@geceninhanimii
|
♠️♣️🖤
Pencereme konan kuşu izlerken derin bir iç çekmeden edemedim. Ufacık, savunmasız duran bu kuşun kocaman bir gökyüzüne sahip olması o kadar kıskanılasıydı ki. Bu kuşu kimse yıkamazdı şayet o, uçsuz bucaksız bir gökyüzüne sahipti.
Gözlerimi kapatarak tebessüm ettim. Gözlerimin önünde beliren adam içimi titretirken hayatımda ilk defa beni mutlu eden bir ânım olduğunu fark etmiştim. İlk defa bir kız arkadaşım olmuştu. İlk defa biri benim için bir şeyler yapıyordu. Bu his yüreğimde öyle muazzam duygulara neden oluyordu ki... Derin bir nefes alarak yatağımda doğruldum ve elime telefonumu alarak yazılarımı paylaştığım siteye girerek yeni bir taslak oluşturdum.
♣️♠️
Sevmek mi, sevilmek mi ?
Bir akşam arkadaşımın "Sevmek mi daha güzel yoksa sevilmek mi?" sorusu ile oturup günlerce düşündüğümü hatırlıyorum. Sahi hangisi daha güzeldi? Günlerce kime sorsam bana "sevmek" cevabını vermişlerdi. Haklıydılar da. Bu hayatta kim sevilmek istemezdi ki? Vesselam güzel şeydi sevilmek. Bir kere değerli olduğunu hissettiriyordu insana.
"Onlarca kalbin arasında sevmek için senin kalbin seçilmişti."
Sana söyleniyordu o yüreğin en kuytu köşesinden çıkan güzel sözler, sana bakıyordu değerli bir mücevhere bakarmış gibi parıldayan o gözler. Baş tacı ediliyordun, kalbine doğru bir kalp akıyordu. Zaman zaman mutluluğun yanında gelen üzüntü bile acı ama güzel bir tat bırakıyordu kursakta. Gecelerce akıttığın gözyaşların bir "seviyorum" lafı ile kelebek olarak karışıyordu gökyüzünün laciverdine.
Bunun yanı sıra kimse karşılıksız sevgi istemezdi. Belki de bu yüzden çoğu kişi sevmekten önce sevilmeyi tercih ediyordu. Ah ne güzel şeydi karşılıklı sevgi, saygı. İnsanı sevilmekten daha çok mutlu eden bir şey var mıydı? Kaldı ki bu sevginin bir insandan gelmesine gerek bile yoktu. Usulca yanına sokulan bir hayvan bile verebilirdi bu mutluluğu. Çünkü o hayvan onca insanın arasında sana gelerek sığınıştı sinene. Belki de tüm olay buradaydı...
"Seçilmek, tercih edilmek."
Bazı insanlar hissettiği sevgiye son umudu gibi dört elle, tüm yüreği ile sarılırken kimisi burun kıvırırdı. Veremezdi o sevginin hakkını, ya da göremezdi karşısındaki insanın çektiği acıları. Küçük görürdü o kalbi, hep daha fazlasını koparıp almak isterdi. Gördüğüm kadarıyla anladım ki sevmeyi öğrenememiş bir kalbin vereceği tek şey acı oluyordu. İşte ben bu yüzden sevilmekten önce sevmek isterdim. Sevilerek bir insana acı vermektense önce severek acı çekmeyi tercih ederdim.
İnsan en çok neye üzülürse, neye "ahı" kalırsa başka birine o acıyı yaşatmaktan ölesiye korkar.
Acı çekmiş her ruh büyümeye mahkumdur. İşte tam da bu yüzden sevilmeden önce büyümeli insan. Çektiği acılar ile kalbini yoğurup şekil vermeli. O zaman ona verilen sevginin kıymetini daha iyi anlayabilir. İnsan, acı çekmekten korkar, oysa bilmez o acının öğretebileceklerini. İçindeki mutsuzluğa öyle bir bağlanır ki göremez o acının getirebileceği mutlulukları.
Bana göre sevmeyi bilmeyen bir insan yıldızsın bir geceye, güneşsiz bir gündüze benzer. Oysa gökyüzünün laciverdine yıldız, mavisine güneş nede yakışır. İşte insana da sevmek o kadar yakışır. Çünkü sevgi, merhamet isteyen bir kavramdır. İnsan sevdiğine merhamet gösterir. Merhametsiz bir insanın "seviyorum" demesi ne kadar inandırıcı olabilir ki? Seviyorum der fakat merhamet göstermeden yakıp, yıkar. Aşağılar, hakaret eder hatta ve hatta şiddet gösterir.
İnsan önce merhametle sevmeyi öğrenmeli.
Mesela sokakta öylece duran bir kedinin başını merhametle okşayarak başlayın sevmeye. Yada bir ağaç dalına tünemiş kuşa merhametle bakarak öğrenin sevmeyi. Hiç olmadı ayağınızın ucunda ilerleyen karıncayı ezmek yerine ona merhamet gösterip yanından geçerek öğrenin sevmeyi. Sokakta gecenin bir vakti havlayan köpeğe küfür etmek yerine önüne bir kap yemek koymayı deneyerek öğrenin sevmeyi. Yunus Emre'nin çok hoşuma giden bir sözü vardır. "Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü." Çoğumuz "elhamdülillah müslümanız" demeyi biliyoruz ya, işte "onu da Allah yarattı" diyerek sevmeye çalışın.
Lafın kısası dostlarım önce sevmek gerekir. Acı çekerek sev ki sevilmenin nasıl değerli bir şey olduğunu bil. Öyle kıytırık iki günlük bir acı olmasın ama bu. Günlerce belki de aylarca seni düşündüren bir acı olsun. Sevilmemeyi iliklerine kadar hissettiren bir acı olsun. Seni değersiz hissettirsin, seni sende geçirten bir acı. Önce sevmeyi öğrenin ki size sunulan sevginin yüceliğini bilin.
Sevgisizliği iliklerine kadar hisseden bir ruh, gösterilen en ufak merhamet kırıntısını bile alır başına taç eder.
♣️♠️
Yazdıklarımı bir kez daha okudum ve beğenerek paylaş tuşuna bastım. İçimde, ömrümde ilk kez hissettiğim bir huzur vardı. Yüreğime dert olan tüm sorunlarımdan kurtulmuş gibi hissediyordum.
Bir arkadaşım olmuştu. Bir kız arkadaşım olmuştu. Tüm gece onunla konuşmuş, dans etmiş, oyun oynamıştım. İlk defa ölecek olan insan sıfatından çıkarak birinin arkadaşı olmuştum.
Bunun yanı sıra sanırım aşık oluyordum. Doğrusu buna pek şaşırmamıştım. Yıllardır gördüğüm erkekler 45 yaşını aşmış doktorlar ya da 18-25 yaş arası stajerler olduğu için karşıma çıkan Arslan, feleğimi şaşırtmıştı.
Kaldı ki adam dehşet bir şeydi. Ağır abi sıfatı onun benliğinde var olmuş gibiydi. Duruşu, bakışı, ses tonu, yürüyüşü... Kıraç'ın "endamın yeter" şarkı sözü adamın sinesinde can bulmuş gibiydi. Bana göstermiş olduğu nezaket aciz kalbime fazla geliyordu. Aşık olmadan ölmek istemeyen ben, karşımda Arslan gibi bir adam varken ona kapılmayıp ne yapacaktı ki? Kapının açılmasıyla yattığım yataktan doğruldum ve içeri giren hemşireye merakla baktım.
"Merhaba, Leyla hanım."
"Merhaba. Sizden haber bekliyordum." Heyecanlı sesime karşı kadın, kafasını onaylar şekilde sallayarak tebessüm etti.
"Doktor bey bugün dışarı çıkabileceğinizi söyledi fakat hiçbir şekilde kendinizi yormamanız gerekiyor. Sakın koşmayın ve çok yürümeyin. Ani tepkilerden ve duygulardan uzuk durun. Yani çıkın ama ne olursa olsun kalbinizi yormayın."
"Merak etmeyin, çok dikkatli olacağım. Teşekkür ederim."
"Rica ederim." Odadan çıkan hemşirenin arkasından ayağa kalkarak odadaki küçük dolaba ilerledim. Kapağı açtığım an gördüğüm boşluk ruhumun acımasına neden oldu. Dolabın içinde sadece bir pantolon ve kazak vardı. Yıllardır burada olduğum için giydiğim tek şey hastane kıyafetiydi. Pantolon ve kazak 5 yıl öncesine aitti. Acıyla gözlerimi kapatarak yatağıma oturduğumda elime telefonu alarak Baran'a ağlayasım gelmişti. Onunla ilk tanıştığımda "bir çiçeğim bile yok" diyerek mızmızlanmıştım. Şimdi de "giyecek bir kıyafetim bile yok" desem ne olurdu ki?
"Leyla Hanım. Kusura bakmayın kapıyı çaldım ama ses vermediniz." İçeriye giren Selda hemşireye mahcup bir şekilde baktım.
"Kusura bakmayın duymadım, bir şey mi oldu?"
"Bu kargo size gelmiş." Elindeki büyük kutuya heyecanla bakarken aklımda olan tek kişi Arslan'dı. Ondan başka bana bir şey gönderecek kimseyi tanımıyordum. Teşekkür ederek kutuyu hemşirenin elinden aldığımda kapıdan çıkan kadının arkasından hemen kutuyu açtım.
Kutunun içindeki kıyafetlere acıyla bakarken kendi kendime "nasıl" dedim. "Nasıl olur da her şeyi düşünebilir?" Kıyafetlerin yanında durak küçük not kağıdını merakla elime alarak okudum.
"Hastanenin önünde siyah bir Mercedes seni hapishaneye götürmek için bekliyor. Hazırlanıp aşağıya in."
Akan birkaç damla gözyaşını hızla sildim ve ayağa kalkarak kutuyla birlikte odada bulunan banyoya ilerledim. Çok düşünmeyecek ve ânı yaşayacaktım zira çok düşünecek zamanım yoktu. Zaman; benim kanayan yaramdı. Hem dostum, hem düşmanımdı.
Üzerimdeki hastane kıyafetini çıkardım ve kutunun içinden çıkan yeşil, v yaka saten bluzu giydim. Bluzun eteklerini altıma giydiğim beyaz, bol paça kumaş pantolonun içine soktum. Kutunun içinden çıkan zincir kolyeyi takarak üzerime bluzumdan bir iki tık açık renkte olan yeşil ceketi geçirdim. Ayakkabılarım da bluzumla aynı renk mantar topuklulardı.

Aynada kendime gülümseyerek bakarken hayatı nasıl teğet geçtiğimi bir kez daha görmüş oldum. Neredeyse otuzuma basacaktım ama Arslan'ın gönderdiği elbisenin ardından hayatımda ikinci defa bu kadar güzel ve özenli giyinmiştim.
İkisi de Arslan sayesindeydi.
Aslında bana yaşadığımı hissettiren her şey Arslan sayesindeydi. Kutunun içindeki makyaj malzemerine bir göz attım ve onları kullanmama kararı aldım. Zaten çoğunu kullanabilmeyi geç ne olduklarını bile bilmiyordum. Çanta da alma gereği duymadım şayet telefonumdan başka hiçbir şeyim yoktu. Onu da elime alarak odadan çıktım.
Doğrusu Arslan olmasa hapishaneye nasıl gideceğimi bile bilmiyordum. Beş kuruş param yoktu. Bu hastanede de bir yardımsever sayesinde tedavi görüyordum. Adını bilmiyordum, kim olduğu gizli tutuluyordu. Sakin adımlarla yürüyerek hastaneden çıktığımda karşımda sadece siyah bir araba duruyordu. Arslan'ın dediği araba buysa markası Mercedes olmalıydı.
"Leyla Hanım?" Arabadan inen ellili yaşlarındaki adam ceketinin önünü ilikleyerek bana merakla bakarken kafamı hafifçe eğerek onu onayladım.
"Buyurun efendim, sizi götürmek için Arslan Bey tarafından görevlendirildim." Tereddüt etmeden açtığı kapıdan arka koltuğa oturdum. Hemen ardından kendisi de arabaya binmiş ve arabayı çalıştırmıştı. Yaklaşık yarım saatlik bir araba yolculuğundan sonra hapishaneye gelmiş ve hiçbir sıkıntı yaşamadan içeriye girmiştim. Arslan, dediği gibi her şeyi ayarlamıştı.
Şimdi ise yürüdüğüm uzun koridorda tam tamına 3 tane demir parmaklıklı kapı vardı. Önümden ilerleyen gardiyan elindeki anahtarla kapıyı açıp biz geçince geri kilitliyordu.
O kilit sesi beynimin zonklamasına neden oluyordu.
Bu koskocaman hapishanede, kapkalın taşların arasında ciğerlerime işleyen soğuk boğazıma oturmuştu. Yıllardır burada kalan insanlar şu kafese ev diyebiliyorlar mıydı? Şu koskocaman kafes suçlu insanların hakkı olsa da diğerleri bunu neden hak ediyordu?
Baran... Sadece yazdığı için yıllardır bu soğuk duvarlarda ömrünü geçirmişti. Neden? Neden bir katille aynı kefeye koyulmuştu? Bir kadına, çocuğa, havyana tecavüz ederek iyi halden beraat eden insanlar varken neden devleti eleştiren bir adam bu duvarların sinesinde unutulup gitmişti.
Son kapıdan geçerek sola döndüğümüzde yine önümüze uzun bir koridor çıkmıştı. Derin bir nefes alarak gözlerimi sımsıkı kapattım. Belki de ölüm o kadar kötü bir şey değildi? Şu dünyanın kirini üzerime örteceğime yaratıldığım toprağa dönmeyi tercih ederdim.
Gözlerimi açtığımda karşımdan gelen kişiyi gördüğümde soluğumu tuttum ve olduğum yerde durdum. Elleri kelepçeli, kollarına girmiş iki gardiyana rağmen o kadar kendinden emin ve özgür duruyordu ki...
Göz göze geldik, bana gülümsedi.
Tam yanımdan geçerken hafif bir duraksama yaşadı ve sessizce mırıldandı.
"Beni de görmeye gelmeyi unutma." Arslan yanımdan öylece geçip giderken onun hapishaneden çıkmak için ilerlediğini biliyordum. Bu gerçeklik dişlerimi sıkmama neden olmuştu. Ve ben yanlış düşüncelerimden sıyrılarak doğru kelimelere ulaşmıştım.
Dünya çirkin değildi, hayat kötü değildi, yaşam güzeldi. Kötü olan her şey insanoğluydu. Arslan bu hapishaneye istediği gibi girip çıkabiliyordu çünkü gücü vardı. Zihinsel engelli bir kadına tecavüz eden şahıs buradan çıkabilirdi çünkü adalet sisteminde iyi hal indirimi gibi bir saçmalık vardı. Veya onun da isteği vardı tarzı cümleler doğruluğun simgesi olabilirdi. Ama Baran buradan çıkamamıştı çünkü onun ne gücü ne de o güce erişebilecek kelimeleri vardı.
Baran'ın bir kalemi vardı, onu da kırmışlardı.
"Burası." Gardiyanın uyarısı üzerine ilerledim ve karşımda duran kapıya heyecanla baktım. Bu kapının ardında kaderimin önüme çıkardığı bir insan vardı. Öylesine salladığım bir numara bana Baran'ı ve birçok yeni insanı getirmişti. Derin bir nefes alarak kapıyı açtım ve içeri girdim.
Küçük bir odanın ortasında yine küçük bir masa vardı. Karşılıklı konumlandırışmış sandalyelerden birinde öylecek duvara bakan adamı gören gözlerim anında dolmuştu.
Gözgöze geldik, yılların umutsuzlu gözlerinden gözlerime aktı. Karşımda yitik bir adam vardı. Baran... Benimle konuşan adamla uzaktan yakından alakası yoktu. Benimle konuşan adam mutluydu. Ne kadar huysuzluk etse de Baran'ın bakışlarının bu kadar acı barındıracağını hiç düşünmemiştim.
Gümüş saçları yılların yıpranmışlığını üstlenmişti. Elinde tuttuğu tespih onun bir parçası gibiydi. Feri sönmüş yeşil gözleri ise geçmişin gölgesinde can çekişiyor gibiydi. Bir insanın gözleri nasıl bu kadar şey olabilirdi. Şey.. Yangın yeri.
"Hoşgeldin manyak karı." Hafif bir tebessümle konuşan adama aynı şekilde gülümsedim ve içeriye girerek karşısındaki sandalyeye oturdum.
"Hoşbuldum ihtiyar."
"Karı dediğim için kızmayacak mısın?"
"Neden kızayım canım? Yaşlı başlı adamsın şimdi ben sana çıkışırsam Allah günah yazar. Öbür tarafa gitmem bu kadar yakınken neden günaha gireyim?"
"Madem öyle neden bunca zaman bana karı değil de kadın diye cırlayıp durdun?"
"Bak sen şu ile! Meğer karı değil de kadın olduğunu öğretebilmiştim. Eh işin teorik kısmını başaramasam da en azından doğrusunu öğretebilmişim, afferin bana." Alayla konuşmama rağmen karşımda ciddiyetle oturan Baran'a merakla baktım.
"Neden bu kadar ciddisin ya?"
"Beni dinle, Leyla."
"Dinliyorum, Baran."
"Arslan'ı sevebilirsin." Hiç teklemeden konuşan adama dehşetle baktım.
"Daha dün ondan uzak dur diyordun?"
"Bilmediğim şeyler varmış, öğrendim."
"Neymiş bu şeyler?"
"Demem."
"O neden huysuz herif?"
"Yaşayarak öğrenmen lazım."
"Yaşayacak zamanım yok, unuttun mu sorunlu bir kalbe sahibim. Şuan bile durabilecek bir kalbe?"
"Merak etme Leyla, Arslan sana geç kalmadı, kalmayacak." Baran'ın hiç düşünmeden kurduğu cümleler kursağımda takılı kalmıştı.
Arslan... Bana hiç geç kalmamıştı ve kalmayacak mıydı?
Bu da ne demekti?
♣️🖤♠️ Sizce Baran tam olarak ne demek istedi? Arslan gittikçe gizemli bir hal alıyor gibi. Sizce Arslan, Leyla'ya neden böyle davranıyor? Neden onun için bu kadar uğraşıyor? Sizce Arslan'ın gizemi bu kadar yeterli mi? Gelsin mi Arslan'ın ağzından bir bölüm?
|
0% |