Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm: TEKLİF

@hadizade

🎭

 

Yatağımın tam ortasında oturmuş, dizlerimi kendime çekmiş kara kara düşünüyordum. Annem de gittikten sonra onun odasında ben kalmaya başladım. İki oda bir salonlu kutu gibi evimizde kendimizce yaşayıp gidiyorduk. Kime ne zararımız vardı? Neden böyle bir derde düştük biz? Ne ben, ne de Ayşe biz bunu hak etmedik.

 

Lise mezuniyetimde bir tek o vardı, tüm güzel sözlerimi ona ithaf ettim. Üniversite sınavına girdiğimde kapıda beni bekleyen yine o oldu. Sınavım iyi geçti, İstanbul Teknik Üniversitesinde mimarlık okudum. Ben de üniversite mezunu, her yere CV bırakıp geri dönüş alamamış işsizler ordusuna katılınca, önüme gelen her işi yapmak zorunda olduğumu hissettim. Zaten okurken bir yandan da geceleri ünlü bir restoranda bulaşıkcılık ve garsonluk yapıyordum. Ailenin başı bendim, mecburdum. Ayşe için her şeyden vazgeçebilirdim ama ben ona örnek olmak istedim. Bu yüzden okulu bitirdim ki, o da okusun. Belki daha önce bıraksaydım okulu, çalışmaya başlasaydım şu an elimde en azından birikmiş param olurdu ve ben şimdi olduğu gibi perişan hâlde olmazdım.

 

Onun lise mezuniyetinde yine ben vardım. Hem annesi, hem babası, hem de ablasıydım ben onun. Bu durumdan bir an olsun şikâyet ettiğim görülmemiş, duyulmamıştır. O beni binlerce insanın arasında gördüğünde yüzünde oluşan o tebessüm için her şeye değerdi.

 

Ve bir de üniversite sınav sonuçları açıklanırken ki o anları unutamıyorum hiç. O kadar heyecanlıydım ki... Yıllardır ekip büyüttüğüm bir fidanın meyve vermesini bekliyordum. Ellerimle yüzümü kapatmış ekrana bakamıyordum bile.

 

"Mama!" dedi heyecanla. Kolumu çekiştirdi. "Hadi ya! Baksana şuna!" Ellerimi paravan gibi iki yana açıp ekrana baktım ve o an minik bir çığlık atmış olabilirim. O an duyduğum guru tarif etmeye kalksam kelimelerim kifâyetsiz kalırdı.

 

Şimdi düşünüyorum, sadece düşünüyorum. Başka bir şey yapamıyor olmak beni mahvediyor. Verdiğim tüm çabanın bir hiçe dönüştüğünü gördüm o kâğıtlarda. Hâlâ nasıl ayağa kalkabiliyorum hiç bilmiyorum.

 

Cebimdeki siyah kartı çıkarıp, parmak uçlarımla çevirdim ve numara ile isme baktım. Dolu dolu bir eve duymak istiyorsa, benden isteyeceği şey de büyük olacaktır. Öyle büyük ki, belki de kaldıramayabilirim. Ama bu teklifi yaparken o da farkındaydı başka çaremin olmadığını.

 

Sırtımı yatağa serip kartı yanıma bıraktım ve tavanı seyrederek oradaki konuşmamızı defalarca kez zihnimde canlandırdım. Geçmişten bugüne olup biten her şey birer birer o tavanda canlandıkça, ben o teklifi kabul etmeye bir nebze daha yaklaşıyordum.

 

O kadar yorgundum ki, kısa süre içerisinde uyuya kalmıştım. Ancak sabah uyandığımda yaptığım ilk şey kartı aramak oldu. Kartı bulur bulmaz komodinin üzerindeki telefonumu da alıp cebime attım. Üzerimi değişip koyu mavi, yüksek bel bir kot pantolon giydim. Saçlarımı hızlıca ensemde özensiz bir topuz yapıp, yanaklarıma düşen tutamları kulaklarımın arkasına iliştirdim. Önce Ayşe'yi kontrol ettim, hâlâ uyuyordu. Oturma odasına geçip pencerenin önüne geldim. Dışarıda yağan kar neredeyse diz boyuna gelmiş, her yer bembeyaz bir örtüyle kapanmıştı. Yanmayan bir soba, boş dolaplar ve elli lira bulunan cüzdanımla mı bakacaktım Ayşe'ye? Ya ben işteyken ona bir şey olursa diye düşündüm. Ya yetişemezsem. En kötüsünü düşündüm. Kendimi o numarayı aramak için ancak böyle ikna edebilirdim.

 

Sağ cebimdeki telefonu ve sol cebimdeki kartı çıkarıp, vazgeçmeden hemen numarayı aradım. Telefonu kulağıma götürürken bile elim kırmızı tuşun üzerindeydi, her an vazgeçip kapatabilirdim ama bu düşüncem, Pamir Karahan aramayı yanıtlayınca kaybolup gitti.

 

"Efendim?"

 

"Yardıma ihtiyacım olduğu konusunda haklıydınız, Pamir bey. Sizinle en kısa sürede görüşmek istiyorum, benim fazla vaktim kalmadı."

 

"Gece yarısı sizi evden aldıracağım, hazırda bekleyin."

 

"Ben... Tamam." diye geveledikten sonra telefon yüzüme kapanınca kendimi koltuğa attım. İyi mi yapıyorum, kötü mü bilmiyorum ama hiçbir şey Ayşe'yi kaybetmemden daha kötü olamaz diye düşünüyorum.

 

Tüm masrafları toplayınca dudaklarım uçuklamıştı resmen, göz göre göre ölmesine izin mi verecektim? Hele ki karşıma böyle bir şans çıkmışken. Eminim Ayşe bana bir şey olmasın diye canını bile verirdi.

 

Telefonu tekrar cebime atıp Ayşe'nin odasına gitmeden önce kartı çöpe attım. Bu iş her neyse tek dileğim Ayşe'nin bulaşmamasıydı. Yatağında melekler gibi uyuyordu. Yüzümde bir tebessümle yaklaştım ona. Yanına kıvrılıp onun gibi cenin pozisyonuna geldim. Çok az sonra gözlerini açtı ve beni görünce uykulu sesiyle, "Mama, bir şey mi oldu?" diye sordu, afallamış bir ifadeyle.

 

"Hayır, uyurken hep izliyorum seni. Çocukluğundan beri. Sadece ilk kez yakalandım." dedim gülerek.

 

Gözlerini tekrar kapatıp güldü o da. "Yok, yok. Onu sormuyorum ben. Yüzünde anlamsız bir gülüş var. Ne oldu, anlat bakalım."

 

"Senden de bir şey saklanmıyor," dedim burnunu parmaklarımın arasında kıstırarak. Huysuzca kendini çekip gözlerini açtı. "Henüz kesin değil ama bir iş teklifi aldım. Eğer o iş olursa, kurtulabiliriz. İyileşebiliriz. Çok güzel bir hayata sahip olabiliriz ablacığım."

 

Önce benim inanmam gerekiyordu. Bunu Ayşe'ye bilerek söyledim, umut verdim ki istesem de geri dönemeyeyim.

 

"Ne işi?" diye sordu hemen, haklı olarak.

 

Duraksadım bir an, ben de bilmiyordum ki ne işi olduğunu. Bu gece öğrenecektim ama şimdi ona bir bahane uydurmam gerekiyordu. Dirseğinin üzerine yükselmiş dikkatle beni dinliyordu.

 

"Bir kadının çocuğuna bakacağım ama iyi para veriyor."

 

"Bakıcılık mı yapacaksın yani?" dedi inanamaz bir ifadeyle. "O kadar boşuna mı okudun?"

 

Gülümsedim ve bu sefer de hep kırmızı olan fakat şimdi solgun yanağından makas aldım. "Sen iyileşip okula devam et diye ben geçici süre için bu işte çalışacağım zaten. Sen sağlığına kavuşup okulu bitirince de sen bize bakarsın artık."

 

Ona bir şeyleri hayal gibi anlatmak doğru olmazdı, illa olacak diye anlattım bende.

 

"Buna inanıyor musun?" diye sordu. Onun bu kadar karamsar olması canımı yakıyordu. "Ben inanmıyorum mesela, sana hayranım. Keşke ben de her zaman senin gibi umutlarıma tutunabilsem. Ama olmuyor."

 

Bu defa kızgın bir ifadeyle, "Susar mısın Ayşe?" diye sordum. Gözlerini yeniden kapadı. "Böyle şeyler söylemeyi, kötüyü çağırmayı kez artık. Umut etmelisin çünkü umudu olmayan bir insan zaten yaşamıyor demektir."

 

Gözlerini yavaşça açıp bana baktı. O büyük kahverengi gözlerin ferinin gittiği görmek üzücüydü. O ışık hiç solmasın istemiştim. Ama soldu ve ben engel olamadım.

 

"Bugün dışarıda kahvaltı edelim mi? Sonra yine sahile gideriz. Bir kahve içeriz."

 

"Biliyorum," dedi. "Doktor söyledi tüm bunları ama öyle harvurup savuracak paramız yok. İlla hava almam gezeriz veya mutlu olmam gerekiyorsa da bana senin varlığın yetiyor."

 

Uzanıp elimi tuttu ve ikimizin arasında yatağa bastırdı. "Sen hiç gitme olur mu? Beni yalnız bırakma."

 

Yüzümdeki ifadeyi değişmemek için öylesine büyük bir çaba sarf ettim ki... Çünkü bu geceden sonra ne olacağı konusunda en ufak bir bilgim yoktu. Ya birbirimizi göremezsek bir daha? Ölürsem ve seni göremezsem. Ama değer mi diye sorarsan değer, Ayşe'm. Senin mutlu ve sağlıklı olacağını bilirsem değecek.

 

"Bırakmayacağım," dedim ve ekledim. "Ama biri seni bırakıyor diye yaşamaktan vazgeçmemelisin. Ben sana böyle öğretmetim. Ne kadar direndiysem senin için, sen de öyle direneceksin benim için."

 

"Söz," dedi. "Ne olursa olsun yaşamaktan vazgeçmeyeceğim."

 

Bir söz bin umut demekti.

 

Bu geceden itibaren değişeceğini bildiğim hayatımızın son saatlerini dışarıda geçirelim istedim. İlk defa sonrasını düşünmeden harcayalım, yiyelim, içelim, eğlenelim istedim.

 

Kahvaltı için sahilde bir lokantaya gittik. Ayşe o kocaman gözleriyle bana öyle güzel gülümsüyordu ki, anlattığı şeyleri dinleyemiyordum bile. Üniversiteden sınıf arkadaşlarıyla başından geçen komik olayları anlatıyor, diğer yandan da denizi, güneşi vücuduna kabul ediyordu. Benim normalde de soluk olan tenimin yanında onun o eski parlak teninin böylesine solmasını her farkedişimde biraz daha çöküyordum sanki.

 

Yüzümde düşüncelerimi gizleyecek bir gülümseme vardır her zaman. Ona bakınca somurtmam mümkün bile değil. Ne kadar hayat dolu ve cıvıl cıvıl olduğunu biliyor olsam da, bu hastalık onun yaşam enerjisini emiyordu sanki. Ama bugün o enerjiyi tekrar gördüm, sanki o gülüşü, bakışı bir işaretti bana. Bundan sonra daha güzel şeyler olacağının işareti.

 

Sohbetin ortasında birden bire, "Seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?" dediğim an sustu ve donmuş bir ifadeyle gözlerime baktı öylece.

 

"Biliyorum," dedi başını aşağı yukarı sallayarak. "Peki sen biliyor musun?" Şimdi de dalgaya vurmak ister gibiydi.

 

Gülerek denize doğru döndüm ve sesli bir soluk verdim. "Söylememe gerek var mı Ayşe'm? Yer yüzündeki tüm ablaların kardeşlerine olan sevgisinden daha büyük bir sevgiyle bağlıyım sana."

 

Elini elimin üzerinde hissettim. Ona doğru döndüm yine. Dolmak üzere olan gözlerimden sıkça kırptığım kirpiklerim sayesinde kurtuldum şimdilik. "Canımın içisin, sen üzülme olur mu? Ben iyi olacağım, beraber iyi olacağız."

 

Dolu gözlerle gülümsedim. "Hah! Görüyorum ki, şimdi de benim sözlerimi bana karşı kullanarak teselli etmeye çalışıyorsun ama hiç gerek yok. Benim umudum var, ayrıca ben yaşadığım müddetçe sana bir şey olmasına izin vereceğimi mi düşünüyorsun? Sana benim kalbim gerek olsaydı eğer, tek bir an bile düşünmeden söker alırdım yerinden."

 

Bu defa onun gözlerinde gördüm yaşları, "Sakın," dedim elimi elinden çekerek. "Yeter bu kadar zırvaladığımız, ağlamak istemiyorum." Bunu gülerek söylüyordum bir de. O ağlasa ben ağlarım, ben ağlarsam da o ağlar. Biliyorum.

 

O duygusal konulara girmeden kahvaltımızı bitirdikten sonra alışveriş merkezinin yolunu tuttuk. Ayşe'nin geçenlerde vitrinde gördüğü mavi renk bir elbise vardı, çok beğenmişti ve sözüm vardı, alacaktım. Aynı dükkana girip görevli hanımefendiye yaklaştım ve getirmesi gerek elbiseyi tarif ettim. Büyük bir nezaketle elbiseyi getirmeye gittiğinde, yanımda ağzı beş karış açık kalmış Ayşe'ye baktım. Gülerek elimle çenesini yukarıya ittim. "Ağzını kapat, ne şaşırıyorsun kızım? Alacağımı söylemiştim zaten."

 

"Sana ne kadar avans verdiler de bu kadar bonkörleştin acaba?" diyerek görevlinin getirdiği elbiseyi alıp kabine doğru gittiğinde, mor renkli koltuğa oturup arkasından öylece bakakaldım.

 

Sadece kredi kartımdan biraz borç alacağım. Bu iş olmazsa zaten biterim.

 

Henüz verdiler bir şey ama alacağım. Yüzündeki o gülümsemeyi görmek için değer çünkü.

 

Biraz sonra üzerinde o çok beğendiği elbiseyle çıktı sakinden. Birkaç adım attı ve elbisenin etekleri uçuştu. Kuğu gibi görünüyordu. Aynanın karşısında dönerek kendine bakarken, bayramlıklarını giymiş çocuk gibiydi. Elbisenin omuzlarından aşağıya doğru sarkan kolları ve tüllü eteği ona öyle güzel yakışmıştı ki, bu sefer ağzı açık izleyen bendim. Kafamı hafif sağa eğmiş onu süzüyordum ki, arkasını dönüp bana baktı. "Yakışmış mı? Güzel miyim?"

 

Ayağa kalkıp yüzümde beğenir bir ifadeyle ona yaklaştım. "Peri kızı gibisin, gözlerimi alamıyorum."

 

"Çok beğendim ama biraz pahalı, almasak da olur." Dedi mahcup bir ifadeyle.

 

"Fiyatına bakmıştım zaten, sen bunlara kafana takma." Deyip yanağından makas aldım. "Daha sinemaya gideceğiz."

 

Zaten büyük olan gözlerini iyice kocaman açıp, elbiseyi değiştirmek için hemen kabine döndü. O gider gitmez sancı giren şakaklarımı ovarak yüzümü buruşturdum. Düşünmek bir hastalık olsaydı şayet, ilk kurbanı ben olurdum. Kafamın içinden geçen her şeyi yazıya dökmek istesem yeryüzünde bir tane bile ağaç kalmazdı ama dilime vuran sadece bir iki kelimeden ibaretti.

 

Mağazadan çıktıktan sonra sinemaya gittik. Sürekli bugünün yaşadığı en keyifli gün olduğu vurdusunu yapıyordu. Amacım da oydu zaten. Ya bir daha onu göremezsem diye bir korku sarmıştı içimi. Neden bilmem, öyle düşünüyordum işte.

 

Akşam eve döndüğümüzde topuklarım şişti diyerek girdi içeriye. Arkasından gülerek içeriye girip kapıyı kapatmak için arkamı döndüğümde, sokağın karşı tarafında duran bir araç ve o araca yaslanan takım elbiseli bir adam gördüm. Aralık bıraktığım yerden ona bakarken, doğrudan burayı izlediğini anladım ve kapıyı kapattım. Pamir Karahan değildi ama bu bir tesadüf de değildi. Kolumdaki saate baktım. On ikiye çeyrek vardı. Yani evden çıkmak için on beş dakikam vardı. Onlar kapıyı çalmadan gitmem gerekiyordu ki, Ayşe'nin haberi olmasın.

 

Kapıyı sıkıca kilitledikten sonra içeriye geçtim. Ayşe yatağına atmıştı kendini, daha çok yoruluyordu tabii. "Ben böyle yatıyorum, beni sakın uyandırma." Gözleri kapalıydı şimdiden. Yatağa yaklaşıp, "Bari üzerindekileri çıkarıp rahat yatsaydın," diye söylendim. "Böyle uyuma, kâbus filan göreceksin."

 

"Lütfen, hiç hâlim yok. Böyle uyuyacağım." İnadını kırmak zordu tabii. Uyuması da iyi olurdu zaten.

 

Poşetleri odasına bırakıp, ışığı da kapattıktan sonra kapıyı kapattım. Hemen oturma odasındaki pencereye yaklaştım. Bir dizimi koltuğa koyup perdeyi kaldırarak dışarıya baktım. O adam da tıpkı benim gibi saatine bakıyordu. Perdenin eteklerini bırakıp ayağa kalktım ve hızlı adımlarla odama geçtim. Üzerimdeki terli kıyafetleri kıyafetleri çıkarıp, gece soğuk olduğu için daha kalın kıyafetler giyindim. Siyah boğazlı bir kazak altına siyah yüksek bel bir pantolon giyinip, üzerinde de siyah uzun paltomu aldım. Saçlarımı omuzlarıma ve sırtıma salıp, telefonumu ve çantamda taşıdığım minik çakıyı pantolonumun arka cebine yerleştirdikten sonra ışığı kapatıp odadan çıktım. Son kez Ayşe'nin odasına baktım. Derin bir uykunun içinde olduğu belliydi. Üzerini kalın bir battaniyeyle örttükten sonra odadan sessizce çıktım. Kapıyı kapatırken kendi evimde bir hırsız gibi davranıyordum.

 

Duvardaki saate bakarken bir yandan da siyah botlarımı ayağıma geçirdim. Beş dakika vardı daha. Yine de erken çıkmakta fayda vardı. Kapıyı açıp dışarıya çıktığım an soğuk rüzgâr saçlarımı boynuma doladı. Ağır adımlarla o arabaya doğru yürüdüğüm sırada, adam kalçalarını arabanın kaputundan ayırdı ve arka tarafa gelip, oturmam için arka kapıyı açtı. Geçip otururken de hâlâ inme fikri vardı aklımda. İlk defa böylesi bir kararsızlık yaşıyorum. Normalde böyle bilinmezliklerle dolu bir teklif için tek bir adım bile atmayacağımın o da farkındaydı bence. Durumum, çaresiz oluşum onun işine geliyordu.

 

Şoför arabayı çalıştırırken son bir kez evimize baktım. Anne ve babamızın bize bıraktığı tek şeydi bu ev. Sırasıyla gitti babam ve annem. Şimdi sıra bana gelmiş ve ben de evden gidiyor, Ayşe'yi terkediyor gibi oldum. Ama ben annem ve babam gibi değilim. Giderken acı ve üzüntü değil de, yeni ve güzel bir hayat bırakacağım Ayşe'me.

 

Şoför arabayı tam 12'de çalıştırdı ve yola çıktık. Bacaklarımın arasında birleştirdiğim ellerimle oynamaya başladım gergince. Geçtiğimiz yollara bakıyor, ezberlemeye çalışıyordum. Beykoz ormanına geldik. Yollar karanlıklaştıkça korkum git gide daha da artıyor ama dışımda bir buz kitlesi var. Tepkisiz görünen biriyim ama içim öyle değil.

 

Arabayı yol kenarında durdurduğu anda, etrafa bakındım. Buraya gelmiş olamazdık değil mi? Etrafta ağaç hariç hiçbir şey yoktu çünkü.

 

Şoför bana bir kutu uzattığında, hemen elinden aldım. Kucağımda açıp içindeki ince kadife kemeri çıkardım. "Bu ne?"

 

"Beyefendi bunu gözlerinize bağlamanız gerektiğini söyledi."

 

"Niye ki? Anlamadım."

 

"Takmazsanız yolun bundan sonrasına devam etmemem söylendi."

 

Elimdeki kumaş kemere ve adamın aynaya yansıyan gözlerine bakıp bir anlık düşündükten sonra kutuyu kenara bırakıp, kemeri düzgünce gözlerime bağladım. Ellerimi aşağıya indirdiğim an şoför arabayı yeniden çalıştırdı. Orası her neresiyse gitmeyi ben seçtim. Zorlamadılar. Bu yüzden şimdi korkup o kemeri gözlerime bağlamasam bir tezatlık oluşacaktır. Görmemek daha da korkmama neden olsa da, teklifi reddetme ihtimalimi göze alarak bunu yaptırdıklarını düşündüm.

 

Araba birkaç kere hariç sarsılmadan devam etti yola. Geçen her saniye gerginliğim, tedirginliğim biraz daha artıyor. İçimde dur diye haykıran biri var, diğer yandan ne olursa olsun buradan dönmek yok diyen o kelebek. Susmuyor hiç. Öyle hızlı kanat çırpıyor ki, şimdi sesini duyabiliyorum.

 

İçimdeki çelişkiyi susturmak çok zor; gözlerini aç ve seni nereye götürdüklerine bak! Hayır, hayır, sakın açma yoksa umutların yanar ve sen o yangında kül olup gidersin!

 

Bileğimdeki saatin akrebinin sesi duyar gibiyim. Zaman hızla işliyor ancak lehime mi, yoksa aleyhime mi hiç bilmiyorum.

 

Zaman algım yoktu, belki birkaç dakika geçmişti sadece ama bana saatler gibi geldi. Araba yavaşladı, fren yaptı. Durduğumuzu zar zor hissettim ve hemen ardından kapı açıldı. Biri kolumdan tutup araçtan indirdi. Sırtımı arabaya yaslayıp, ellerini başımın arkasına götürdü. O kokuyu aldım yine. Evet, o koku fazla bana bir yerden tanıdıktı.

 

Gözlerimi yavaşça açıp ileriye baktım. Kararan gözlerim zaten pek de aydınlık olmayan evin önünde bir adamın göğsüne dokundu. Yutkunup başımı yavaşça kaldırıp yüzüne baktığımda, biçimli kaşların örttüğü o çekik haki yeşili gözleri gördüm yine.

 

Elini bana doğru uzatıp, "Hoş geldin, Nilay Kuzguncu." dediğinde, bana uzattığı eline ve tekrar gözlerine baktım.

 

Elimi yavaşça kaldırıp iri avucuna yasladım, tokalaştık. "Hoş buldum, Pamir Karahan."

 

Ellerimiz birbirinden ayrıldı ve bir elini belime koyarak, diğer eliyle beni evin kapısına yönlendirdi. Tam önümüzde üç katlı, devasa bir mâlikane vardı. Burası bu adamın mıydı? Sanmam. Bence o sadece bir aracı. Esas patron, şu beyefendi dedikleri adam içeride beni bekliyor olmalı.

 

İçimde hem büyük bir korku, hem heyecan, hem de büyük bir mutlulukla adım attım o eve. Çünkü tek çarem burada. Başka seçim şansım yoktu. Hayır, tam olarak burada olmam gerekiyordu.

 

Yüzümüze, siyah gömlek ve kalem etek giyinmiş Asya'lı bir kadın tarafından açılan kapıdan içeriye girdiğimiz anda paltom o kadın tarafından alındı. Pamir bey zaten evden biraz önce çıkmış olmalı ki, üzerinde sadece koyu lacivert bir gömlek vardı. Ancak siyah, üzerinde iki kırmızı çizgi olan kravatıyla ciddiyetinden katiyen ödün vermiyordu. Yine Pamir beyin yönlendirmesiyle kapı önündeki daire şeklindeki koridordan sola saptık. Koridorun tam ortasında Adalet heykeli duruyordu. Ancak para bulunan taraf, kalp olan tarafa ağır basmıştı. Bu işte bir yanlışlık yok muydu?

 

Hayır. Beni de buraya getiren şey para değil mi zaten? Para önemli değil diyen insanlar benim kadar zor durumda kalmamış demektir.

 

Dar ve karanlık bir koridordan geçerken duvardaki oval şeklinde, kenarı gümüş işlemeli aynalar dikkatimi çekti. Bir de oldukça kan içeren tablolar. Karanlığın sonunda aydınlık bir salona geçtik. Pencere önünde, siyah bir kalem elbise giyinmiş, topuklu ayakkabılarıyla ve arkada bağladığı elleriyle, oldukça zarif bir kadın arkası bize dönük şekilde bekliyordu.

 

Pamir bey yanımdan ayrılıp o kadına yaklaşırken, benim dikkatimi kadının bileğine dolanmış yılan dövmesi çekti. Bir de ensesindeki madalyon gibi bir dövme daha vardı. Çok güzel görünüyordu gerçekten. Pamir bey kadının omzuna dokunduğunda şaşırdım açıkçası. Seslenmek yerine böyle haber vermesine bir anlam veremedim.

 

Kadın yavaşça arkasını dönüp Pamir beye bakarken, benim şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Olduğum yerde buz kesmiş gibi kalakaldım. Kadının bakışları bana yöneldiğinde nefesim bile kesildi. O açık ten, kemikli omuzlar, eller. O ucu sivri burun, dolgun koyu renk dudaklar ve masmavi gözleriyle gerçek bir İlahe gibi görünüyordu. Sorun şu ki, ben ona çok benziyordum ama onun kadar güzel görünmediğime de emindim. Sanırım o güzel bir hayat yaşamış, benimki belli. Benden daha güzel görünebilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Eğer güzellik tanrıçası gerçek olsaydı, o, kesinlikle bu kadının bedeninde hayat bulurdu.

 

Beni görünce o da tıpkı benim yaptığımı yaptı. Yani beni baştan aşağıya inceledi ve birkaç saniye sonra eliyle koltuğu gösterdi. Başımı bir kez eğerek onayladıktan sonra geçip koltuk grubundaki üçlü koltuğun ortasına oturdum. Ellerimi dizlerimin arasına koyup, tedirginlikle baktım ikisine de. O, sağ tarafımdaki tekli koltuğa yerleşirken, Pamir de çapraz sorgu yapılacakmış gibi soldaki koltuğa yerleşti. Kazağımın boynunu çekiştirdim. Soğuk terler akıtıyordum ki, nihayet konuşmaya başladı kadın.

 

"Merhaba sevgili Nilay, ben Kamelya Melikzade. Seni bulan, buraya getirten ve teklif yapacak olan kişi benim." Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. Gerçekten kadın beklemiyordum karşımda. Şimdi merakım daha da körüklenmişti işte.

 

"Ne gibi bir teklif acaba?" dediğim sırada kadın dudaklarımı izliyordu. Biraz ürkmedim değil.

 

İçeriye giren Asya'lı hizmetli, kadının önüne şarap dolu kadeh, Pamir beyin ve benim önüme de birer kahve bıraktıktan sonra çıktı.

 

"Pamir," dedi kadın ona doğru dönerek. "Çantayı getir, baksın."

 

Pamir bey, yeşil gözlerini bir kez kapatıp açarak onu onayladı ve ayağa kalkıp salonun diğer köşesine kadar gitti. Bakışlarım bir anlık yeniden o kadına ulaştığında, mavi gözlerinin üzerimde olması içimi ürpertti. Ancak bu çok kısa sürdü. Pamir beyin getirdiği çanta, hayatımda gördüğüm en büyük çanta oldu. Siyah, deri çantayı ortadaki cam sehpanın üzerine bıraktıktan sonra geriye çekilip yerine oturdu.

 

"Vaat vermiyorum," dedi kadın. Eliyle çantayı işaret etti. "Nakit olarak veriyorum. Bakabilirsin."

 

Ayağa kalkıp çantaya yaklaştım. Bir ucunu tutarken, fermuarını hızla sonuna kadar açtım. Siyah deri eldivenli elimle çantanın ağzını aralayıp içine baktım. Deste deste iki yüz ve beş yüz banknot ile ağzına kadar doluydu. Çantanın en alt kısmından bir deste çıkarıp kontrol ettim. Bu nasıl bir varlıktı böyle?

 

Desteyi geri bırakıp çantanın ağzını kapattıktan sonra geriye çekilip yerime oturdum ve Kamelya Melikzade'nin gece mavisi gözlerine baktım yine. "Şimdi esas konumuzu konuşalım. Benden karşılığında ne istiyorsunuz?"

 

"Tabii, sevgili Nilay... Aramızdaki benzerlik eminim seni de tıpkı benim gibi şaşırtmıştır. Ortak noktalarımız dudak uçuklatacak kadar fazla. Bana çok benziyorsun ve ben bu benzerliği bulmuşken, kullanmadan edemeyeceğim."

 

Zaten bana ikizim gibi benzeyen birini görsem ben de kullanırdım ama onunki biraz daha tehlikeli olacaktı sanırım.

 

"Sizi dinliyorum," dedim, soğukkanlı olmaya çalışarak.

 

"Bende olup sende olmayan her şey tamamlandıktan sonra bir yere göndereceğim seni. Bana benzediğin için onun evine girebilirsin, normalde bunu kimse yapamaz. Burada iş sana düşüyor. Onun evine girenedek kendini belli etmemelisin, yoksa anlaşmamız fes edilir..." dediğinde, sertçe yutkundum. Ne biçim bir işe bulaştım ben böyle?

 

Öleceğim ama ne şekilde?

 

"Ya sonra?"

 

"Seni öldürecek," dedi. "Ve sen de karşı çıkmayacak, ona ben olmadığını söylemeyeceksin," dediğinde, tüm kanım çekildi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken kaşlarım havalandı. Ciddi miydi? Evet, fazlasıyla ciddi görünüyordu.

 

"Ama... ama ben," dedim.

 

"Benimki sadece bir teklif," dedi gülümseyerek. Tehlike sızdıran bakışları bir anlık Pamir Karahan'a çevrildi, sonra ise bana. "Zaten buraya gelirken ölümü göze alarak geldin, Pamir bunu sana söylemişti öyle değil mi?" dediğinde, başımı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım. "Güzel..." dedi. "O zaman şaşırmana gerek te yok."

 

Neye bulaştın böyle Nilay? Yol yakınken geri mi dönsen?

 

"Bu işi başarıyla tamamlarsan kardeşini yaşatırım. Ayşe'nin tüm tedavisini karşılayacağımdan şüphen olmasın ki; çantadaki para tedavinin yanı sıra yeni bir hayat almaya bile yetecektir..."

 

"Kimin kurbanı olacağım? Bunu bilmeye hakkım var." diye sordum birden birer. Kamelya ve Pamir birbirlerine ve tekrar bana baktılar. Bu kadar erken kabul etmemi beklemiyormuş gibi görünüyorlardı.

 

"Atilla Karahan," dedi Kamelya.

 

"Karahan?" duyduğum soyisim bana bir yerden tanıdıktı. Pamir'e baktım. Evet, Pamir'in soyadıydı bu. "Atilla senin neyin oluyor?" diye sordum.

 

Mimiği bile oynamadan, "Kuzenim," dedi. Kısık haki yeşili gözleri dehşet saçıyordu. "Ancak, onu pek sevmiyorum..."

 

"Neden? Ne yaptı ki size?" diye sorgulayarak baktım ikisine de.

 

"Bunları kurcalamazsan, senin için daha iyi olur. Şayet oradayken ne kadar az şey biliyor olursan, senin için o kadar iyi olur."

 

"Bunun için ne kadar sürem var?"

 

"Kardeşinle geçireceğin üç günün var, geceleri yine bana geleceksin. Gitmeden önce sana anlatmam ve sende değişmemiz gereken bir şeyler var." Dedi ve Pamir'e baktı. "Siz başlayın, benim bir görüşme yapmam gerekiyor." dedikten sonra ayağa kalkıp, topuklu ayakkabılarının çıkardığı tok sesler eşliğinde salondan çıktı. Ardından Pamir'e döndüm. Bu adam hiç sağlıklı görünmüyordu. Gerçek bir psikopat gibi bakıyordu bana. Her an her şeyi yapabilecek biri gibi ama aynı zamanda da sakin, sessiz.

 

O da ayağa kalkıp, "Benim odama geçelim." dediğinde, ben de ayağa kalkıp onunla beraber salondan çıktım. Dar koridordan geçtikten sonra merdivenleri tırmanıp ikinci kata çıktık. Koridorlar boyunca tavanda yolu izleyen ve kırmızı ışık yayan spot ışıklar, eve ürkütücü bir hava vermişti. Burası bir evden çok daha fazlası gibi görünüyordu.

 

Sağdaki ikinci kapıya yanaşıp açtıktan sonra durup beni bekledi, Pamir. Yanına yaklaşıp içeriye baktım. Henüz karanlıktı ve tehlikeli görünüyordu ancak bana burada bir şey yapacak değillerdi. Her ne olacaksa gideceğim yerde olacak, biliyorum.

 

Hiçbir şey göremesem de odanın içine girip birkaç adım ilerledim. Ayağım bir şeye takıldı, dengemi şaşırıp öne doğru sendeledim. Tam düşecek ken kolumu tutan Pamir beni tekrar ayağa diktikten sonra, "Daha yürümeyi beceremiyorsun," dedi, arkamdan. "Bir de sana iş veriyor. Ben hallederdim, sana ne gerek vardı ki?"

 

Sinirle soluyarak yan dönüp sağ ayağımı havaya kaldırdım ve sert bir yan tekmeyi karnına vurdum. Boş bulunup geriye doğru savruldu, kapıya çarpıp koca bedeniyle yere yığıldığında, kalkmasına izin vermeden cebimdeki çakıyı çıkararak ona yaklaştım. Ayağımı elinin üzerine bastırıp, çakıyı saniyeler içerisinde şah damarının üzerine yasladığımda, dışarıdan sızan kırmızı ışığın altında nefesini tutmuş o adamın yüzüne baktım. "Belki seni yeterli bulmamıştır," dedim, gülümseyerek. "Ve bence çok haklı..."

 

"Sen öyle diyorsan..." dedi itiraz etmeyen bir sesle. Çakıyı boğazından süzerek yanağına ve dudaklarının üzerine getirirken, "Öyle diyorum," dedim, "Çünkü öyle."

 

Kesinlikle en ufak bir titremesi, ölüm korkusu yoktu ama istesem onu şu anda öldürebileceğimi bilmesi yeterliydi. İşimi elimden almak istiyordu ama anlamıyor mu? Kardeşimin hayatı buna bağlı. Yolunda ölmem gerekiyorsa da ölürüm. Gözümü bile kırpmadan.

 

Geriye çekilip ona kalkması için izin verdim. Çakıyı cebime yerleştirirken, gözlerimi bir an olsun gözlerinden ayırmamıştım. Kapıyı kapattığında ortam tamamen karanlığa büründü ancak az sonra ışığı açtı ve nihayet o sarı ışıkla etraf aydınlandı. Gözlerimi kısıp yüzümü buruşturarak etrafa bakmaya başladım. Burası normal bir oda değildi. Kapıdan girince sağda bir yatak vardı ama o yatak ameliyat yatağıydı. Hemen yanındaki düzenekler, üzerindeki lamba ve arkadaki dolap, içindeki ilaçlar...

 

"Çok steril bir ortam," diye dalga geçtim. Masanın üzerindeki neşteri elime alıp arkamı döndüm ve ona baktım. Hoşnut bir ifade vardı yüzünde. Onunla dalga geçmem hoşuna gidiyor gibi. "Ne yapıyorsun bununla? Organ mafyacılığı mı?"

 

"Saçmalama," diye kestirip attığında güldüm.

 

"Ya ne işe yarıyor?"

 

"Birazdan anlayacaksın," dedi. Kendinden eminliği göz dolduruyordu. Ceketini odanın köşesindeki mankenin üzerine geçirmişti, lacivert rengi gömleğinin kol düğmelerini açıp, kollarını dirseklerine kadar sıvadı. "Her hangi bir alerjin var mı?" diye sorunca önce anlam veremedim.

 

Ancak işin ilerlemesi açısından onunla iyi geçinmem gerekiyordu. "Yok, neden sordun?"

 

Belki de başka bir şey için buraya getirilmişsindir Nilay. Dikkatli olman gerekir.

 

"Yatağa uzan," derken doktor eldivenlerini giyiyordu. İnanamıyorum gerçekten, bu adamda da hiç doktor tipi yoktu. Daha çok ruh hastası tipi vardı ama doktormuş. Garip.

 

"Niye? Beni rahat kesebilesin diye mi?"

 

Bir yandan dalga geçmeye devam etsem de, diğer yandan dediklerini yapıyordum. Maksat onu gıcık etmekti ve bunu neden yaptığımı da bilmiyordum. Hoşuma gidiyordu sadece.

 

Dolaptan aldığı bir şeyleri tekerlekli masanın üzerine bıraktıktan sonra yanıma getirdi. Ne yapacak diye merakla onu izlerken, "Küçük bir göz ameliyatı yapacağım," dediği an dirseklerimin üzerine yükselip, "Ne?!" diye bağırdım.

 

"Duydun," dedi oldukça sakince. Omuzlarımdan bastırarak beni geriye yatırırken, "Benim gözlerimde bir sorun yok!" diyordum ama sanki beni dinlemiyor, işine devam ediyordu.

 

Bir elini omzumun üzerinden yatağa yaslayıp gözlerimi kontrol ederken,

"Sorun olduğundan değil zaten," dedi. "Göz rengini değişmem gerekiyor. Artık Kamelya Melikzade ile bir ortak yönün daha olacak."

 

"Aman ne güzel!" dedim huysuzca.

 

Dudak altından güldü.

"Bununla gurur duymalısın."

 

"Neden gurur duymalıyım ki? Kim oluyor o kadın?"

 

"Onu anlatabilecek kelime yok. O anlatılamaz, sadece yaşanılabilir."

 

Ondan bahsederken gözlerindeki parıltıları izliyordum. O da işini yapıyordu. Bir yandan benimle konuşuyordu ki, operasyon bitene kadar kafamı dolu tutmayı, beni bu stresten uzak tutmayı başarmıştı.

 

"Neden kuzenine düşman kesildin peki? Bunu merak ediyorum ben. Ne yaptı sana?"

 

"Bana değil de, Kamelya'ya büyük haksızlık yaptı. Ona hem fiziki, hem psikolojik zararlar verdi. Kamelya, bunları hak edecek en son kişi bile değildi."

 

"Nasıl yani? Anlamadım. Kamelya ve Atilla arasında önceden bir şeyler mi vardı?"

 

"Evet... Maalesef nişanlıydılar." derken bundan hiç hoşlanmıyor gibiydi. "Ama bir süre önce bitti, Atilla için değil ama Kamelya için bitti ve önemli olan da bu."

 

"Sen her şeyi biliyor gibisin, olaylara tanık olmuş gibi... Atilla Kamelya'yı dövüyor muydu?" derken bile kendi kendime sinirlendim. Eğer öyleyse onun ellerini kırmadan edemeyeceğim.

 

Derin bir iç çekti Pamir. "Evet... Maalesef bundan çok geç haberim oldu. Kamelya bebeğini kaybettikten sonra."

 

Mideme yumruk yemiş gibi sarsıldım.

"Hayır ya, ciddi olamazsın."

 

"Ciddiyim. Maalesef ki, dediklerim olan şeyler. Şimdi o adamı neden öldürmek istediğimi anlamışsındır umarım."

 

"Anladım," dedim. Boğazım düğüm düğümdü. Kamelya bu olayları atlatmış gibi görünüyordu ancak ya bu bize gösterdiği yüzüyse? Ya içinde öyle değilse? Sanırım bu düşünce bir müddet daha zihnimde dolanıp duracaktı.

 

"Peki, neden dövüyordu onu? Çocuklarının düşmesine o mu sebep olmuş?"

 

Kendi sorduğum sorular bile içimi yakıyordu, bir kadının bunları gerçekten yaşamış olduğunu düşündükçe.

 

"Atilla ruh hastası," dedi ve sert bir soluk verdi. "Çocuk istemediğini söylemiş ama Kamelya istiyormuş. Yani çok istiyordu. Ben de biliyordum bunu ama Atilla... O, istemedi. O, kendi elleriyle evladına kıydı. Bu yüzden ona zerre kadar acıma. Çünkü sonuna kadar hak ediyor."

 

"Başta anlam verememiştim ama şimdi, tüm taşlar yerine oturdu. Kamelya bunu bana anlatmayacaktı belki de. Anlattığın için teşekkür ederim."

 

"Rica ederim."

 

"Hâlâ peşinde demek ki... Beni öne atacak, Atilla beni öldürdükten sonra o da kurtulmuş olacak."

 

"Doğru anlamışsın."

 

"Anladım ama seçim şansım olsa hiç anlamamış olmayı yeğlerdim.

 

Şayet ameliyat ortasında olmasam, Kamelya ve doğmadan ölen bebeğine birkaç damla gözyaşı dökebilirdim.

 

Operasyon bittikten sonra biraz dinlendim. Pamir'e saati sorduğumda, sabahın dört buçuğu olduğunu söyledi. Ne ara bu kadar zaman geçmişti hiç farkında değildim. Gözlerimde, görme yetimde hiçbir sorun yoktu. "Bu operasyon bu kadar basit miydi?" diye sordum yattığım yerden.

 

"Evet, ağrın var mı?" diye sorar ken, bir yandan da gözlerimi kontrol ediyordu. "Hayır." diye yanıtladım. "Sadece irislerinle parmağımı takip etmeye çalış," dedikten sonra elindeki küçük feneri yüzüme tutarak, işaret parmağını sağa ve sola hareket ettirmeye başladı.

 

Birkaç defadan sonra feneri kapatıp, "Güzel," dedi. "Bir sorun yok. Başardık." Deyip elini uzattığında, elimi eline sarıp, ondan güç alarak doğrulup oturdum. Bacaklarımı yataktan aşağıya salladıktan sonra etrafıma ve ona bakmaya başladım. Başıma giren hafif ağrı haricinde hiçbir sorun yoktu. Tam önümde durmuş gözlerime bakıyordu, Pamir.

 

"Nasıl görüyorsun?"

 

"Eskisinden bile iyi," dedim gülerek. "Her ne yaptıysan eline sağlık."

 

"Rica ederim," derken ellerindeki eldivenleri çıkarıp, sağdaki büyük masanın yanına gitti. Eldivenlerini bıraktıktan sonra şeffaf camlı gözlüklerini çıkarıp, onu da masaya bıraktı.

 

"Sen neden gözlük takıyorsun peki? Yani minik bir operasyonla onu takmaktan kurtulabilirsin."

 

Omzunun üzerinden bana bakıp güldü ve önüne dönüp, gözlüğünü temizlemeye başladı. "Bu bir gözlük değil, Nilay hanım. Bu bir büyüteç, yoksa gözlerim bir kartal kadar keskin. Emin olabilirsin."

 

"Şaşırmıyorum," dedim. İki elimle yatağa tutunarak atladım. "Şu an ben bir insan değilim desen, ona bile inanırım."

 

Bu an yüzünde yaranan gülümsemeyi az da olsa seçebildim. İtiraf etmeliyim ki, bu kadar gizemli ve becerikli bir adam olması onu çok fazla karizmatik kılıyordu.

 

"Seni eve göndereceğim ama önce Kamelya'nın yanına uğrayalım. Sana diyeceği bir şeyler vardır belki."

 

"Sahiden de," dedim iç çekerek. "Üç günüm kaldı. Üç gün sonra ölür müyüm, öldürülür müyüm orası bir muammadan ibaret."

 

Beraber üstümüzü giyinip odadan çıktığımız sırada, "Ölmeyeceğina inancım tam," dedi bana. "Bence sen o aptal herifle baş edebilirsin."

 

Güldüm. "Tanımadan bir şey diyemem. Belki evet, belki hayır ama elimden geleni yapmak zorundayım."

 

Kırmızı ışıklarla aydınlatılan fazlasıyla basık ve insanı yoran koridorda ilerlerken, Pamir'in muhteşem tavsiyelerine kulak verdim.

"Sadece soğukkanlı olmaya çalış. Kamelya olmadığını belli etmemen lazım. Biri sana seslendiğinda, dönüp ona bakma."

 

"Neden?" Merdivenleri hızlıca inmeye başladık.

 

"Kamelya duymuyor, Nilay." dediğinde durup şaşkın şekilde ona baktım. O ise hiç durmadan basamakları inmeye devam etti.

 

"Nasıl? Nasıl yani gerçekten duymuyor mu?" Peşinden koşar adımlarla ilerleyerek salona yüz tuttum. "Hiç farketmedim, farkettirmiyor ki..."

 

"O duymuyor ise sen de duymuyorsun Nilay. Bunu sakın unutma, tamam mı?"

 

Gömleğinin yakalarını düzelterek salona girdiğinde, ben de arkasından girdim. Kamelya yine aynı yerde oturmuş, kadehinden şarap içiyordu. Şarap veya her neyse işte.

 

"Anladım, tamam tamam." dedim hızlıca. Kamelya bize bakınca sustum. Dudak okuyordu. Şimdi neden dudaklarıma baktığını anlamıştım.

 

Beni görünce ayağa kalkıp ağır adımlarla bana yaklaştı. Pamir geçip otururken, Kamelya önümde durup gözlerime baktı. Beğenen bakışları ve yüzünde oluşan o benzersiz tebessümle, "Çok yakışmış," dedi. "Peki, görebiliyor musun?" diye sorduğunda, başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım. "Bu harika... Yarın da gelmen gerekiyor, dövmelerimin aynısından sana da yapılacak." Kolunda ve ensesinde bir dövmesi vardı. Bu havalı dövmeleri yaptıracaksam bir itirazım olamazdı.

 

Pamir'e bakarak, "Peki dövmelerin yeni olduğu anlaşılmaz mı?" diye sordum.

 

"Orasını bana bırak, ben halledeceğim."

 

Tekrar Kamelya'ya baktım. Onun gözlerinde garip bir ışık vardı, bana baktığında yanıyordu. Bu ışık iyi bir ışık mıydı, yoksa kötü mü işte bunu anlamakta güçlük çekiyordum.

 

"Şimdi gidebilirsin ama yarın tam on ikide araç kapında olacak. Unutma."

 

Çok az sonra içeriye giren şoför, Kamelya'nın bir bakışıyla emri aldı. Tekrar bana baktığında yüzünde yine o gülümseme peyda oldu. "Görüşürüz, Nilaycığım." Dedi ve beni uğurladı.

 

Çantayı kendim alıp şoföre vermeden salondan çıktım. Gecenin karanlığında simsiyaha bürünmüş bedenimin içinde gezinen kuşku ve de merak beni bir hayli düşünmeye iterken, bahçenin ortasındaki fıskiyeli heykelin önünde duran aracın arka koltuğuna yerleştim. Kucağıma aldığım çantayı hemen yanıma koyduktan sonra kapıyı kapattım. Son bir kez sağımda kalan evin kapısına baktım. Çat diye kapanan kapının şiddetiyle esen yüreğimi alıp önüme döndüm. Elimin altında duran çantada tüm hayatımızı değişecek para vardı. Yanlış olmasın, bana güvendikleri için vermediler parayı, şayet kaçmaya çalışırsam hemen yakınlarımda bir yerde olacaklarını da biliyorum. O kadına, yani Kamelya'ya kazık atmak istemiyorum. Bedelini canımla, hatta canımızla ödemiş oluruz. Biliyorum...

 

 

Loading...
0%