Yeni Üyelik
12.
Bölüm
@hadizade

Aklıma kötü kötü fikirler geliyordu. Bir yanım ondan dünün intikamını almak istiyordu ancak diğer yandan onu deli gibi merak ettiğim için intikam mevzusu pek hoşuma gitmedi. Bu ondan çok bana ceza olurdu zaten. Çünkü o beni yine görecek, tanıyor ama ben tanımıyorum ve göremeyeceğim. Bu yüzden bu fikri doğrudan rafa kaldırdım.

 

Bu defa alıp da giyecek bir yerim olmadığı için hiç giymediğim elbiseme gitti elim. Ufak bir kararsızlık yaşadıktan sonra onu üzerime giyip dolabın üzerindeki aynada kendime baktım. Uzun kollu, ince kumaşlı, belden aşağıya doğru pileli açılıp diz kapaklarımın üzerinde biten, krem rengi üzerine pembe büyük gül detayları olan bir elbiseydi. Yine kırmızı rujumu sürüp sildim ve şeffaf parlatıcımı sürüp, hafif bir rimel sürdükten sonra saçlarımı düz bıraktım.

 

Siyah botlarımı, siyah zincirli çantamı ve sonda siyah deri ceketimi aldıktan sonra odadan çıktım. Kapıdan çıkıp asansöre doğru yürürken ona haber vermek için bir mesaj yolladım.

 

Ben: Evden çıktım, yine durağa mı gideyim? Mekânı biliyorum, taksiyle gelebilirim.

 

Hemen çevrimiçi oldu, en sevdiğim.

 

Patron: Yok, araba yolluyorum şimdi. Sen durağa gel yeter.

 

Ben: Tamam.

 

Ben: Yine aynı mekân, değil mi?

 

Patron: Bu defa vaktin var diye düşündüm, bu yüzden biraz uzak bir yer ayarladım. Senin de görmeni istediğim bir yer.

 

Ben: Merak ettim şimdi.

 

Asansör açıldı ve sırıtarak içeriye girip düğmeye bastım.

 

Patron: Umarım seversin, ben vakit buldukça buraya gelmeye çalışırım.

 

Ben: Nasıl bir yer? Restoran filan mı?

 

Patron: Evet.

 

Ben: Tamam, ben şimdi apartmandan çıkıyorum.

 

Patron: Kendine dikkat et.

 

Asansörün kapısı açıldı. Hızlı, sabırsız adımlarla apartmandan çıkıp durağın oraya kadar yürüdüm. Tabii bakkala bakmayı da unutmadım. Fuat Bey yoktu, yerini babası Refik amcaya bırakmıştı. Başımı gülerek iki yana salladım ve önüme döndüm.

 

Durağın oraya gelip oturdum ve beklemeye başladım. Az sonra siyah bir araç yaklaştı. Önde genç bir adam oturuyordu ama tanıdık biri değildi. Arka camlar ise siyah filmle kaplıydı. Önce biraz tereddüt yaşadım. Adam kornaya bastı. Buraya bakıyordu. O muydu yani?

 

Hemen telefonumdan ona bir mesaj attım.

 

Ben: Bu siyah Mercedes'i sen mi gönderdin?

 

Patron: Evet, bin gel.

 

Ayağa kalkıp hızlıca arabaya yaklaştım ve arka kapıyı açıp yerleştim. Ben oturur oturmaz adam arabayı tekrar çalıştırdı. Onu beklettiğim ve korktiğum için kendimi biraz kötü hissettim. Utandım. Bu yüzden başımı devekuşu gibi telefona gömdüm.

 

Ben: Bindim, geliyorum.

 

Patron: Gel yavrum.

 

Yavrun muyum gerçekten?

 

Ben: Sen gittin mi oraya?

 

Patron: Şuan tam arkanızdayım. Korkmana gerek yok.

 

Gözlerim fal taşı gibi açıldı ve boynumun kırılma ihtimalini düşünmeden hemen arkaya baktım. Evet, arkadan yaklaşan siyah bir BMW vardı. Camdan içerisini pek göremedim. Zaten yan tarafa, ondan sonra da ön tarafa geçti ve ben heyecandan ölecek gibi oldum.

 

Ellerim kalbimin üzerine gitti ve kendi kalbimin ritmiyle daha da heyecanlandım. Sus be sus, duyacaklar!

 

Ah, kalbim! Ağa düşmüş bir kuş gibi çırpınıyorsun, henüz hiç görmediğin bir adam için.

 

Patron: Korkmuyorsun değil mi?

 

Aslında biraz tedirginim.

 

Ben: Hayır, sadece biraz heyecanlıyım.

 

Patron: Beklentini yüksek tutma, hayal kırıklığı yaşamanı istemem.

 

Ben: Mükemmel biri değilim, mükemmel olmanı beklemiyorum. Bir daha böyle şeyler söyleme lütfen.

 

Patron: Şöyle konuşunca seni alıp göğsüme bastırasım geliyor.

 

Ne? Sıcak, çok sıcak.

 

Ben: ...

 

Patron: :)

 

Ben: Hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama emoji ve random yerine hâlâ iki nokta ve parantezle gülen surat attığına göre bayağı yaşlısın.

 

Patron: Doksanlarda doğan her çocuk gibiyim, tuşlu telefonlarda kaldım.

 

Ben: Yakaladım. Doksanlarda doğduysan, 2020'de olduğumuza göre otuz yaşından büyük değilsin!

 

Patron: Aferin yavrum.

 

Bu defa ben ona görüldü attım ve yolun geri kalanında koltuğun ortasına oturup onu izledim. O kadar fazla göremesem de, dikiz aynasından buraya baktığını hissediyordum. Yani yine birbirimize bakıyorduk ama göremiyorduk.

 

Artık seni görmek için dileniyorum.

 

Nihayet yavaşlıyorduk ancak bir otelin önünde durduğumuzda, yüz ifadem ve duygularım yüz seksen derece değişti. Arabadan indim. O arabasını parkedip çoktan içeriye girmişti. Bense kapıda dikilip sinirle telefonuma yapıştım.

 

Ben: Bu ne demek??!

 

Ben: BENİ OTELE Mİ GETİRDİN? GERÇEKTEN Mİ?

 

Ben: Sağol! Kalsın, istemem! Ben gidiyorum!

 

Başımı kaldırıp taksi için etrafa bakarken, bir mesaj geldi.

 

Patron: Esra içeriye gir, en üstteki restoranda seni bekliyorum.

 

Ben: Başka restoran mı yoktu? Demek çok geliyorsun böyle yerlere ama ben alışık değilim!

 

Patron: Esra, yukarıya çık.

 

Sinirli bir soluk verip ekranı kapadım. Bir süre açık havada bekledikten sonra yağmur başlayınce otele girdim ve doğrudan asansörlere doğru ilerledim. Asansörün tuşuna basıp beklemeye başladım. Böyle olmasını hiç istemesem de gergin ve fazlasıyla sinirliydim. Hele mutlu hiç değildim.

 

Burda beni tanıdık bir görürse var ya... Yanarım. Biterim ben.

 

Asansör sonunda geldi ve binip en yukarı kat neresi diye baktım. Otuz kattan yukarısı yoktu, sadece kırmızı bir düğme vardı. Bu yüzden otuza dokundum ve kapılar kapanınca, gözlerimi kapatıp olduğum yerde tepindim. Salaksın Esra! Ne işin var senin bu otelde? Hayır yani bilmeden geldin ama bilmeden mi girdin? Aptalsın!

 

Ben kendi kendimi yiyip bitirirken asansörün kapıları açıldı ve ben gergin adımlarla çıkıp, tam karşıya ilerledim. Zaten buradan bakınca bile restoranın bir kısmı görünüyordu. Girişte durup içeriye bakınca, masaların hepsinin boş olduğunu gördüm. Sadece cam kenarındaki masada biri oturuyordu ve garson onun önünde durmuştu.

 

"Alkol olmayacak, su ve meyve suyu getir." dediğini duydum. Evet, bu onun sesiydi.

 

Kalbim boğazıma kadar yükseldi ve bir yandan midem kasılırken, bir anlık ayaklarım yerden kesildi. Bu nasıl bir heyecandı böyle?

 

Garson emirleri alıp çekildikten sonra onu gördüm ve kendimi şaşkınlıkla ağzım açık şekilde onu süzerken buldum. Koyu kahverengi gözleri gözlerimi buldu ve yüzündeki o sert bir ifade bir anda dağıldı. Ayağa kalkınca siyah takımının ceketini eliyle düzeltti ve beyaz gömleğinin yakalarına kısaca dokunduktan sonra eliyle siyah saçlarını geriye doğru itti.

 

Benim ona baktığım gibi bakıyordu bana, yani hislerimiz karşılıklıydı. İlk görüşte aşka inanır mısınız? Ben artık inanıyorum.

 

Yavaşça ona doğru adımladım, çantama sarılmış resmen ufaktan titriyordum. Heyecanımı daha fazla belli edemezdim herhalde. Ben de masanın diğer ucunda durdum. Aramızda sadece bir metre vardı ve ona kaçamak bakışlar atıyordum.

 

"Hoş geldin," diyerek elini bana uzatınca, elimi uzattım. Elimi tutup hafifçe çevirdi ve dudaklarına götürüp gözlerime bakarak elimin üzerine küçük bir öpücük kondurdu.

 

"Hoş buldum," diyip zarif olmaya çalışarak gülümsedim. Yanıma gelip arkamdan dolandı ve oturmam için sandalyemi çekti. Evet, sanırım oturmam gerekiyor, diyip oturdum.

 

Karşımdaki sandalyeye yerleşip yeniden bana baktığında, bakışlarımı önüme indirdim. Yanaklarım acıyordu. Çünkü gülüyordum ve daha fazla gülmemek için kendimi sıkıyordum.

 

"Adını hâlâ bilmiyorum," dedim çekinerek, "Sana nasıl seslenmeliyim?"

 

"Patron diyebilirsin," dedi şaka olduğunu belirten bir ifadeyle. Ne çok ciddiydi, ne de gülüyordu ama çok güzel bakıyordu.

 

"İsmini bilmek istiyorum," dedim kızaran yanaklarımı saklamaya çalışarak ve ilk defa onun sesinden kendi ismini duydum.

 

"Gökhan Bozkaya."

 

 

Loading...
0%