@gizzemasllan
|
Selam suç ortaklarım : Son kez size böyle hitap ediyorum ve ağlamak istiyorum :) hem çok mutluyum her şey bu şekilde güzel ilerlediği için ve sona ulaşabildiğim için hem de bitiyor diye çok üzgünüm. Neyse, bence konuşmayı bölüm sonuna bırakalım, sizi çok bekletmeyeyim <3 Bölüme başlamadan önce sol alt köşedeki yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz. Buraya ben de sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum.❥ Keyifli okumalar.♡ Instagram: gizzemasslan/ sucortagimofficial * * * ~FİNAL BÖLÜMÜ~ 100. BÖLÜM "SUÇ ORTAKLARI" "Mira." Bu ses kulaklarıma boğuk boğuk gelirken ne gözlerimi açabildim ne de bana seslenen kişiye onu duyduğumu belli edecek herhangi bir şey yapabildim. Tüm vücudum uyuşuktu. Parmağımı bile hareket ettirecek durumda değildim. "Mira,” dedi yine aynı ses ve yüzüme vurdu. Eş zamanlı olarak yataktan kalktığımı hissettim. Ayaklarım yere bastı ama ayaklarımın üzerinde duramadım, kendimi bıraktım. Fakat biri düşmeme engel oldu ve beni ayakta tuttu. Gözlerimi araladım ama her yer karanlıktı, hiçbir şey göremedim. Gözlerimi daha fazla açık tutamadım, kapattım ve birinin zorlamasıyla yürümeye devam ettim. "Nasıl böyle bir şey yapabilirsin?" diye sorduğunu duydum aynı sesin. Fakat zihnim de bedenim gibi uyuşuktu. Ne bu sesi tanıyabildim ne bana ne olduğunu anlayabildim ne de şu an ne yaptığımızı. Çok geçmeden yere diz çöktüğümü hissettim, ardından birisi yüzümü tuttu ve beni zorlayarak ağzımı açtı. Bir şekilde ona engel olmaya çalıştım ama başaramadım. Kendimi zorlayıp gözlerimi açarken elini ağzımda hissettim. Tam ona vuracakken bir anda midem altüst oldu, kusacağımı hissettim. Karşımdaki de bunu fark etmiş olacak ki elini çekti ve başımı başka yöne çevirdi. Midemdeki bulantıya daha fazla dayanamadım ve her şeyi çıkardım. Kustuktan sonra üst üste öksürmeye başlarken aynı kişi bir kez daha beni kendine çevirdi ve o an ancak bunun Erdem olduğunu fark ettim. Ona yaptığı şey için kızacakken buna fırsat vermeden aynı şeyi bir kez daha yaptı, bir kez daha kusmama neden oldu. Ardından beni kendi hâlime bıraktığında ne ara yanına geldiğimi fark etmediğim klozete defalarca kez kustum. Dakikalar sonra başımı klozetten kaldırdığımda kendimi ölüyormuş gibi hissediyordum. Dönen başım yüzünden hiçbir şey yapamadım, gözlerimi sımsıkı kapattım ve kendime gelmeye başladım. Midemdeki bulantı arttıkça kasılma hissi de kendini belli ediyordu. Tüm vücudum titriyor ve soğuk soğuk terliyordum. Kısa ve bir o kadar da hızlı nefesler alıp kendimi toparlamaya çalışırken Erdem'in sesini duydum. "Aptal mısın sen?" Öyle bir bağırdı ki bunu duyan muhtemelen ben olmadım, bahçedeki adamlar da duymuştur. "Nasıl böyle bir salaklık yaparsın?" Bağırmaya devam etti, en son yaptığım şey aklıma gelince gözlerim doldu ve onu neden yaptığım da aklıma gelince dolu gözlerimden bir damla yaş aktı. "Aklını mı kaybettin?" Erdem bağırmaya devam etti, ona karşı kendimi savunamadım bile ve elimi karnımın üzerine koyup iki büklüm oldum. Karnım çok fena ağrıyordu, midem de bulanıyordu ve bu iki his iğrençti. "Biraz daha fark etmemiş olsaydım şimdi...” deyip sustu, devam edemedi. Belki de dili varmadı. Başımı kaldırdım, ona baktım ve onun aksine rahatça konuştum. "Ölmüş olurdum,” dedim, bu onu öfkelendirirken devam ettim. "Ama sadece ölmüş olmazdım, kurtulmuş da olurdum. Her şeyden, herkesten kurtulmuş olurdum! Her şey bitmiş olurdu! Ben de onlar gibi gitmiş olurdum!" Son cümleyi bağırarak kurdum, Erdem karşımda susup kalırken gözyaşlarım yeniden akmaya başladı ve kendime hâkim olamayıp öfkeyle göğsüne vurdum. "Neden kurtardın beni?" Gözlerinin içine bakarak haykırdım. "Niye yaptın bunu! Niye izin vermedin ölmeme?" Bağırmaya devam ettim. "Yaşamak istiyor muyum zannediyorsun şu saatten sonra? Devam edebilecek miyim zannediyorsun?" Avazım çıktığı kadar bağırarak söyledim bunları. "İyilik mi yaptın şimdi sen bana?" dedim, bir kez daha vurdum göğsüne. "Sen bana en büyük kötülüğü yaptın!" Ve bir kez daha vurdum. "Niye izin vermedin ölmeme?" Bir yandan hüngür hüngür ağlarken bir yandan bağırarak sordum bunu ve aynı zamanda tüm gücümle vurdum ona. "Dur!" dedi, buna rağmen öfkeyle vurmaya devam ettim ona. "Herkes gitti, bizim de gitmemiz lazım!" Gözyaşları içinde söyledim bunu. "Bizim de ölmemiz lazımdı! Biz niye yaşıyoruz?" Bağırdım, ellerimi tutmaya çalıştığı hâlde öfkeyle göğsüne vurmaya devam ettim. Onun bir suçu yoktu ama yine de bütün öfkemi ondan çıkardım. O sırada bir kez daha midemin bulandığını hissettim ama bu umurumda bile olmadı ve bağırmaya da vurmaya da devam ettim. "Ölmemiz lazımdı!" "Kendine gel!" diye bağırdı. "Ağlama artık!" dedi, yüzümü avuçlarının arasına aldı ve kendisine bakmamı sağladı. "Bana bak, gözlerimin içine!" dediğinde yapamadım bunu, bakamadım gözlerinin içine. "Mira bana bak!" dediğinde yaşlı gözlerim ağır ağır onu buldu ve gözlerinin içine baktığım an daha çok ağlamak istedim. Ağlamak ve hiç susmamak. "Gittiler Erdem,” dedim, gözyaşlarına boğuldum. "Herkes gitti,” dediğimde gözyaşlarım ellerini ıslatıyordu. Çünkü yüzüm hâlâ onun avuçlarının arasındaydı. "Hiç kimse hiçbir yere gitmedi Mira, oyun oynuyorlar bize." Bu cümle beni büyük bir şaşkınlığa sürüklerken devam etti. "Abimle, Pars'la konuştum. Kimsenin bir yere gittiği yok! Bizi yalnızlaştırıp yakalamak ya da kendi isteğimizle teslim olalım diye yapıyorlar. Hepsi yaralı, hiçbiri ölmedi." Bir yanım umutla dolarken diğer yanım şüpheyle yanıp kavruldu. Ya yalan söylüyorsa? Ya bir daha aynı şeyi yapmayayım diye beni kandırıyorsa? Bana boş yere umut verip bir kez daha yere çakılmama neden olursa? Ben o zaman ne yapacağım? "Yalan söylüyorsun,” dedim, ellerini ittim ve uzaklaştırdım onu kendimden. "Kandırıyorsun beni! Bunun bana iyi geleceğini mi düşünüyorsun?" Sorarken bağırdım. "Yalan söylemiyorum, yalan söylemek için bir nedenim yok. Yemin ederim hiçbirine hiçbir şey olmadı. Tek amaçları biziz, bizi bulmak ve bir şekilde almak için bu oyunu kurdular." Başımı olumsuz anlamda salladım. "Yalan,” dedim, uzaklaştım ondan biraz. "Böyle bir şey olsa televizyona nasıl çıksın Erdem? O kadın neden yalan haber sunsun? Sen sadece..." Sözümü kesti. "Bizi yakalamak için her şeyi yaparlar Mira. Onlara göre bir yalan haberi düzeltmek, bizi yakalamaktan çok daha kolay,” dedi, hâlâ söylediğine inanamazken devam etti. "İster inan ister inanma bana ama sevdiğin adam da sevdiğim kadın da yaşıyor. Kardeşim, kardeşlerin, arkadaşlarımız yaşıyor Mira. Hepsi nefes alıyor hâlâ. Yaralılar ama yaşıyorlar." Kurduğu her cümle, dudaklarından dökülen her kelime içimdeki yangını küçültüyordu ama bir yanım da hâlâ bunun yalan olabileceğini söylemeye devam ediyordu. Fakat ben ona inanmayı tercih edip o yanımı susturdum, onun sesini bir daha duymadım. "Sen istersen burada oturup kendine bunu yapmaya devam edebilirsin ama ben bunu yapmayacağım. Geriye sadece sen ve ben kaldık. Ne Tufan Müdür ne Ceyhun ne de başka biri var artık. Onları oradan bizden başka hiç kimse alamaz. Hiçbirinin dört duvar arasında çürümesine izin vermeyeceğim. Tek tek de olsa alacağım hepsini bir şekilde ve buraya getireceğim. Ben bunu yaparken sen ister yanımda ol, istersen olma ama ben gideceğim,” dedi, ayağa kalktı. "On dakikaya çıkacağım, haberin olsun,” dedi, cevap vermemi beklemeden banyodan çıktı ve gitti. O an midemdeki kasılma hissi bir kez daha kendini belli etti. Elimi mideme bastırdım, bunu yapmamla kendimi klozete atmam bir oldu ve bir kez daha kustum. Hemen sifonu çekip lavabonun başına gittim. Elimi yüzümü bol suyla yıkadım. Kendime gelmeye çalıştım. Yüzümden damlayan su damlacıklarıyla klozetin üzerine oturduğumda sanki bu dünyada değil gibiydim, sanki bambaşka biriydim. Başım döndüğü için gözlerimi kapattım. İçtiğim ilaçlar aklıma gelirken etkisinden nasıl kurtulduğumu merak ettim. Kusmuştum hepsini ama bu yeterli olmuş muydu? Başımdaki dönme azalmazken düşüncelerim yoğunlaştı. İntihar ettiğim gerçeğiyle bir kez daha yüzleştim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama o an için en doğrusu buydu. Hepsi gitmişken, kimse kalmamışken tek devam edemezdim. Hâlâ da edemem, etmek istemiyorum. Fakat Erdem yaşıyorlar demişti, hepsi yaşıyor ve şimdi onlar için bir şeyler yapmaya gidiyordu. Ben ne yapıyorum peki? Burada oturuyorum. "Gitmem lazım,” diye mırıldandım kendi kendime ve ayağa kalktım. Aniden kalkmak gözlerimin önünün kararmasına neden olurken birkaç saniye durdum, kendime geldim. Daha iyi hissedince koşar adımlarla banyodan çıktım, odaya geçtim. Üzerimdeki kazak kustuğum için kirlenmiş olduğundan hemen ondan kurtuldum, rastgele başka bir kazak giydim. İşim bitince telefonu alıp kapıya doğru yürüdüm ama tam kapının önünde dengemi kaybettim, düşecek gibi oldum. Duvardan tutunup ayakta kalmayı başardım ve yine birkaç saniye oyalandım. Ayaklarımın üzerine sağlam basabildiğimi hissettiğimde alelacele bir şekilde çıktım odadan. Fakat iyi olmadığımı hissediyordum. İyi değildim ben, birazdan düşüp bayılacak gibiydim. Salona ulaştığımda kimse olmadığını gördüm. Beni almadan gitmemiştir değil mi? Telaşla kapıya yöneldim. "Buradayım." Bu sesle durdum, arkamı döndüm ve mutfaktan çıktığını gördüm. Elinde bir bardak meyve suyu vardı. Birkaç adımda yanıma geldi, bardağı uzattı. "İç şundan biraz, iyi gelir,” dedi, utandığımı hissettim. Hatta şu an hissettiğim bu duygu utançtan da ileri bir şeydi. Buna rağmen aldım elinden bardağı ve bir şeyler söylemek istedim. "Erdem ben az önce..." Sözümü kesti. "Bir doktorla konuştum, ilaçlar kana karışmadıysa eğer kustuktan sonra hiçbir şey olmazmış. Biraz kötü hissedermişsin ama birkaç saate geçermiş. Şu an bu şekilde karşımda durabildiğine göre ilaçlar kana karışmamış. Kusup hepsini çıkardın zaten, bir şey olmaz yani,” dedi, yine konuşmak istedim ama yine engel oldu bana. "Şimdi iç o meyve suyunu, doktor iyi gelir dedi,” deyip salona doğru yürüdü. Mahçup bir tavırla baktım arkasından. Söyleyecek tek kelime bulamadım. O da zaten söylememe izin vermiyordu. Bir şeyler demekten vazgeçip elimdeki meyve suyuna baktım, sıkıntıyla iç çektim ve ondan bir yudum aldım. Kuruyan boğazıma ve bulanan mideme bu tek yudum bile iyi gelirken ağır adımlarla yanına gittim, karşısına oturdum. "Pars nasıl öğrenmiş?" diye sordum, önündeki bilgisayardan gözlerini bana çevirdi. "Olanları duyunca araştırmış, öğrenmiş bir şekilde,” dedi, yeniden bilgisayara döndü. "Çok kızgın bize,” diye de ekledi. "Bize yardım edecek mi?" diye sordum, laptobun kapattı ve ayağa kalktı. "Bizzat değil ama edecek,” dedi, montunu giydi. Gideceğimizi anlarken ben de onunla birlikte kalktım ayağa ve kalan meyve suyunu bir kerede içtim, masaya bıraktım. "Nereye gidiyoruz,” diye sordum bu kez de, kapıya doğru yürürken cevapladı. "Ekin'le buluşacağız, oğlunu vereceğiz,” dedi, doğru ya bir de bu vardı diye düşünürken saate baktım ve gecenin ikisi olduğunu gördüm. O odaya geçtiğimde, o ilaçları içtiğimde saat kaçtı bilmiyorum. Ne kadar daha geç kalsaydı ölmüş olacaktım? Ben, kendime bunu nasıl yapmıştım? Bunu düşünürken aslında onların yaşadığını bildiğim için düşüncelerimin değiştiğini fark ettim. Eğer onlar yaşamıyor olsaydı, muhtemelen ben de hâlâ ölü olmayı dilemeye devam edecektim. "Gelmiyor musun?" diye seslendi Erdem, hemen peşine düştüm. "Bir şeyler bulabilmiş mi Ekin?" diye sordum onunla birlikte arabaya binerken. "Bilmiyorum, sormadım." Kaşlarımı çattım. "Ne demek sormadım?" Arabayı çalıştırdı, gaza bastı ve gözünün ucuyla bana baktı. "İlgilenmiyorum demek, çocuğu babasına vereceğiz ve Ekin konusu kapanmış olacak. Bir şeyler bulduysa alırız, bulamadıysa da umurumda bile değil. Onları oradan her şeye rağmen çıkaracağım ve Türkiye'den gideceğiz. Bir daha asla geri dönmemek üzere,” dedi kendinden emin bir şekilde. Onları alamamak, yakalanmak gibi bir fikri aklından tamamen çıkarmış gibiydi. Ben de hiç o konuya girmedim. Bir saat kadar sonra ıssız bir yola ulaştık ve Erdem durdu orada. Neden durduğumuzu anlamaya çalışırken karşı yoldan bir araba geldiğini gördüm, gelen o araba yanımızda durdu ve camı kalktı. "Çocuğu getirdik abi,” dedi içinden eğilen adam. "Tamam, getirin,” dedi Erdem de ve arabanın arka kapısı açıldı, bir adamla çocuk arabadan indiler. Bizim arabanın arkasına bindiler. Çocuğun sesi çıkmazken diğer araba uzaklaştı ve beklemeye başladık. Gözlerimi çocuktan çekemedim, sürekli baktım. Korktuğu için sessizdi ama iyi görünüyordu. Bundan emin olunca önüme döndüm, ellerimi göğsümün altında birleştirdim ve sabırla bekledim. Aradan geçen on beş dakikanın ardından ileriden başka bir araba daha geldiğini gördüm. "Geliyor,” dedi Erdem ve indi, ben de inmek için bir hamle yaptım ama aniden yaptığım bu hareket başımın dönmesine neden oldu, gözlerimin önü karardı. Aynı anda midem de kasıldı ve iki büklüm oldum. "İyi misiniz?" diye sordu arkada oturan ve çocukla ilgilenen adam. "İyiyim,” dedim ama değildim, her geçen dakika daha da kötü oluyor gibiydim. Böyle hissederken bile indim arabadan, o sırada Ekin de inmiş ve karşı karşıya gelmiştik. "Oğlum geldi mi?" diye sordu, onunla konuşma işini Erdem'e bıraktım. "Geldi, getirdik,” dedi Erdem, Ekin gözünün ucuyla arabaya bakıp yeniden bize döndü. Gözlerindeki korkuyu fark ettim. Muhtemelen bunun karşılığında kendisinden bir şey isteyeceğimizi, oğlunu vermeyeceğimizi falan düşünüyordu. "Hiçbir şey bulamadım,” dedi, göğsü kabardı ve derin bir nefes aldı. "Sizi kurtaracak hiçbir şey yok elimde ama..." Erdem sözünü kesti. "Tahmin ediyorduk zaten, korkma oğlunu bir de biz kaçıracak değiliz,” dedi Erdem, arabaya doğru döndü ve gelmelerini işaret etti. Eşzamanlı olarak arabanın kapısı açıldı, ilk olarak çocuk indi ve babasını gördüğü an ona doğru koştu. "Baba!" diye bağırdı, kucağına atladı Ekin'in. Ekin onu hemen kucaklarken bir yandan da sımsıkı sarıldı. Konuşmaları, çocuğu sakinleştirmesi, evimize gidiyoruz konuşmasını yapması bir beş dakikamızı aldı, sonra da çocuğu arabaya bırakıp yeniden yanımıza döndü. "Çok teşekkür ederim, bu iyiliğinizi asla unutmayacağım,” dedi, her şey onun yüzünden başlamıştı. O, Taner'i kullanarak beni babam üzerinden tehdit etmişti ve yine o burada kalmamıza neden olmuştu. Sonra onun oğlu için uğraşmış, oğlunu bulmak için başımıza bu kadar şey gelmişti. Araya Taner, diğer adamlar girmiş, milyonlarca lira para kaybetmiştik bunun uğruna ama kaybımız sadece maddi açıdan değildi, biz birbirimizi de kaybetmiştik. Tüm bunların karşılığı da maalesef ki sadece bir teşekkür oldu. O, bize istediğimizi veremedi. "Eyvallah,” dedi Erdem bir tek ama fark ettiğim kadarıyla Ekin'in gitmeye niyeti yoktu. "Bir adam var,” diye girdi konuya, kaşlarımı çattım. "Uzun zamandır peşindeyim, sürekli benden kaçıyor. Pek fazla kimse tanımaz onu, bu yüzden ismini duymamışsınızdır belki ama annemin çoğu işini o adam yönetirdi ve hâlâ hayatta. Siz oğlumu bulacağınıza dair söz verdiğiniz gün ben de onu aramaya başladım ama maalesef bir türlü ulaşamadım. Fakat çok az kaldı, bulacak gibiyim,” dediğinde hemen araya girdim. "Bunun ne önemi kaldı, bulsan ne olacak?" Bakışları beni buldu. "Eğer bir şey bilmiyor ya da elinde bir şeyler olmamış olsaydı kaçmazdı böyle. Bu şekilde kaçıyorsa onda işe yarar bir şeyler var demektir. Siz oğlumu buldunuz, ben de onu bulacağım ve eğer elinde bir şeyler varsa size dair, size getireceğim,” dedi, bu beni hiç umutlandırmadı. Artık böyle şeylere umutlanmayı bırakmıştım. Çünkü eğer diye başlayan her cümlenin sonu bizim için kötü bitmiş, sonucu hiç iyi olmamıştı. "Ve diğerleri için de çok üzüldüm, ne diyeceğimi bilmiyorum bu konuda,” dedi, Erdem onun omzuna vurdu. "Hiçbir şey deme, kendini de oğlunu da tehlikeye atacak bir şey yapma. Al oğlunu, git ve güzelce yaşa. Biz başımızın çaresine bakarız, gideceğiz zaten,” dedi Erdem. Ekin'in yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. "Bu son görüşmemiz demek ki,” dedi ve elini uzattı Erdem'e. "Sizi tanımak güzeldi." Erdem uzatılan eli tuttu, sıktı. Ekin elini ondan çekti, bana uzattı ben de sıktım elimi. "Kendinize iyi bakın,” deyip benden de çekti elini. "Sen de,” dedim, ona karşı herhangi bir öfkem yoktu. Biz nasıl ailemizi korumaya çalıştıysak o da oğlunu korumaya çalışmış, onun için her şeyi yapmıştı. Ekin, başka bir şey demeden ayrıldı yanımızdan ve arabasına bindi, uzaklaştı. O giderken Erdem'in bakışları beni buldu. "Geçmişe dair her şey kapandı Mira. Ekin, Beril, katil ve daha onlarcası bitti artık. Şimdi sadece bugün var, bugünümüzü kurtarmalıyız,” dedi arka planda olanlardan bihaber ve ben bildiğim şeyleri ondan saklamak istemedim. "Aslında son bir şey daha var." Kaşlarını çattı. "Allah Allah neymiş o?" diye sordu merakla, hemen cevapladım. "Savaş." Yüzünde anlamsız bir ifade oluştu. "Savaş?" diye sorguladı, başımı salladım. "Evet,” dedim, Erdem merakla bakarken ona Ateş'in bana anlattıklarını anlattım. Sonra o kadınla benim de iletişime geçtiğimi söyledim, anlatmam gereken her şeyi anlatmış oldum. Erdem önce şaşırdı, bu şaşkınlığı üzerinden atması biraz zamanını aldı ama yine de kendine gelmeyi başardı. "Yaşıyor muymuş peki ailesi?" diye sordu. "Bilmiyorum, sormak aklıma gelmedi. Sadece onunla görüşmek istedim, o da bana bir konum gönderdi ve bu gece orada olacağını söyledi ama ben gidemedim, olanlar engel oldu,” dedim, anladım dercesine başını salladı. "Yeniden buluşma ayarlasam mı?" diye sordum, dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Yok, biriyle görüşmek doğru değil." "Ama Ateş kadına güveniyordu." "Kimin ne olduğunu da, bizi ne zaman satacağını da bilemeyiz. Kimseyle görüşmek yok Mira." "Peki, nasıl dersen." Elerini cebine soktu. "Ama arayabiliriz, yeniden ara kadını." Afalladım. "Bu saatte mi?" diye sordum, saat sabahın dördü olmak üzereydi. "Uyanır en fazla, bir şey olmaz ara sen." "Tamam,” dedim, hâlâ montumun cebinde olan Ateş'in telefonunu çıkardım ve Şebnem'i aradım. Uzun uzun çaldı telefonu ama açmadı. "Açmıyor,” dedim, telefonu tam cebime koyacakken çalmaya başladı ve onun aradığını gördüm. "Arıyor,” dedim, hemen aramaya yanıt verdim, sesi de hoparlöre verdim. "Bu saatte beni aramak için haklı bir nedenin vardır sanırım,” dedi telefonu açar açmaz. "Yanına gelemedim, olanları duymuşsundur." "Duydum, üzüldüm de ama maalesef yapacak bir şey yok,” dedi, sesi gerçekten de üzgün gibiydi ama tavrı hiç de öyle değildi. "Sen beni neden aramıştın?" "Savaş için, Savaş'ın ailesi yaşıyor mu?" diye sordum doğrudan, Erdem dikkatle dinliyordu. "Bunun artık bir önemi var mı? O da bu gece kaybettikleriniz arasında değil mi?" Ona ölmediklerini söylemeyi doğru bulmadım. "Bizim için hep önemi var." "Peki,” dedi sondaki harfi uzatarak. "Ailesi yaşamıyor. Annesi de babası da vefat etmiş, bu yüzden yetimhaneye verilmiş zaten. Öğrendiğim kadarıyla tek çocukmuş, kardeşi de yok. Birkaç akrabasını buldum. Aile büyüğü kalmamış, kuzenini falan buldum. Bunun da önemli olacağını düşünmüyorum. Zaten hepsi de yurt dışında,” dedi, Erdem'le göz göze geldik, kapat dercesine baktı. "Peki, tamam. Yardımcı olduğun için sağ ol,” dedim, kadın sanki kapatmamı bekler gibi hemen kapattı telefonu. "Demek ki yaşamıyormuş ailesi,” dedi, ellerini arkasında birleştirdi. "Geçmişe dair hiçbir şey kalmadı yani öyle mi?" diye sordum, başını salladı. "Kalmadı, bütün hesaplar kapatıldı,” dedi, hesaplar kapatılmıştı ama biz de bu hâle gelmiştik. Canımız çok yanmış, hâlâ da yanmaya devam ediyordu. "Geçmişe dair bir hesap kalmadığına göre şimdi gidip bugünümüzü kurtaralım. Bu artık son şansımız,” dedi, içimi korku kapladı. "Başka şansımız olmayacak, bunu biliyorsun değil mi?" "Biliyorum,” dediğimde gözlerimin içine bakarak sordu. "O zaman benimle misin, değil misin?" Dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu. Tüm bu işlerin içine Ateş'in bana bu soruyu sormasıyla girmiştim. Şimdi de her şeye son noktayı koymak üzereydik ve yine aynı soruyla karşı karşıyaydım. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de hiç tereddüt etmeden aynı cevabı verdim. "Seninleyim." *** Sevdiklerinize gidememek nedir, nasıl hissettirir bilir misiniz? Ben, artık biliyordum ve hissettiğim tek şey sadece çaresizlik. Kalbim şu an çaresizlik dışında hiçbir şey hissetmiyor ve uzun süre de hissetmeyecek gibiydi. Sevdiğim adam, arkadaşlarım şu an görebileceğim kadar uzakta olan hastanedeydiler ama ben onlara gidemiyorum. Gidip de nasıl olduklarını göremiyor, öğrenemiyorum. Sevdiğim adamın elini tutup ben buradayım, gitmedim ve seninleyim, hep de seninle olacağım, seni kurtaracağım diyemiyorum. Yapamadığım her şey de kocaman bir çaresizlik olarak geri dönüyor bana ve o çaresizlik geçen her dakikada biraz daha büyüyor, biraz daha hissettiriyor kendini. Canım yanıyor, hem de çok yanıyor ve elimden hiçbir şey gelmiyor. "Oradalar ve biz gidemiyoruz,” dedim, başımı çevirdim ve şoför koltuğunda oturan Erdem'e baktım. "Bir şekilde ulaşacağız onlara,” dedi ama bunu derken sesindeki umutsuzluk işimizin ne denli zor olduğunu anlamamı sağladı. "Bunun çok zor olduğunu sen de çok iyi biliyorsun,” dedim, gözlerini yeniden hastaneye çevirdi. Taner için de gelmiştik buraya. Yangın merdivenlerinden kolaylıkla girmiştik içeriye, Taner'in yanına da kolaylıkla girmiştik ama şimdi durum çok farklıydı. Çünkü şimdi buraya geleceğimizi, gelmek isteyeceğimizi çok iyi biliyorlardı ama tabii onları ölü bildiğimizi düşündükleri için bilmiyor da olabilirlerdi. "Pars'ın bize yardım ettiğini, onların yaşadığını söylediğini bilmiyorlar. Buraya gelmemizi beklemiyor olabilirler." Bakışları yeniden beni buldu. "Hayır, aksine şimdi daha çok tedbirlilerdir,” dedi, anlamsızca baktım ona, devam etti. "Bir şeyler öğrenmek için gelmek isteyeceğimizi biliyorlar. İçeride bizi büyük bir tuzak bekliyor Mira, çünkü onlar bizi bekliyorlar." Kendinden emin bir şekilde söyledi bunu ve kelimeler öyle bir döküldü ki dudaklarından burada olmamızın, hastaneye bu kadar yaklaşmamızın bile hata olduğunu düşünmeye başlamıştım. "Burada olmamız hata o zaman,” dedim, Erdem hiçbir şey demezken devam ettim. "İçeride olduklarını biliyoruz, bizi beklediklerini biliyoruz ve burada olarak onlara istediklerini veriyoruz." "Bırakıp gidelim mi diyorsun?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "Gidelim ama bırakmayalım, emin ol onları bırakmaya hiç niyetim yok. Fakat senin de dediğin gibi; başka şansımız yok, bu son oyun bizim için ve iyi düşünüp güçlü bir hamle yapmalıyız. Acele edip hiçbir şeyi riske atamayız." Söylediklerim onu şaşırttı ve ben buna bir anlam veremedim. "Bunu sen mi söylüyorsun? Benim tanıdığım Mira her şeyi göze alır, hiçbir şeyi düşünmez ve içeriye dalardı." Buruk hissettim ve bu burukluk yüzüme yansıdı. "Senin tanıdığın Mira çoktan yok oldu,” dedim, başımı önüme çevirdim ve dudaklarımın arasından titrek bir nefes bıraktım. "Yaşadıklarımızdan sonra biraz değişmemiz lazımdı,” dedim, gözümün ucuyla ona baktım. "Sen de değiştin." "Ben?" diye sordu, başımı salladım. "Tanıştığımız ilk günü hatırlamıyor musun? Ateş'e bu kız başımıza bela açar, kuturalım deyip öldürmeyi teklif ettin ama bak üç yıl sonra o kız ölümü seçtiğinde onu kurtaran sen oldun,” dedim, gözlerinde hüzünlü bir ifade oluştu ama fark ettiğim kadarıyla bunu bastırmaya çalıştı. Fakat başarılı olamadı ve fark ettim o hüznü. O sırada dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Değişmemişim,” dedi, gözlerini önüne çevirdi ve kollarını göğsünün altında topladı. "O gün aynı şeyi yapmış olsan, o gün de kurtarırdım seni." Yüzümde alaylı bir ifade oluştu. "Emin misin?" diye sordum, tereddüt etmeden başını salladı. "Eminim,” dedi ve devam etti. "Sadece onu korkutmak istemiştim. Çünkü o zamanlardan beri seni sevdiğini biliyordum, daha doğrusu tahmin ediyordum. Eğer öleceğini, böyle bir ihtimal olduğunu ya da her şeyin mahvolacağını düşünürse seni bizden uzak tutar zannettim,” dedi, gözlerini bana çevirdi. "Seni sevmediğim için falan değil, zaten seni tanımıyordum bile. Sadece böylesinin iki taraf için de daha doğru olacağını düşünüyordum ama olmadı işte, Ateş vazgeçemedi,” dedi, başını arkaya yasladı yeniden, aldığı derin nefesi fark ettim. "Seni tanıdıkça anlamıştım bunu zaten,” dedim, ben de onun gibi önüme dönüp arkama yaslandım ve ellerimi göğsümün altında birleştirdim. "İlk zamanlarda gerçekten beni öldürecek, bunu göze alacak biri olduğuna inanıyordum ama sonra silinip gitti bu düşünce, seni tanıdım. İyi biri olduğunu biliyorum, sadece biraz fazla sinirli ve agrasifsin o kadar." Güldü, başını hafifçe öne ve sağa doğru eğdi. "Eyvallah,” dedi, tebessüm ettim. Bu konuşmanın ardından sessizlik oldu aramızda, ikimiz de konuşmadık. Buradan gitmemiz lazımdı, ikimiz de farkındaydık ama ikimiz de bunu yapamadık. Onlar ilerideki hastanenin içindeyken, bu çok da kolay bir şey değildi. "Cansu'nun en iyi arkadaşısın,” dedi dakikalar sonra ve sessizliği bozdu. "Öyle,” dedim, bana baktığını hissettiğim hâlde dönüp ona bakamadım ve devam etmesini bekledim. "Benden daha iyi tanıyorsun onu, tuhaf ama öyle,” diye devam etti, konuyu nereye getireceğini çok merak ediyordum. Bu yüzden sessizliğimi korumaya devam ettim. "Bana onun hakkında bilmediğim bir şey söylesene." Sesi çok çaresiz çıktı, dayanamadım ve başımı ona çevirdim. "Ne gibi bir şey?" "Herhangi bir şey,” dedi, birkaç saniye düşündüm ne söyleyebilirim diye ve aklıma tek bir şey geldi. "Sana onun sırrını vermem doğru değil,” dedim, tek kaşı kalktı hemen. "Tabii aynı şeyi sen de yaparsan düşünürüm." Yüzünde alaylı bir ifade oluştu. "Ateş'in bir sırrı öyle mi?" diye sordu, başımı salladım. Düşünür gibi yaptıktan sonra başını salladı. "Kabul,” dedi, bu kadar çabuk kabul etmiş olmasından dolayı afallarken devam etti. "Sen başla,” dedi, bir kez daha içimden bunun doğru olup olmadığını sorguladım ama sonra bu küçücük bilgiden bir şey olmaz diye içimden geçirip söyledim. "Cansu annesiyle babasına inat ettiği için polis olmuş,” dedim, daha devam edecekken araya girdi. "Bunu biliyorum zaten,” dedi hemen başka bir şey söylememi istercesine. "Peki, inat edip polis olmasaydı ne olmak isterdi biliyor musun?" diye sordum, meraklandı. "Ne olmak istermiş?" diye sordu o da heyecanla. "Manken,” dedim, şaşkınca kaldı karşımda. "Hatta birkaç ajansa başvuru yapmış zamanında." Şaşkınlığı daha da arttı. "Dalga mı geçiyorsun?" diye sordu. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, çok ciddiyim. Bir keresinde anlatmıştı bana öyle laf arasında ve çok gülmüştük. Hatta hâlâ biraz istiyor gibi." Sondaki cümleyi bilerek kurdum ve Erdem'in göz bebeklerinin büyüdüğünü fark ettim, hemen ardında da yutkundu. "Güzel hayalmiş,” dedi ama hiç de öyle düşünüyor gibi değildi. "Ama neyse ki doğru yolu seçmiş de polis olmuş." Son cümlesiyle kendime engel olamadım ve güldüm. "Neden mankenlik yanlış yol mu?" diye sordum, gerildiğini fark ettim. "Öyle demeyelim de,” dedi, dudaklarını yaladığını fark ettim. Merakla ona bakarken devam etti. "Böylesi daha doğru olmuş diyelim." Bu cümle beni bir kez daha güldürdü ve sıra bana gelmiş oldu. "Ben istediğini yaptım, sıra sen de,” dedim, yalandan öksürdü. O da benim gibi hâlâ emin değildi ama ben söylemiştim sonuçta ve artık başka şansı kalmamıştı. "Benimki seninki kadar küçük olmayacak ama hazır olsan iyi olur,” dedi, beni daha da meraklandırdı. "Daha çok merak ettim şimdi,” dedim, bir an önce söylesin diye de bakışlarımla baskı uyguladım ona. "Ateş'i Barış olarak biliyorken evine girmiştin,” dedi, kendimi zorlamama gerek kalmadan hatırladım bu anıyı ama o hatırlamadığımı düşünmüş olacak ki devam etti. "Evde Ateş'e yakalanmış ve bir anda doğum günü şarkısı söylemeye başlamışsın." Verdiği ayrıntılar yüzünden kaşlarımı çattım. "O gün sen yoktun, bu kadar ayrıntıyı nereden biliyorsun?" diye sordum, yüzünde alaylı bir ifade oluştu ve o an ne olduğunu anladım. "Ateş anlattı ve muhtemelen siz arkamdan bunu anlatıp anlatıp dalga geçtiniz değil mi?" Sordum ama itiraz etmesini, farklı şeyler demesini de bekledim. "Dalga geçilmeyecek gibi değildi ama Mira,” dedi, kaşlarımı çattım. "Sayende birkaç gün boyunca hatırlayıp hatırlayıp gülmüştük,” dedi, önüme döndüm ve kendimce kızgın gibi göründüm. Fakat henüz işe yarar bir şeyler duymamış olduğumun farkına varmak bu yalandan kızgınlığı yok etti. "Söyleyeceğin bu muydu yani? Bunu bildiğin ve arkamdan güldüğünüz mü?" diye sordum, dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Yok, bu değildi,” dedi, hafifçe bana döndü ve devam etti. "O gün aslında Ateş o eve hiç gitmeyecekti, işimiz vardı ama buna rağmen her şeyi bırakıp geldi o eve." "Neden?" "Çünkü senin o evde olduğunu biliyordu." Afalladım, ciddi miydi? "O evde kamera vardı Mira, gizli kamera ve Ateş arada sırada kontrol ederdi. O gün tesadüfen kontrol etti ve seni gördü." Şaşkınlığım daha da arttı. "Senin orada oluşun onu da getirdi eve, kendisinden şüphe etmeye başladığını anlamıştı." Kendimi çok tuhaf hissettim bir an için. "Çok şaşırdım,” dedim, dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Şaşırma,” dedi. "Şaşıracağın daha büyük bir şey var." "Neymiş o?" "O gün de ertesi gün onu takip ettiğinde ve kim olduğunu öğrendiğinde de yaşanılan her şey oyundu." Bu cümleden hiçbir şey anlayamadım, o da bunu fark etmiş gibi devam etti konuşmaya. "O cinayetler işlenmeye başladığında Ateş hep size anlatmak istedi. Sana, Cansu'ya, Savaş'a kim olduğunu ve amacının ne olduğunu, katili tanıdığını ve katilin derdinin ne olduğunu hep anlatmak istedi ama bir türlü yapamadı bunu. Sen o gün eve girince kendisinden şüphe ettiğini anladı. O gün de sana çok söylemek istemiş, böyle anlatmıştı bana ama yapamamış. Ben anlatamıyorum, kendi öğrensin demiş. O gece benim attığım mesajı görmen de Barış'ın değil de pot kırmış gibi kendi doğum gününü söylemesi de bir sonraki gece sen onu takip ederken ve o bunun farkındayken hiçbir şey yapmadan her şeyi öğreneceğin şeyleri görmene izin vermesi de oyundu Mira. Aslında ben de sonradan öğrendim, engel olmayayım diye anlatmamış ama sonradan anlattı bana,” dedi, boğazına uğramış bir ifadeyle ve yarı açık ağzımla öylece kalakaldım karşısında. "Mira, sen Ateş'i Ateş istediği için tanıdın. O izin verdiği için yaşandı o gece, çünkü böyle olmasını istiyordu. Seni seviyordu, hâlâ da seviyor ve bil istedi, öğrenmene engel olacak hiçbir şey yapmadı." Gözlerimi önüme çevirdim, dudaklarımı birbirine bastırdım. Kötü hissetmedim ama iyi de hissetmiyordum. Onun her şeyin farkında olması, ondan şüphe ettiğimi bilmesi ve hiçbir şeye engel olmayıp asıl hayatını bana sunması tahmin edebileceğim bir şey değildi. Aslında bunu aradan geçen bu kadar yıldan sonra öğrenmek de tuhaf hissettirmişti. Sanki bir kez daha o geceye gitmiş, onun kimin olduğunu öğrenmiş, o kadar adama kafa tutmuştum. Sanki o anları bir kez daha yaşamıştım. "Böyle bir şey beklemiyordum,” dedim, oysa bu sır olayına girerken öğrenmek istediğim küçücük bir şeydi ama ben doğru bildiğim bir şeyin aslında kocaman bir oyun olduğunu öğrenmiştim. "Ateş'in bende sırrı çok Mira, hatta o kadar çok ki bazen unutuyorum bazılarını. O sırlardan sana söyleyebileceğim bir tek bu vardı. Aslında öğrenmen de iyi oldu, seni nasıl sevdiğini bir kez daha anlamış oldun işte, fena mı?" Tebessüm ettim. "Öyle,” dedim, duyduğum şeyleri hazmetmeye çalışırken ilerideki hastaneye baktım ve o an fark ettim ki artık onu görmeye, oraya gitmeye daha da büyük bir arzu duyuyordum. Fakat bunun mümkün olmadığının da farkındayım. "Manken ha,” dediğini duydum Erdem'in, bakışlarım onu buldu. Bunu kendi kendine söylemişti ve o da bunu pek kabullenemiyor gibiydi. Onun bu hâli beni sessizce güldürürken telefonu çaldı, cebinden çıkardı. "Pars arıyor,” dedi, hemen yanıt verdi aramaya ve yine sesi dışarıya verdi. "Efendim abi,” dedi açar açmaz da. "Ateş ameliyattan çıkmış, yoğun bakıma almışlar ama durumu iyi. Doğan da Cansu da sağ omuzlarından vurulmuşlar, onlar da ameliyattan çıktı, onlar da yoğun bakımdalar ama iyi olacaklar,” dedi, bir yanım rahat bir nefes alırken bir yanım hâlâ duymadığım isim yüzünden endişe içindeydi. "Savaş?" diye sordum bu yüzden de hemen. "Onun ameliyatı uzamış, hâlâ ameliyatta." Bu cevap beni korkuya düşürdü. "Kurşun göğsüne yakın bir noktaya denk gelmiş, bu yüzden devam ediyormuş ameliyat. Bir gelişme olursa ararım, şimdi işim var,” dedi, kapatacak diye bekledim ama kapatmadı. "Bu arada o hastaneden uzak durun! Bir de sizinle uğraşmayalım, bir şeyler yapmak için benden haber bekleyin,” dedi burada olduğumuzu biliyormuş gibi ve telefonu kapattı. "Savaş,” dedim korku dolu bir sesle, diğerlerinin iyi olduğunu duyduğuma sevinememiştim bile. "Ona bir şey olmaz değil mi?" "Umarım Mira, umarım olmayacak,” dedi, elini yüzüne bastırdı ve gözlerini ovaladı. "Pars, bir şeyler yapmak için benden haber bekleyin dedi. Ne haberi, ne yapıyor?" diye sordum bu kez de. "Bilmiyorum, bana da bir şey söylemedi. Tek söylediği bu işte; hastaneden uzak durun, yakalanmayın,” derken telefonunu cebine koydu. Bu cevabı da aldım ama aklıma bambaşka bir soru daha geldi, farkındayım çok soru soruyorum ama sormayıp da ne yapacağım ki? "Tufan Müdür ve Ceyhun'a ne olacak? Onları yalnız bırakmayacağız değil mi?" Bu sorum onu biraz düşündürdü. Hem de epey bir düşündü ve bir karar vermiş olacak ki konuştu. "Neler olacağını bekleyeceğiz,” dedi, zaten hayatımız beklemekle geçmiyor muydu? "Eğer suçsuz bulunurlarsa bir şey yapmamıza gerek yok. Bir şeyler kesinleşmeden kaçırıp başlarını belaya sokmayalım,” dedi sanki bunu fazlasıyla yapmamışız gibi. "Eğer suçlu bulunur, ceza alırlarsa da bir şekilde iletişime geçeriz. Kaçmak isterlerse elimizden geleni yaparız, istemezlerse de kendi seçimleri olur,” dedi, söylediklerinde yanlış bir şey olmadığından başımı sallayarak onayladım onu ve yine ilerideki hastaneye baktım. Keşke onları görmek, en azından birini görmek için küçük de olsa bir şansımız olsaydı ama yoktu. "Gidelim mi artık? Yapacak bir şey yok burada,” dedi Erdem, gözlerimi hastaneden çekemedim ama haklıydı da, yapacak hiçbir şey yoktu ve burada kaldığımız her an risk artıyordu. "Nereye gideceğiz?" diye sordum gözümün ucuyla ona bakarken. "Eve,” dedi sadece, sanırım gidecek başka da yerimiz yoktu zaten. "Gidelim,” dedim burada kalmayı delicesine isterken, o da benim gibi isteksiz bir şekilde çalıştırdı arabayı ve canımı yakan o eve doğru yola çıktık. Kırk beş dakika sonra eve ulaşmıştık, arabadan inip o eve girdiğimizde kalbim acıdığını hissettim ama burada kalmaktan başka şansımız yoktu. "Odana geç,” dedi Erdem, yanımda durdu. "Dinlen biraz, kendine de gelmiş olursun,” dedi, nasıl göründüğümü az çok tahmin edebiliyordum. "Tamam,” dedim, odama doğru yürüdüm ağır adımlarla. "Hemen yan odada olacağım, bir şey olursa seslen,” dedi, omzumun üstünden bakıp gözlerimle onayladım onu ve yeniden önüme döndüm. Fakat sadece birkaç adım atmışken bir şey yapmam gerektiğinin farkına varıp durdum, tamamen ona döndüm. "Erdem,” dedim, koltuğa doğru yürüdüğü için onun da bana arkası dönüktü. Ağır hareketlerle döndü bana. "Efendim." Sesi çok yorgun çıktı. "Teşekkür ederim,” dedim, anlamsızca baktı gözlerime. "Bugün sen olmasaydın ben...” devam edemedim, banyoda ona karşı kolaylıkla dile getirdiğim şeyi bu kez yapamadım. Söyleyemediğim o cümle boğazıma bir yumru olarak oturdu ve yutkunmama rağmen geçmedi. Sanırım uzun bir süre de geçmeyecek gibiydi. "Teşekkür etmene gerek yok,” dedi, omuz silkti. "Ben sadece kardeşimin emanetine sahip çıktım." Buruk bir tebessüm ettim, aynı şekilde karşılık verdi ve başka bir şey demeden yanından ayrılıp yine o odaya girdim. Bu oda da bu ev gibi artık sadece bana acı veriyordu. Yatağa ulaştığımda ayakkabılarımı çıkardım. En son bu odada çıkan kargaşadan sonra yere düşmüş olan Ateş'in kazağını alıp yatağa girdim. Kazağı yüzüme yaklaştırdım, derin bir nefes aldım. Kokusu ciğerlerimi doldurduğunda yine gözlerim doldu ve dolan gözlerimden akan bir damla yaşa engel olamadım. "Lütfen iyi ol,” diye mırıldandım kendi kendime. "Yalvarırım iyi ol,” diye yineledim, gözyaşlarım bir çağlayan misali yeniden akmaya başlarken sesim çıkmasın diye elimden geleni yaptım. "Özür dilerim,” dedim ağlamamın arasında. "Gitmeyi düşündüğüm için özür dilerim." Bunu demek dudaklarımdan bir hıçkırık kaçmasına neden oldu. Beni duymuyordu, duymayacaktı ama yine de bu özrü dilemek istedim. Belki de bu özür ona karşı değildir de kendime karşıdır. Kendimi mahçup gibi hissediyorum ve sanırım bu his yine sadece kendime karşıydı. Bu yatakta ölüm uykusuna uyurken herkes benden gitti, kimse kalmadı zannediyordum. Hepsinin öldüğünü, bir daha hiçbirini göremeyeceğimi düşünüyordum ve o an için yaptığım şey doğru gelmişti bana. Şimdi onların yaşadığını, nefes aldıklarını ve iyi olduklarını bilirken yanlış yaptığımın farkına varıyorum. Kendime de ya Erdem olmasaydı, o fark etmeseydi diye sormadan edemiyorum. Ona bir hayat borçluydum artık. Odanın kapısına birkaç defa vuruldu. Evde Erdem'den başka hiç kimse olmadığından onun geldiğini hemen anlarken "Mira,” diye seslendi, başımı hafifçe kaldırdım. "Efendim." Neyse ki sesim iyi çıkmıştı. "Abim aradı, Savaş ameliyattan çıkmış. Onu da yoğun bakıma almışlar, doktor durumu hakkında bir şey söylememiş hâlâ." Başımı yeniden yastığa koydum, durumu ne olacak bilemem ama hâlâ yaşıyor olması ve hâlâ bir umut olması bana rahat bir nefes aldırdı. Erdem, duyduğumdan emin olmuş olacak ki başka bir şey söylemeden ayrıldı kapının önünden. Bunu uzaklaşan ayak seslerinden anlayabildim. Dizlerimi karnıma kadar çektim, Ateş'in kazağına ve yastığına sımsıkı sarılıp gözlerimi kapattım. Uyumak istemedim ama gözlerim kapalı olunca ve onun kokusunu solurken o yanımda yokken bile yanımda gibi hissediyordum, benim de şimdi onun yanımda olduğunu hissetmeye ihtiyacım vardı. Bu yüzden hiç gözlerimi açmadan, o kokudan uzaklaşmadan uzandım o yatakta. Ne zaman uykuya daldım bilmiyorum ama biraz uyumuştum, hem de uyumak istemediğim hâlde. Gözlerimi açtığımda saat sabahın dokuzu olmuştu bile. Yatakta kendime gelmeye çalışırken zihnim ayıldı ve dün gece olanlar bir bir aklıma geldi. Kendime gelmeyi falan bırakıp hemen yataktan çıktım, ayakkabımı giydim ve salona gittim. Erdem'i göremedim, belki de hâlâ uyuyordur diye içimden geçirip odasına yöneldim ama eve girdiğini gördüm, gitmeme gerek kalmadı. "Hastaneden bir haber var mı?" diye sordum hemen, başını olumsuz anlamda salladı. Gözlerinin içi kıpkırmızı olmuş ve göz altları şişmişti, çok yorgun görünüyordu. Sanki dün gece hiç uyumamış gibi. "Sen hiç uyumadın mı?" Endişeyle sordum, salona doğru yürüdü. "Uyku tutmadı,” dedi, kendini tekli koltuğa bıraktı. Bu şekilde devam etmesi iyi değildi, gerçekten çok kötü görünüyordu. "Bir şeyler hazırlamamı ister misin? Kahvaltı gibi,” dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Yok, sen ye ama bir şeyler. Birazdan abim gelecek, muhtemelen gideceğiz,” dedi, karşısına oturdum. "Nereye gideceğiz, niye geliyor Pars?" diye sordum, bilmiyorum anlamında dudaklarını büzdü. "Bilmiyorum,” dedi ve arkasına yaslandı. "Yarım saat önce aradı. Geliyorum, hazırlanın gideceğiz dedi ve bir şey sormama fırsat vermeden telefonu kapattı." Açıkladı, anladım dercesine başımı salladım. "Sen nasılsın?" diye sordu, dünkü şeyden sonra bu soruyu yadırgamadım. "Daha iyi,” dedim, gözlerini önüne çevirdi ve sessiz kaldı. Söyleyecek başka bir şeyim olmadığından sustum, beklemeye başladık. Zaten çok geçmeden en fazla yarım saat kadar sonra bahçeye duran arabanın sesini duydum. Pars'ın geldiğini anlarken ne Erdem ayağa kalktı ne de ben, onun gelmesini bekledik. Birkaç dakika sonra eve girdi. Fakat yalnız değildi, Agâh Savcı da gelmişti. İkisi de geldi salona, oturdular. "Siz iyi misiniz?" Bunu soran Agâh Savcı olurken Erdem de ben de başımızı sallamakla yetindik. "Ateş, Cansu, Doğan ve Savaş onlar da iyiler,” dedi Pars, gözümün ucuyla ona baktım. "Ceyhun ve Tufan'ın da soruşturması devam ediyor, henüz ne olacağı belli değil." Bunu diyen de Agâh Savcı oldu. "Hepsini bir şekilde kurtarmamız lazım, hiçbirini bırakamayız,” dedim, Agâh Savcı ve Pars birbirilerine baktılar. O an bir planları olduğunu anladım. "Hazırlanın gideceğiz demiştin,” dedi Erdem abisine bakarak. "Dedim,” dedi Pars ve arkasına yaslandı. "Daha doğrusu gideceksiniz, ikiniz,” "Nereye?" diye sordum, ortamı gerecek bir şeyler söyleyeceği çok belliydi. "Gidip teslim olacaksınız." Gözlerim büyüdü, doğru mu duydum ben? "Ne?" Sesimin yüksek çıkmasına engel olamadım. "Abi sen ne dediğinin farkında mısın?" Bunu soran da Erdem oldu. "Farkındayım,” dedi Pars rahat bir tavırla. "Gidip teslim olacaksınız, biz de sizi oradan yasal yollarla çıkaracağız,” dedi, kendime engel olamadım ve alaylı bir şekilde gülüp hepsinin bana bakmasına neden oldum. "Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?" diye de sordum. "Onlarca kişinin katili olarak biliniyoruz, üzerimize bir sürü suç yıkıldı ve sen bize teslim olun, yasal yollarla çıkacaksınız mı diyorsun? Yasal yol dediğin hak etmediğimiz cezamızı çekip çıkmak herhâlde?" Alay edercesine sordum. "Sarışın,” dedi Pars uyarıcı bir ses tonuyla. "Üç kardeşim var benim, üçü de bu işin içinde. İkisi hastanede yaşamak için uğraşıyorlar, biri de karşımda oturuyor. Eğer ona da git, teslim ol diyorsam vardır bir bildiğim." Kaşlarımı çattım. "Haklısın, bir bildiğin olabilir ama bize söylemediğin sürece biz o bildiğini bilemeyiz ve sormak hakkımız. Açıklama yapman gerekiyor, nasıl çıkaracaksın bizi oradan?" diye sordum, Pars fazlasıyla düz bakışlar atarken benden hoşlanmadığı belliydi. "O değil, ben çıkaracağım,” dedi Agâh Savcı, bakışlarım onu buldu. "Uzun zamandır bunun için uğraşıyorum zaten. En başında Ateş'e de diğerlerine de söz verdim bu işi bitireceğim diye,” dedi, kendinden o kadar emindi ki suçsuz olduğumuzu kanıtlayabilecek gibiydi. "Sen bize güvenmiyor olabilirsin ama bu işin içinde kızımdan ayırmadığım, oğlum gibi büyüttüğüm üç adam var. Bir de öz yeğenim var Mira, ben onları riske atacak hiçbir şey yapmam,” dedi, Erdem'le göz göze geldik. Bakışlarından anladığım kadarıyla o çoktan kabul etmiş gibiydi. "Erdem, beş dakikaya bahçede ol gideceksin,” dedi Pars ve ayağa kalktı, bana baktı. "İster bizimle olursun, ister olmazsın. Bu senin kararın ama kardeşim gidip teslim olacak,” dedi, bir şeyler dememizi beklemeden evden çıktı. Onun ardından da Agâh Savcı kalktı. "Senin yerinde olsam herkes kurtulurken kendimi yakmazdım Mira,” dedi ve o da gitti, Erdem'le yalnız kaldık. "Teslim olacak mısın?" diye sordum, hiç düşünmeden cevap verdi. "Abime ve Agâh abime kendimden bile çok güveniyorum Mira, teslim olacağım,” dedi, gözlerimin içine baktı. "Sen de güven onlara, benimle gel,” dediğinde elimi yüzüme bastırdım, ofladım. Sanki başka şansım vardı. "Gelecek misin?" "Başka şansım mı var?" diye sordum ben de, ayağa kalktı. "Hadi o zaman, gidelim." "Sen çık, geliyorum,” dediğimde de başını salladı ve çıktı. Elimi montumun iç cebine attım, oradan hiç çıkarmadığım ve asla yanımdan ayırmadığım o mektubu çıkardım cebimden. Babam, bu mektubu bana Ceyhun'la göndermişti. Mektupta ne zaman çıkmaza girersen, başka bir yol ararsan sana vereceğim adrese git yazmış ve bir anahtar bırakmıştı. Şimdi başka bir yola ihtiyacım var gibi hissediyorum. Gidip onların istediğini yapmadan, teslim olmadan buraya bakmak istiyorum ama yapamayacak gibiyim. Hem gideceğim yerde bir şeyler olacağına inanmıyorum. Muhtemelen babam benim için sadece bir ev ayarlamıştı. Başım sıkıştığında gidip kalmam için. Belki de başka bir şeydir, olabilirdi sonuçta ama beni ne beklediğini bilmiyorken her şeyi bırakıp gidemem. Artık böyle bir lüksüm yoktu. Ayağa kalktım, eğer gerçekten kurtulabilirsek buraya o zaman gideceğim. Ne olduğunu, beni orada ne beklediğini o zaman öğreneceğim. Şimdi, böyle bir risk alamazdım. Vaktin azaldığını fark edince yatak odasına gittim. Gardırobu açıp mektubu kıyafetlerin altına koydum. Bununla gidemezdim, polislerin eline geçerdi çünkü. İşimi bitirdikten sonra son kez odaya baktım. Buraya kısa zamanda yeniden dönmeyi umut ederek ayrıldım odadan, evden de çıktım ve beni beklediklerini gördüm, yanlarına gittim. "Siz ikiniz yalnız gideceksiniz karakola, biz gelmeyeceğiz,” dedi Pars. "Neler olacağını zaten biliyorsunuz, doğrudan tutuklanır gözaltına alınırsınız. Sonra da sorguya alırlar, tek kelime bile etmeyeceksiniz,” dedi, ne yani hiçbir şey anlatmayacak mıydık? "Olanları anlatmayacak mıyız?" diye sordum, bakışları beni buldu. "Hayır, suçsuz olduğunuzu bile söylemeyeceksiniz. Sessiz kalacak, tek kelime etmeyeceksiniz. Sizi ne kadar suçlarlarsa suçlasınlar, ne söylerlerse söylesinler ağzınızı açmayacaksınız. Susun ve bekleyin sadece,” dedi, bunu neden istediğini anlayamadım ama yine de başımı salladım. Erdem de benim gibi onayladı onu. "Madem anlaşıldı her şey, hadi gidin artık,” dedi Agâh Savcı, Erdem'in belindeki silahını çıkardığını fark ettim. Sonra da abisine uzattı o silahı. Pars silahı aldı, bakışları beni buldu. Benden de aynı şeyi yapmamı beklediğini anlayınca ben de silahımı çektim, uzattım ona. Benimkini de aldı, Erdem'le göz göze geldik. "Gidelim,” dedi, onayladım onu ve birlikte arabaya bindik. Yol boyunca ikimiz de tek kelime etmedik, konuşacak hiçbir şey kalmamıştı artık. Yarım saatten biraz fazla zaman sonra karakolun önündeydik ve her şeyin biteceği o yere artık gelmiştik. "Hazır mısın?" diye sordu ve sessizliği bozdu Erdem. "Hazırım,” dedim tereddüt etmeden ve indik arabadan, karakolun geniş kapısının önünde durduk. Kalp atışım hızlanırken midemde keskin bir ağrı vardı. Karakolun bahçesine girmek için Erdem'le eşzamanlı olarak attığımız her adımda da o ağrı artıyordu. Buna rağmen yürümeye devam ederken nöbetçi polisler tarafından fark edildiğimizi anladım. "Durun!" diye bağırdı polis ve silahını çekti, hemen ardından diğeri de silahını çekti. Erdem'le yan yana durduk, daha fazla ilerlemedik. "Kaldırın ellerinizi!" diye bağırdı polislerden biri, Erdem'le göz göze geldik. İkimiz de aynı anda ellerimizi kaldırdık. Sonrası bildiğimiz gibi ilerledi. O iki polis yanımıza gelirken onları duyan, haberi alan herkes çıktı dışarıya. Arkamızda duran iki polis tarafından diz çöktürüldük, ellerimiz arkadan kelepçelendi. Diz çökmüş bir şekilde başımı kaldırdım, karşıya doğru baktım. Bir zamanlar polis olarak çalıştığım bu karakola şimdi bir suçlu olarak girmiş, tutuklanmıştım. Mesai arkadaşlarım, sevdiğim insanlar ve diğer onlarca kişi karşımda durmuş acıyarak, üzülerek ve nefretle bakıyorlardı bana. Bir yandan bu durum gururumu kırarken bir yandan tuhaf bir şey hissediyordum. Hani günlerdir hissettiğim ve hep bu an son an dediğim ama hep devamının olduğu anlar vardı ya? İşte şimdi o anlarda hissettiğim şeyi tam aksini hissediyorum, bu an bu kez son değildi. Günlerdir her şey bitti diyen ben, bu kez her şeyin bittiği değil de başlayacağı noktada olduğumu hissediyordum. Bu hisle gözlerimi Erdem'e çevirdim, o da benim gibi yere diz çökmüştü. Hissetmiş gibi o da bana döndüğünde bakışlarındaki umudu, rahatlığı gördüm ve o an anladım artık her şey için hem çok geçti hem de her şey bizim için daha yeni başlıyordu. *** Bulunduğumuz durumu en iyi anlatan kelime; dağılmaktı. Dağılmanın ne olduğunu artık bu dünyada en iyi bilenlerden biriydim. Dağılmak buydu işte; yalnız kalmaktı. Elini tutabileceğin, sarılabileceğin, destek alabileceğin hiç kimsenin olmayışıydı; dağılmak. Ve biz dağılmıştık. Artık hepimiz bir yerlerde yalnızdık ve bir şeyler olmasını, yeniden bir araya gelmeyi bekliyorduk. Aslında insan dağılınca anlıyormuş bir bütün olmanın, birlikte olmanın önemini. O anların kıymetini bilemediğim için kendime kızıyorum ve kendime söz veriyorum ki olur da bir gün yeniden bir araya gelirsek birlikte olmanın kıymetini bileceğim. Birlikte olmaktan, birilerinin yanında olmaktan asla vazgeçmeyeceğim ve yine söz veriyorum ki eğer bir araya gelirsek bu kez hiç kimsenin bizi dağıtmasına izin vermeyeceğim. Hayatın da kaderin de o hayatı yaşayan insanların da... "Sizinle birlikte olan başka biri var mıydı?" diye sordu karşımda oturan polis memuru. Bizi bahçede yakalamış, içeriye almışlardı. Erdem'le yollarımız da orada ayrılmıştı, onu başka bir sorgu odasına alırlarken beni de buraya getirmişlerdi ve her zaman oturduğum yerde şimdi başka bir kadın oturuyordu, ben de karşısında durmuş sorularını dinliyordum. Fakat aynı soruları defalarca kez sormuş olmasına rağmen Pars'ın isteği doğrultusunda tek kelime bile etmemiştim ama kadın buna rağmen sabırla sormaya devam ediyordu. "Mira Aksoylu!" dedi sert bir tavırla ve bana doğru eğildi. "Elbette susma hakkın var ama emin ol bu ne senin ne de arkadaşların için iyi olur. En başından beri neler olduğunu, tüm bu suçları neden işlediğinizi anlat ve bize yardım ol ki biz de sana yardımcı olalım." Bu cümleyle gülmek istedim, fakat gülmedim ve dümdüz bakmaya devam ettim. Böyle bir şeye kanacağımı mı düşünüyordu gerçekten? "Susmakta kararlısın anladığım kadarıyla." Neyse ki sonunda bunu anlayabilmişti. "Peki sana şu an bir diğer sorgu odasında suç ortaklarından biri olan Erdem Karahan'ın her şeyi bir bir anlattığını, anlatırken de sadece sizi suçlayabileceğimiz şeyler söylediğini söylesem ne dersin? Sessiz kalmaya devam mı edersin?" Dudaklarımın yana kıvrılmasına, yüzümde alaylı bir ifade oluşmasına engel olamadım. Pars bize tek kelime etmeyin dememiş olsaydı ve Erdem orada gerçekten konuşuyor olsaydı bile söylediği şey mümkün değildi. Bizi suçlayacak şeyler anlatacak öyle mi? Komikmiş. "Aynı zamanda yaklaşık bir saat önce hastanede kendine gelen Cansu Karadağ ve Doğan Karahan da itirafçı oldu,” dedi, arkama yaslandım. Bir elim masanın üzerindeki sabit olan aparata kelepçeliydi. "Durumun farkında mısın?" diye sordu ve hafifçe bana doğru eğildi. "Herkes sadece kendini düşünüyor ve konuşuyorlar bir bir. Senin de kendini düşünme zamanın geldi gibi,” dedi, o beni konuşmak için ikna etmeye uğraşırken çok başka bir şey düşündüm. Pars Erdem ve bana konuşmayın demişti ama diğerleri? Onlara da bir şekilde haber verip susturmuş mudur? Ya konuşur ve yanlış bir şey söylerlerse? Bundan korkarken eğer onların da susması gerekiyorsa Pars bir şekilde halletmiştir dedim kendi kendime ve kendimi rahatlattım. "Mira,” dedi kadın polis ve masaya odakladığım gözlerim onu buldu. Soru sormayı bırakmış ve sadece konuşmam için beni ikna etmeye çalışıyordu. "İfade vermeyecek misin?" diye sordu, pes etmiş gibiydi. "Bir şey söylemeyecek misin?" diye ekledi sorusuna, dudaklarımı yaladım ve derin bir nefes aldım. Kadın, konuşacağımı düşünmüş olacak ki heyecanlandı. "Söyleyeceğim,” dedim, bir saattir onun bana yaptığı gibi ben de ona doğru eğildim. Gözümün ucuyla ilerideki cama doğru baktım. Arkası görünmüyordu ama orada merakla beni izleyen çok kişi olduğuna emindim ve muhtemelen şu an onlar da karşımdaki kadın gibi heyecanlılardı. Gözlerimi arkasını göremediğim camdan çektim, yeniden kadına baktım, hâlâ heyecanlıydı. "Su verir misin?" diye sordum, kadın şaşırıp kalırken arkama yaslandım. "Çok susadım,” diye ekledim, kadın bir anda öfkeyle ayağa kalktı. Önündeki dosyayı sert bir tavırla kapattı ve ayaklarını yere vura vura çıktı odadan. Arkasından bakmak yerine yeniden karşımdaki cama döndüm, arkasında çok kişi olduğuna emindim ama kim olduklarını da merak etmiyor değildim. Gözlerimi oradan hiç çekmedim, dikkatle bakmaya devam ettim. Kendilerini görmemin mümkün olmamasına rağmen gördüğümü düşündürecek kadar dikkatli baktım. O sırada kapı yeniden açıldı, içeriye başka bir polis memuru girdi. Dikkatle bakınca giren polisi tanıdığımı fark ettim. Yanıma geldi, önüme küçük bir pet şişedeki suyu bıraktı. Gözünün ucuyla baktı bana, gözlerinde hüzün vardı. Bu hâlde olmam onu üzmüş gibiydi. Bir an için kendimi kötü hissettim, benimle konuşması muhtemelen yasak olduğu için sessizce o kötü histen kendimi kurtarmaya çalıştım ve sabırla beklemeye başladım. Acaba Erdem ne durumdaydı? Sorgusu bitmiş midir şimdiye kadar? O da benim kadar sessiz kalabilmiş midir ki? Bir şeyler anlatmayacağından hiç şüphem yok ama o sinirli biriydi, aynı soruyu birkaç kez duymaya tahammül edemeyecek biriydi. Umarım sinirlerine hâkim olup olay çıkarmamıştır. Önüme bırakılan suyu aldım, açıp bir yudum içtim. Bardağı yeniden masaya bırakıp bir kez daha arkama yaslandım, gözlerimi kapattım ve biraz gözlerimi dinlendirmek istedim. Ateş geldi aklıma. İyidir değil mi şimdi? Kendine gelmiş midir acaba? Burada olduğumuzu öğrenmiş midir? Onu çok özledim, sımsıkı sarılmak ve hiç ayrılmamak istiyorum. Fakat bunu yapabilecek miyim işte ondan emin değilim. Sorgu odasının kapısı bir kez daha açıldı, gözlerimi araladım. İçeriye giren yine tanıdığım bir polis oldu. Karşıma oturdu, görsel olarak tanıyordum ama isim olarak hatırlayamamıştım. "Bir gün bu odada karşı karşıya oturmak da varmış Mira,” dedi, elindeki dosyayı masaya bırakıp arkasına yaslandı ve gözlerimin içine baktı. "Kısmet,” dedim, kendisiyle dalga geçtiğimi düşünmüş olacak ki kaşlarını çattı. "Su istemiştin, içmemişsin,” dedi sadece bir yudum içtiğim suya bakarak. "Demek sen de beni izleyenlerdensin,” dedim, kelepçeli olan bileğimi hareket ettirdim. Kelepçe bileğimi acıtıyordu ve elimi sürekli aynı yerde tutmak rahatsız edici olmaya başlamıştı. "Bir dakika,” dedi, bileğimi tuttu ve kelepçeyi açtı. "Şimdi daha iyi oldu sanırım,” dediğinde elimi çektim, bileğimi ovaladım. İyi polis rolünü bugün o üstlenmiş gibiydi. "Sağ ol,” dedim yine de ve kollarımı göğsümün altında topladım. "Avukat istememişsin,” dedi, istememek gibi bir lüksüm yoktu ama ihtiyacım olsaydı Pars ayarlamış olurdu herhâlde değil mi? Birine körü körüne bu denli güvenmek hiç benlik bir şey değildi ama hayat artık bana başka bir yol sunmuyordu. Ona güvenmekten başka şansım yoktu. "Cevap yok,” dedi polis. "Konuşmamanın sana bir şey kazandırmayacağını biliyorsun değil mi?" diye sordu, sessiz kalmaya devam ettim. "Bizimle iş birliği yapman lazım." "Nasıl bir iş birliği?" "İtirafçı olman ve her şeyi anlatman karşılığında üzerindeki suçlardan...” devam etmesine izin vermedim. "Duymak istemiyorum,” dedim, sözünü kesmiş olmam onu kızdırdı ama şu an için bu pek de umurumda değildi. "Hata yapıyorsun,” dedi, ardından da çok şey söyledi ama karşılık vermedim, hiçbir şey söylemedim. Uzun uzun konuştu karşımda, beni ikna etmek için dil döktü ama ağzımdan tek kelime bile çıkmadı. Sonra o da pes etti ve o da sorgu odasından ayrıldı, ben yine yalnız kaldım. Yine birileri gelir, başkaları beni konuşturmayı dener diye çok bekledim ama kimse gelmedi. Zaman geçtikçe sabrım tükendi, bir şeylerin olmaması sinirimi bozdu ama elimden bir şey gelmediğinden beklemeye devam ettim. Beklerken önüme bırakılmış olan suyu da içmiş oldum. Ne kadar bekledim bilmiyorum ama epey bir zaman geçirdim tek başıma. Oturduğum yerden hiç kalkmadım ve sabrım tükeniyor olmasına rağmen gayet sabırlı göründüm. Ta ki odanın kapısı bir kez daha açılıp da son çıkan polis yeniden girene kadar. Bir kez daha karşıma oturduğunda düz bir ifadeyle baktım yüzüne. "Birazdan savcı girecek yanına." Savcı, bu savcı Agâh Bey olabilir miydi? Belki de bir şeyler yapmaya başlamışlardı sonunda. "Öğrenmek istediği her şeyi soracak, soruşturmayı kapatmak istiyorlar artık. Eğer onun karşısında da susarsan muhtemelen suçları kabul ettiğini düşünecek, zaten reddetmek gibi bir şansın yok. Bir sürü delil var hakkında,” dedi, o bunları söylerken ben hâlâ gelecek olan savcının Agâh olduğunu düşünüyordum ama içinde yeğeninin ismi geçen bir olayı da ona verirler mi işte bundan emin değilim. "Hâlâ susuyorsun, peki öyle olsun,” dedi, ayağa kalktı ve benimle birlikte o da beklemeye başladı. Bu kez çok geçmeden kapı açıldı ve sonunda birileri girdi içeriye. Fakat beklediğim kişi yoktu, Agâh Savcı gelmemişti ve onun yerine gelen savcı tam karşımda durdu. Bu adamın beni tutuklamaya yetkisi vardı, buradan cezavine gönderilebilirdim ama hâlâ Pars tarafından bir şeyler yapılmamıştı. Acaba yolunda gitmeyen bir şeyler mi oldu diye düşünürken tam karşımda ayakta duran savcıdan hiç duymayı beklemediğim sözler duydum. "Mira Hanım,” dedi, hanım mı? "Ben Cumhuriyet Savcısı Yavuz Akselim,” dedi, elini uzattı. "Sizinle tanıştığıma memnun oldum." Adamın karşısında şaşkınca kalakaldım, neler oluyordu? Anlamsız bir ifadeyle adama bakarken istemsizce ayağa kalktım, hâlâ havada olan elini fark ettiğimde elini tuttum. "Mira Aksoylu." Şaşkın bir ses tonuyla kendimi tanıttım. "Sizinle böyle tanışmak istemezdim, gönül isterdi ki bu işin sonu böyle bitmesin ama maalesef burada bitmiş,” dedi, hâlâ ne dediğini anlamıyordum. Bu adam neyden bahsediyor? Benimle neden böyle konuşuyor? Şu an oturmalı ve beni sorguya çekmesi gerekiyordu. Fakat adamın bir beni tebrik etmediği kalmıştı. "Sizi anlayamıyorum,” dedim, ellerimi nereye koyacağımı bilemedim, parmaklarımla oynamaya başladım. "Doğrusunu söylemem gerekirse bu zamana kadar ben de bilmiyordum ama bir saat önce bu konuda bilgilendirildim ve gerekeni yapmak konusunda görevlendirildim,” dedi, adama anlamsızca bakmaya devam ettim. "Hangi konuda bilgilendirildiniz tam olarak?" diye sordum, doğru düzgün açıklama yapsaydı ben de bir şeyler anlardım hiç değilse değil mi? "Bunu daha uygun bir yerde konuşalım bence,” dedi, kapıyı gösterdi. "Benimle gelin lütfen,” dedi, kendisi kapıya doğru yürüdü. Şaşkınca kaldım arkasında. "Kelepçe?" diye sordum, bana baktı ve komik bir şey söylemişim gibi gülüp kapıyı gösterdi. "Gelin benimle,” dedi, o giderken gözlerimi hâlâ odada olan ve aynı benim gibi şaşkın olan polise çevirdim. Olanları anlamayan bir tek ben değildim, o da hiçbir şey anlamamış gibiydi. Bir şeyleri sorgulamayı bıraktım, sorgu odasından elimi kolumu sallayarak çıktım. Savcının peşine düştüm, sorgu odalarının bulunduğu odaların önünden geçtik, büyük kapıdan çıktığımızda Erdem'i gördüm. O da benim gibiydi. Ne elinde kelepçe vardı ne de onu tutan polisler. Sadece yanında bir polis vardı ve iki arkadaş gibi yan yana duruyorlardı. Bu durum normal değildi, çok tuhaftı. Yanına gitmemin bir sorun olmayacağını düşündüm, birkaç büyük adımda yanına ulaştım. "Neler olduğunu anladın mı?" Sessizce sordum, kaşlarını hayır anlamında kaldırdı. Şu an olmamız gereken en son durumdaydık. Karakolda, onlarca polisin içinde elimizi kolumuzu sallayarak geziyorduk. "Gidelim,” dedi ve Savcı'nın peşinden yürüdü, ben de onun peşine düştüm. Şaşkın olan sadece biz değildik, şu an bizi izleyen polisler de şaşkındı. Bir zamanlar iş yerim olan karakolun içinde ilerledik, toplantı odasına girdik. Yuvarlak masada savcının karşısına denk gelecek şekilde oturduk. Ona neler olacağını soracakken kapı açıldı ve içeriye üst düzey yetkili oldukları çok belli olan iki kişi girdi. Erdem'le bakışlarımız bir kez daha kesişti, onun da gelenlere baktığını gördüm. Savcı, ayağa kalkınca istemsizce biz de kalktık. İlk önce bir kadın yanıma geldi. "İstihbarat Bölge Amiri Müge Bayraktar,” dedi, uzattığı elini tuttum. "Mira Aksoylu,” dedim, o Erdem'in yanına giderken karşımda tek bir adam kaldı. "Emniyet Müdürü Tarık Kaya." Kendini tanıttı, az önce ismimi duyduğundan yeniden söyleme ihtiyacı hissetmedim. Emniyet Müdürü Erdem'le de tanıştıktan sonra yeniden oturduk masanın etrafına. Bu işin sonunun nereye gideceğini merak ediyordum. "Artık bize de bir şeyler anlatacak mısınız?" diye sordum, Savcı'ya baktım. "Sorgu odasında neden bana öyle davrandınız?" Açıkça sordum, Emniyet Müdürü atıldı. "Bu durumu size ben açıklayayım." Gözlerim onu buldu, Erdem de ona bakıyordu. "Öncellikle izlemeniz gereken bir şey var,” dedi ve önündeki laptoptan bir şeyler yaptı. Merakla ona bakarken birkaç dakika sonra bize doğru çevirdi ekranı. "İzleyin,” dedi, ekrana odaklandım. Burası o evdi, Beril'in intihar ettiği, Taner'in bizi yakaladığı ve orada işlenen her suçun üzerimize kaldığı ev. "O güne ait gerçek kamera kayıtları,” diye açıkladı müdür. "Gerçek kamera kayıtları mı?" diye sordum, başını salladı. Gözlerimi ekrana çevirdim ve videoyu izlemeye devam ettim. Gerçekten de öyleydi, gördüğüm her şey o gün olduğu gibi ilerliyordu. Bu, beni heyecanlandırırken o gün koşarak evi terk ettikten sonra olanlar geldi ekrana. Bizim içeriye girmek için yaraladığımız adamları Taner'in bir bir öldürdüğü açıkça görünüyordu. Heyecanla Erdem'e döndüm, gördüklerine inanamıyor gibi bir hâli varken yeniden ekrana odaklandım. "Taner'in öldürdüğü açıkça görünüyor,” dedim, Emniyet Müdürü bilgisayarı yeniden kendine çevirdi, bir şeyler yaptı ve ekran tekrardan bize döndü. Bu kez de o evin içi görünüyordu. Beril'in odasındaydı kamera ve biz de o odadaydık ve çok net görünüyordu Beril'i bizim zehirlemediğimiz, intihar ettiği. Sonra da video durdu, hemen Emniyet Müdürü'ne baktım. "Bunlar...” devam etmeme izin vermeyip kendisi konuştu. "Bunlar sizi üzerinizdeki çoğu suçtan kurtarıyor,” dedi, Erdem araya girdi. "Ne zaman ve nasıl elinize geçti bunlar?" diye sordu, ben de meraklandım bu soruyla ama Pars'ın yaptığını tahmin etmek de zor değildi. "Siz teslim olduktan yarım saat kadar sonra ulaştı bunlar elimize. Haberiniz var sanıyorduk, hatta bunlara güvenip teslim olduğunuzu düşündük,” dedi, cevap vermek istedim ama Erdem benden önce davrandı. "Bir şeyler olacağından haberimiz vardı ama ne olacağından yoktu,” doğruyu söyledi, Müge Hanım girdi araya. "O zaman bunlar elimize ulaştıktan sonra teslim olan ve itirafçı olan Sezai Keskin'den de haberiniz yoktur." "Sezai keskin?" diye sordum, kadın arkasına yaslandı. "Tanımıyorsunuz bile,” dedi ve devam etti. "Kendisi Beril Kahraman'ın en yakınlarından biri. Bugün emniyete teslim oldu, Beril Kahraman'ın yaptığı her şeyi delillerle birlikte anlattı. Bu videolar, adamın itirafları ve o itirafları destekleyen deliller doğrultusunda üzerinizdeki suçlamaların çoğundan kurtuldunuz,” dedi, dudaklarımın yana kıvrılmasına engel olamadım. Bunu Pars da yapmış olabilirdi, Ekin de. Çünkü o da böyle bir şeyden bahsetmişti. "Ayrıca Sezai Keskin'in anlattığı şeyler arasında İnci Şahin cinayeti ve katili olduğu düşünülen Uras Arkan hakkında bilgiler de var. Daha önce emniyete ulaşan görüntünün aslında asıl videonun sadece bir kısmı olduğu belirlendi ve asıl videoya Sezai Keskin sayesinde ulaşıldı. Uras Arkan'ın suçsuz olduğu da kesinleşti, asıl katil tespit edildi ve hakkında yakalama kararı çıkarıldı bile." Kadının söylediği şeyler karşısında öylece kaldım, hiçbir şey diyemedim. Biz resmen aklanıyor, kurtuluyorduk. Hem de delillerle ispat edilerek. "Bizim suçsuz olduğumuz kanıtlandı, bizi cinayetle suçlamak için elinizde hiçbir sebep yok,” dedi Erdem ve devam etti. "Fakat bunu bize normal bir şekilde iletmek yerine sizin gibi üst düzey yetkililerin karşımıza geçip de bize bunları böyle anlatıyor olmalarının bir sebebi olmalı,” dedi, haklıydı da. "Haklısınız,” dedi Yavuz Savcı. "Tabii ki de bir sebebi var ve bunu konuşmak için buradayız." "Sizi dinliyoruz,” dedim, Savcı devam etti. "Her ne kadar bu suçlardan kurtulmuş olsanız da sizin de işlediğiniz bir sürü suç var,” dedi, kaşlarımı çattım. "Polisin elinden bir suçluyu kaçırdınız mesela. Hem de iki polisi etkisiz hâle getirerek,” dedi, haklı olmaları sessiz kalmamıza neden oldu. "Ayrıca defalarca kez polisle çatışmaya girdiniz, kendinizi savunmak için de olsa çok kişiyi yaraladınız. Yaşanılan her şeyi polise bildirmek varken hiçbir yetkiniz olmamasına rağmen her şeyi kendi başınıza hallettiniz,” dedi, sonuna kadar haklılardı. "Bunun için mi toplandık?" diye sordu Erdem. "Ben suçlarımızı sıralamak için karşımıza geçtiğinizi düşünmüyorum. Başka bir mesele olmalı,” dedi, gözlerim üçünün arasında gezindi. Gerçekten de başka bir dertleri vardı ve bunu belli etmekten hiç çekinmiyorlardı. "Sizi dinliyoruz,” dedim yine, artık asıl konuya gelmeleri lazımdı. "Bu konuyu siz de biliyor olmalısınız, çünkü elimize geçen bu video arkadaşlarınızdan biri tarafından bize ulaştırıldı,” dedi Emniyet Müdürü ve bilgisayarını bir kez daha bize çevirdi. "Ne videosu?" diye sordu Erdem, video başladı. Tanımadığım bir evdi burası. Neden bu videoyu izliyoruz diye düşünürken videoda bizimkiler belirdi. Doğan, Cansu ve Savaş videodaydı, diz çökmüşlerdi. O an anladım ki bu video dün geceye aitti. Dün gece yakalandıkları evdeydiler, etkisiz hâle getirilmiş ve muhtemelen bizi bekliyorlardı. Fakat hâlâ bu videonun ne anlama geldiğini anlayamazken ekranda sivil bir polis göründü. "Daha ne kadar kaçmayı düşünüyordunuz lan?" diye sordu ve Doğan'ın yüzüne yumruğunu geçirdi, gözlerim büyürken aynı yumruktan Savaş da yedi. O an Erdem'in dizinin üzerindeki elini fark ettim. Ellerini yumruk yapmıştı. Kollarındaki damarlar belli oluyordu. Onu izlemeyi bırakıp ekrana odaklandım. Polis tarafından şiddet görmeye devam ettiler, Cansu'yu da fiziksel olmasa da sözlü bir şekilde rahatsız ettiler. Sonra bulundukları odaya bir başka polis girdi. Bizimkileri salona getirmesini söyledi diğer polise. Bizimkiler ayağa kalktıklarında ne oldu anlayamadım ama bir anda ortalık karıştı, kendilerine vuran polise saldırdılar, kelepçelerden bile kurtulmuşlardı. Şaşkınca olanları izlerken o polisi etkisiz hâle getirip camdan kaçtılar. Sonra tam olarak şu cümle duyuldu. "Kaçıyorlar, yakalayın şunları hemen! Kaçıyorlar!" Ve bu cümleden sadece birkaç saniye sonra silahını çekti, ateş etti ve o an görünmedi ama Cansu'yu vurduğunu biliyordum. Bir dakika sonra da iki el daha ateş etti, Savaş ve Doğan'ı vurdu. Video da burada son buldu zaten, devam etmedi. "Bu video sizden biri tarafından gönderildi bize,” dedi, kaşlarımı çattım. Bizden biri mi? Bu, mümkün müydü? "Eğer gereken yapılmazsa bu polis hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını, internette yayılacağı söylendi. Gördüğünüz gibi bir polisin yapmayacağı hatalar yapıyor. Aynı zamanda hiçbir uyarıda bulunmadan, peşlerine düşmek yerine doğrudan hepsini vuruyor. Bunlar bir polis için büyük suç." Bu sözlerle olayı az çok anlamaya başlamıştım. "Kimin oğlu bu polis?" diye sordu Erdem, benim de anladığım şey tam olarak buydu. "Kimi korumaya çalışıyorsunuz?" diye ekledi sorusuna, üçü de birbirilerine baktılar. "Önemli birinin oğlu olmalı, sizleri bile karşımıza oturtacak birinin oğlu,” dedim ben de, Müge Hanım araya girdi. "Bu bilgiyi size veremeyiz,” dedi, kendimden emin bir şekilde karşısında dururken konuştum. "Size videoya gönderen arkadaşımız tarafından bunu öğreneceğiz zaten,” dedim, kadın arkasına yaslandı. Kendimize olan güvenimizin yerine gelmiş olması hiçbirinin işine gelmemiş gibiydi. "Bizim tarafımızdan öğrenmenizden çok daha iyidir,” dedi, anladım dercesine başımı salladım. "Neyse, gelelim işin asıl kısmına,” dedi Emniyet Müdürü, gözlerimi ona çevirdim, devam etti. "Üzerinizde çok büyük suçlamalar kalmadı, son olarak eski Başkomiser Taner'i de adalete teslim ederseniz eğer işlenilen küçük suçlar bu videonun ortadan tamamen yok edilmesi karşılığında yok sayılacak,” dedi, ellerimi göğsümün altında birleştirdim. İşte beklediğim teklif tam olarak böyle bir şeydi. "Şimdi biz Beril davasından ve o geceki cinayetlerden kurtulduk, Taner'i de size teslim edersek diğer suçları göz ardı edecek ve bizi serbest mi bırakacaksınız?" diye sordu Erdem, Müge Hanım başıyla onayladı bizi. "Aynen öyle,” dedi, araya girdim. "Sadece ikimiz değil, hepimiz ama değil mi? Tabii buna buranın müdürü olan Tufan Yürekli ve komiser yardımcısı Ceyhun Kandemir de dahil olmalı,” dedim, kadın yine başıyla onayladı bizi. "Tabii, anlaşma herkes için geçerli. Sadece ikiniz konuşabileceğimiz durumdaydınız, bu yüzden sadece ikiniz karşımızdasınız,” diye açıkladı, Erdem'le göz göze geldik. Bu anlaşmayı kabul etmemek gibi bir aptallık yapmayacaktık ama biraz şartları zorlayabilirdik. "Bir sorum daha var,” dedim, onlara döndüm. Üçü de meraklıydı. "Mesleklerimizi kaybettik mi?" diye sordum, rahatlamış olduklarını fark ettim. "Bakın bu konuşmayı ve yapacağımız anlaşmayı bu odadakiler ve diğerleri dışında hiç kimse bilmeyecek. Bunun için gizlilik sözleşmesi imzalanacak, sözleşmede o videonun bir daha asla ortaya çıkmayacağı, çıktığı takdirde bugünkü tüm suçlamaları kabul ettiğiniz bir maddede yer alacak,” dedi ama benim sorum bu yönde değildi ki, yine de devam etmesine izin verdim. "Herkesi susturmak, özelikle bu karakoldakileri susturmak için yalan söylenecek. En başından beri her şeyin büyük bir suç çetesini çökertmek için istihbarat ve siz arasında ayarlandığı, bu yüzden bir suçlu olarak gösterilmişsiniz gibi medyaya yansıtacağız. Yani sanki bu zamana kadar gizli bir görevdeydiniz ve göreviniz bugün bitmiş gibi. Kısacası mesleğinize devam edebileceksiniz,” dedi, dudaklarım yana kıvrıldı. Şimdi neden Savcı'nın bana sorgu odasında öyle davrandığını anlamıştım. "Siz her şeyi düşünmüşsünüz,” dedim, Müge Hanım devam etti. "Tüm deliller elimize ulaştıktan, itirafçı ortaya çıkıp ifade verdikten ve son olarak bu video gönderildikten sonra küçük bir toplantı yaptık, buraya öyle geldik. Sizi bir bataklıktan çekip alıyoruz, karşılığında da bu videonun yok edilmesini istiyoruz. Katiyen hiçbir yerde yayınlanmayacak, suç duyurusunda bulunmayacaksınız,” dedi, Erdem araya girdi. "Kardeşlerimiz ölüyordu korumak istediğiniz adam yüzünden,” dedi, Emniyet Müdürü Tarık Bey araya girdi. "Hepsinin durumu gayet iyi, kısa zamanda kendilerini toparlayacaklar. Biri bir hata yaptı ve o hata sizin bu şekilde kurtulmanıza neden oluyor. Bence konuyu uzatmaya hiç gerek yok,” dedi, Erdem elini masanın üzerine koyup ona doğru eğildi. "Ya uzatmak istiyorsam?" "Erdem Bey,” diye araya girdi Müge Hanım. "Bunun size de bize de faydası yok. Buradan çıkıp kardeşlerimiz dediğiniz insanların yanına gitmek istiyorsanız kabul edeceksiniz. Yoksa küçük de olsa işlediğiniz suçlar yüzünden tutuklanacak ve yargılanacaksınız,” diyerek alttan alttan tehdit etti bizi. "Karşımıza geçmiş bir saattir sanki her şeyi çok iyi birileri olduğunuz için yapıyormuş gibi konuşuyorsunuz,” dedi Erdem. "Kendi çıkarınız olmasaydı böyle davranır mıydınız?" diye de sordu, Müge'yi bile kızdırdı. "Konumuz bu değil şu an,” dedi Müge, Erdem başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, aksine şu an konumuz tam olarak bu,” deyip hepsini susturdu. "Teklifi kabul etmiyor musunuz yani?" Müge sordu, araya girdim. "Adalet yerini bulmalı,” dedim, kadın afalladı. "Küçük de olsa biz de suç işledik ve o koruduğunuz polis de. Bence hepimiz adalet karşısında hesap vermeliyiz." Yavuz Savcı konuya dahil oldu. "Bunu iki taraf da istemeyecek Mira Hanım,” dedi, omuz silktim. "Ben istiyorum, adalet yerini bulmalı ki insanların adalete olan inançları artsın." Sözlerim onları kızdırdı. "Tabii adalete olan inancımızı başka bir davayla arttırmak için söz verirseniz işler değişir,” dedim, Erdem'in anlamsız bakışlar attığını gördüm. "Şimdi anlıyorum sizi,” dedi Yavuz Savcı. "Siz babanız Sedat Aksoylu'yu çıkarmak istiyorsunuz. Bakın..." Sözünü kestim. "Hayır, böyle bir şey aklımın ucundan dahi geçmedi,” dedim, gerçekten de geçmemişti. Benim amacım çok başka bir şeydi. "İsteğiniz ne o zaman?" Emniyet Müdürü sordu, Erdem bile merakla bana bakarken konuştum. "Eski bir dosyanın açılmasını istiyorum. Çok eskiye dayalı bir dosya. Bir polis memuru ve ailesi katledilmişti. Bunun sorumlularını da zamanında olayın üstünü kapatan yetkilileri de bulacaksınız. Eğer o sözleşmeye bu dosyanın yeniden açılacağına, açılmadığı ve gerçek adalet yerini bulmadığı takdirde anlaşmanın hiçbir hükmü kalmayacağına dair bir madde eklenmezse anlaşmayı kabul etmiyorum,” dedim, arkama yaslandım ve ellerimi göğsümün altında birleştirdim. "Kabul ederseniz eğer dosyanın detaylarını size bildireceğiz,” diye ekledim, üçü de birbirilerine baktılar, böyle bir şey beklemiyor olacak ki şaşkınlardı. "Böyle bir şey isteme lüksünüzün olmadığının farkındasınızdır umarım,” dedi Savcı Yavuz, omuz silktim. "Bizim kaybedecek pek bir şeyimiz yok Savcı Bey, tüm bu videolardan ve delillerden sonra suçsuz olduğumuz kanıtlandığında büyük bir ceza almayacağız. Evet, bizim de işlediğimiz suçlar var ama hayatımızı mahvedecek kadar büyük suçlar değiller,” dedim, Müge'nin yüzünde alaylı bir ifade oluştu. "Diğer suçları bilmem ama eski Başkomiser Taner'i adaletten siz kaçırdınız,” dedi, Erdem araya girdi. "Kanıt?" diye sordu, Müge afalladı. "Taner'i biz kaçırmadık Müge Hanım, hatta aksine onun suçlu olduğunu kanıtlayan ve polise yerini bildiren biz olduk. Eminim kayıtlarda vardır,” dedi, büyük bir kumar oynadı bu sözleriyle. Ellerinde kanıt olabilirdi. "Bunu yapanın siz olduğunuzu çok iyi biliyoruz,” dedi Müge, dudaklarım yana kıvrıldı. Kanıt falan yoktu ellerinde. "Tamam da kanıt?" diye sordu Erdem, hiçbir şey diyemediler. "Kanıt yoksa suçlu değiliz Müge Hanım. Adamı hem teslim edeceğiz hem de yeniden onu kaçıracağız öyle mi? Sizce bu akla mantığa sığıyor mu? Kim inanır buna?" diye sordu, gerçekten çok sinirlendiler ve bunu belli etmekten hiç çekinmediler. "Nasıl ki elinizdeki o deliller suçsuz olduğumuzu kanıtlıyorsa olmayan bu delil de bu konudaki suçsuzluğumuzu kanıtlıyor,” dedim, Müge bize doğru eğildi. "O kanıtı bulmam bir günümü almaz,” dedi, Erdem yine araya girdi. "O zaman bunları siz o kanıtı bulduğunuzda konuşalım, daha sağlıklı bir anlaşma yapmış oluruz. O zamana kadar da gözaltında alınmaya da tutuklanmaya da razıyız,” dedi, hepsinin gözleri bu söze bir tepki vermem için beni buldu ama yaptığım tek şey kendimden emin durup Erdem'i desteklemek oldu. "Biz bunu kendi aramızda konuşalım önce,” dedi ve Müge ayağa kalktı. Ardından Emniyet Müdürü Tarık ve Savcı Yavuz da kalktı. Toplantı odasının içinde var olan diğer odaya girdiler, Erdem'le birbirimize baktık. "İyi geldi aklına,” dedi. Dudaklarım yana kıvrıldı. "Madem geçmişe dair her şey kapanıyor, Ateş'in geçmişinde ona acı ve rahatsızlık veren her şey de bitsin,” dedim, Erdem konuşacak gibi oldu ama devam edip engel oldum ona. "Ateş adalet istiyordu ama hırsına yenik düşüp o adamları öldürmek istedi, engel olmamış olsaydım da yapacaktı,” dedim mahcup bir tavırla. Erdem karşımda tepkisiz kalırken devam ettim. "O hata yaptı, ben de hatayı hatayla engellemeye çalıştım ve çok şey yaşandı. Fakat Ateş her şeye rağmen sadece adalet istedi, o adalet sağlanırsa belki bu işin peşini bırakır, rahat eder,” dedim, Erdem sessiz kalmaya devam etti, bakışlarını önüne çevirdi ve beklemeye başladık. Çok beklemek zorunda kalmamıştık, on dakika kadar sonra yeniden döndüler yanımıza ve yerlerine oturdular. "Kabul ediyoruz,” dedi Müge hiç tereddüt etmeden. "Sözleşmeye bu madde eklenecek, istediğiniz dava yeniden açılacak ve bu sayede size yeterince inisiyatif tanımış oluyoruz, umarım başka bir isteğiniz yoktur." "Benim yok,” dedim, omuz silktim. "Diğerlerini bilmem, ben burada kendi adıma konuşuyordum." Bilerek söyledim bunu, muhtemelen diğerleri de hiçbir şey istemeyecekti ama biraz korkmalarında sorun olmazdı. "Benim de yok,” dedi Erdem, hepsinin keyfi yerine geldi. Diğerlerinin de kabul edeceğini tahmin ediyor gibiydiler. "Güzel, madem anlaştık isteklerimiz ve istekleriniz doğrultusunda bir sözleşme hazırlanacak ve gün içinde bu işi çözüme kavuşturacağız,” dedi Müge, hemen sordum. "O zamana kadar gözaltında olmaya devam mı edeceğiz?" diye sordum, Emniyet Müdürü cevapladı. "Hayır, şu saatten sonra ikiniz de özgürsünüz. Arkadaşlarınız hâlâ hastanede, polis kontrolü altındayken bir hata yapacağınızı hiç sanmıyorum,” dediğinde fark ettirmeden de olsa rahat bir nefes aldım. Sonunda yanlarına gidebileceğiz, sonunda her şey bitecek, kurtuluyoruz. Hatta kurtulduk sayılır. "Bir sıkıntı çıkmaz, merak etmeyin,” dedi Erdem, Müge ayağa kalktı. "Madem anlaştık, o zaman toplantı burada biter,” dedi, diğerleri de bir bir ayağa kalkarken biz de kalktık. "Ve son kez tekrar ediyorum. Konuşalan her şey ve yaptığımız bu anlaşma aramızda olacak. Siz ve diğer arkadaşlarınız dışında hiç kimsenin bundan haberi olmayacak!" dedi, cevap veren Erdem oldu. "Kimseye anlatmaya niyetimiz yok zaten,” dedi, aldıkları bu cevapla kapıya doğru yürüdüler. Onlar giderken Erdem'in bakışları beni buldu. "Bir piçin torpili sayesinde kurtulduk, o herifi kurtarmaya çalışmasalardı bunların hiçbiri olmayacaktı,” dedi, başımı salladım. "Aynen öyle,” dedim ve merakla sordum. "Sence o video nasıl çekildi ve kim gönderdip böyle bir tehditte bulundu?" "Kim, neden çekti bilmiyorum ama kimin gönderdiği ortada,” dedi, sanırım Pars'ı ima etti. "O kamera kayıtlarını da Ekin'in gönderdiği belli zaten, o Sezai denen adamı da Ekin ortaya çıkarmıştır. Söz vermişti zaten bir şeyler yapmaya devam edeceğim diye." Tebessüm ettim. "Hadi o zaman çıkalım ve bitsin artık." Derin bir nefes aldı. "Bitsin,” dedi, birlikte çıktık o odadan. Çıkar çıkmaz da herkesin buraya baktığını gördüm. Hepsinin gözlerinde merak vardı. Bir an önce neler olduğunu öğrenmek istedikleri çok belliydi. "Biz gerekli işlemleri halledeceğiz,” dedi Müge Hanım, bakışlarım onu buldu. Gözlerimle onu onaylarken Emniyet Müdürü'nün sesini duydum. "Arkadaşlarınızla gurur duymalısınız gençler,” diye seslendi bizi izleyenlere karşı. "Onlar birer suçlu değil, kahraman." Gülmemek için kendimi zor tuttum ama komik olduğu için değildi bu gülme isteği, ironik olduğu içindi. Birer kahraman tamlaması bana ironik gelmişti. "Onlar bu zamana kadar sadece adalet için uğraştılar, siz bunun aksini biliyor olsanız da gerçek buydu. Şimdi görevleri bitti ve yeniden burdalar, işlerinin başında." O konuşmaya devam ederken Erdem'in söylediği şeyi duydum. "Ben polis değildim ki lan." Bu cümleyle kahkaha atmamak için kendimi çok zor tuttum. Neyse ki sessiz söylemişti de bir tek ben duymuştum. Emniyet Müdürü bize çok komik gelen o konuşmayı yaptıktan sonra yanımızdan ayrıldılar, Erdem'le yalnız kaldık. "Hemen bizimkilerin...” devam edemedim, biri yanımıza geldi. "İnanamıyorum,” dedi, gözümün ucuyla ona baktım. Kadın bir polis memuruydu, daha önce de görmüştüm onu burada ama hiç tanışmamıştık. "Biz günlerdir sizin peşinizdeydik, bunların hepsi oyun muydu?" diye sordu, cevap verecekken bir başkası yanımıza geldi. "Siz şimdi suçlu değilsiniz ve gizli görevde olduğunuz için mi bunları yaptınız?" "Ya, öyle,” dedim, yeniden Erdem'e döndüm ve gidelim demek istedim ama yine engel olundu buna. "Ben zaten biliyordum ya,” diyerek bir başka polis geldi. "Siz Tufan Müdürü arayıp da Taner'i teslim ettiğiniz de başka bir şeyler olduğundan emin olmuştum, tahmin etmiştim de böyle bir şey olduğunu ama söylemedim kimseye,” dedi, ona döndüm. "Anladım,” dedim ve ekledim. "Daha sonra konuşuruz, şimdi gitmemiz lazım,” dedim, yoksa bu konu uzayıp gidecekti. "Hadi Erdem gidelim,” dedim, Erdem benden önce yürüdü dışarıya doğru. Önümüzü birkaç kişi kesmiş, bir şeyler söylemiş olsalar da bir şekilde atlattık hepsini ve çıktık karakoldan. "Bitti,” diye mırıldandım, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım ve derin bir nefes aldım. "Özgürüz,” dedim, kocaman tebessüm ettim. "Özgürüz,” dedi Erdem de, gözlerimi açtığımda ileride duran Pars'ı gördüm. Arabası karakolun bahçesindeydi, kendisi de arabasına yaslanmış ve ellerini göğsünün altında birleştirmiş bize bakıyordu. Erdem hemen onun yanına doğru yürürken ben de peşinden gittim, karşısında durduğumuzda önce hiçbir şey yapmayıp uzun uzun baktı Erdem'e ama daha sonrasında kollarını göğsünden indirdi, kardeşine sarıldı. Erdem de aynı şekilde ona sarıldığında tebessüm ederek izledim onları. Birbirlerinden ayrıldıklarında da gözleri beni buldu, yeşil gözleri vardı. "İyi misin sarışın?" diye sordu, bana böyle hitap etmekten hiçbir zaman vazgeçmeyecek gibiydi. "İyiyim, sağ ol her şey için,” dedim, eyvallah dercesine başını sallayıp Erdem'e döndü. "Nasıl yaptın abi? O evdeki kameraya ulaşıp o polisin bunları yaptığını nasıl kanıtlayıp da bunun üzerinden tehdit ettin onları?" Sordu, merakla cevap vermesini bekledim Pars'ın. "O kadarını da size Ateş anlatsın,” dedi, anlamsız bir bakış attım ona. "Ateş?" diye sorguladım, yeşilleri beni buldu. "Tek başıma yapmadım bu planı, her şey onun başının altından çıktı zaten,” dedi, kaşlarımı çattım. Plan mı? "Her neyse, sizi bekliyor zaten hastanede, anlatır size. İşim gücüm var benim, yeter sizinle uğraştığım,” dedi, bir şeyler dememizi beklemeden uzaklaştı yanımızdan. Arabası burada nereye gidiyor diye düşünürken durup bize baktı. "Araba siz de kalsın, içinde de içeriye teslim ettiğiniz eşyalar var,” deyip yeniden önüne döndü ve uzaklaştı, daha karakoldan çıkmadan yanına iki adam geldi ve onlarla konuşarak gitti. "Ne planı? Ateş'in olanlardan haberi var mıydı yani?" diye sordum, Erdem şoför tarafına doğru yürürken konuştu. "Bilmiyorum, gidince öğreneceğiz,” deyip arabaya bindi, ben de bir an önce gitmek istediğim için oyalanmadan bindim. Hâlâ özgür olduğumuza, artık her şeyin bittiğine inanamıyorken hastaneye doğru yola çıktık. O an fark ettim ki özgürlük bu dünyadaki en önemli şeylerden biriydi. Korkmadan yaşamak, bir şey olacak korkusuyla bir yerlere gitmek bu hayattaki en kötü şeylerden biriydi. İnsan özgürlüğün kıymetini bile onu kaybedince anlıyordu ve benim bu duyguyu bir daha kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Düşüncelerimin arasında hastaneye ulaştığımızda hemen arabadan indim. İner inmez de ileride duran Cansu, Doğan ve Ateş'i gördüm. Üçü de iyiydi, üçünün de kolunda sargı vardı ve karşımızda durmuş büyük bir mutlulukla bize bakıyorlardı. Erdem arabadan inip yanımda durduğunda koşarak Ateş'e gitmek istedim ama bunu yapmadan önce yapmam gereken çok başka bir şey vardı. "Erdem,” dedim, Erdem'in bakışları beni buldu. "Şu şey olayı,” diye girdim konuya, dile getirmeye bile çekindim. "İlaç olayı, lütfen..." Sözümü kesti. "Ben öyle bir şey görmedim, hiçbir şey bilmiyorum,” dedi, tebessüm ettim. "Sen de unut,” diye de ekledi ve o an hayatımız boyunca hep ikimizin arasında kalacak bir sırrın sahibi olduk. O beni beklemeyip bizimkilere doğru yürüdüğünde ben de daha fazla durmadım, koşarak Ateş'in yanına gittim. Yanına ulaşır ulaşmaz da boynuna atıldım, sımsıkı sarıldım ona. Bir kolu askıda olduğundan tek koluyla sarıldı bana ve bu bile benim için yeterli oldu. "Seni çok seviyorum,” diye fısıldadım kulağına. "Ben de güzelim,” dedi, dudaklarını boynuma bastırdı. "Ben de çok seviyorum seni,” diye ekledi, daha da sıkı sarıldım ona. "Bitti artık, inanabiliyor musun her şey bitti,” dedim, geri çekildim ve gözlerine baktım. Gözlerine bakmayı bile çok özlemiştim. "Biliyorum ve inanıyorum, her şey bitti." Kocaman gülümsedim, o sırada Erdem ve Cansu'nun da sarıldığını gördüm. Doğan ise bir köşede durmuş, bize bakıyordu. "Oğlum bu ne saçma hayat lan? Keşke Savaş olsaydı da ben de ona sarılsaydım." Onun bu söylediği normalde beni güldürürdü ama bu kez gülmedim, Savaş'ın yokluğunu hatırladım. "Savaş nerede? Bir şey olmadı değil mi?" Endişeyle sordum, Erdem'den ayrılmış olan Cansu cevapladı sorumu. "Hayır, daha iyi o da. Fakat kalkıp gelemedi, yarası bizimkinden ağır,” dedi, iyi olmasından dolayı rahat bir nefes aldım. Yarası iyileşir, kendini toparlardı elbette. Artık bizim için bunların önemi kalmamıştı. Tek önemli olan şey; her şeyin bitmiş olmasıydı. "Pars, her şeyi beraber planladığınızı söyledi,” dedim. "Neler oldu, bizim neden bir şeyden haberimiz yok?" diye sordum, gözümün ucuyla diğerlerine baktığımda onların da bir şeyden haberi olmadığını anladım. Çünkü onlar da meraklanmışlardı. "Yukarıya çıkalım, anlatacağım. Burada böyle konuşmayalım, hem Savaş da sizi bekliyor,” dedi, onun kurduğu bu cümleyle hastaneye girdik, dördüncü kata çıktık. Daha dün önünde durmaya korktuğumuz hastanenin içindeydik ve kimse bir şey yapmıyordu. İşte özgürlük tam olarak buydu. Yaşamak istediğim hayat da buydu, başka hiçbir hayat bana göre değildi. Savaş'ın yanına çıktık, odasına girdiğimizde kalkmak istedi ama engel olduk ona. Onu böyle görmek daha da rahatlamama neden olurken hepimiz odada bir yere oturduk ve hepimiz Ateş'in bir şeyler anlatmasını bekledik. "Şimdi hepiniz diyorsunuz ki madem bir plan vardı, biz neden bilmiyorduk,” dedi, hemen araya girdim. "Aynen öyle, neden haberimiz yoktu bizim?" diye sordum, aldığı derin nefesi fark ettim. "Çünkü anlatacak zaman yoktu, aslında bir plan da değildi. Her şey nasıl geliştiyse öyle ilerledi,” dedi, Erdem araya girdi. "Senin kaçırılman da mı plandı?" diye sordu. Ateş başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, öyle bir şey yok. O gün beni gerçekten aldılar. Bir anda yolumu kestiler, çok kalabalıklardı hiçbir şey yapamadım." Bir yanım onun o hâli için üzülürken bir yanım da gerçek olduğu için sevindi. Çünkü bize o üzüntüyü, korkuyu bilerek yaşatmamıştı hiç değilse. "O gün beni, beni bulduğunuz o eve götürdüler. Oradan kurtulmaya çalıştığımda yaraladılar beni,” dedi, bu cümleyle karnıma bir ağrı saplandı. "Yaralandıktan sonra hiçbir şey yapamadım, sadece sizi beklemeye başladım. Çünkü geleceğinizi biliyordum,” dedi, hepimiz pür dikkat dinliyorduk onu. "Sizi beklerken bir adam girdi yanıma, kendisini sizden birinin gönderdiğini söyledi,” dedi, hemen cevapladım. "Biz öyle bir şey yapmadık, haberimiz yoktu,” dedim, başını salladı. "Biliyorum, ben de sonradan öğrendim zaten adamı sizin değil de Pars'ın gönderdiğini." Pars mı? O bizden önce Ateş'in yerini bulmuş ve bize söylememiş miydi? Amacı iyi olabilirdi ki belki ama bu yine de haksızlıktı. "O adam beni gizlice Pars'la konuşturdu. O gün bana nasıl ulaştı, o adamı nasıl ayarladı bilmiyorum ama hiçbir şey yapmamamı ve sizin geleceğinizi söyledi. Sadece bekle, gelip alacak seninkiler seni dedi. Size yerimi söyleyecekti yani, gidin alın buldum diye ama orada bana yardım eden adamdan öğrendiğim kadarıyla siz de boş durmamışsınız. İki adama ulaşmış, beni kaçıranlardan biriyle iş birliği yapmış ve Pars size haber vermeden adresi almışsınız. Sonra Pars bir şekilde ikiye bölündüğünüzü öğrenmiş. Mira ve Erdem benim yanıma gelirken diğerleriniz bir kadını almaya gitmişsiniz,” dedi, Doğan hemen kadının kim olduğunu açıkladı Ateş'e ve Ateş konuşmaya devam etti. "Durum böyle olunca Pars yeniden benimle iletişime geçti. Bir planı olduğunu söyledi, anlatmasını isteyecek durumda değildim, geldiğiniz de gördünüz zaten hâlimi. Ben de ne planın varsa uygula ve bitsin artık dedim. Bana siz yanıma geldiğinizde sizi de o eve göndermemi istedi,” dedi, Ateş sahiden de bunu yapmıştı. Acı içinde kıvranırken başka bir yere gitmemize izin vermemiş, bizi o eve götürmüştü. "O gün o evi polislerin basmasını sağlayan, sizi yakalattıran Pars oldu." İşte bu cümleyle şaşkınca kaldım, Ateş devam etti. "Dediğim gibi; planı anlatmasını istememiştim. Bu yüzden ben de oraya polislerin geleceğini bilmiyordum. Aslında Pars'ın amacı o gece siz ikinizi de yakalattırmakmış, zaten bu yüzden benden sizi o eve götürmemi istemiş." "Bu nasıl plan? Neredeyse hepimiz ölüyorduk, şu hâlinize bakın!" Kızdım, Doğan araya girdi. "Biz o gece vurulacağımızı biliyorduk,” dedi, şaşkınca ona döndüm. "Ne?" Verebildiğim tek tepki bu olurken Cansu devam etti anlatmaya. "Yani bu da planlı bir şey değildi, bu yüzden haber veremedik size. Polisler bizi yakaladıklarında bir odaya götürüldük, başta her şey normaldi. Sizi bizim sayemizde yakalayacaklar diye düşünüyorduk. Sonra o polis geldi, bizi vuran. Size şiddet uygulayacak, hakaret edeceğim ve bunları da gizli bir kamera çekecek dedi. Hatta kelepçelerimizi açan da o oldu. Biz de ellerimiz arkada durduk kameraya karşı, kelepçeli gibi davrandık ve ondan kendimiz kurtulmuş gibi göründük. Bizden bunu yapmamızı istedi, bunu yaptıktan sonra kendisine birkaç tane vurmamızı, camdan kaçmamızı söyledi. Siz kaçarken ben de sizi omzunuzdan vuracağım dedi. Başta tabii saçma bulduk falan ama Pars bizimle iletişime geçip adamın dediklerini yapmamızı, sadece küçük birer yara alacağımızı söyleyince kabul ettik ve o gün sizin de şahit olduğunuz şeyler yaşandı,” duyduklarıma inanmak benim için çok zor olurken henüz daha bu söylenilenleri hazmedemeden Ateş devam etti. "Eğer o gün bunun bir plan olduğunu, Pars'ın her şeyi ayarladığını bilseydim sizin de yakalanmanızı isterdim. Yanıma gelmek istediğinizde engel olmazdım. Fakat öyle olmadı işte, siz kaçabildiniz,” dedi, Erdem'le göz göze geldik o an. "Tüm bunları yapan polis Pars'ın çok yakın bir arkadaşıymış. Babası da devlet için önemli bir adam. Olanları öğrenince Pars'la bu planı yapmışlar. Adam bizi kurtarmak için hata yapan ve babasının torpili sayesinde kendini kurtaran polis durumuna düştü. Hatta Pars'a bunu teklif eden kendisi olmuş. Böyle yapalım, babam beni kurtarmak için her şeyi yapar demiş. Bu yüzden bizimkilere bunları yaptı, kendini videoya aldı. Sonra da videoyu Pars'a vermiş, al babamı tehdit et diye,” dedi, şaşkınlığım tek kelime bile ettirmezken Ateş arkasına yaslandı. "Ekin olayı da hepimize sürpriz oldu. Adamı bulmuş, nasıl ikna ettiyse ya da tehdit ettiyse adam soluğu karakolda almış ve olan biten her şeyi bir bir anlatmış. Beril'in yaptığı her şeyi kanıtlarıyla sunmuş. Bunlar olurken Ekin de adamdan aldığı kamera kayıtlarını ve Uras'ın videosunu bir avukatla delil olarak göndermiş, çoğu şeyden bizi aklayan da o oldu zaten,” dedi ve yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. "Yani kısacası ortada bir plan yoktu. Her şey kendiliğinden gelişti, planı oluşturdu. Size ulaşamadım, hiçbir şey anlatamadım. Beni bulduğunuzda da anlatacak durumda değildim, oraya bile sizi zorlukla götürdüm,” dedi, Cansu araya girdi. "Biz de yakalanmıştık, her şeyin çabucak olması gerekiyordu. Sizi arayıp da bir şey anlatamadık. Sonra da zaten vurulduk, gözümüzü açtığımızda siz çoktan Pars'ın isteğiyle teslim olmuştunuz bile,” dedi ve sustu. "Senin kaçırılmandan sonra çoğu şey bir kurguydu ama kimse bunu bize anlatmaya fırsat bulamadı ve bu oyunu gerçekmiş gibi yaşayan Mira'yla ben olduk öyle mi?" diye sordu Erdem ve o an bir kez daha intihar ettiğim gerçeğiyle yüzleştim. Ya her şey farklı ilerleseydi? Gerçek olmayan şeyler yüzünden pes etmiş, gitmiş olacaktım. "Öyle sanırım,” dedi Cansu, aslında kaderi belirleyen o olmuştu. O gün ikiye ayrılmaya karar verdiğimizde grupları kuran o olmuştu, herkesin kaderi de yaşayacakları da o zaman belli olmuştu ve bunun farkına ancak o kader yaşadıktan sonra fark ediyorduk. "Neyse, bunun bir önemi yok artık. Her şey bitti ne de olsa,” dedi Erdem, Ateş'le göz göze geldik. Sanki kızmamı bekliyor gibiydi ama hiç de öyle bir şey yapmaya niyetim yoktu. "Ben hâlâ her şeyin bittiğine inanamıyorum,” dedi Cansu, ondan bir farkım yoktu benim de. Çünkü aylardır o kadar şey yaşamıştık ki her şeyin böyle hızlıca bitmesini hiç kimse beklemiyordu. "Bitti ama,” dedi Ateş ve ayağa kalktı. "Ben kendi odamdayım, dinleneceğim biraz. Sonra yine konuşuruz,” dedi, yanıma geldi ve elimden tuttu. "Sen de benimle geliyorsun,” dedi ve birlikte odadan çıktık. Hemen yan taraftaki diğer odaya girdik. "Ateş dün gece...” dememe kalmadan dudaklarını dudaklarıma bastırdı, konuşmama engel oldu. Bir eli de belimi kavradı, beni kendine bastırdı. Ellerim hemen boynuna dolanırken öpüşüne karşılık verdim. Sıcacık dudaklarını dudaklarımdan uzaklaştırdı. "Seni çok özledim,” dedi, yüzünü avuçlarımın arasına aldım. "Ben de,” dedim, sımsıkı sarıldım ona. "Ben de seni çok özledim,” diye ekledim, oysa sadece iki gün olmuştu ama o iki gün bana iki yıl gibi gelmişti. "Seni kaybettim sandım,” dediğimde gözlerim yeniden dolmuştu. "Her şey bitti, seni de diğerlerini de kaybettim sandım. Çok korktum Ateş, her şey bitti ve siz gittiniz diye çok korktum,” dedim, geri çekildim ve gözlerine baktım. "Haberlere çıktınız, hepinizin öldüğü söylendi. O an...” devam edemedim, tek kelime bile çıkmadı ağzımdan. Çünkü o an hissettiğim şeyi açıklayacak tek kelime bile yoktu. "Ama buradayım, buradayız. Kötü olan her şey bitti, artık iyi şeyler bizi bekliyor güzelim. Diğer her şey geride kaldı, bir daha asla yaşanmayacaklar." Bu cümleyi duymak aylardır en büyük arzumdu ve şimdi bu cümle onun dudaklarından dökülüyordu. "Öyle, artık sadece iyi şeyler var,” dedim, başını salladı. Ona anlatmam gereken şeyler olduğunu hatırladım. "Benim de sana anlatmam gereken birkaç bir şey var Ateş,” dedim, meraklandı. "O kadınla, Şebnem'le, birkaç defa konuştum. Savaş'ın ailesi yaşamıyormuş. Çok uzaktan kuzenleri falan varmış ve onlar da yurt dışındalarmış. Kadının bulabildiği şeyler bir tek bunlar. O da seni ölü olarak bildiği için bana anlattı her şeyi." "Tahmin etmiştim zaten,” dedi Ateş ve iç geçirdi. "Çok uzun zaman ben de araştırdım ama bir şeyler çıkmadı, bir umut ondan yardım istedim ve sonuç değişmedi. İyi ki de bundan Savaş'a bahsetmemişim, boşuna umutlanacaktı,” dedi, bir şeyler çıkmamış olmasına üzülmüş gibi bir hâli vardı. "Son bir şey daha var,” dediğimde yere çevirmiş olduğu gözleri yeniden beni buldu. "Bugün bizimle bu konuda anlaşmak için yanımıza geldiklerinde onları biraz zorladık,” dedim, tek kaşını kaldırdı. "Onlara yapmalarını istediğim bir şey olduğunu söyledim, eğer kabul etmezseniz de anlaşmayı kabul etmeyeceğiz falan dedim." "Ne istedin peki?" "Ailenin dosyasının yeniden açılmasını, bu konunun gündeme gelmesini ve sorumlularının bulunmasını, gerekli cezayı almalarını istedim. Onlar da kabul ettiler." Afalladı, bunu beklemiyordu. "Neden böyle bir şey yaptın?" "Geçmişe dair hiçbir şey kalmasın istedim, sen yeniden o zamana dönme istedim. Birilerinin ceza alması gerekiyorsa, bunu istiyorsan yasal bir şekilde ilerlesin her şey, lütfen. Artık bir şey olmasın, artık korkmayalım, lütfen sen bie sey yapma artık. Ben, seninle artık mutlu olmak istiyorum." İç geçirdi. "Peki,” dedi, yüzüme dokundu. "Yeniden bela yok." Kocaman gülümsedim. "Söz mü? "Söz," dedi ve eğilip yanağımdan öptü, geri çekilirken sordu. "Anneni özlemedin mi?" Bu soruyla annem aklıma geldi, o tamamen aklımdan çıkmıştı. "Çok özledim,” dedim, bunu derken bile kalbimdeki acıyı hissettim. "Sen biraz daha iyi olunca..." Ve devam edemedim, odanın kapısına birkaç defa vuruldu. "Buna gerek yok güzelim,” dedi ve kapıya doğru baktı. "Gel,” dedi, odanın kapısı eşzamanlı olarak açıldı ve aylardır görmediğim annemle, dedem karşımda belirdiler. "Anne,” dedim, sesim çattalandı ve koşarak yanına gittim, sımsıkı sarıldım. "Güzel kızım,” deyip o da bana sarıldı, gözlerimden yaşlar özlemle aktı. "Çok özledim seni,” dediğinde onun da sesi çok kötü çıktı. "Ben de anne,” dedim, daha sıkı sarıldım. Ona anne demeyi bile özlediğimi hissederken gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. "Ağlama kızım, biti,” dedi annem, saçlarımı okşadı. Dedemle göz göze geldik. "Kızım,” dedi, yanımıza gelip yüzüme dokundu ve geniş kollarını aralayıp ikimizi de sardı. Ellerim onun da beline giderken yüzümü annemin omzuna gömdüm ve ağlamaya devam ettim. "Ağlama kızım,” dedi annem bir kez daha, fakat sakinleşmem çok uzun sürdü. Onlardan hiç ayrılmak istemedim ama zorlukla da olsa ayrıldım, hastane odasında yan yana otururken onlara olan biten her şeyi anlattım. Gizli kalacak olmasına rağmen onlar kimseye bir şey söylemeyeceği için anlattım, Ateş de hep yanımdaydı ama engel olmadı bana. Konuşmam bittiğinde annem ve dedem hem şaşkın hem de çok mutluydular. "Şimdi her şey bitti öyle mi?" diye sordu dedem, başımı salladım. "Bitti dede,” dedim, bundan emin olduklarında mutlulukları daha da arttı. Daha sonra annemin buraya gelmeden önce ayarladığı şeyi yaptım, babamı aradım. Annem meğerse cezaevinin müdürüyle iletişime geçmiş, görüşmeyi ayarlamış. Uzun uzun konuştum babamla, ona da her şeyin bittiğini anladım. O da mutlu oldu, çok sevindi. Onun dosyasının da yeniden açıldığını, davanın yeniden görüleceğini öğrendim. Çok fazla umudum yoktu bu konuda, çünkü onun suçu ortadaydı ama bunu belli edip canını sıkmadım. Telefon görüşmesi bittiğinde yeniden oturdum yanlarına, onlarla vakit geçirmeye devam ettim. Ateş dışarıdan çağırılınca bizi yalnız bırakıp çıkmıştı. Peşinden gitmek yerine annemlere olmaya devam ettim. O sırada aklımda olan tek şey abimdi. Abimi ona ve babama nasıl anlatacak, karşılarına nasıl çıkaracağım bilmiyorum. Fakat bunu yapmam gerektiğini çok iyi biliyorum. Ne zaman, nasıl ve nerede olacak bir tahminim yok ama elbet bir gün olacaktı. Bir gün bu an da bizim için yaşanacak, her şey güzel olacaktı. Bu düşünceler arasındayken odaya bir adam girdi ve beni çağırdıklarını söyledi. Annemlere beklemelerini söyledim ama eve gidip en sevdiğim yemekleri yapacağını, akşam hepimizi beklediğini söyledi ve dedemi de alarak heyecanlı bir şekilde ayrıldı yanımdan, akşam nerede olacağımız belli oldu. Onlar giderken ben de odadan çıktım. Çıkar çıkmaz da ileride duran Uras ve Ateş'i gördüm, yanlarına gittim. Uras'ın bakışları beni buldu, gözlerimin içine baktı. "Seni hatırlıyorum,” dedi, tebessüm ettim. "Mira,” dedi ve gözleriyle abisini gösterdi. "Bunun sevgilisisin." "Bunun?" dedi Ateş, Uras ellerini cebine koydu. "Abi dememi bekleme, o kadar yaşlı değilsin." Bu söylediğine güldüm. O sırada Savaş'ın odasından çıkan bir adam yanımıza geldi, bizi beklediklerini söyledi. "İyi, deme abi falan ama hadi inat etme, eve git. Biz de geleceğiz sonra,” dedi Ateş, Uras göz devirdikten sonra yanımıza gelen bir başka adamla birlikte gitti. O giderken sordum. "Daha iyi gibi,” dedim, Ateş iç geçirdi. "Doktor da öyle söylüyor, daha iyiymiş ve daha iyi olacakmış. Artık yavaş yavaş bazı şeylerin farkına varmaya başladı. Böyle davrandığına bakma, abisi olduğumun farkında ama yine de böyle davranıyor işte." Elini tuttum. "Uzun zamandır bizimle birlikte ama daha yeni kendine geliyor. Biraz daha zamana ihtiyacı var." "Biliyorum güzelim biliyorum, hadi gidelim biz de,” deyip Savaş'ın odasına doğru yürüdü, elimden tutuyor olduğundan ben de onunla aynı anda yürümüş oldum. Savaş'ın odasına girdiğimizde neden çağrıldığımızı anlamış oldum, çünkü anlaşma için gelmişlerdi. Bu konu daha fazla uzamadan Müge ve Savcı Yavuz eşliğinde bahsedilen o gizlilik anlaşmasını imzaladık. Kontrol edip istediğimiz maddelerin eklenmiş olduğundan ve başka bir madde olmadığından da emin olduk. Tabii sözleşme imzalanırken Taner de emniyete teslim edilmişti. Sözleşme imzalanıp da Müge'yle Yavuz gittiğinde yine bir odada yalnız kalmış olduk. Hepimiz biri bir şey söylesin diye beklerken odanın kapısına vuruldu, herkes oraya döndü ve Ceyhun'la Tufan Müdür göründü, herkes ayaklandı. "İyi misiniz gençler?" diye sordu Tufan Müdür, gözlerini hepimizin üzerinde gezdirdi. "İyiyiz,” dediler bir bir, araya girdim. "Sen de iyi misin Tufan amca." Gözleri beni buldu. "İyiyim kızım,” dedi, omzuma birkaç defa vurdu. "Her şey düzeldi ya, artık daha iyiyim." "Başına çok iş geldi bizim yüzümüzden." Bunu diyen Cansu oldu. "Hiçbir şey olmadı,” dedi Tufan amca. "Bıraktılar ne de olsa, mesleğe de devam edeceksin falan dediler ama istemedim, emekliliğimi istedim." "Emeklilik mi?" Başını salladı. "Öyle, yoruldum kızım. Yıllardır çekmediğim şey kalmadı bu meslek yüzünden, yaşlandık da artık. Biraz dinlenmenin zamanı geldi,” dedi, içimde burukluk hissettim ama bunu hiç belli etmedim. "Daha çok konuşuruz, daha buralardayım. Hadi şimdi dinlenin siz,” dedi, kaçar gibi ayrıldı yanımızdan ve Ceyhun kaldı. "İyi misin?" diye sordum. Dudakları yana kıvrıldı. "Ben çok iyiyim,” dedi, ellerini cebine koydu. "Asıl sizi sormak lazım, siz nasılsınız?" "Gördüğün gibi." Gözlerini kıstı. "Çok iyisiniz yani,” dedi, güldüm, hatta güldük. Diğerleri de bana eşlik etti. "Sen de çok yardımcı oldun bize,” dedi Ateş, Ceyhun'un karşısında durdu. "Sağ ol,” deyip elini uzattı Ceyhun'a. Onun, babamın diğer kadından olan oğlu olduğunu, ortak bir kardeşimiz olduğunu öğrendikten sonra ona karşı yumuşamış gibiydi. "Eyvallah,” dedi Ceyhun, Ateş'in elini tutup sıktı. İkisi de el sıkışırken ne oldu bilmiyorum ama sarıldılar birbirlerine ve ben kocaman tebessüm ettim. Sarılma işi uzun sürmezken Ceyhun diğerleriyle de el sıkıştı, en son bana geldi. "Ben,” dedi, derin bir nefes aldı. "Annemle kardeşimi de alıp bir süreliğine İzmir'e gideceğim,” deyip dudaklarını yaladı. "Eğer kardeşimizi görmek, onu tanımak istersen her zaman bekliyor olacağım." Başımı sallamakla yetindim. Kendimi tanıyorsam o çocukla bir gün tanışacaktım ama o gün, yakın bir zamanda değildi, bunu da biliyordum. Önce tüm yaşadıklarımızın etkisinden kurtulmalı sonra da kendi içimde kabullenmeliydim. "Görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın,” dedi Ceyhun, hepimize bir bir baktı ve arkasını döndü, kapıya doğru yürüdü. "Sen de kendine çok iyi bak,” dedim, omzunun üstünden bakıp tebessüm ettikten sonra o da odadan çıkıp gitti ve biz bize kalmış olduk. "Kendimi bir dizinin finalini izliyormuş gibi hissediyorum. Kötüler yok oldu, iyiler bir bir gidiyor ve hep bir arada olanlar yine bir aradalar,” dedi Doğan, hepimizi güldürdü. "Fakat bir eksik var,” deyip ellerini cebine koydu. Savaş yorulmuş olacak ki yatağın kenarına oturmuştu. "Neymiş o?" Bunu soran Erdem oldu. "Hikâye iyiler için mutlu sonla bitiyorsa ben niye yalnızım lan?" diye isyan etti. "Herkes sevdiğine kavuştu, benim niye sevdiğim yok lan?" "Herkesin mi? Lan benim de yok ki,” dedi Savaş, Doğan onun yanına gidip oturdu. "Sen herkes değilsin kardeşim,” dedi, Savaş'ın omzuna kolunu attı. "Bir de şöyle düşünmek lazım aslında; şimdi grupta iki erkek kaldık, ikimiz de yalnızız. Acaba diyorum biz yanlış tercihler mi yaptık? Bir de birbirimizi...” demesiyle Savaş'tan bir tane yemesi, kahkaha atıp ayağa kalkması ve yanından uzaklaşması bir oldu. "Şaka yaptım lan! Ne vuruyorsun hemen? Ayrıca benim neyimi beğenmedin onu da anlamış değilim,” dedi, Savaş ayağa kalkmaya çalıştı. "Ben şimdi gelir seni...” dedi ama Cansu yanına gidip engel oldu. "Tamam tamam, sakin ol sen,” dedi, Savaş'ı yeniden oturtup Doğan'ı kurtardı. O sırada Ateş sağlam olan kolunu omzuma attı, beni kendine çekti. Elimi hemen beline attım, başımı göğsüne koydum. Gülerek bizimkileri izlerken telefonum çaldı, cebimden çıkardığım telefonda abim yazdığını gördüm. "Abim arıyor,” dedim, hemen aramaya yanıt verdim. "Abi?" diye açtım. "Mira,” dedi o da hemen. "Açacağını tahmin etmedim ama yine de şansımı denemek istedim." "Neden açmayayım ki?" diye sordum anlamsızca. "Bu sabah teslim olduğunuza dair bir haber gördüm. En son bana attığın mesajdan sonra da doğru olduğuna inanmıştım." Doğru ya o saçma şeyi yapmadan önce ona da anneme de mesaj atmıştım. Neyse ki annem bundan şüphe duymamış, sadece kendimi kötü hissettiğim için yazdığımı düşünmüştü. "Doğru, biz gerçekten teslim olduk ama kurtulduk da. Suçsuz olduğumuzu kanıtladık, her şey yoluna girdi artık,” dedim, sonunda bu cümleyi kurabiliyor olmanın mutluluğunu yaşadım. "Çok sevindim,” dedi, sesi gerçekten de mutlu çıkmıştı. "Mira,” dedi hemen ardından da. "Ben çok düşündüm,” diye devam etti. "Seni, anlattıklarını, hâlâ elimde olan ve bin kere baktığım bu albümde gördüğüm her şeyi çok düşündüm,” dedi, kalbim hızlandı. Olumsuz bir şey söyleyecek diye çok korktum. "Ben hiçbirinizi hatırlamıyorum, hiçbir anı zihnimde yok. Kendimi çok zorluyorum, hatırlamak için, çok çabalıyorum ama olmuyor. Ne bu fotoğrafları hatırlıyorum ne de herhangi başka bir şeyi. Siz sanki yabancısınız, sanki ailem değilsiniz gibi zihnimde yoksunuz." Gözlerim doldu, konuşmanın sonunun kötü biteceğini düşünmeye başladım. "Fakat ben gördüklerime de duyduklarıma da inanıyorum. Hatırlamıyorum ve tuhaf hissediyorum ama sizin ailem olduğunuzu biliyorum." Gözümden bir damla yaş akarken hemen bunu sildim. "Belki geçmişi hatırlamayacağım hiçbir zaman ama gelecek benim elimde ve ben ailemle hatırlayacağım şeyler yaşamak istiyorum." Gözyaşları içinde gülümsedim. "İstanbul'a geliyorum, gün içinde orada olurum. Beni anneme götürür müsün?" "Götürürüm tabii,” dedim hemen. "Bu akşam ben de gideceğim, sen de gelirsin ve beraber gideriz olur mu?" diye sordum, sesimin elimden geldiği kadar düzgün çıkmasını sağladım. "Olur, çok da güzel olur. O zaman ben yola çıkıyorum." "Bekliyorum,” dedim, telefonu kapattı ve mutluluk gözyaşlarımı silip Ateş'e baktım. "Abim kabullendi,” dedim, Ateş yüzüme dokunup gözyaşlarımı silerken devam ettim. "Buraya gelecek, akşam anneme gideceğiz,” dedim, hepsi tebessüm ettiler. Mutluluğum onları da mutlu etti. "Desenize her şey gerçekten yoluna girdi,” dedi Cansu, içimden gelen şeyi yapıp bir kez daha Ateş'e sarıldım. Benim için muamma kalan, ne olduğunu öğrenemediğim tek bir şey kalmıştı; babamın bana gönderdiği mektuptaki adres ve anahtar. Gideceğim o yerde ne var, babam neden başın sıkışırsa oraya git dedi bilmiyorum ama o mektup sayesinde benim hep umudum olmuştu. Aklımın bir köşesinde hep başka bir çarem var diye geçirebileceğim bir durum olmuştu. Belki de bu yüzden hiç gitmek istememiştim, gidememiştim. Orada karşılaşacağım şey işime yaramayabilirdi çünkü ama eğer gitmezsen bu bilinmezlik bana hep umut verecekti, vermişti de. Babam bir mektup sayesinde hep yanımda olmuştu. Bir tarafım hep babamın umuduna sarılmıştı. Şimdi düşünüyorum da belki de o mektubun amacı buydu, bana umut vermek... Sanırım o adrese hiçbir zaman gitmeyeceğim, o anahtarın neyi açtığını hiçbir zaman öğrenmeyeceğim. Çünkü bunu yapmak, umudumu yok edecek gibi ve ben umudumu kaybetmek istemiyorum. Ateş'ten ayrıldığımda bir yanım çok mutlu bir yanım buruktu. Hem kahkaha atıp her şey bitti diye gülmek istiyordum hem de oturup olan her şey yüzünden hüngür hüngür ağlamak ve ben ikisini de yapamadım, öylece durmaya devam ettim. "Haberlere çıkmışız yeniden,” dedi Cansu ve telefondan başını kaldırıp bize baktı. "Hepimizin ismi verilmiş, büyük bir suç örgütünü çökerttiğimiz, bu zamana kadar gizli bir görevde olduğumuz ve suçlu olmadığımız yazıyor. İnternette resmen bizi kahraman ilan etmişler,” dedi, bunun internete yayılmış olması ve artık herkes tarafından suçsuz olduğumuzun biliniyor olması beni mutlu etti. Bu mutluluğu gönlümce yaşarken hâlâ elimde duran telefon titredi. Mesaj geldiğini anlarken tam kim yazdı diye bakacaktım ama art arda diğerlerine de mesaj geldiğini fark etmek o mesaja bakmama engel oldu. "Ne oluyor lan?" Bunu soran Erdem olurken kalbimi büyük bir korku kapladı. Diğerleri benim aksime cesaret edip bir bir mesaja baktılar, yüz ifadeleri değişti. Daha fazla dayanamadım, ben de açtım ekranı ve mesajın yabancı bir numaradan geldiğini gördüm. Oyalanmadan üzerine dokundum, okudum. 0542***: Bittiğini düşünüyorsunuz değil mi? 0542***: Bitmedi. 0542***: Her şey daha yeni başlıyor... Kalbimdeki korku gün yüzüne çıktı, elimin titrediğini fark ettim. "Ben böyle işin içine..." Ateş cümlesine devam edemeden odanın içinde Doğan'ın kahkahası yankılandı, herkes ona baktı. "Ay yazık yeni bir olayı daha kaldıramadı, delirdi,” dedi Cansu Doğan'a bakarak ve Doğan kahkahalar içinde gülmeye devam etti. "Devam edecektim ama...” dedi, kahkahalara boğuldu. "Yüzünüzü görünce dayanamadım,” diye ekledi, ne olduğunu anlamaya çalışırken karnını tuttu. "Korkmayın lan korkmayın, ben attırdım mesajı,” dedi, bir kez daha kahkaha attı. Korkunç bir şakayla karşı karşıya olduğumuzu fark edince rahat bir nefes aldım. "Şaka yaptın,” dedi Erdem. Doğan başını salladı. "Şaka,” dedi Ateş. Doğan yine başını salladı. "Sen attırdın şimdi bu mesajları öyle mi?" diye sordu Savaş. Doğan güldü. "Evet dedik ya lan!" dedi, gülmeye devam etti. Ta ki ben ve Cansu dışında herkesin üzerine yürüdüğünü fark edene kadar. "Ne yapıyorsunuz lan? Gelmeyin üstüme, şaka yaptık lan!" dedi, Doğan, Savaş ve Erdem üzerine yürümeye devam ettiler. Bunlar yaralıydı, yaralı hâlleri bile böyleydi. "Tamam lan, gelmeyin!" dedi Doğan. Erdem, ve Savaş ve Ateş'in önünde durdu. "Siz durun kardeşim, yaralısınız. Ben hallederim,” dedi, Savaş ve Ateş onu onayladığında Doğan'ı köşeye sıkıştırdı. "Erdem, kardeşinim ben senin. Lan hem ben de yaralıyım,” dedi ama sağlam olan tarafına aldığı darbelere engel olamadı. Onların bu hâline Cansu kahkaha atarken ben de kocaman gülümsedim. Sorunlarımız olmadığı zaman biz, çok mutluyduk. Hatta sorunlarımız olduğunda bile iyi olduğumuz her an mutluyduk. Düşüyorduk ama hep beraber kalkmayı başarıyorduk. Karanlıkta kalıyorduk ama birimizin ışığı hepimizi aydınlatıyordu. Biz hep bir şekilde kurtulmayı başarıyorduk ve bir arada olduğumuz her zaman da başarmaya devam edecektik. Şimdi de mutluyduk, çok mutluyduk ama bunun nedenini her şeyin bitmiş olması değildi. Belki biraz etkisi olabilirdi ama asıl neden yeniden bir arada olabilmemizdi. Biz, suç ortağı olmaya mahkûm edilmiştik. Olanlar bizi bir araya getirmiş, birer suç ortağı yapmıştı ve biz, bir aradayken suç ortağı olmayı bile çok sevmiştik. SON! Selammmm :) Çok duygusalım şu an :( ağlamak istiyorum hatta. Hâlâ bu maceranın bittiğine inanamıyorum. Bu zamana kadar yazdığım en uzun hikâye oldu ama buna rağmen tanıtım bölümünü yayınladığım gün dün gibi aklımda. O gün size burada birlikte yaşlanabiliriz diyordum, yıllar geçti şimdi aradan :( Bayağı karmaşık ama bir o kadar da açıklayıcı bir final olduğunu düşünüyorum. Bence hiçbir konuda aklınızda soru işareti kalmamıştır. Yani umarım öyledir :) Özel bölümler gelecek, en az 3 özel bölüm yazmayı düşünüyorum ama ne zaman yazarım bilmiyorum. Kesin bir tarih vermem mümkün değil maalesef. Bu zamana kadar yaptığınız her yorum ve verdiğiniz her oy için çok teşekkür ederim. Bana bu yolda destek olup ilk günden beri yanımda olduğunuz için de çok teşekkür ederim <3 Uzun ve çok güzel bir yolculuk olduğunu düşünüyorum. Umarım sizin için de durum böyledir. Bölümde en sevdiğiniz sahne hangisi oldu? Peki kitap boyunca en sevdiğiniz sahne hangisi oldu? Bölümü en iyi anlatan emojiyi buraya bırakabilirsiniz. Özel bölümlerde ve yahut diğer kitaplarımın yeni bölümlerinde görüşmek üzere:) iyi bakın kendinize suç ortaklarım ♡ Duyurular için de sosyal medya hesaplarımı bırakıyorum, oradan da takip edebilirsiniz beni. Instagram: gizzemasslan Twitter: gizzemasslan ⠀ |
0% |