Yeni Üyelik
2.
Bölüm

MEZARLIK SAKİNLERİ

@geceegunesim_

06.07.22

 

Birinci Bölüm,

MEZARLIK SAKİNLERİ

 

Bölüm Şarkısı,

Sezen Aksu - Küçüğüm

 

 

 

Mezarlık sakinleri beni yanına komşu hatta dost edineli çok uzun zaman olmuştu. Soğuk toprakları benim parmaklarımı çoktan ezberlemişti. Hiçbiri beni yadırgamıyordu ama beni sevdiklerini de düşünmüyordum. Çünkü ben buraya ne zaman gelsem uzun uzun yağmur yağıyor, ruhları ve geride kalan kemikleri sızlıyordu. Benim de içim sızlıyordu. Lakin içimde harlanan ateş ile kıyasladığım zaman bu sızıyı, hiçbir şey olmadığını fark ediyordum.

 

Önceki gece baktığım hava durumu bana mezarlık sakinlerini ziyaret etme izni vermişti. Aslında sabah ziyaretlerini daha çok severdim ama iznim akşamı geçerkendi. Yağmur akşamı beklediği için el mecbur bende akşamı bekliyordum. Akşam olunca geliyor, mezarlığın yanına diz çöküyor, ellerimi toprağın üstüne bırakıp bekliyordum. Bazen beş dakika bazen on beş kimi zaman bir saati bile buluyordu. Saçlarım hafiften ıslanmaya başlayınca, gözlerimin üstünü ve altını hafiften damlalar kaplayınca başımı hafifçe göğe çeviriyor uzun uzun havayı soluyor, bütün yüzüm ıslanınca başımı mezar taşına yaslıyor ve konuşmaya başlıyordum. Birbirine görünmez bir iple bağlanan dudaklarım aralanıyor ve ağzımın içine girip dilimi uyuşturan yaşlar boğazımdan aşağı iniyordu.

Zavallı Hazan.

Mezarlık sakinlerini ziyarete geldiğinde ağlayacağını bildiğinden ya yağmurlu günleri tercih ediyor ve kendini göz yaşlarının azabından kurtarıyor ya da yanında birini de getirip kendini tembihliyordu. Çünkü biliyordu. Çocukken amcasının ona taktığı bu alışkanlık hâlâ devam ediyordu. O bir başkasının yanında ağlamıyordu. İstese de ağlayamıyordu.

Kim bilir o kız neler çekmişti.

Ben bilirim.

 

Uzunca nefeslendim. Ciğerlerime buyur ettiğim nefes sanki içime girip bir bomba edasıyla patlıyor ve içimi kana boğup beni öldürüyordu. Sanki aldığım her nefes beni gebertiyordu. Dışarı verdiğim sıcak nefeslerin havada sigara dumanına dönüştüğünü gördükçe yaşadığımı anlıyor ve bir sigara yakmak istiyordum. İçime çektiğim soğuk nefes bana ölümü hissettirirken ölümü yaşıyor ve ciğerlerimi zorlayan hava yüzünden ağzımdaki sigarayı alıp yere atıyordum. Sonra giderken onları elimde toplayıp dışarıda duran çöpe bırakıyor ve çamur olmuş bedenim ile çamura batmış ruhumu yerden kaldırıyor arabanın içine zorla atıyor ve titreyen ellerimle arabayı çalıştırıp sıcaklığa kavuşmayı bekliyordum.

Her zaman olan rutin şeyler bugün tekrar tekrar ediyordu. Lakin bu sefer bir şeyler daha vardı. Göremediğim, duyamadığım, hissedemediğim ama anladığım bazı bir şeyler. Belki bir gün daha yaklaşmıştım. Neticesinde on yıl olmuştu. Yani olacaktı. Yarın.

 

Arabanın içini kaplayan nahoş sıcaklık ile titreyen ellerim dindi. Saçlarımdan hala akan sulardan birkaçı ensemden sırtıma doğru akıp beni huylandırdı. Sağ elim ile sol gözümün önüne inmiş kumral dalgayı alıp kulağımın arkasına ittim. Üst dudağımı dişlerimin arasına alıp gözlerimi kapattım ve sonra hemen açtım. Elimi kaldırıp aynayı düzelttim ve ayaklarımı yerlerine yerleştirip mezarlık sakinlerinin benim için ayırdıkları yerden ayrıldım.

Mezarlık alanından tamamen çıkıp ana yola girdiğimde aynı zamanda trafiğin göbeğine de girmiştim. Üç şeritli yolun her yanı araba kaynıyordu. Bunu fırsat bilip elimi direksiyondan çekip üstümdeki siyah ceketi kollarımdan sıyırarak çıkardım. Sağda duran koltuğa, çantamın üstüne atıp boynumdaki kolyeyi ve parmaklarımdaki yüzükleri de çıkartıp torpidoya koydum. Yavaş yavaş arabayı ilerletirken aynı zamanda da parmaklarımı başıma çıkartmış yavaşça orada gezdiriyordum. Yağmur daha bir hızlı yağıyor arabanın camlarına vuruyordu. Bu ses pek hoşuma gitmiyordu.

 

"Başlayacağım şimdi!" Hiddetle direksiyona elimi geçirip bir şarkı açtım. Görmeden ve asla önem vermeden. Zaten kulağım da orada değildi. Ta ki o sesi duyana kadar.

 

Sezen Aksu, tüm kalbiyle şarkıyı söylüyor ve benim başım delicesine sanki şarkıya eşlik ediyormuş gibi ağrıyordu. Bağırıyordu. Anlıyordum ama ne gözlerimi oradan ne de ellerimi üstünden çekebiliyordum. Yutkundum. Ve önüme dönüp bir elimi direksiyona koydum. Başımı arkaya yaslayıp onu dinlemeye başladım. Sesini biraz daha açtım. Kendimi biraz daha ona bıraktım. Sonra istemsizce kurumuş dudaklarım aralandı ve yavaşça hareket etmeye başladı. Her şarkısını ezbere bilen kalbim, aklım ve dudaklarım tekrar bir şarkıya yenik düşmüştü. Öldüğü günün bir gece öncesinde arabada oturup şarkı söylüyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi öylece bekliyordu. Gözleri yaşlıydı daha doğrusu yağmur yağmış, ıslatmıştı her yanını. Aynaya baktığında gördüğü babasından kalma gözleri bulanık görüyordu. Elleri tekrar titremeye başlamıştı. Yağmur damlalarının sesi söylediği şarkının sesine karışıyordu. Ve bunların hepsi birleşip bir bedeni, benim bedenimi, beni oluşturuyordu.

 

"Ne kadar az yol almışım, ne kadar az

Yolun başındaymışım meğer.

Elimde yalandan, kocaman, rengarenk geçici oyuncak zaferler.

Küçüğüm daha çok, küçüğüm bu yüzden bütün korkularım.

Gururum bu yüzde, bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım."

 

Dudaklarım örtüldüğünde eş zamanlı gözlerim de örtüldü ve yutkundum. Daha sonra telefonum çalmaya başladı. Uzanıp çantamın içinden aldım ve kulağıma götürdüm.

 

"Neredesin Hazan!? Bu telefona neden bakmıyorsun?!" Katil bir kişi değildi. Katil çok kişiydi. Ve katiller yalnızca beden öldürmezdi. En büyük kanıtlardan biri amcam, en büyük tanıklardan biri de bendim. Amcam katildi ve benim çocukluğumu öldürmüştü.

 

"Ne vardı amca?" Diye sordum birkaç kez öksürdükten sonra. Ve öldürülen ruhların ve öldürülen çocukların, birde çocuklukların geleceği ile bedeni zaman zaman yaşamak için çabalardı. Bu büyümüş bedenler poyraz kadar keskin, yağmur kadar şiddetli, güneş kadar yakıcı ve kar kadar acımasız olurlardı. Ömürleri gökyüzünü andırır, kimi zaman bulutla kaplı kimi zamansa aydınlık olurlardı.

Bazı insanlar şanslılardı ki güneş hep onlar için vardı. Benimse kaderim karanlıktan ibaret, katiller içinde geçiyordu. Benim ismim Hazan. Sonbahar yani. Hep yağmurlu, hep bulutlu, öncesi yaz sonrası kış olan hazan. On ikimden öncesi yaz, sonrası ve şuana kadarı sonbahar bakalım ne zamandan sonrası kış olacak, diyen Hazan.

 

"Yarın sabah şirkete gidecek misin?" Gülümsedim.

 

"Sen gidecek misin amca?"

 

Beklemeden ve hiç düşünmeden direkt yanıtladı beni o buzu andıran sesiyle. "Evet."

 

Gülümsemem daha bir büyüdü. "Yarın senin kardeşinin ve kardeşinin eşinin ölüm yıldönümü amca. Benim anne ve babamın yani." Bildiğini biliyordum. O bilmese bile bilenler vardı ve illa ki ona söylemişlerdi.

 

"Farkındayım kızım. O yüzden şirkette olacağım ve işlerimi hemen halledip eve geçeceğim. Kur'an okunacak." Kaşlarımı havaya kaldırdım.

 

"Sen mi ayarladın?" Diye sordum şaşkınlık içinde. "Bana haber verilmedi."

 

"Bir dahakine telefonuna erken bak öyleyse. Sabah şirkette ol sonra birlikte çıkarız. Yengen seni görmek istiyor birde. Buraya gel istersen. Bu gece burada kal."

 

Trafik hâlâ yoğundu. Buradan amcamlara gitmek kendi evime gitmekten daha uzun sürerdi. Bu yüzden gereği yoktu.

 

"Gerek yok. Sabah görüşürüz."

 

"Gönlümün temelli bizimle kalmandan yana olduğunu biliyorsun kızım. Tek başına yaşamaktansa ailenle yaşa. Burası senin de evin, unutma." Başımı salladım hafifçe.

 

"Biliyorum amca, yeteri kadar çok tekrar ediyorsun zaten. Ama kararım kesin. Böyle iyiyim... Şirkette görüşürüz."

 

"Görüşürüz kızım."

 

Telefonu kapatıp iki bacağımın arasına sıkıştırdım ve eve gidene kadar sessizliği bir daha bozmadım.

 

Kolumda topladığım bütün eşyalarımı yatağımın üstüne atar atmaz banyoya koştum ve üstümdekileri çıkartıp duşun içine girdim. Yüzümde akmış ve aktığı yerde kurumuş siyahlıkları yüzümü ovalayarak çıkardım ve sıcak suyun altına girdim. Uyuşmuş bedenimi yavaş yavaş canlandıran su ve köpük ile vücudumu yıkayıp saçlarıma geçiyordum ki bir anlık baş dönmesi ile iki elimi duvara yaslayıp yavaşça diz çöktüm ve kalçamın üzerine oturdum. İki dizimi kendime doğru çektim ve göğüslerimin dizime uyguladığı basınca rağmen başımı dizlerime doğru eğdim. Bekledim, uzunca bir süre bekledim. Düşündüm, çok düşündüm. Öyle çok düşündüm ki kalbimin tam ortasında bir bıçak peyda oldu. Hiç beklemeden kalbimin tam ortasına bir anda saplandı ve ruhum uzun bir çığlık attı. Ruhumun hiçbir çığlığı kulaklarımdan silinmiyordu.

Bıçak kalbimde daire çizercesine dönüyor, her yeri kan içinde bırakıyordu. Batıp batıp çıkıyor, bana eziyet ediyor ve sonra geri giriyordu. Tek başına karar alamayan aptal kalbimse sanki bana garezi varmış gibi atmaya çalışıyordu. Aklınca beni yaşatmaya çalışıyordu. Keşke çalışmasaydı. Keşke bu yaralı haliyle atmasaydı. Çünkü bu acı ölümün acısından daha büyüktü. Çünkü bu yara iyileşmiyordu. Bu yara ne kabuk ne de yara bandı tutmuyordu. Hiç tutar mıydı? Ruhun bir bedeni bile yokken yarası nasıl kapanacaktı? Kapanmazdı. İşte bunu bilen herkes de bu yüzden insanları ruhlarından yaralardı. Çünkü bedenler gün gelir iyileşirdi. Ruhlarsa bir kez yara aldı mı ölene kadar iyileşmezdi.

Cahil insanoğlu, hain insanoğlu. Kendi nesline zarar veren kötü insanoğlu.

Keşke diyorum.

Keşke o gün o arabada ben de olsaydım da arkada kalmasaydım. Keşke böyle yaşayacağıma ölseydim de yaşamasaydım.

 

Su bedenimden ayrıldığında üşümeye fırsat tanımadan kalın siyah havluyu göğsüme doğru dolayıp aşağı bıraktım. Saçlarımı da uzun havluya dolayıp her yeri kaplayan sıcak buhardan yavaşça uzaklaştım ve odama girdim. Odamın içinde olan ve pek büyük sayılmayan giyinme alanına doğru gidip çekmecelerden bir iç çamaşır takımı aldım. Daha sonra kafamı kaldırıp kıyafetlere baktım. Gözlerim birkaç bir şeyin üzerinde oyalanınca onları da alıp yatağın üzerine bıraktım ve sırtımı yatak başlığına yaslayıp ayaklarımı uzattım. Telefonumu elime alıp mesajlara bakmaya başladım.

 

Akıncı

Her zamanki mekana gel. Önemli olabilir.

 

Yarım saat önce attığı mesaja cevap yazıp telefonu kenara koydum ve hemen kalkıp saçlarımı kuruttum. İç çamaşırlarımı giyip üstüme seçtiğim uzun kollu, boğazlı tek renk siyah kazağı ve altına da diz üstü dar ve siyah bir eteği giyip kazağı eteğin içine soktum. Ayağıma dizimin altına gelecek kadar bir çorap giyip dolaptan uzun topuklu çizmelerimi çıkarttım. Saçlarıma şekil vermekle uğraşmamak için sıkı bir at kuyruğu yapıp önden iki tutam saç bıraktım ve sadece göz makyajı yapıp dudaklarını renklendirdim. Sabahki çantamı ve siyah uzun paltomu alıp kapının önüne geldim. Dizimin üstüne kadar çıkan topuklu çizmeleri giyip paltomu omuzlarına koydum ve evden çıktım.

 

Elimdeki telefon ısrarla çaldığında açıp kulağıma yasladım ve asansörden inip hemen arabanın içine girdim.

 

"Şimdi çıktım Akıncı. Geliyorum."

 

Evimin yarım saat uzağındaki mekana doğru yola çıktım. Yoldayken torpidoya attığım altın yüzükleri ve oradaki küpeleri alıp taktım.

Mekanın önüne geldiğimde indim ve anahtarı beni bekleyen çocuğa uzattım.

 

"Hoş geldiniz Hazan hanım, içeride bekliyorlar sizi." Başımı sallayıp içeri girdim. Kasvet dolu bir yerdi. Burayı hiç sevmiyordum.

 

"Hoş geldin." Kafamı sallayıp bir sandalyeye oturdum. Benden hemen sonra içeri amcam girdi. Hepimiz selamlaşıp geri oturduk. Masadaki süs için koyulmuş kartları alıp elimde dağıtmaya başladım. Ortam epey gergindi ve ben her gergin ortamda bir kart destesi varsa alır onunla oynardım.

 

"Adamı bulmak üzereyiz." Dediğinde kartlar elimde dona kalmıştı. Aniden başımı kaldırıp amcama baktım. "Beş yıl önce yurt dışına çıkmış. Orada yaşadığını düşünmüyoruz. Ama olur mu olur. Ona ulaşamıyoruz. Kendi isteği ile bir iz bırakmadıkça haber dahi alamıyoruz. Tek bildiğimiz şey aylar önce arkasında bıraktığı not, 'Bilerek olmadı. Öldüklerinden haberim yoktu.' Başka da bir şey yok." Dediğinde hiddetlenmiştim. Ne yani bu kadar mıydı? Ne sanıyordu bu adam? Bez bebeğin canını aldığını mı?

 

"Madem yoktu niye hastaneye götürmedi! Bize arabalardaki herkes öldü dendi! Demek ki o şerefsiz kendine öldü dedirtti. Bunu anlamak bu kadar zor olmamalı. Ayrıca zaten buraya gelmeyeceğini hepimiz biliyorduk. Sizin onu buraya getirtmeniz lazım!" Kaşlarım bir çatılıp bir kalkarken yerimde duramayacak kadar sinirliydim. Benim annem ve babam ölmüştü o kazada!

 

"Ne yapalım bizde onu mu öldürelim? Biz ne katiliz ne de mafya, kendine gel!" Kartları masaya sertçe koyup yaydım. Ardından ayağa kalktım.

 

"Size söylüyorum, bilerek yapıldı! Biri düzenledi bunu. Herkesin öleceğini düşünüyordu ama içlerinden biri ölmedi ve bu kişi o! Sadece onun kurtulması çok süpheli değil mi? Onun yüzünden öldü benim ailem! O şerefsiz yüzünden! Ve ben onların intikamını alacağım. Anladınız mı? Gerekirse katil olurum gerekirse mafya! Onlar boşuna ölmedi. On iki yaşındaydım, on iki. Yıllarca keşke bende orada olsaydım da ölseydim dedim. Her yaşımda lanetler savurdum, neden? Ben yıllardır doğum günü kutlamıyorum farkında mısınız! Yeter artık. Siz korkuyorsunuz veya umursamıyorsunuz belli. Bari beni rahat bırakın da kendi ailemin katillerini bulup hak ettiklerini onlara vereyim! Sizin yapacağınız yok." Deyip oradan çıktım. Amcam arkamdan yaptığım terbiyesizlik olduğunu, bir daha yapmamam gerektiğini ve adımı haykırıyordu ama onu umursamadım.

 

Bugün ayın on yedisiydi. On yedi Ekim iki bin yirmi. Yarın tam on yıl olacaktı yani. Koskoca on yıl, onlarca ay, binlerce gün ben yetim ve öksüzdüm. Küçük bir çocukken genç kız ve genç bir kadın olmuştum. Yaklaşık olarak on gün sonra annemin beni doğurduğu yaşta olacaktım. Yeni yaşıma bir kez daha onlarsız girecektim. Ve bu sefer yanımda sevdiğim adam da olmayacaktı. Ben aşk konusunda da yenik düşmüştüm. Dört yılım heba olup gitmişti. Dört yılı boşverin, bir ömür çöp edilmişti.

 

Yollar uzun ve sonsuzdu. Bazen sonsuzluk çok kısa olabiliyordu ama bu yollar asla öyle değildi. Nereye istersen oraya çıkardı. Nereye gitmek istersen seni götürürlerdi. Lakin ben şuan nereye gittiğini bilmiyordum. Acaba nereye gidiyordum? Bu yollar ezbere bildiğim yollardı ama sonucu nereye varacaktı bilmiyordum. Belirsizlik etrafımı gerçekten kuşatmıştı.

 

Amcamların evime gelip eve girmeden kuzenlerimi aradım ve aşağı gelmelerini yengeme beni söylemelerini söyleyip beklemeye başladım. İkisi de beş dakika kadar sonra aşağı inmiş ve arabaya binmişti. Bizde oradan ayrılmıştık.

 

"Neden bizi çağırdın kuzen?" Başımı sağa çevirip Ege'ye ardından da arkada oturan Berfin'e baktım.

 

Ege. Amcamın ilk çocuğu. Okumuyor. Benimle yaşıt sayılabilir. Çocukluğumuz birlikte geçmiştir diyebilirim. Ailem gittikten sonra ben uzun süre evden çıkmadığımdan sürekli o gelirdi ve kimi zaman yanımda kalırdı. Amcam ısrarla daha çocuk olduğumu onlarla yaşamam gerektiğini söylese de hiç kabul etmezdim. O da en sonunda evimizin emektarı olan hizmetli ablayı kendi evlerine almış kendince planlar kurmuştu. Ege'yi göndermiyordu. O yüzden Ege kaçarak geliyordu. Yıllar boyu bu böyle devam etti. Bir yıl liseye geç başladım bende. Aynı sınıfta olduğum herkesten bir yaş büyüktüm. Ege de benden iki sınıf öndeydi. O zamandan bu zamana hiçbir zaman ayrılmadığım dostumdur o. Berfin de lise sondaki küçük kız kardeşi. Ona duyduğum duygular çok farklı. Beş yaş kadar büyük olmam mı sebep yoksa onun bana olan bu ilgisi mi bilmem çok farklı birisidir Berfin. Amcamın tek kızı. Ege'den çok değer verir ona. Bana da Berfin'den çok. Onun ilgisi yüzünden öldüm ama haberi yok.

 

"Kuzenlerimle bir kafa dağıtalım dedim." Diye açıkladım kendimi.

 

Berfin kafasını kaldırıp bana baktı. "Ciddi misin? Nereye gideceğiz? Bara mı?" Böyle şeylere çok meraklıydı.

 

Başımı salladım gülümseyerek. "Evet bara. Ama türkübara."

 

Onun yüzü düşerken ben ve Ege sırıtıyorduk. Bu yüzümdeki mezar sakinlerinin yüzünde bulunan ölümün getirdiği mahsunluğun hüzün dolu gülümsemesiydi. Benim hayatın yüzüne doğru bakıp yüzüme yerleştirdiğim kocaman ölüm gülümsemesiydi.

 

Mekana girip küçük bir masaya yerleştik ve bir şeyler söyledik. Biz Ege ile muhabbet ederken Berfin fotograf çekiyordu.

 

Muhabbet Ege'nin yönlendirmesi ile farklı yönlere çekilirken beklediğim oldu ve Ege ansızın "Zor mu?" Diye sordu.

 

"Ne zor mu?" Dedim.

 

"Tek olmak. Duyuyorum , görüyorum. Hep teksin. Biz gelmeseyedik bu kocaman yerde, bir ton insanın içinde tek başına oturacaktın. Ve bundan hiç şikayet etmiyordun, etmiyorsun. Zor değil mi? Güç değil mi?"

 

"Değil. Ben on yıldır tekim. Zor olsa da alıştım. Artık insanların yanımda olmalarına gerek duymuyorum. Tek daha iyiyim. Yanımda olanlar kuru kalabalık zaten. Her şeyi anladın da buna sağır mı kaldın? Yıllardır yanı başımda sen varsın Ege? Beni hiç mi anlayamadın?"

 

"Çevre oluşturabilirsin. Arkadaş, dost."

 

"Gerek yok. Hiçbiri beni çekemez. Benimle uğraşamaz. Dediğim gibi tek başıma daha iyiyim. Yanımda olan herkes zarar görüyor. Gördü. Görecek. Zarar vermek istemiyorum. Ben böyle yaşayabiliyorum. Sen varsın, Berfin var birileri daha var. Bu kadarı da bana yeter, yetiyor"

 

"Ama mutlu değilsin." Başımı salladım.

 

"Evet, değilim. Ama illa olmam mı lazım? İnsanlar mutlu olmadan yaşayamıyor mu? Aç mıyım? Açıkta mıyım? Durumum mu kötü? Hayır, hepsine sahibim. Benden kötü halde olan milyonlarca insan var ama bak, yaşıyorlar. Öyleyse insanlar mutlu olmadan da yaşayabiliyormuş değil mi?"

 

"Ama onlar zorundalar." Dedi. İçimden "Zıkkım." Diye geçirmeden edemedim. "Onlar durumlarını değiştiremezler. Sen değiştirebilirsin. Bu sert halinden çıksan, gülsen, çevren olacak ve mutlu olacaksın. Öyle biri olmasan da seninle arkadaş olmak isteyecek birçok insan var. Sadece sen görmüyorsun. Ben değil sen bunlara sağır ve kör kalmışsın. "

 

"Yeter bu kadar Ege. Kapat bu konuyu. Şuan konuşmak istediğim son şey bile olamaz çünkü bu."

 

Lafımı dinlemesi beni sevindirmişti.

 

İki saate yakın orada oturduk daha sonra kalkıp arabaya bindik. İkisini evlerine bıraktım ve sonra kendi sahil kenarındaki evime geldim. Eve çıkmadan önce de sahile inip yürümeye başladım.

 

Yağmurun ıslattığı beton da, sahil kenarında yürürken bir çok kişinin de benim gibi sokakta olduğunu gördüm. Kimisi sarhoştu kimisi sevgilisi ile. Mutlu gözüküyorlardı. Birisi sevgilisi ile kavga ediyordu yalnızca. Yanlarından geçerken oğlanın yanına yaklaştım. Kızın üzgün ve mahçup suratına baktım. Üzüyordu kızı. Üzmemliydi.

 

"Onu üzme. Yarın birgün bir şey olursa keşken olmasın. Öüm var. Ölüm bir adım ötemizde, bir adım arkamızda, unutma..." deyip yanlarından ayrıldım. Nasihat vermeyi sevmezdim ama bazen bazı şeylere dayanamıyordum. Hele de kendi yaşadığım şeylerse kendimi tutmak epey zor olabiliyordu. Biraz yürüdükten sonra merak edip arkamı döndüm. Sarılıyorlardı. Gülümseyip yürümeye devam ettim. İşte bu kadardı.

 

Yolu yavaş yavaş, düşüne düşüne gidip geldim ve eve girdim. Üstüme rahat bir şeyler geçirdim. Yiyecek bir şeyler de hazırlayıp koltuğa oturdum. Televizyonu açıp en sevdiğim filmlerden biri olan Malafiz'i izlemeye başladım. Çocukluktan bu yana sakladığım, aynı kalan tek şey bu filmdi. Yirmi üçüme girecek dahi olsam izlemekten gocunmazdım. Hem ne demişler. İnsanlar en sevdiği şeylerde kendilerini bulurlarmış. Ben kendimi onda buluyordum.

 

Ben Malafiz'e benziyordum. Onun gibi zamanında iyi, güzel ve kanatları olan biriydim. Daha sonra gene onun gibi kötü biri oldum. Güzelliğimi kaybettim. Siyahın asilliğine sarıldım. Onun gibi benim de kanatlarımı kestiler. Kanatlarımızı en sevdiğin kesti ikimizin de. En güvendiğimiz ve beklediğimiz kişi kesti. Ama o geri kazanabilmişti kanatlarını, ona geri vermişlerdi. Ben de geri alabilecek miydim? Bana da geri verecekler miydi?

 

O ölümün kıyısından döndü. Hatta o öldü. Ama küllerinden geri doğdu. Kanatlarını geri kazandı ve onları öyle bir çırptı ki, havada öyle bir süzüldü ki eskisi gibi hatta daha da güzel oldu. Ben de o zamanı bekliyorum. Küllerimden doğup kanatlarıma tekrar kavuşabileceğim zamanı...

 

Birincisini bitirip diğerinin de izledim. İkisi de bitince salonu toparlayıp odama girdim ve yatağa girdim. Yorganı bel hizzama kadar çekip gözlerimi kapattım. Yarın zor ve yorucu bir gün olacaktı. Zaten her gün zor ve yorucu olurdu.

 

Düşmanım çok vardı. Yalnız insanlar değil, insanların da dışında düşmanlarım vardı. Mesela kışı hiç sevmezdim. Sonra tatlı şeyleri. Belki biraz da soyadımı. Ve zil seslerini. Hayatımda ilk defa ne zaman ona kim beslediğimi hatırlamaya çalışıyorum. Beş yıl kadar önceydi herhalde. Amcam kapıma gelip benimle konuşacağını söylediğinde içimdeki duyguları hatırlıyorum. Pek de kötümser değildim, diyecekleri beni korkutmuyordu konuşana kadar. Sonra konuştu. Ve ondan sonrası felaket.

 

Lisenin son yılıydı. On sekizime az kalmıştı amcam beni bir hapishaneye sokmaya karar verdiğinde. Benim kararımı sormamış, sanki bir kuklaymışım gibi beni almış ve her şeyden çok sevdiği şirketinin başına koymuştu. Ne de güzel ama değil mi? Değil. Babam yaşarken bile beni göz hapsinde tutup mahkum yetiştiriyormuş gibi yetiştirirdi beni amcam. Prenses gibi büyüdüğüm ev yıkıldığında başlayan kıyamet tüm hayatımın tetikcisiydi. Amcam beni alıp dövüştürür, atış talimi yaptırır, üniveriste okumama gerek duymaz, benim işimin yalnızca soyadım olup olacağını söyler, çocuk bir bedene yetişkin kuralları biçerdi. Sanki başka işim yokmuş gibi lüks binalara sokar bana ahlak dersi verirdi. Baş başa. Çünkü ona göre babamın soyu kendisin soyundan daha iyiydi. Yani ben onun çocuklarından daha iyi daha güzel daha bilinçli daha güçlüydüm. Evet öyleydim? Neden öyleydim? Çünkü amcamın eli kendi çocuklarının başını okşamak için havaya kalkarken benim yanımda eli silahını almak ve bana verip atış etmemi istemek için kalkardı. Onların saçlarını okşarken bana yumruk atmayı öğretirdi. Hocalarım hep farklı olurdu. Kişiye bağlanmamayı öğretmek için alışmamı engeller alıştığım varsa da onu kovarak bana ders verirdi. Maliyeden, ekonomiden, para alıp vermeden, mekanlardan söz eder onları bana aşılardı. Hatırlıyorum. Doktor olmak istiyorum dediğimde "Sen hayat kurtaramazsın Hazan. Senin işin doktorluktan çok uzak." Derdi. Dinlemez çalışırdım. Çalışıp kazandım ama sonra on sekizime girdiğimde omzuma yüklenen yükler ile okumak öyle zor oldu ki... Yirmi iki yaşımda okulu bıraktım. Oysa annemin ve babamın tek hayali beni beyaz önlük içinde görmekti. Onlar beni beyazlar içinde hayal ederken amcam beni almış karanlığa fırlatmıştı. Ve her seferinde karşıma geçip bana, benim iyiliğimi istediğini söyledi. Benim için bana bunları yaptığını. Lazım olacağını ısrarla bana aşılardı. Evet, lazım oluyordu ama eğer o beni bu karanlığa itmeseydi lazım olmayacaktı. Ben amcamın bana sevecen bir şekilde bakıp, başımı okşadığını şirketin başına geçip şirketi en üst mertebeye taşıdığım zaman aldım. Yalnız o an. O zamandan bu zamana da daha hiç olmadı, zaten ihtiyaç da duymadım.

 

Şimdi düşman saydığım telefonun alarm sesiyle uyanmış, yatağımın yanına diz çökmüş elimde yıllardan kalma günlüğüm ile öylece duruyor ve kendime bakıyordum. İçten içe de anneme yalvarıyordum.

 

"Affet anne. Kızın hayal ettiğin yere hiçbir zaman gelemeyecek. Hakkını helal et Yeşim hanım. Çünkü böyle olmasını ben de hiç istemedim."

 

Defteri yatağın üstüne bırakıp ayağa kalktım ve giyinme odasına gidip renk renk sıraladığım dolaplardan siyah olanın önüne gelip kapaklarını araladım. Siyah bir kumaş pantalon alıp bacaklarımdan geçirdim. Üzerine, uzun kollu açık kare yaka siyah bir büstiyer aldım ve sıkı sıkı vücudumu saran şeyi giyip fermuarını çektim. Bacaklarımı saran siyah pantalonun içine büstiyeri sokup yerden siyah topuklu ayakkabılarımı aldım ve odaya geri girdim. Saçlarımı açıp düzleştirdim. Makyaj yaptım. Kulağıma halka küpeler taktım. Boynuma bir kolye bıraktım. Bileğime siyah bir saat bağlayıp çantamı hazırladım. Ayakkabılarımı giyip omuzlarıma paltomu aldım ve aynanın karşısına geçtim. Gülümsedim. Sonra beğenmeyip farklı bir gülümseme taktım dudaklarıma. Birkaç dakika gülümseme çalışıp en sonunda bir tanesinde karar kıldım. Sonra hüzünlü gözlerim vücudumda gezindi. Bugün benim ailem ölmüştü ve ben süsleniyordum. Kötü bir evlattım belki de. Ne de olsa tam bir sahtekardım.

 

"Beni affedin. Yalvarırım. Beni bağışlayın." Anneme ait olan siyah şalı alıp evden çıktım ve siyah arabama binip şirkete geçtim. Her zamanki gibi Gül gelip sağ tarafımda durdu ve benimle birlikte odama çıkıp içeri girdi. Kapıyı ardından kapattı.

 

"Efendim,"

 

"Oturabilirsin Gül." Koltuklardan birine oturup gözlerini dizlerine indirdi.

 

"Efendim,"

 

"Konuşurken insanların yüzlerine bakılır Gül. Kafanı kaldır ve gözlerime bak. Bak ve bana ne gördüğünü söyle."

Amcamın kurallarından biri. Konuşurken başka yere bakmak yok.

 

Gül başını kaldırdı bana baktı ve yutkundu.

 

"Başınız sağ olsun, Efendim." Gülümsedim. Sabahki seçtiğim gülümsemydi bu.

 

"Dostlar sağ olsun Gül. Şimdi yüzüme iyice bak ve bana ne gördüğünü söyle "

 

Gül hafifçe yutkundu. Sonra biraz beni inceledi. Tabii ki kimse onun kadar acami olmayacaktı.

 

"Mutsuz, acılı ama buna alışmış çok güzel gülümseyen bir kadın görüyorum. Bu kadın çok güçlü ve hiçbir şeyin onu yıkamayacağını herkese kanıtlamak isteyen bir kadın. Gördüğüm bunlar."

 

Başımı hafifçe salladım. "Güzel mi gülümsüyorum Gül?" Diye sordum bu sefer.

 

"Çok güzel Hazan Hanım. Çok güzel." Demek güzeldi. Öyleyse bundan sonra bunu kullanabilirdim. "Acılarını gizlemek ister gibi gülüyorsunuz. Ve sanki acı çekmeye alışmış gibi."

 

Ne de kötü bir şeydi. Acı çekmeye alışabilmek. Her kötülüğü "Daha kötüsü de başıma gelmişti." Deyip atlatmak. Bir omuz bulamadığından bir yere yaslanıp uyuyamamak veya ağlayamamak. Ağlamamak için avuç içlerini kanatmak ve çığlık atmak. Seni büyüten zalim eğitmene sözler vermek ve bu sözlere ölümüne bağlı olmak zorunda olmak. Ah ne acı. Ne acı ölmek istemek ama ölememek. Ne acı.

 

"Size gelen mektuplar, notlar, paketler var Efendim. Dilerseniz buraya getireyim." Başımı olumlu anlamda salladım.

 

"İşlerini başkasına devret. Bugün mevlüt var. Benimle oraya geleceksin."

 

Yüzümde şaşkınlığı net bir şekilde seçebiliyordum. Bu ilk defa yaptığım bir şeydi. Ama Gül benim şu hayatta en güvendiğim insanlardan biriydi. Belki de ilk kişiydi. İlk ve tek. Ona inanıyordum. Bana yalan söylemez, beni utandırmaz, büyük bir sevgi, saygı ve içten içe bir itaat beslerdi içinde. Bu yüzden eğer bir şey olursa ilk ona söyler, kimi zaman ondan fikir alır ve evine giderdim. Nitekim. Milyonlar parmağında olmasına rağmen yalnız bir kadındım. Yalnız ve kötü. Lakin Gül beni hiç kötü görmemişti. Gül yalnız bir çalışan asla değildi.

 

"Ben mi geleceğim? Hazan Hanım ben yalnızca bir asistanım yani orada ne yapacağım?" Kaşlarımı havaya kaldırdım.

 

"Sence ben kötü bir insan mıyım Gül?" Hemen cevap verdi.

 

"Asla değilsiniz Efendim."

 

Ben sorularımı sıra sıra sordum ve almak istediğim bütün cevapları aldım.

 

"İşte bu yüzden sen benimle geleceksin. Tabi eğer istemiyorsan gelmeyebilirsin ama ben benim yanımda olmanı istiyorum Gül."

 

Gülümsedi. Benimki gibi sahte bir gülümseme değildi.

 

"Peki ama Kadir bey ne diyecek bu duruma? Kendisi böyle şeylerden pek hoşlanmaz." Başımı iki yana salladım.

 

"Kadir bey, benden daha üstün daha yetkili daha güçlü değil. Ayrıca sen benim emrim altındasın. Kendisi ne sana ne de bana bir şey söyleyemez. Şimdi git ve dediklerimi yap."

 

Hemen ayağa kalkıp saygılarını sundu ve odadan çıktı. Bende bugün yapmam gereken ne varsa onları yapmak için bilgisayarımı açtım.

 

İşlere dalmış giderken kapım süratle açıldı. Bende hızla oraya döndüm. Ama bakmadan önce konuşmaya başlamıştım.

 

"Kapımı çalmadan girmeyin! Bu ne cüret!" Cümlem bitmeden gelen kişiyi görünce bir an duraksasam da devam ettim. "Bir daha olmasın."

 

"Benim Hazan. Amcan." Kaşlarımı çatıp başımı hafifçe sağıma çevirdim.

"Bu neyi değiştirir amca? Gerekirse Cumhurbaşkanı olsun. Kapımı çalmadan özel alanıma giremezsin."

 

Amcamın kurallarından bir diğeri. Kapı her zaman çalınmalıdır.

 

"Burası benim şirketim Hazan. Farkındasın diye umuyorum." Gelip karşıma oturunca kapı da kendiliğinden kapandı.

 

"Burası senin şirketin öyle mi amca? Öyleyse beni rahat bırak, gideyim. Ah ama unutmuşum. Ben olmadan sen ve senin şirketlerin ne ki amca? Ben olmasam siz nesiniz?" Sinirlendiğini hissedebiliyordum.

 

"Haddini aşma!" Yüzüme yalandan bir endişe yaydım. "Yoksa haddimi mi aştım? Sen bana her daim açık sözlü olmamı ve değerimin farkında olmamı söylemez miydin amca? Ne değişti?"

 

"Ben sana saygıyı da öğretmiştim Hazan. Ama görüyorum ki sen bazı şeyleri unutmuşsun." Gözleri yüzümde dolaşıyor şuan ne yaptığımı sorguluyordu.

 

"Eğer bana saygılı olursan ben de sana olurum amcacığım. Beni hafife alma. Yıllar boyu dersimi çok iyi dinledim ve emin ol saygısızlık asla affedebileceğim bir şey değil. Sonra mazallah, bir anda bir hiçe dönüşürsün seni ben bile benden kurtaramam." Kaşları daha çok çatıldı.

 

"Beni tehtit mi ediyorsun?" Gülümsedim.

 

"Ne haddime. Ben yalnızca dürüst bir insanım. Bir de oldukça ileri görüşlü. Şimdi ne diyeksen de ve sonra beni rahat bırak lütfen." Hızla ayağa kalktı.

 

"Sen benim kim olduğumu unutmuşsun herhalde!" Diye bağırınca yüzümü buruşturdum. "Acın var diye seni alttan alıyorum, kendine gel."

 

Ayağa kalkıp karşısında durdum.

"Rica ediyorum bağırmaya keser misin? Kulaklarım oldukça sağlıklı, seni duyabiliyorum. Ve sevgili amcacığım, lütfen beni alttan alma ve ne yapabileceğini bana göster."

 

Gözlerinde şimşekler çakarken bir anda bir isim bağırınca genç bir adam kapıyı çalarak odaya girdi. Kapının hemen karşısında amcam olduğundan onu görünce odaya laubali bir şekilde girdi lakin kapıyı kapatıp birkaç adım attıktan sonra beni de fark etti. Olduğu yerde durdu ve ceketinin önünü ilikleyip başını önüne eğdi. Ben başımı izin verircesine sallayınca gelip karşımızda durdu.

 

"Hazan Hanım'ın odasını boşlatın." Dedi amcam gözlerini üzerimden çekmeden. Hafif bir kahkaha attım.

 

"Neden Efendim?" Diye sordu adam. Amcam ona döndü. "Ne dediysem onu yap."

 

Genç adam döndü ve bana baktı. Bakışlarımı ona çevirmedim.

 

"Hazan Hanım'ın izni olmadan yapamam Kadir bey." Dediğinde amcamın yüzünde öyle bir ifade belirdi ki kalbim acımasa oturup saatlerce kahkaha atabilirdim.

 

"Ne demek yapamam! Sana emrediyorum, odayı boşalt!" Adam iki adım arkaya gitti.

 

"Bir emirleri Hazan Hanım'dan alırız, Kadir bey. Bildiğiniz gibi kendisi bu şirketin en büyük ortağı ve bundan birkaç ay önce sizin izninizle bütün yetkiyi aldı." Gözlerim galibiyetle parlıyordu. Amcam bana döndü ve birkaç saniye sonra adama tekrar emir verdi.

 

"Kovuldun!"

 

Arkaya doğru adımlayıp masama yaslandım.

 

"İşinin başına dön Salih. Maaşına bu doğru davranışından ötürü zam yapılacak. Bildirirsin. Ben ilgilenirim."

 

Salih başını önüne eğip tekrar ceketinin önünü bir araya getirdi ve odadan çıktı.

 

"Unutmayın Kadir bey. Beni siz yetiştirdiniz. Eğer baş edemiyorsanız lütfen beni kendi halime bırakın. Çünkü bir aile üyemin bir çalışanın karşısında bir daha böyle bir duruma düşmesi isteyeceğim şey değil." Amcam arkasını bana döndü ve kapıya yürüdü, sert adımlarla.

 

"Ve Kadir bey, benim iznim olmadan hiç kimseyi işten çıkaramaz işe alamazsınız. Umarım anlaşılmışımdır. İyi günler dilerim. Çıkışta görüşmek üzre." Ve odadan çıkıp gitti.

 

Amcam ile çok güzel bir ilişkimiz vardı, dışarıdan bakıldığında. Asla birbirime laf söylemez, laf söyletmezdik. Babam öldükten sonra bana babalık yapan insandı amcam. Beni sarmış sarmalamış ve bu yerlere getirmişti. Evet beni bu yerlere amcam getirmişti. Bu iğrenç hayatın ortasına o atmış, bu yaptıklarının hep benim iyiliğim için olduğunu, annemin ve babamın da onun gibi düşündüğünü, eğer yaşıyor olsalardı beni buralarda görmek isteyeceklerini söylerdi. Oysa külliyen yalandı. Benim ailem beni siyahlar içinde bir soyadı yüzünden hayatını yaşamayan bir kadın olarak görmek istemezlerdi. Keşke ölmeden önce bir vasiyet bırakmış olsalardı. O zaman ölene kadar o iki üç satıra tâbi kalırdı hayatım. Onların hayalindeki gibi yaşar, isteklerini yerine getirirdim. Ama evi ne kadar arayıp tarasam, kasalara hatta banka hesaplarına bile baksam tek bir not bulamamıştım. Annem bana ne haberi verecekti bilememiştim. Ve bir ömür boyu da bilemeyecektim.

 

Dakikalar dakikaları kovalarken ve dışarıdaki güneş daha çok göğe yükselirken zaman da akıp gidiyordu. Odamın kapısı Güneş tam tepede dururken çalındı ve içeri Gül girdi. Gelip masanın karşısında durdu ve odama gönderdiği epey fazlaca olan notlar, paketler ve mektuplara kaydırdı gözlerini. Sonra bana döndü.

 

"Hiçbirini açmamışsınız Efendim," sesine ve cümlesine soru iması dokundurmuştu. Onu onayladım. Tabii ki bakmamıştım. Ne diye oturup onlara bakacaktım? Eğer zaman kaybı olursa eve, mevlüte yetişemezdim. Bu yüzden hep çalışmış ve yapmam gereken ne varsa yapmıştım. Bunu Gül'e de anlatırdım ama gerek duymadım.

 

"Ne zaman çıkmamız gerekiyormuş?" Diye sordum onun yerine.

 

Saatine baktı ve bana döndü. "Bir saat kadar daha var Efendim." Sandalyeden kalkıp büyük deri koltuklardan birine oturdum ve bir bacağımı diğerinin üstüne attım. Elimle Gül'e karşımı gösterdim.

 

"Otursana," gelip oturdu ve ne yapmak istediğimi sorgular gibi bana bakmaya başladı. Ben tam ağzımı açmıştım ki kapı tekrar çalındı.

 

"Gel," komutumla kapı açıldı ve içeri amcam girdi. Gülümsememe engel olamadım.

 

Gül amcamı gördüğü gibi ayağa kalktı. Ona onaylamaz bakışlar gönderdim.

 

"Efendim amca," Gül ise bana şaşkın bakışlarını gönderiyordu.

 

"Seni bir saat sonra alırım, gideriz. Akşam da ailecek bir yemek yiyeceğiz." Dediğinde kaşlarımı çattım.

 

"Evde mi?" Dediğimde başını iki yana salladı.

 

"Orada oturup bir yemeğe binlerce hesap ödeyene kadar hayrına bir mazlum yedir, öksüz giydir amca." Dediğimde bana kaşlarını çatarak bakan bu sefer oydu. Haksız mıydım? Sanki gösteriş yapıyorduk.

 

"Bugün fazla asabisin kızım. Akşam yemeğe gideceğiz. Kendini hazırlasan iyi edersin." Dedi ve odadan çıktı. Sinirle Gül'e döndüm.

 

"Otur aşağı Gül!"

 

Yerine geri oturunca ona mühim şeyler söyleyecek gibi öne doğru eğildim ve gözlerinin içine baktım.

 

"Benim yanımdayken içeri kim girerse girsin sana komut vermeden bir daha zinhar ayağa kalkmayacak, ben varken başka birinden emir almayacak, gerekirse bundan sonra her durumunu bana dakika dakika bildireceksin. Anladın mı?" Dediğimde hızlıca başını salladı. "Ayrıca bana öyle şaşkın şaşkın bakma. Kimseden emir almaz ve içeri giren amcam dahi olsa ayağa kalkmak zorunda olmam ben. Şimdi her şey tamamsa şuradan birkaç şey getir ve aç."

 

Ayağa kalkıp paketlerin yanına gitti ve bir kucak dolusu şey alıp koltuğun üstüne bıraktı. Kendisi de yanına oturdu.

 

"Bunları neden ben yapıyorum Efendim?" Elim kolum vardı, ben de açabilirdim ama mesele o değildi.

 

"Her şeyimi öğren ve bundan sonra daha doğru davran diye Gül." Başını kaldırıp bana baktı.

 

"Nasıl yani?" Dediğinde arkama geri yaslandım.

 

"Yani artık bir asistandan fazlası olacaksın Gül. Zaten epey şeye hakimsin ama yeterli değil. Sen bundan sonra benim yoldaşımsın anladın mı? Artık yalnızca ben varım senin için. Amcam veya Ege değil, sadece ben. Ben sana ne yap dersem onu yapacaksın. Olur mu olur, belki gerekir en kötü şeylere bile hazırla kendini. Bence beni seviyorsun da zaten o yüzden itiraz da etmezsin. Doğru muyum?"

 

Onu tanıyordum az çok. O yüzden yerine karar vermiş sayılmazdım. Teklif etsem, kabul edecekti. Bu yüzden içim rahattı. "Evet Efendim. Tabii ki." Deyip teker teker mektupları açtı ve bana kimin gönderdiği söyledi. Ona herkesi detaylıca tanıttım, önemli olanları okuttum ve böylece epey bir mektup okumuş olduk.

 

"Ali Kuyucu. O göndermiş. Bu adam Akabey Holding'in yeni ortağı değil mi?" Ayağa kalkıp yanına gittim ve mektubu elinden alıp yanına oturdum. "Bizim de eski ortağımız." Diye devam etti.

 

"Öyle, öyle ama bu adamın bana mektup göndereceğini düşünmezdim. Hayret." Deyip zarfı açtım ve içindeki beyaz kağıdı çıkardım. Sessizce okumaya başladım.

 

"Sevgili Kara Holding'in ve Kara ailesinin göz bebeği Hazan Kara,

Biliyorum, benden bir mektup beklemiyor ve şuan şaşkınlık sürüyorsun ama söylemek isterim ki sevgili baban Selim eski dostumdu. Bu yüzden onun biricik kızına böyle kötü bir günde birkaç satır yazmak istedim...

Selim varken şirketiniz çok iyi yerlerdeydi, biliyorsundur. Sizi şimdi böyle kötü şekilde görmek kanıma dokunuyor. Düşündüm ki eğer istersen babanın ve bugünün hatrına bir akşam yemeğinde aynı masanın etrafında buluşalım. Dostum Akabey Holding'in oğlu Ateş ile olan eski samimiliğiniz de malum tabi...

Uzun lafın kısası, Akabey ve Kuyucular olarak bugün akşam

sizinle aynı restorantta olacağız. Başta sen olmak üzere ailenle bir şeyler içmekten onur duyarım.

Başın sağ olsun, Hazancım. Sana sabırlar diliyorum...

 

Ali Kuyucu"

 

Mektup elimde buruşturup sıkmaya başladım. Bu adam yakamızdan asla düşmeyecekti! Biz onlarla samimiyeti keseli yıllar oluyordu. Zaten onlar gidince onların yerine ben gelmiştim ama ne olursa olsun, bu adam her fırsatta bizimle iletişime geçmeye çalışıyordu. Başaramayınca da Akabeyler ile yakınlık kuruyordu. Aklınca bu mektupta bana oynayarak ama aynı zamanda Akebeyleri kaybetmeden bizimle birlikte olacaktı. Ne berbat bir mektup ve ne aciz bir düşünce!

Amcam bir daha bu adama yüz vermezdi. Ne de olsa onlar gittikten sonra durumumuz dediğinin aksine epey düzelmişti. Yalancı ve karaktersiz bir adamdı!

 

"Bir sorun mu var Efendim?" Gül'e döndüm.

 

"Kuyucu Holding'ten birisini buraya çağırın. Ali Kuyucu'ya bir mektup yollayacağım."

 

"Sevgili Kuyucu Holding'in ve Kuyucu ailesinin baş karaktersizi Ali Kuyucu.

Biliyorum mektubunuza bu kadar erken cevap vereceğimi düşünmüyordunuz ama ani gelişti ve hemen size duygularımı açıklamak istedim...

İlk olarak babamın sizin gibi bir adamla ne gibi bir dostluk içinde olduğunu çok merak ettiğimi söylemek isterim. Çünkü siz sevgili babam Selim Kara'nın etrafında bile dolaşamayacak aşağılık bir adamsınız. Tahminimce bu dostluk da aklınızda yeşerttiğiniz bir şey. Yalnız her neyse, bu konu uzasın istemiyorum.

İkinci olarak, bizim maddi manevi durumumuz epey iyi, gördüğüm kadarıyla siz kendiniz için endişeleniyorsunuz ama üzgünüm elimizden hiçbir şey gelmez. Artık hiçbir şekilde bir bağlantımızın kalmadığını ve tekrarının da olmayacağını anlamınızı tüm benliğim ile istiyorum. Dilerim ki kendi hayal dünyanızdan en yakın zamanda çıkarsınız.

Ve son olarak, bizimle aynı masaya oturmak sizin için gerçekten bir şereftir. Nitekim, kendiniz gibi bir ailenin Kara ailesi gibi bir aile ile aynı yerde bulunması bile sizin için bir reklamdır.

Akşam pek sevgili ortağınız ve sizinle görüşmek üzere.

İyi dilekleriniz için teşekkür ediyor ve bir daha tekrarlanmaması için sizi uyarıyorum.

 

Rica ederim.

Hazan Kara..."

 

Mektubu zarfın içine yerleştirip gelen orta yaşlarda adamın eline verdim.

 

"Bizzat kendisine ilet." Başını salladı ve odadan çıktı.

 

Gül hazırlanmak için yanımdan ayrıldı ve ben de çıkarttığım paltomu üstüme geçirdim. Çantam ve şalımı elime alıp odadan çıktım.

 

Koridor boyunca çalışanların başınız sağ olsunlarını ufak hareketler ve sözlerle karşılayıp Gül'ün odasının hemen ilerisinde olan asansörün önüne geldim. Amcam da saniyeler sonra yanıma geldi ve asansör gelmeden Gül de yanımıza ulaşmıştı.

 

"Sen nereye Gül? Daha akşam olmadı, erken mi çıkıyorsun?" Gül kararsız ve çekingen bakışlarını bana çevirince ona hadi dercesine kaşlarımı kaldırdım.

 

"Şey Kadir bey," deyip sustuğunda artık kaşlarım çatılmış, gözlerim kısılmıştı. Eğer böyle devam ederse anlaşamayacaktık.

 

"Lafı ağzında geveleme de direkt söyle." Amcamın sert tavrına karşılık gözlerimi ona çevirdim. Asansör aşağı doğru inmeye başladı.

 

"Bende sizinle geliyorum. Hazan Hanım öyle emretti, bugün orada olacağım." Amcam bu nereden çıktı diye resmen bağıran gözlerini gözlerime dokundurdu.

 

"Neden kızım? Ne gerek vardı?" Başımı önüme çevirdim ve göz temasını kestim.

 

"Canım öyle istedi amca. Gül artık her anımda yanımda olacak." Asansör durdu, kapısı açıldı aşağı indik.

 

"Bu karar nereden çıktı peki kızım?" O cümlesini bitirir bitirmez etrafımızı sardılar.

 

"Başınız sağ olsun,"

 

"Çok üzüldük Allah gani gani rahmet eylesin,"

 

"On yıl oldu ama hala kalbimizdeler, unutmadık Hazan Hanım. Başınız sağ olsun."

 

Hepsine başımı hafifçe salladım ve kapıdan çıkana kadar amcama cevap vermedim.

 

"Bir anda karar verdim ve kararımdan da memnunum amca." Gül'ü kolundan tutup kendime çektim. "Biz birlikte gidelim, sen arkamızdan gelirsin." Amcam başını sağına eyip kabul ettiğinin beyanını verince biz Gül ile benim arabama bindik amcam da şoförü olan bir arabanın arka koltuğuna doğru yürüdü.

 

"Sanırsam biraz gerginsiniz Efendim." Kemerimizi taktığımız zaman araba bekletmeden hareket etti.

 

"Öyle." Dedim yalnızca. Kim ailesinin ölüm yıldönümünde gergin olmayabilirdi ki? Bu gergin olunası bir gündü. Gergin, sinirli, mutsuz ve belki de yüzsüz. Nitekim ben zaten çoğu zaman öyleydim. Duygularımı tüm yüzüme yaymaz, günün nasıl geçeceğine önceden karar verir duygularımın yüzüme yansıyış şeklini gece veya sabah kararlaştırır güne ona göre devam ederdim. Tiyatro oyunu gibi hayat yaşıyordum lakin benim hayat pek mutlu geçmiyordu.

 

"Ben hâlâ orada ne yapacağımı bilmiyorum Efendim. Acaba bana biraz yardımcı olur musunuz?" Dudaklarımı yalayıp gaza biraz daha yüklendim. Araba vites attı.

 

"Herkes nasıl davranıyorsa sende öyle davran diyeceğim ama vazgeçtim, öyle sahte davranma. Kendin gibi ol, benden başka kimseye üstünlermiş gibi davranma. Onlar da birer insan itaate gerek yok. Unutma sen benim yanımdasın ve benim yanımda olan kimseye zorunluluk yüklenmez." Gül yavaşça başını salladı.

 

"Ya oradaki kesim bana hoş yaklaşmazsa? Yani benim için sorun değil ama size leke sürülsün istemem." Yan yola girdik. Gözlerimi dikiz aynasında taşıdım ve amcamın arabasına baktım.

 

Gözlerimi aynadan çekmeden "Eğer ki sen beni düşünüyorsan ben de seni düşünürüm Gül. Ve sana zarar gelmesine katiyen izin vermem. Anlıyor musun?"

 

Gözlerim uzun yolu buldu.

 

"Anneniz ve babanız da böyleydi. Aynı sizin gibi. Bilirsiniz kendileriyle uzun yıllar çalışamadım ama dört beş yılda onlar tarafından gördüğüm saygı ve sevgi çok farklıydı. Hatırlamazsınız ama annenizin işi olduğunda ve size bakamadığında beni çağırırdı. Bebekliğinizde kollarımdaydınız."

Bunları bilmiyordum. Kimse daha önce anlatmamıştı.

 

"Madem öyle neden sadece bir asistan olarak bıraktılar seni?"

 

"Normalde öyle değildi, beni annenizden ayırmazlardı. Ama Kadir bey bunu anlamsız buldu ve kendileri vefat ettikten sonra beni eski yerime geri gönderdi. Kadir bey fazla gaddar bir adamdır Hazan hanım. Babanız da bunu bildiğinden size bir mektup bıraktı zaten. Yoksa ne diye-" idrak ettiğim şey ile sözünü aniden böldüm.

 

"Ne dedin sen!" Gül yavaşça yutkundu ve gözlerini ellerine indirdi.

 

"Üzgünüm Efendim, amcanıza gaddar demek istemezdim ama-" başımı iki yana salladım.

 

"Ondan bahsetmiyorum! Ondan sonra ne dedin? Mektup. Ne mektubu?" Yolu kontrol ederken aynı zamanda sık sık başımı ona doğru çeviriyordum. Gül de şaşkınlıkla başını bana kaldırıp yüzüme baktı.

 

"Bilmiyor musunuz? Babanız size ölmeden önce uzunca bir mektup bıraktı. Bana verip saklamamı isteyecekti ama Kadir bey buna izin vermedi ve kendisi aldı. Zamanı gelince size kendisinin vereceğini söyledi. Yoksa vermedi mi?" Direskiyonda olan elim yumruk haline geldi ve güçlüce iki kere dış kısmı yumrukladı.

 

"İlk görevimiz o mektubu bulmak Gül. En kısa sürede bulmak." Gül mahçup olmuştu, belliydi. Dudaklarını büzdü.

 

"Ben bilsem daha önce söylerdim Efendim ama hiç aklıma gelmedi. Üzgünüm."

 

Bu şuan önemli değildi. Nasılsa zamanı geriye alamazdık. Önemli olan bundan sonra ne yapacağımızdı. Yalnız bu olayı amcama en yakın zamanda açacaktım.

 

"Sorun değil... Gül... Annemler beni gelecekte ne olarak yani nasıl görmek isterlerdi? Daha önce hiç bahsetmişler miydi?" Ben bilmiyordum ama belki o bilirdi. Benden çok tanıyordu onları.

 

"Anneniz size beyazın çok yakıştığını, gelecekte sizi hem gelinlik içinde hem de doktor önlüğü içinde görmeyi çok istediğini söylerdi. Babanızsa size siyahın yakıştığını düşünürdü. Belki de sadece annenizin gelinlik, evlilik hayalleri yüzünden. Benim kızım siyah ve asil bir cübbe içinde bir avukat veya savcı olacak derdi. Tabii ikisi de nasıl mutlu olacaksanız öyle olun diye uğraştılar. Bu yüzden de size görüşlerini hiç yansıtmadılar... Onlar mükemmel insanlar ve mükemmel ebeveyinlerdi Efendim. Çok erken gittiler..."

 

Demek öyleydi. Annemin istediği gibi bir doktor olamayacaktım ama en azından okulunu okuyordum. Babamın istediği gibi de hukuk okuyamacaktım ama siyahların içindeydim. İkisinden de birer parça katmıştım hayatıma. Evet belki eksiklerdi, belki yarım ve asla tam değillerdi ama en azından içim bir nebze olsun rahattı. Diliyordum ki babamın mektubunu en yakın zamanda bulur ve ezberleyene kadar defalarca okurdum.

 

Özlem duygusu damarlarımda yayılıp bütün bedenimi sardığında ve artık gözlerim kararmaya başladığında evin yakınlarına gelmiştik. Arabayı evin önüne bırakıp içinden yavaşça indim. Gül de arkamdan inince elimde sıktığım siyah şal ile kapıya doğru yürüdüm ve beyaz ahşaba baktım uzun uzun. Elimi kaldırıp kapıyı çalamadım. İmdadıma Gül yetişti. Kapıyı çaldı ve uzanıp kolumu tuttu. Yengem kapıyı yaşlı gözlerle açtığında direkt üstüme atladı. Gül elini kolumdan çekmedi. Yengemi şal olan kolumla sarıp birkaç saniye sonra geri çekildim ve içeri girdim. Her yer insan kaynıyordu. Bir sürü tanıdık yüz, bir sürü sahte insan ve yüzlerce gözün üzerime üzerime gelmeye ve beni boğmaya başladığını hissettim. Sanırsam başım dönüyordu ve bayılmak üzereydim. Gül olmasa sendeleyeceğime emindim.

 

"Efendim gelin sizi mutfağa götüreyim. Hiçbir şey yemediniz değil mi?" Evet, yememiştim. Beni sürüklemesine izin verdim.

 

Mutfağa girip kapıyı kapattı ve beni tezgaha yasladı. Çekinmeden dolabı açıp bir tane muz çıkartıp bana verdi. Muz da hiç sevmezdim ama ona rağmen küçük olduğu için saniyeler içinde yiyip bir bardak da su içtim.

 

Ben ellerimi sallayıp yüzümü sıvazlarken Gül de karşımda pür dikkat beni izliyordu. O an mutfak kapısı açıldı. İçeriye görmek isteyeceğim en son kişi girdiğinde ela harelerim özlem duyduğum yüzünde oyalandı. Dünyada en son görmek isteyeceğim kişiyken aynı zamanda en çok özlediğim ve görmeden edemediğim kişiydi. Kalbimi yerinden çıkacakmış gibi hissettiren değişik bir adam. Yüreğimi ateşler içinde bırakan Ateş.

 

Ateş Akabey...

Benim güzel katilim...

 

"Küçük Hanım, neyin var?"

 

Sesi sanki biraz buğuluydu. Ya da bana öyle geliyordu, bilmiyorum. Omuzlarım çöktü, gözlerim kısıldı ve başım serbest kalarak daire çizer gibi döndü ve elimdeki bardak parmaklarımdan kayıp yeri boyladı. Sular bileklerimi hafifçe ıslattı ve kayan topuklarım beni yere doğru efsunkar bir şekilde itti. Bütün algılarım kapanmadan önce duyduğum tek şeyse birden fazla insandan çıkan benzer kelimelerdi.

 

11.07.22

Pazartesi

00.37

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Merhaba.

Aslında sizinle niyetim tanışmak değil çünkü insanların birbirlerini tanımak için böyle doğruluğu belirsiz laf ebeliği yapmalarını hiç sevmem.

Umuyorum ki beni ve Hazan'ı okuya okuya, konuşa konuşa tanıyacaksınız...

 

İlk bölüm daha çok toyken yazdığım bir bölümdü. Aslında değiştirecektim ama açıkçası içim el vermedi. En başta yazdığım gibi kalsın istedim. Bu yüzden bundan sonraki bölümlerde anlatım tarzımız biraz değişik olacak, duyururum.

 

Sizden ricam daha çok genç ve toy olan HAZAN'ı istikrarla okumanız ve bölümlere yorumlar atıp oy vermeniz. Arkadaşlarınızla kitabımı paylaşarak bize bir şans vermeniz.

 

Unutmayın ki kitaplar okundukça, şarkılar dinlendikçe ve bazı şeyler de bekledikçe güzelleşir.

Biz bu kapının arkasında hepinize büyük ve yüksek hayaller kurduracağımıza söz veriyoruz. Çünkü içeride, bizden birisi olan Hazan'ın sözlerinde, hepimize ait çokça sır bulunuyor. Gelin ve onları bulun ki bir aile olalım...

 

Bölüme yorumlarınızı bekliyor olacağım.

Var olun. 🖤

 

(Bu kitapta başka romanlardan, şarkılardan, şiirlerden ve gerçek hayattan alıntılar bulunmakla birlikte her şey hayal ürünü olup, yazılanlar her ayrıntısı ile kurgudan ibaret sayılmaktadır.)

 

(Bölümlerin başındaki tarihler yazıma başlanma tarihi, sondakiler ise bitiş tarihidir. Romanın kendisiyle bir alakası yoktur.)

 

Loading...
0%