü kimsenin benim için endişelenmesini istemiyordum.

"Ben iyiyim ve bu konuda çok ciddiyim." Yüzü biraz güldü, diğer boşta kalan eliyle alnımdaki yaraya dokundu.

Hafifçe geriye sıçradım, dokunuşu beni endişelendirmişti.

"Nasıl oldu kaza?" Omzumu indirip kaldırdım ve elini bıraktım.

"Bilmiyorum..." diye mırıldandım. "Her şey bir anda gerçekleşti." Bunu söylemek istemiyordum ama olabildiğince kabul ettim.

"Sanırım Ares kurtardı beni, uyandığımda yanımda o vardı." Bana anlamamış bir şekilde baktı. Açıklama yapma gereği duydum.

"Hani bizim sınıfta var ya, seninle arkadaşmış önceden..." Dudaklarımı kemirmeye başladım. "İşte o Ares." Yüzüme sıcak basarken, ellerimle yüzümü yelledim.

"Nasıl olur?" diye mırıldandı. Sanırım o da bunu hiç beklemiyordu.

"Bende şaşırdım." Alnımı kaşıdım ama yaraya yakın bir yer olduğu için canım acıdı ve yüzümü buruşturdum.

"Plakayı aldın mı?" Sorusuna güldüm.

"Çok teknik düşünüyorsun." Üstümdeki örtüyü açtım ve morluklarla kaplı bacağımı ona gösterdim ardından kollarımın içini de açtım ve ona gösterdim.

"Ben canımı zor düşündüm, plakayı nasıl düşüneyim?" Örtüyü geri örttüm. "Kaçmıştır zaten o şimdiye." İçim sıkkınlıkla doldu. Demir bir şeyler düşünüyordu, ne düşündüğünü anlayamıyordum ama canı sıkılmıştı sanki.

"Sorun yok," Ona alttan baktım. "Ben çok iyiyim."

"Değilsin, Era." Bu sefer elimi tutan o olmuştu. Bu tür temaslardan hoşlanmazdım hemde neredeyse hiç tanımadığım biriyle yaşadığım temaslardan ama bu beni sinir etmekten ziyade rahatlatmıştı.

"İyi olacaksın ama," Diğer eliyle burnuma dokundu. "Sana söz veriyorum." Sesi bu konuşmanın devamı varmış gibi çıkıyordu.

"Ama bana bir söz vermeni istiyorum," Boğazını temizledi. "Bana güveneceksin ve bende seni iyileştireceğim." Gözlerimi gözlerine diktim.

"Bu nasıl olacak?" Güldü.

"Bana güvenecek misin?" Düşündüm. Zarar gelmezdi bence, zaten olabileceği kadar zarar görmüştüm hayatımda.

"Evet." Yüzündeki gülümseme genişlerken, odanın kapısı açıldı ve Ege'yle babaannem odaya girdi. Elimi hızlıca Demir'in ellerinden çekerken, heyecanlanmıştım.

"Uyandın mı?" Babaannemin gülen yüzüne baktım ve başımı aşağı yukarı salladım.

"İyi, birazdan taburcu olacaksın." Yanıma geldi ve saçlarımı okşamaya başladı, bir yandan da Demir'e tanımak isteyen gözlerle bakıyordu. Onları tanıştırma gereksinimi duydum ve boğazımı temizledim.

"Sınıf arkadaşım, Demir." Sesim tuhaf çıkmıştı, bu yüzden tekrardan boğazımı temizledim ve babaanneme baktım. Gülümsedi.

"Bende Era'nın babaannesiyim." Elini Demir'e uzatırken samimi bir şekilde gülümsüyordu. Demir'de rahatlamış bir şekilde gülümsedi ve ayağa kalkarak babaannemin elini sıktı ve ona sarıldı. Bu duruma Ege ve ben şaşkınlıkla bakarken, samimiyetleri hoşuma gitmişti.

"Tanıştığıma çok sevindim." Bana döndü. "Şimdi gitmem gerek, okulda görüşürüz olur mu?" Başımı hızlıca sallarken, o arkasını döndü ve odadan çıktı.

Arkasından şaşkınlıkla bakan iki yüz ve mutlulukla gülümseyen yaşlı bir kadın bıraktı.

---

"Birazdan çıkacağım evden." diye fısıldadım kulağımda tuttuğum telefona doğru. Daha taburcu olmamın üzerinden bir gün geçmişti ve ben rahat duramayarak, kardeşim Ege'yi takip etmeye karar vermiştim.

Vücudumun her yeri ağrıyordu ve hala hareket ettikçe biraz canım yanıyordu ama bunu yapmalıydım: Hem onun için hemde bizim için.

"Era sen canına mı susadı be?" Ve en yakın arkadaşım bana başka ahlak dersleri vermeye başladı. "Daha yeni taburcu oldun, canına kastın mı var senin?" Çemkiren sesine aldırmadım ve üzerime kabanımı geçirdim. Babaannem başının ağrıdığını söyleyerek erken uyumuştu bu gece. Ege onun uyumasını fırsat bilerek kaçmıştı üç dakika önce. Onu kesinlikle bulabilirdim çünkü bizim burada hangi yoldan gidersen git, sokaklar hep birbirine çıkıyordu.

"Canıma kastım falan yok," diye homurdandım. "Bir şeylerden şüpheleniyorum o kadar." Duvardaki saate baktım, dokuza geliyordu.

"Şimdi kapatıyorum." Yavaş adımlarla odamın kapısını açtım ve sessizce koridora çıktım. Hızlıca koridoru taradım, temiz olduğundan emin oldum ve küçük ama zıplayan adımlarla ayakkabılığa gittim. Ayaklarıma botlarımı geçirirken olabildiğince sessiz olmaya çalışıyordum. Elim yanlışlıkla vestiyerde duran bastona çarptığında, dudağımı ısırdım ve sessizce bastonu düştüğü yerden kaldırdım.

Bu dedeme aitti. Öldüğünden beri onu oradan almamıştık.

Sessiz olma konusunda fazlasıyla beceriksiz olduğumu anlatmama gerek yoktu sanırım çünkü tekrardan bastonu düşürdüm. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alırken, alnımda biriken teri sildim ve bastonu kaldırıp sert bir şekilde yerine koydum.

"Özür dilerim, dedeciğim." diye mırıldanırken, anahtarlıktan ev anahtarını aldım ve kapıyı yavaşça açarak dışarıya çıktım. Havada kar yoktu ama yağması muhtemeldi. Soğuk havaya birden çıktığım için ani bir titremeyle sarsıldım ve yürümeye başladım.

Çok geçmeden onu buldum da. Hızlı yürüyordu ama onu takip edebiliyordum. Her zamanki yolu kullanmıyordu, sanırım bu sefer farklı bir yere gidiyordu.

Adımlarımı sessiz atmaya çalışıyordum, Ege'nin kulakları da en az benim kadar keskindi ve en ufak bir sesi bile fark edebilirdi.

On dakika süren yolculuğumuzun ardından, burada daha önce hiç görmediğim bar tarzı bir yerde durdu ve kapıda duran güvenliğe kimlik kartını göstererek içeriye girdi. Barın dışında çeşitli imgeler vardı. Daha çok Şeytani imgelerdi bunlar, zaten içeriden gelen yoğun kırmızı ve siyah renklerden buranın tekin olmadığını anlayabilirdiniz.

"Ayin falan mı yapıyor acaba bunlar?" Düşüncemle titredim. Benim salak kardeşim dua bile bilmezdi ayin nasıl yapacaktı ki? Yavaş adımlarla güvenliğe doğru yürüdüm ve Ege'nin yaptığı gibi yüzümü sabit ve ifadesiz tutmaya çalıştım. Pembe renkteki cüzdanımdan kimliğimi çıkardım ve ona gösterdim. Herhangi bir hareketlilik olmayınca bakışlarımı ona çevirdim. Bana boş gözlerle bakıyordu.

"Ne bu?" Kaşlarımı çattım ve kimliğime baktım. Tamam biyometrik fotoğrafım pek iyi değildi ama bu şekilde de sorulmazdı bence. Kırılmadığımı belli etmemek için sinirle kaşlarımı daha derin çattım.

"Kimlik?" Adam masallarda anlatılan dev gibiydi, cüsseli ve korkunçtu. Bir an bana doğru eğilip beni yiyecek diye korktum ama o yalnızca kahkaha attı.

"Buraya girmek için kimlik mi gerekli sanıyorsun?" Daha fazla gülmeye başladı. Korkudan gözlerimi kocaman açtım ve olduğum konumdan birkaç adım geriye gittim.

"Ama az önceki çocuk kimliğiyle girdi." Gözlerindeki yaşı sildi ve bana ciddiyetle bakmaya başladı. Bunda komik olan ne vardı anlayamamıştım.

"O kimlik değildi," Başını iki yana salladı. "Giriş kartıydı o." Kaşlarım şaşkınlıkla kalkarken, adama yalvarmayı düşünüyordum. Ama bu bana tersti, içeride ne yapıyorsa yapsın, istersem merakımdan çatlayayım yine de yalvarmazdım ona.

"İki dakika girip bakamaz mıyım?" Bu yalvarmak değildi.

"Hayır." Kaşlarımı sinirle çattım ve dudaklarımı sinirle büzdüm. Almıyorsa zorlamanın alemi yoktu, Ege eninde sonunda geri gelecekti zaten. Gelirdi değil mi? Herhangi bir uzvunu kaybetmeden ve dayak yemeden, sarhoş olmadan eve gelirdi, öyle değil mi? Adama haddinden uzun bir süre gözlerimi dikerek baktım ve homurdanarak arkama döndüm. Yoluma devam edecektim ancak beni bir şey engelledi.

Arkama döndüğümde başımı bir vücuda çarpmıştım. Bu ikinci kez oluyordu ve yine canım yanıyordu. Acıyla karışık bir sinirle başımı kaldırdım ve çarptığım kişiye baktım.

Bugün daha ne kadar şansız olabilirdim ki?

modal aç
modal aç
modal aç