Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: ÖLÜMÜN KIYISINDA.

@hadizade

Not: Hikâye kitaplaşacağı için ilk bölümler sakin geçmektedir, olaylar birkaç bölüm ileride başlayacaktır. Kanlı sahnelerden hoşlanmıyorsanız belirli sahnelerde uyarılar verilecektir. Keyifli okumalar dilerim...

 

BİRİNCİ BÖLÜM:

"Ölümün kıyısında."

 

🎭

 

Yine sofra başındaydık, yine sessizliğe gömülmüştü evimiz. Çorbaya daldırdığım kaşığımı orada bir şeyler arıyormuş gibi dolandırırken, bakışlarımı hemen sağ tarafımda oturan anneme ve onunla karşılıklı oturan babama çevirdim. Birbirlerine bakmadan sadece yemeklerine odaklanıyor olmaları, bu sessizlik beni huzursuz ediyordu. Güya anlamıyordum olan biteni. Onlar öyle düşünüyordu ama altı yaşında olmama rağmen her şeyin farkındaydım.

 

Onlar birbirini sevmiyordu.

 

Peki neden evlendiler o zaman? Ya da evlenirken birbirlerini seviyorlar mıydı? Bunu ben bilemem. Belki de birbirlerini artık sevmemelerine neden olan kişi benim. Keşke yok olsam diye düşünürdüm bazen. Ben olmayınca birbirlerini sevecekler ise, yok olayım.

 

Ama anneme sorduğumda hep şu yanıtı veriyordu: "Çocuksun sen, her şeye karışma!"

 

Keşke bir kere de, "Çocuksun sen, neden bu kadar üzgünsün? Neden eğlenemiyorsun?" diye sorsalar.

 

Okul ve ev arasında mekik dokuyordum resmen. Evet, bu üzücüydü ama onlar kavga ederken araya girmek istemiyordum. Zaten babam anneme hiç el kaldırmıyordu, hatta annem ağlasa o da peşinden ağlıyordu. Neden kavga ettiklerini bir türlü anlayamıyordum ki.

 

2000 yılının sonlarına doğru çok güzel bir haber verdi annem. O haberi vermek için babamın da eve gelmesini istiyordu. Annemi uzun zaman sonra ilk defadır böyle mutlu görüyordum. Bana bile sarıldı, öptü. O bana sarılınca tüm vücudumda bir elektrik akımı yayılmış gibi hissettim ama pozitif bir elektrik. Beni bırakıp mutfağa geçince elimi öptüğü yere koydum, yüzümde asla toparlanamayacak gibi duran bir gülümseme vardı.

 

İyi bir şey oluyordu.

 

Peşinden mutfağa geçtim ve eteğinin uçlarını bacaklarıma dolayarak, kendime elbise yaptım yine. O yürüdükçe ben de kuyruğu gibi peşinde dolanıyordum ve hâlimden gayet de memnundum. Annem gülümsüyordu ve bana gülümseyerek bakıyordu. Daha ne isteyebilirdim ki?

 

"Anne ne haberi?" diye sordum ısrarla. Bu milyonuncu ısrarımdı tabii. "Söyle ya n'olur..." ellerimi ve çenemi tezgâhın kenarına yaslayıp ona kedi yavrusu gibi bakmaya başladım.

 

Bir yandan doğrama tahtasında salatalık doğruyordu. "Hayır, şimdi olmaz. Babayı bekleyeceğiz, Nilay. O gelince hep beraber öğreneceğiz, şimdilik sürpriz." Bekledim zaten, ama o süre bana asırlar kadar uzun gelmişti.

 

Babam bir tekstil firmasında usta başı olarak çalışıyordu, işe yeni girmişti ve artık her şeyin daha güzel olacağını söylüyordu. Bazen annemle onu oturma odasında konuşurken yakalıyordum ancak kendimi göstermeden, duvar dibinden dinliyordum.

 

Annem, "Sanki benim elimde mi? Ben de istiyorum olsun ama olmuyor işte!" gibi şeyler söylüyordu hep. Babamın sıkıntılı nefesleri, bir sigara içmek için kar yağmur demeden dışarıya çıkmasının ardından annemin dağları delecek ah edişlerini işitiyordum. Sanki o ahlar benim içimde dert olup kalıyordu.

 

Ne olmuyordu? Bunu anlayacak yaşta değildim sanırım. Yaşıtlarımın sokakta koştura koştura oynadığı dönemlerde evden çıkmayışımdan şikâyetçi de değildim, annemle vakit geçirmek her şeyden daha güzel geliyordu bana.

 

Akşam saat sekizde kapının çaldığını duyar duymaz koştum, çünkü hep bu saatte gelen kişi babamdan başkası olmazdı. Kapıyı açıp, "Hoş geldin baba," dedim gülümseyerek. Özlem dolu bakışlarıma karşın yüzüme bir kez bile bakamdan, içinde ekmek bulunan poşeti elime tutuşturup ceketini çıkararak içeriye girdi.

 

Yüzümdeki gülümseme bu defa solmadı, çünkü içimden bir ses annemin vereceği o haberin yaydığı pozitif enerjiyi babamda da göreceğimi söylüyordu.

 

Kapıyı kapatıp ben de peşinden oturma odasına geçtim. Yağmurda ıslanmış ceketini sandalyenin tepesine geçiriyordu. Kömür karası saçlarını eliyle yana yatırırken, o iri gölgesinin ardında duruyordum. Ekmeği masaya bıraktım ve onları izlemeye koyuldum.

 

Babam, yine yorgun ve sinirliydi her zamanki gibi. Üçlü koltuğun bir tarafında babam, diğer tarafında ise annem oturuyordu. Babam yayılıp bir kolunu koltuğun tepesine koydu. Annem dizlerini babama doğru çevirince, lafa gireceğini anladım. En az onun kadar heyecanlıydım.

 

"Oktay," dedi heyecanlı bir sesle. Babam boğazdan bir sesle cevap verirken çatık kaşlarının altından gözlerine baktı. "Benim sana bir diyeceğim var." Annemin ağzından kelimeler zarzor dökülüyordu ama babam da bunu hiç sevmezdi.

 

"Ne diyeceksen de artık Nevin, sana bir haller olmuş. Belli." Annemi iki gözü gibi tanıyordu tabii.

 

Annem ona parıldayan gözlerle bakıyordu; ki ben uzun zamandır bu bakışlara rastladığımı hatırlamıyorum.

 

Önce yerinde biraz kıpırdandı, başını önüne eğdi. Heyecanı yüzünden okunuyordu. "Ben hamileyim," dedi annem. "Bir bebeğimiz olacak."

 

Ben şaşkındım ama mutluydum. Bir kardeşim olacaktı. Merak ettiğim tek şey babamın ne tepki vereceğiydi. Bu yüzden ilk ona baktım. Oturduğu yerde dikleşti, anneme yaklaştı ve elini dizine koydu. "Ciddi misin sen? Şaka filan yapmıyorsun değil mi? Bak şakaysa eğer..."

 

"Hayır," diye kesti sözünü annem. "Şaka değil yemin ederim. Sabahtan beridir gelmeni ve bunu sana söylemeyi bekledim. Sevinmedim mi hiç?"

 

Bir anneme, bir babama bakıyordum uzaktan. Sanki ailenin dışındaymışım, hiç burada yokmuşum gibi davranmalarına da alışmıştım çoktan.

 

"Sevinmez olur muyum?" dedi ve annemi kendine çekip sarıldı babam. Profiline baktım, yüzündeki o gülümsemeyi yakaladım. Doğada nadir rastlanan bir bitki gibiydi adamın gülümsemesi. Hep oradaydı ama bulmak oldukça zordu.

 

İkisinin de bakışları aynı anda bana çevrildiğinde, elbisemin etekleriyle oynuyordum ben. "Nihayet," dedi babam. "Bir oğlum olacak." Gözlerimin içine bakarak söylediği o cümle yüzümdeki gülümsemeyi alıp götürürken, sol göğsümün altında çırpınan kelebeğin kanatları koptu ve artık onun için çırpınmayı bıraktı.

 

🎭

 

2001 yılının 19 Temmuz sabahı bir sancıyla uyandı annem. Babam annemi arabaya oturturken, hem evde yalnız kalma korkusu, hem de annemi yalnız bırakma korkusuyla arka koltuğa sıkıştım hemen. Hastaneye gittik ve altı saat süren doğumdan sonra hem annemi, hem de kardeşimi görebildim. Eğilip yüzüne baktım. Benimkinin aksine kocaman yanakları ve kumral saçları vardı kardeşimin. İnce dudakları ve dışarıya duran pembe diliyle çok komik ve bir o kadar da tatlı görünüyordu.

 

Annem halsizce yatıyordu. Bir gece orada kaldık. Babam sabah gitmişti, akşam döndüğünde bizi alıp eve getirdi. Ben o gece hayatımızın tamamen değişeceğinden habersizdim. Annem de bu kadarını beklemiyordu belki ama o bu nihai sonu kendi elleriyle hazırlamıştı.

 

Oturma odasında yerde oturmuş, kardeşimin içinde uyuduğu beşiği sallıyordum usulca. Birden büyük bir gürültü koptu, bir şeyler kırıldı. Korkuyla arkamı döndüm. Sesler içeriden, yani annem ile babamın odasından geliyordu.

 

"Bana yalan söyledin!" diye bağırıyordu babam. "Sen nasıl aşağılık bir kadınsın böyle ama yalancının mumu da bu geceye kadar yandı."

 

Annemin ağladığını duyuyordum. Minik kelebeğin canı acıyordu. "Yapma Oktay, o bizim evladımız. Nasıl kıyardım ona! Sen yalan söylemek zorunda bıraktın beni, yoksa söylemezdim. Yapma böyle, onu görünce fikrin değişir sandım. Yüzüne bakmadın bile!"

 

"Kes sesini! Yalanına kılıf uydurma bir de. Gidiyorum ben, ne hâlin varsa gör!"

 

Sonra odanın kapısı açıldı, bu odaya girdi babam. Duraksadı bir anlık, beşiğe baktı, sonra da bana. Yavaşça ayağa kalktım. Minik adımlarla yanına yaklaşıp, küçücük elimle o koca eline tutunup, ona aşağıdan yukarıya doğru baktım. "Baba, gidiyor musun?"

 

Yine cevap vermeyeceğini düşünüyordum ben. Eğildi ve beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Saçlarımı öptü, başımı okşarken ruhum doydu. Geri çekilip simsiyah gözleriyle gözlerime baktı. "Özür dilerim," dedi buz gibi bir sesle. "Seni hiç sevmediğim için özür dilerim."

 

Ayağa kalkıp elimi bıraktığında, gözlerim doldu. "Gitme baba, lütfen."

 

Sözlerimin onda hiçbir etkisi yoktu, öğrenmek için biraz geç kalmıştım ben. Elinde bavuluyla arkasını döndü ve büyük adımlarla oturma odasından çıktı. Peşine düştüm. Annemin hıçkırıkları evi inletiyordu hâlâ. Dış kapıyı açtı ve dışarıya çıktı babam. Yağmur damlalarının arasına karıştı bedeni, kapıyı kapattı. Gitti.

 

Hemen cama koştum. Koltuğun tepesine çıkıp perdeyi kaldırarak altına girdim ve yağmurun altında sokakta gözden kaybolanadek onu izledim. Oluk oluk akan gözyaşlarımın biriktiği çenemi elbisemin koluyla sildim. Bir daha gelmeyecek mi düşüncesi bile kelebeği bir avuca hapsetmişti. Çırpınıyordu ama bu defa korkudan.

 

Ben, babam gittikten sonra her şeyin çok kötü olacağını düşünüyordum. Nitekim öyle de oldu. Ayşe ile beraber büyüdük biz. Ona bir abladan fazlası olmaya çalıştım ancak annemizin bize hem anne, hem baba olduğunu da göremedik. Annem, hırçın bir kadındı. Daha yedi yaşımda Ayşe'yi kollarıma verdi ve bana, "Artık her şeyiyle sen ilgileneceksin," dedi. O an bu sorumluluk benim için fazla ağırdı. Babam'ın acısını çıkamazdı.

 

"Ne yapacağım?" dedim şaşkınca. Annem cevap vermeye yeltenmedi bile. Giyinip süslendikten sonra evden çıkınca, Ayşe'nin elma gibi kırmızı yanaklarına baktım, kocaman kahverengi gözlerini açıp bana baktı ve dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. O an fısıldadım ona, "Merak etme, ben sana bakacağım."

 

Bu ailede beni bir tek o sever. Ayşe beni sevecek diye düşündüm. Daha bir yaşında olmasına rağmen annesinden çok beni istiyordu, çünkü annesinden çok beni görüyordu. Günler, aylar birbirini kovalıyor, babamın yokluğuna alışıyorduk. Babamın gitmiş olduğunu kabullenmek benim için pek de zor olmadı, çünkü daha çocuktum. Çocuklar yanında olana bakar ve sever. Onun için çabalayanı ama bu büyüyüğünce değişir. Azap çektirenler sevilir. Sevenler hor görülür.

 

🎭

 

2007 yılı Eylül ayının ortasında, her pazar olduğu gibi Ayşe'yi parka getirdim. Yürümeyi öğrendiğinden beri bunu her pazar yapıyordum ben. Gönül isterdi ki, annem getirsin bizi buraya ama ondan medet ummak hata olurdu. On iki yaşında hâlâ daha bir çocuk olmama rağmen, kendimi parktaki diğer anneler gibi hissediyordum. Çünkü ben de tıpkı onlar gibi Ayşe'ye veriyordum.

 

"Mama," dedi Ayşe kolumu çekiştirerek. Bana böyle sesleniyordu. Rusça anne anlamına geliyordu ve izlediğimiz bir animasyon filminden sonra aklında kalmış, bana böyle seslenmeye başlamıştı. Diğer elini kaydıraklara doğru uzattı, elini bıraktım. "Git hadi, ben buradayım."

 

Bıraktığım anda deli gibi koşmaya başladı. Geçip kaydırakları rahat görebileceğim bir bankta oturdum. Son bahar yaprakları ve serin hava bana huzur katıyordu ama en büyük huzur kaynağım işte oradaydı. Kendini kaydıraktan aşağıya bırakırken bana bakarak el salladı. Gülümseyerek el kaldırdım. Daha doğarken gördüğüm o elma yanaklar büyüdükçe hiç değişmedi diyebilirim. Tombul yanakları, poğaça gibi kolları ve bacaklarını ısırmamak için kendimi zor tutuyordum. Açık kahverengi saçları benimkinin aksine dalgalıydı. Minik ağzı, ince pembe dudakları ve yuvarlak burnuyla oyuncak bir bebek gibi görünüyordu. Onu izlerken acaba ben de mi küçükken böyle görünüyordum diye düşünüyordum ve sanki küçüklüğümü izliyor gibi hissediyordum.

 

Ama ben daha zayıf bir bedene, soluk tene ve koyu renk saçlara sahiptim. Ayşe, anneme daha çok benziyordu, ben ise sanırım babama. Yüzünü unutmaya başlamıştım ama hatırladığım kadarıyla oldukça uzun, yapılı bi adamdı ve parmakları da benim gibi ince uzundu. Ona ne kadar benzesem de, kalbimin hiç benzemediğine emindim. Çünkü ben merhametli bir insanım, kış günü yeni doğmuş bebeğini, eşini ve altı yaşındaki çocuğunu bırakıp gidecek kadar acımasız, duygusuz biri değilim.

 

Sağ taraftan gelen sert bir rüzgârın getirdiği tozlar gözlerime dolar dolmaz yüzümü diğer tarafa çevirip, kirpiklerimi sıkça kırpmaya başladım. Önce bulanık olan görüş alanım netleşmeye başladığında, ileride bir çift gördüm. Baba, anne ve ortaya alıp, ellerinden tuttukları küçük bir oğlan çocuğu. Çocuk üç ya da dört yaşlarındaydı. Anne ve babası ellerini bırakınca o da tıpkı Ayşe gibi koştu kaydıraklara. Mutlu çift ise öteki bankta oturup çocuklarının nasıl eğlendiğini izlemeye başladılar. Çok mutlu gödünüyorlardı. Birbirlerine aşk dolu bakıyorlardı. Özellikle de adam. Kıskandım. Hem de çok kıskandım çünkü o kadına güzel güzel bakan adam bizzat babamdı. Unutmamışım meğerse görmediğimdenmiş.

 

Hemen ayağa kalkıp oradan uzaklaştım. Kafamdaki taşlar yeni yeni oturuyordu daha. Annemin biri suçu yoktu ki, erkek çocuk istiyordu babam. Beni de bu yüzden sevmedi. Sabretti, bekledi, ama ikinci defa kız babası olunca artık dayanamadı. Hak veriyorum. Her erkek kız babası olmaya layık değil ve her erkek bu yükü kaldıramaz zaten.

 

Kaydırakların yanına yaklaşıp Ayşe'ye seslendim. Doğal olarak gitmek istemiyordu ama gelecek hafta onu daha güzel bir parka götüreceğime ikna ettikten sonra fikri değişti. Beraber eve döndük. Annem çalışıyordu, pazar günleri bile ama ben annemin ne iş yaptığını bilmiyordum. Ta ki, o gece gördüklerime kadar.

 

Ayşe'yi yatırdıktan sonra oturma odasındaki koltukta oturmuş, kitap okurken bir yandan da annemin gelmesini bekliyordum. Bakışlarım ara sıra duvardaki saate kayıyordu, gece yarısını geçmişti çoktan. Evin önünden gelen bir araba sesiyle okuduğum kitaptan sıyrılıp perdeyi kaldırdım ve dışarıya baktım. Gümüş renkli bir araba evin önünde farları açık şekilde bekliyordu. Yağan yağmur farların aydınlattığı alanda görünüyordu. Arabanın kapıları açıldı, sürücü ve yan koltuktaki kişi aşağıya indi. Evin kapısına doğru yanaştıklarını görünce ayağa kalkıp koridora koştum. Annem kapıyı çalınca hemen açtım. İçeriye girdiklerinde önce anneme, sonra gelen adama garipser bakışlar attım. Babamın aksine orta boylu, sarışın, mavi gözlü, kıvırcık saçlı bir adamdı. Elini yanağıma koyup gülümseyerek, "Adın ne senin?" diye sorunca, yanağımı elinden sıyırıp cevap vermeden kapıyı kapattım.

 

Onlar içeriye girmişlerdi, adam çizgili lacivert bir takım elbise giyinmişti. Kravatını gevşetip, ceketini çıkardı ve koltuğa oturdu. Girişte durmuş onları izliyordum.

 

"Kim bu adam?" diye sordum. Aynı anda ikisi de bana baktı. Annemin bana attığı kızgın bakışlarına zıt bir üslupla verdiği yanıta karşın yüz ifadem değişmedi.

 

"Gelsene kızım, niye orada duruyorsun? Ömer bey buraya kadar sizi görmek için geldi."

 

"Neden?" diye sordum, bu defa Ömer denen adamın gözlerine bakarak. "Bizi görünce ne olacak ki? Yoksa Ayşe'yi bu adama evlatlık mı vereceksin? Vermem."

 

Her an saldıracakmış gibi bir hâlim vardı, hatta bu hâlim ve söylediklerim o adamı şaşırtmıştı. Annem mahcup bir ifadeyle gülümseyerek, "Sen onun kusuruna bakma," dedi. "Eski eşimden sonra kimse girmedi bu eve. Ondan böyle, biraz korumacı yapısı var."

 

"Anlıyorum canım," dedi adam gülümseyerek. "Seninle biraz özel konuşalım mı?" Deyince annemin bakışlarından anladım içeriye geçmem gerektiğini. Ayşe ile benim odama girip kapıyı kapatıyormuş gibi yaptım ama biraz aralık bıraktım.

 

"O büyük bir kız, beni kabulleneceğini sanmıyorum. Ergenlik çağında, ama Ayşe bizimle kalabilir. Nilay için ise üzgünüm onu yurda vermemiz en iyisi."

 

Beni Ayşe'den ayırmak istiyordu, daha şimdiden. Ama kimse beni Ayşe'den ayıramazdı. Hemen dışarıya çıkıp o adamın gözlerinin içine bakarak, "Defol git!" diye bağırdım. "Beni kardeşimden ayıramazsın! Defol git evimizden! Hemen!" Annemin ikazlarına rağmen susmadım. Bu konuda susamazdım da. Kalkıp annemle bu gecelik vedalaşıp evden çıktığında, annem arkasını döndü ve parmaklarını yüzüme savurdu. Yüzüm yan döndü ama yine öfkeli bakışlarla döndüm ona.

 

Dolu gözlerine rağmen öfkeyle bakıyordu bana. "Sen neden benim mutlu olmamı istemiyorsun ya?" dedi. Her an ağlayacak gibiydi. "Düşmanım mısın sen benim? Neden böyle yaptın şimdi? Neden Nilay, neden?!"

 

Dolu gözlerle gülümsedim.

"Ben miyim düşmanın anne? Sen dışarıda bu adamla gezerken, babam bizi bırakıp gittiğinden beri hem ev işlerini yaptığım, hem de Ayşe'yi büyüttüğüm için mi? Keşke her düşman benim gibi olsa. Beni ona sen alıştırdın, şimdi de ellerimden almak istiyorsun. Verir miyim sence? Ben Ayşe'den ayrılabilir miyim?"

 

Hiddetle inip kalkan göğsünde biriken sözleri bana söylemek istemeyip yuttu sanki. Bir anlık sinirle odasına girdi, açık bıraktığı yapıya yanaşıp pervazın orada durarak ne yaptığına baktım. Dolabın üzerinden aldığı bavulu yatağın üzerinde açtı ve eşyalarını içine doldurmaya başladı. Alnımın kenarını kapının pervazına yaslayıp, sol gözümden süzülen bir damla yaşla onu izledim. Ben bu anı bir yerden hatırlıyor gibiydim, altı sene öncesinden.

 

Bavulunun kemerlerini bağladı ve el çantasını da aldıktan sonra kapıdan gerisin geri çıktı. Ayşe'nin odasına girmek istedi, hemen kollarımla kapıyı tuttum. Yüzüme baktı. "Gideceksen git, sen de onun gibi." dedim. "Ama unutma, o giderken bavulu hariç hiçbir şey almadı benden. Sen de alamazsın zaten."

 

"İyi," dedi gözlerime bakarak. "Çok meraklısın madem, sen bak o zaman kardeşine." Başımı aşağı yukarı hareket ettirdiğim sırada soğukkanlılığım karşısında donakalmış gibiydi. Sonra arkasını döndü ve ben onun da gidişini izledim, tıpkı babam gibi.

 

Dönüp Ayşe'nin yanına yattım. Uyanıp bana sarıldı ve başını göğsüme koyarak tekrar uykuya daldı. Üzerini örtüp sabaha kadar pencereden dışarıyı izledim.

 

Bir şimşek çaktı o gece. Kelebek korktu ve yeniden kozasına döndü. Zamanla o koza taşlaştı. Kelebek orada can verdi ama kimseden yardım dilenmedi.

 

🎭

 

2019 yılı, Aralık ayında hastane koridorlarındaydım. Az önce doktorun bana söylediklerini sindirmeye çalışıyordum ama kursağımda düğüp olup da kalan bir şeyi sindirmek o kadar da kolay değildi. Eğilip şakaklarımı ellerimin arasına aldım. Gözlerimden süzülen damlalar birer birer zemine dokundu. "Yeter artık," diye isyan ettiğimi anımsıyorum ancak yine içime kaçan bir sesle, kimseye duyurmadan.

 

Kendimi toparlamam biraz uzun sürdü, tam toparlandım da diyemezdim. Ancak onu göreceksem ve o beni görecekse her zamanki gibi dimdik görmeliydi. Kapıyı açıp içeriye girdim. Yatakta uyuyordu. Ben bu defa ona başka şekilde bakıyordum. Nasıl da fark etmemişim gözümün önünde solup gittiğini? İlla ki, bayılması mı gerekiyordu? Nasıl böyle sorumsuz olabildim? Çocukluğundan beri etinedolgun bir kız iken son zamanlarda öylesine zayıflamıştı ki, özellikle halsizdi ve ben bunu üniversite derslerinden, yorgunluktan dolayıdır diye düşünüyordum.

 

Doktorun söyledikleri hâlâ daha kulaklarımda çınlıyordu.

"Akut Myeloid Lösemi, yani kan kanseri. Çok hızlı yayılıyor, bu yüzden erken teşhis çok önemlidir. Geç kalmış sayılmazsınız, lâkin tedaviye bir an önce başlamamız lazım. Çok geç olmadan."

 

Çok geç olmadan dedi. O en uç noktayı düşündüm bir anlık, sonra düşündüğüm için kendi kafama vurdum birkaç kere. Kafayı yiyeceğim, düşünmemeliyim. Düşünmem gerek çok daha farklı şeyler vardı şimdi. Mesela tedavi masraflarını nasıl karşılayacağımı.

 

Üniversite mezunu bir garson olarak o kadar parayı nereden bulabileceğimi kara kara düşündüm. Ancak öyle çaresiz hissediyordum ki kendimi hiçbir yol yoktu sanki. Bize bir yol yoktu. İllaki bir şekilde ayrılmak zorunda mıyız? Ayrılmasak olmaz mı?

 

Elimden geleni yapacağımdan bir şüphem yok, onun da yoktur ama ben ne yapacağımı bilmiyorum.

 

Başında bir süre daha bekledikten sonra boğulduğumu farkettim. En azından bir elime yüzüme su vurmak için odadan çıktım. Koridora dolanırken yanımdan geçen takım elbiseli adamı son anda farkettim. Adımlamaya devam ederken omzumun üzerinden geriye baktım. Gri renk takım elbiseli, bir doksan boylarında oldukça yapılı bir adamdı. Yüzünü görememiştim ama adamdan gelen parfüm kokusu tüm koridoru doldurmuştu. Garip bir aura yayıyordu sanki.

 

Önüme dönüp tuvaleti buldum. Elimle yüzüme su çarpıp aynada kendime baktım. Kendimi hiç bu kadar güçsüz hissettiğimi hatırlamıyorum. Belki de çocukken. Haberi aldıktan sonra saçlarım beyazladı, sanki o kısacık süre içinde ömrümden ömür gitti benim. Yaşlandım. Bittim. Tükendim.

 

Sahildeki parkta piknik yaptığımız o günü anımsadım. İri bir ağacın gölgesinde, yemyeşil çimenlerin üzerine kırmızı beyaz kareli örtüyü sermiş, sandviç ve meyve suyunu aşırdıktan sonra sırtımı ağaca yaslamış denize bakıyordum. Ayşe de başını dizlerime koyarak uzanmıştı. Elimi tutup saçlarına götürdü, saçlarını okşamama bayılıyordu.

 

"Mama," diye seslendi. Daldığım denizden sıyrılıp ona baktım. İpeksi saçları parmaklarımın arasında kayıyordu.

 

"Efendim güzelim." O da semaya bakarak düşünüyordu.

 

"Sen hep iki prensesin hikâyesini anlatırdın ya bana, hani hep bir şeyler geliyordu başlarına ama sonunda bir yol buluyorlardı."

 

"Evet," diye mırıldandım. "N'oldu ki?"

 

"Şimdi düşündüm de, aslında sen bana masal anlatmıyormuşsun." dedi gülerek, başını kaldırıp gözlerime baktı. "O prensesler bizdik değil mi? Sorumluluk sahibi, ciddi bir abla ve yaramaz ama tatlı küçük kardeş. Onlar da bizim gibi hayatta yalnızlardı ama onların anne ve babasını öldü diye anlatırdın hep." Sonra buruk bir ifadeyle tekrar gökyüzüne çevirdi bakışlarını. "Bizimkiler ölmedi ama ölüden farksızlar."

 

"Yine onlar hakkında konuşup tadımızı kaçırmaya başladığına göre eve dönme vaktimiz gelmiş demektir."

 

"Hayır, biraz daha kalalım. Hava çok güzel."

 

"Oldu Ayşe, hava güzel diye dışarıda yatalım istersen. Ben gidiyorum," deyip kalktığımda kafası dizimden kayıp yere düştü ve bana alttan sinirli bir bakış attı. "Ben gidiyorum, istersen gelirsin."

 

Tabii ki, yalnız bırakmamıştı beni. Ben onun için kendi hayatımdan vazgeçip, genç bir kız gibi değil de çocuk sahibi anne gibi yaşadım. Hem çocukluğumu, hem gençliğimi, hem de okul yıllarımı. En azından annem gibi vefasız olmadığı için seviniyordum.

 

Hastanede üç gün geçirdik, öğleden sonra hastanenin bahçesindeki ağacın altında bulunan bankta otururken, sağ tarafımda bir kıpırtı hissettim. Önce bakışlarımı, sonra da başımı yana doğru çevirip baktım. Üç gün önce koridorda gördüğüm gri takım elbiseli adam hemen yan tarafımda oturuyordu. Dümdüz karşıya bakarken, dikkatlice izledim onu. Sıfıra vurulmuş kumral saçları, bronz tenine renk katan çekik haki yeşili gözlere sahipti. Yüzündeki tüm kemiklerin sivri oluşu gergin olduğunun belirtisiydi. Acaba o, kim için buradaydı?

 

"Beni hatırladın değil mi?" diye sordu. Sonunda konuştu, bir an için hiç konuşmayacak diye düşünmeye başlamıştım.

 

Kısa ve net şekilde yanıtladım.

"Hatırladım."

 

"Dikkatlisin, ama onca insan içinden beni farketmenin altında yatan bir sebep var." dedi dümdüz bir sesle. Söyleyeceği şeyler beynine önceden yerleştirilmiş bir robot gibi akıcı konuşuyordu.

 

"Nedir o sebep?"

 

"Yardıma ihtiyacın var ve sana yardım edeceğimi hissettim. Bu yüzden beni gördün, sevgili Nilay Kuzguncu."

 

Bu defa şaşkın şekilde döndüm ona.

"Adımı nereden biliyorsun?"

 

"Bildiklerimin yanında adını biliyor olmama takılmamalısın. Yardıma ihtiyacın var mı, yok mu? Sen onu söyle."

 

Şöyle hissettim: Bu bir şans ve bu şans önüme sadece bir kez çıktı. Değerlendirmem gerek yoksa çok kötü şeyler olacak. Pişman olacağım.

 

Düşündüm. Düşündüm ve sonunda cevapladım. "Var... Ve sen bunu biliyorsun zaten."

 

"Biliyorum. Formalite icabı sormam gerekiyordu, sordum ve yanıtladın. Sana son bir soru... Kardeşinin hayatını kurtarmak için her şeyi göze alabilir misin?"

 

Durdum. Düşündüm. Cevap verebilirdim, hemen şu an "Evet!" diye haykırabilirdim ama sadece sustum.

 

Elini cebine attı ve siyah bir kart çıkarıp bana uzattı. "Sadece bu sorunun cevabına yanıtın dolu dolu bir evet olduğu zaman beni ara." dedi ve kalkıp yanımdan büyük adımlarla uzaklaşınca, gözden kaybolanadek baktım ona. Hastanenin önüne park ettiği BMW markalı siyah aracına binip uzaklaştı.

 

O gittikten sonra elimdeki kartın iki yanına da baktım. "Pamir Karahan" ve bir de numaradan başka bir şey yoktu kartta. Arkasından baktım bir süre. Düşündüm. Yüz ölçüp bir biçerdim ben. Hemen atlamak yanlış kararlara neden olurdu. Bu yüzden kartı cebime yerleştirip, zamanın düşüncelerime yapacağı etkileri izlemeye karar verdim.

 

🎭

 

 

 

 

 

Loading...
0%