Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm: SONA ÜÇ KALA.

@hadizade

🎭

 

Param olursa hayatımda çözülmeyecek tek bir sorunum yoktu benim. Tek eksiğim paraydı ve onu da bulunca, ilk defa rahat rahat sırtıma yaslanabildiğimi farkettim. Aldığım para kanlı olabilir ama o para günahkâr bir kadının hayatına karşılık, masum bir genç kızın hayatını kurtaracaksa, ne kadar kanlı olduğu umrumda bile değil.

 

Güneş doğuyordu yavaş yavaş. Sol dirseğimi para çantasının üzerine yaslamış, sabırsızca eve varacağım o anı bekliyordum. İlk defa gece Ayşe'yi evde yalnız bırakmış olmanın rahatsızlığı vardı üzerimde. Sol bileğimi çevirip saatime baktım. Sabahın altı buçuğu olmuştu bile.

 

Ayşe'nin zaten geç uyandığını bilmek üzerimdeki stresi bir nebze olsun azaltıyordu. Elimde bir çanta parayla nereden geldiğimi sorarsa ona ne diyebilirdim? Her zaman ona örnek olmaya çalıştım, yani onun gördüğü yerlerde. Aslında katil bir ablası olduğunu bilse, yine de benimle gurur duyar mı bilmiyorum. Bu sorunun cevabı beni korkutuyor.

 

"Biraz daha hızlı olabilir miyiz?" dedim, şoförün aynaya yansıyan gözlerine bakarak. "Güneş doğmadan evimde olmam gerek."

 

Başıyla onaylayıp arabanın süratını arttırınca, yüzümü camdan dışarıya çevirdim. Uzaklarda Güneş doğuyordu, gökyüzü çılgın bir ressamın tablosu gibiydi. Renkler birbirine karışmıştı. Bulutlar iç içe, sırt sırta duruyordu. Peçeli bir kız gibi sadece gözlerini gösteren Güneş, sanki eve yetişmem için bana zaman tanıyor gibiydi. Telefonumu çıkarıp whatsApp'a girdim ve Ayşe'nin son görülmesine baktım. Dün sekiz buçuktan sonra hiç girmemiş. Gerçi dün o kadar eğlenmiştik ki, telefona bakmak aklımıza bile gelmemişti.

 

İnterneti açık mı diye kontrol etmek için bir emoji attım. Çünkü benimki uyanır uyanmaz telefonunu alıp önce interneti açıyor, mesajlarına bakıp biraz gezindikten sonra yataktan çıkıyordu. Neyse ki, şimdilik interneti kapalıydı.

 

Sokağın başında arabayı durdurup çantayı da alarak indim. Paltomun kapüşonunu takıp, çantayı sırtıma alarak hızlı adımlarla yolun karşısına geçtim.

 

Ayşe, balık etli bir kızdı her zaman, uzun yıllar onu kollarımda taşımaktan ve onunla oynamaktan kollarım ve sırtım kas yapmıştı. Bu konudan bir şikâyetim yoktu gerçi. Keşke şimdi de öyle olsa diyordum içimden. Şimdi de kaldırabiliyor, taşıyabiliyorum onu ama bu hastalık onu o kadar yiyip bitirdi ki, o eski hâlinden eser kalmadı. O eski Ayşe'yi özledim ben, elma yanaklarını, pembe dudaklarını. Rengi soluk yanaklar ve mor dudaklar ona hiç yakışmıyor...

 

Evimizin önüne varınca cebimden anahtarı çıkarıp etrafa baktım. Sol omzum çantanın ağırlığıyla uyuşmuştu resmen. Sokağın sağ tarafından, kenardan yürüyen bir kadın hariç hiç kimse yoktu. Sabah ayazı tüylerimi kaldırmış, buz gibi ayaz solunum yollarımı sızlatmıştı. Kapıyı açıp hızlıca içeriye girdim. Çantayı yere bıraktıktan sonra omzumun ağrısıyla yüzümü buruşturarak kapıyı kapattım. Anahtarı cebime atıp, botlarımı çıkardım. Paltomu da girişte astıktan sonra temkinli adımlarla salona, oradan da Ayşe'nin odasının önüne geldim. Kapıyı olağanca sessiz açarak içeriye baktım. Dün gece bıraktığım gibi, mışıl mışıl uyuyordu hâlâ. Kapıyı açık bıraktım. İçeri bayağı soğuktu.

 

Saçlarımı lastik tokayla dağınık bir topuz yaptıktan sonra sobaya yaklaştım. Eğilip sobanın kapağını açarken, "Merak etme Ayşe'm," dedim. "Mama, senin için deste deste para yakmasa da, harcayacak."

 

Keyfim yerindeydi, kimse de bozamazdı.

 

Tam aklımdan bunu geçirmiştim ki, kapı çalınca şaşkın şekilde o tarafa ve pencereye baktım. Elimdeki odunu kovanın içine geri bırakıp doğruldum. Ellerimi birbirine çırparak salondan çıktığım sırada, kapı bir kez daha çaldı ısrarla. "Geldim," diyerek hemen yaklaşıp kapıyı sonuna kadar açtım. Karşımda o kadın vardı. Biraz önce sokağın başında gördüğüm o kadın. Onu baştan aşağıya süzdüm. Omuzlarına gelen iri dalgalı kahverengi saçları, o büyük kahve tanesine benzer gözleri bana bir yerden tanıdıktı. Lakin yüzüne yılların izleri konmuş, kim olduğunu hatırlamamı zorlaştırıyordu.

 

"Nil," dedi bana. Şakağıma bir el sıkılmış gibi sarsıldım. Bana tek o böyle seslenirdi.

 

"Kızım," deyince bu sefer onu elimle iterek hemen dışarıya çıkıp kapıyı kapattım.

 

"Hayır!" dedim işaret parmağımı kaldırarak. "Ben senin kızın filan değilim!"

 

"Nilay, kızım dinle beni." diyerek yalvaran gözlerle bakarken gözlerime, ona olan tüm nefretimi bakışlarıma oturttum ama yetmezdi.

 

"Sus, defol git buradan!" Yeryüzünde bundan daha sessiz bir bağırış yoktu. Kelebeğin sesini duymaya başladım ben, seneler sonra yine. "Ya ne yüzle geldin sen buraya?" Histerikçe güldüm.

 

"Çok pişmanım kızım," omuzlarıma tutunduğu an, tiksinerek ittim onu.

 

"Dokunma sakın! Bak! Bak bana!" derken dişlerimi öyle bir hırsla sıkıyordum ki birbirine çenem ağrıyordu. "Bak ben koskoca bir kadın oldum! Sana ihtiyacımız varken gittin ve şimdi de bize ihtiyacın var diye geldin! Hatırladın mı? Ben unutmadım..."

 

"Nil... Evladım dinle beni bi'..."

 

"Evlat mı?" Gülüyordum ama bu tamamen içimdeki acının yansımasına tutulmuş bir paravandı. Ben o paravan gülümsememin ardına saklandım. "Sen evlat nedir biliyor musun? Sanmıyorum..." dedim başımı iki yana sallayarak. Büyük bir hayal kırıklığı vardı içimde, hiçbir sözü, bakışı toparlayamazdı beni. Artık çok geçti.

 

Yanaklarına süzülen damlaları gördüğümde, sinirle gözlerimi kaçırdım. "Bu timsah gözyaşlarınla beni kandırabileceğini mi sanıyorsun?" Sessizce akıttığı gözyaşları, yerini sesli hıçkırıklara bırakınca, "Sahtekâr," dedim yüzüne. "Komik görünüyorsun. Yalandan ağlamayı kes!"

 

"Yalandan ağladığım filan yok! Beni dinle!" diye bağırdığı an, bir elimle belinden tutarken diğer elimle ağzını kapattım.

 

"Kes sesini! Sabahın köründe dikilmişsin kapıma ve bana pişmanlık zırvalarını anlatmak istiyorsun. Sadece vicdan sahibi insanlar pişman olur ama sende vicdan ne arar?"

 

"Ben sizi-" diye başladığı cümleyi yarıda kesip, "Hayır, hiçbir şey duymak istemiyorum!" diye bağırdım, sessizce. "Git şuradan, seni istemiyoruz!"

 

Ellerimi göğsünün ortasına koyup ittim. Geriye doğru sendelediğinde önümde ne kadar da küçük olduğunu farkettim bir daha. Ben onun önünde küçükken gitmişti.

"Burada bir evin, evladın yok senin!" dedim ve içeriye girip kapıyı kapadım. Sırtımı kapıya yaslayıp elimi ağzıma bastırarak aşağıya çöktüm. Verdiği acı yetmiyormuş gibi kabuk bağlayan yaralarımızı deşmeye gelmişti. Buna izin veremezdim.

 

Sinirle sıktığım yumruğumu yere vurdum. Hayır, ben ona değil, onun bana yaşattıklarına kızıyorum ve ağlıyorum. Bıraktı mı kocası? Bıraksın. Umrumda değil. Sokakta mı kaldı? Kalsın. Umrumda değil. Çaresiz mi kalmış? O, bir çocuktan daha fazla çaresiz kalamaz. Ben kaldım, oradan biliyorum. Zordu.

 

Avuç içlerimle sildiğim yanaklarım bir sonraki saniye yeniden ıslanıyordu, derin nefes alınca kozaya sıkışıp kalan kelebeğin acısıyla yarım kalıyordum.

 

"Mama..."

 

Başımı kaldırıp bana doğru yaklaşan ayakları gördüğüm an belli etmemeye çalışarak hemen yanaklarımı silip, sesimi de temizledikten sonra başımı kaldırdım. Ayşe'm uykulu yüzüyle karşımdaydı. Gülümseyerek ayağa kalkıp, "Günaydın birtanem," dedim. "Uyusaydın, neden bu kadar erken uyandın?"

 

Başını kaşıyarak esnerken, "Sesler duydum," dediğini anladım. "Bir şey mi oldu? Sen niye buradasın? Ayrıca gözlerin..."

 

Başımı iki yana salladım. Oldukça soğukkanlı olmaya çalışarak ona yaklaşıp, omuzlarından tutarak arkasına döndürdüm. "Bir şey yok, lens taktım. Hadi uyumaya gidiyoruz." Poposuna vurup ittirdiğimde esneyerek odasına doğru adımladı. Daha uykudan doğru dürüst ayılmamıştı bile. Bu iyiye işaretti. Normalde ne dersem diyeyim gözlerimden anlıyordu bir sorunum olduğunu.

 

O gittikten sonra geri dönüp kapıyı açtım ve çıplak ayaklarla sokağa çıktım. Bir sağa, bir sola baktım. Gözlerim onu arıyordu ama niye arıyordu ki? O, bir katildi. Çocukluğumuzun katili. Babamız gitti diye o da mı gitmek zorundaydı? Kalsaydı, ne olurdu sanki?

 

Arkamı dönüp bitik adımlarla içeriye geçtim. Gözlerimden uyku akıyordu. Kapıyı kapatıp kilitledikten sonra sobanın yanına geri döndüm. Kovadaki odunları sobaya doldurduktan sonra bir kibrit yaktım. "Bu son," dedim sessizce. "Bu lanet evde yanan son ateş olsun." Kibrit parmaklarımın arasından kayıp içeriye düştü ve yanıcı maddeyle buluştuğu an, minimal bir patlama yaşanmış gibi alevler yükseldi. Sobanın kapağını kapattıktan sonra üzerimdeki siyah kazağı çıkararak odama geçtim. Gri eşofman altımı ve tişörtümü giyinip kendimi yatağa attığım o an, buz gibi olsa da tenimin yanında sıcak kalan yatağım beni sarıp sarmaladı. Yorganı bacaklarımın arasına sıkıştırıp soluma döndüm ve gözlerimi kapadım.

 

İnsan hayatı boyunca birçok şok yaşar; bu şoklardan bazıları düşmesine neden olurken, bazıları da kendini toparlaması için bir sebep olur. O zamanlar yaşadıklarım için kendimi şanssız hissediyordum. Şanssız doğan adlandırıyordum kendimi ama sonra bu fikrim değişti. Her insan, belini doğrultmadan önce kötü şeyler yaşar.

 

Geçmişte size acı veren birilerinin köpek gibi kapıya gelmesi, elbette fazlasıyla zevk verici olur.

 

Biraz sarsılırsınız belki ama sonra içiniz huzur dolar. Anlarsınız ki, acıtan kimse acımadan ölmez.

 

🎭

 

Uyku öyle tatlı bir şeydir ki, ölüme sadece 72 saat kaldığını bile bile uyuyabilir insan. Ben de uyudum ama muhtemelen saat 10.⁰⁰ gibi uyandırılacağımı biliyordum. Ayşe kesinlikle beni boş geçmezdi. Ancak bu defa o uyandırmadı. Salondan gelen konuşma sesleri uyanmama sebep oldu ve ben gözlerimi hemen açıp, saniyeler içinde doğrularak oturdum. Onlardan biri gelmemiştir öyle değil mi? Belki de sürenin daha az olacağı bilgisini vermek için gelmişlerdir ama umarım öyle değildir.

 

Üzerimdeki yorganı kenara atıp, yatağın ayak ucuna kadar hızlıca süründükten sonra ayaklarımı buz gibi zemine bastım. Hem soğuk, hem de içeride kim olduğunun merakı ve tedirginliği tüm vücudumu ürpertmişti. Kapının kulpunu çevirip yavaşça açtım ve dışarıya adım atar atmaz, benim için oldukça yıkıcı bir manzarayla karşı karşıya kaldım.

 

Bizi en zor günlerimizde bir başına bırakıp giden kadın, şimdi salonumuzun orta yerinde, yıllar önce terk ettiği kızı ile karşılıklı oturmuştu. Öfkenin vücudumun her bir noktasında sinsice dolandığını hissedebiliyordum. Parmaklarım içe doğru kıvrıldı ve ellerim yumruk oldu. Öfkemin sınırlarını görmek için yüzüme bakmak yetmezdi. Oldukça soğuk ve ifadesiz halde bakıyordum ona.

 

"Hangi cürret ile evimize girersin?" diye sordum, düz tutmaya çalıştığım sesimle.

 

Tam o an karşısında, ahşap sehpanın üzerinde oturmuş olan Ayşe omzunun üzerinden bana döndü. Bunu farketsem de, bakışlarımı onun gözlerinden bir an olsun ayırmadım. Şu ortamda sadece ikimizin farkına varabildiği sahte hüzünlü bakışlarına karşılık dişlerimi birbirine sıktım ve öfkemi bastırırken, sabrımı yücelttim. "Sana bir soru sordum, Nevin."

 

"Abla," diyince Ayşe, bakışlarımın hedefi olağanüstü bir hızla değişti. "Ona böyle davranma, baksana kötü görünüyor."

 

"Abla mı?" diye sorarken, öne doğru adımladım ve durdum yine. Bakışlarımı o kadının gözlerine diktim. "Normalde bana böyle demez. Hadi kızım, bana her zamanki gibi seslen..." Cevap gelmeyince, sesimi yükselterek tekrarladım. "Seslen dedim!" Ses tonum ve tutumum ikisinin da aynı anda irkilip, korkmasına neden olunca, kendimi bastırmaya çalıştım.

 

"Mama," dedi Ayşe, kısık bir sesle. Omzunun üzerinden bana döndü. "Lütfen... Böyle yapma. Üzülüyorum."

 

Ayşe, bu sefer öfkeli bakışlarımın hedefi oldu. "Ben mi üzüyorum seni? Bu kadının yaptıklarını sen hatırlamıyor olabilirsin, ama ben çok net hatırlıyorum!" Onlara doğru yaklaşıp, ikisinin arasında durdum. Kartal gibi tepelerine çöktüğümde, ikisi de başlarını önlerine eğmişlerdi. Herkes her şeyin farkındaydı ama ben hatırlatırken, oldukça rahatlıyordum. "Bu kadın seni kucağıma verdi, al bak dedi! O, senin çocuğun artık dedi!" Güldüm. Kötü kahkahalar atarken, sinirden sağa sola yalpaladım. "Oysaki kendini becerttirirken, zevk alırken beni zevkine ortak etmemişti. Bana sadece cefa çekmek kaldı. Pişman mıyım? Hayır. Ben değilsem, o da değildir. Yalan söylüyor bu or..." elimle ağzımı kapatıp, kendimi tuttum. Sinirden kendi etrafımda dört dönüyordum.

 

"Yemin ederim, çok pişmanım kızım," yine o yılan dilini, timsah gözyaşlarını kullanıyordu ve en fenası ne miydi? Ben Ayşe'nin bu oyunları yiyeceğinden emindim. O, öyle merhametliydi ki, mutlaka kanacaktı. Bunu bilmek beni delirtiyordu.

 

"Kes sesini!" diye bağırarak ona yaklaştım ve eğilip kolundan tutarak ayağa kaldırdım. Ayşe müdahale etmek için ayağa kalkınca, ona sadece baktım. O, bakışlarımdan her şeyi anlayıp geri oturdu ve başını önüne eğdi. Gözleri dolu doluydu ve kirpikleri yoktu.

 

"Yürü!" diyerek çekiştirdim onu. "Kene gibisin, az önce seni kovmamış mıydım ben?" Çekiştirerek koridora getirirken, adımlarıma ayak uydurmak için koşuşturuyordu. Ayşe gibi orta boyluydu. Bu defa o, yanımda çocuğum gibiydi. Boyum uzadığında dengelerin bu derece değişeceğini tahmin etmemiştim.

 

Kapıyı açıp onu dışarıya fırlattım ve hızımı alamamışım ki, yere kapaklandığına şahit oldum. Halen daha yağıyor olan yağmurun yerde oluşturduğu birikintiye giren ellerinden sıçrayan çamur yüzünü buladı. Göğüs kafesimin altında bir sızı vardı. "Bekle burada!" dedim ve kapıyı kapatıp, arkamı döndüm. İçimdeki acı daha da arttı. Salondan geçerken göz ucuyla aynı yerde, aynı şekilde oturan Ayşe'ye baktım. Benim saçlarımdan oluşan peruğunun tutamları yüzünü kaplamıştı.

 

Önüme dönüp odaya girdim ve hemen eski bir çanta kaptım. Ölümüme bedel olacak çantayı açıp, içindeki destelerden almaya ve küçük çantayı doldurmaya başladım. Bu onun için yeterli olacaktır. En azından biz buradan gidene kadar bizi rahat bırakırdı ve bu yeterliydi. Zaten bir daha geri dönerse ne Ayşe burada olacak, ne de ben hayatta.

 

Ayağa kalkıp kapıyı açtım ve dışarıya çıktım. Bu sefer hiç Ayşe'ye bakmadan, doğrudan koridora çıktım ve dış kapıyı açıp, kapının önünde dilenci gibi beklemeye devam eden kadına baktım. Yağmurun altında sırılsıklam olan bedeni iyice küçülmüştü. Tıpkı zihnimdeki karakteri gibi, anneliği gibi. Çantayı ayak ucuna attım. Pençelerinin üzerine düşen siyah çantaya baktı uzun uzun.

 

"Al ve git. Bir daha da gözüme görünme."

 

Bana hiç bakmadan eğilip çantayı aldı ve tam da ondan beklenilecek şekilde, açıp içine baktı. Paraları görünce gözleri ışıldadı. Ah, vazgeçmeyecekti ama bilmediği bir şey vardı. Bu, onun canına maâl olacaktı.

 

Siyah, eskimiş botlarıyla su birikintilerine girmemeye çalışarak sokağın diğer tarafına doğru yürürken, gözden kaybolmasını bekliyordum. Sonunda gözden kaybolunca içeriye girip kapıyı kapattım. Salona döndüğümde, Ayşe aynı yerde değildi. Kapalı olan odasının kapısına yaklaştım. Kulpu çevirdim. Kilitli olduğunu farkedince, sinirle birkaç kez daha çevirdim. "Aç şu kapıyı! Ben bu kapı kilitlenmeyecek demedim mi sana?"

 

"Git başımdan. Konuşmak istemiyorum!"

 

"Seni ayağımın altına alırım, Ayşe! Bak delirtme beni, kırarım şu kapıyı. Artık kilitleyecek bir kapın olmaz!"

 

Az sonra kapıyı açtı ve alttan bakışlarını gözlerime dikti. Peruğunu da çıkarmıştı. Onu böyle görmeye katlanamadığımı bilmezmiş gibi.

 

"Zaten öleceğim!" diye bağırdı bir anda. "Ne istiyorsun ha?" O üzerime geldikçe, ben geriye doğru adımladım. "Al, açtım kapıyı! Hep böyleydin zaten! Onu yapma, bunu yapma, sözümden çıkma!"

 

"Ben sadece seni korumak istedim..."

 

"İsteme! Beni koruma! Buna ihtiyacım yok!"

 

"Var... Hep vardı, hâlâ var."

 

"Keşke beni verseydin de, götürselerdi! En azından bir ailem olurdu! Burada kaldım da ne oldu? Bak hasta oldum!"

 

Sırtım pencerenin yanında duvara yaslanınca, tam karşıma dikildi ve haykırmaya devam etti. "Mama, ben ölüyorum! Ölüyorum, anlıyor musun? Sadece son günlerimde onu görmek istedim! Kokusunu, yüzünü, sesini hatırlamak istedim! Bir kez anne diyebilmek, anne nedir bilmek istedim!"

 

"Eğer ki, sana anne kokusu lazım ise, gel beni kokla." Kollarımı iki yana açtım. "Çünkü ben, seni doğurmaktan başka hiçbir yararı olmayan o kadından daha fazla anne oldum sana."

 

"Hep aynı şeyi söyle zaten! Ben sana annelik yaptım, ben sana babalık yaptım. Aptalsın çünkü! Ben olsam yapmazdım! Hayatımı yaşardım!"

 

Acı içinde gülümsedim.

"Aptal olabilirim ama pişman değilim."

 

"İşte tam bu yüzden aptalsın," dedi başını iki yana sallayarak. Yıllardır içinde birikenleri kusuyordu yüzüme. "Beni böyle kısıtlamaya çalıştıkça kaybedeceksin."

 

"Ayşe," dedim gülerek. "Nasıl? Nasıl yani? Ben? Beni bırakıp gidebilir misin? Ben her şeyi senin için yaptım. Uykusuz ve yorgun gecelerimin, yıllarımın ödülü bu mu olacak gerçekten?"

 

"Biliyordum işte! Herkes karşılık bekler, tıpkı senin gibi!"

 

"Peki, benim karşılığında ne istediğimi biliyor musun?"

 

"Ne istiyorsun? Söyle!"

 

"Mutlu, sağlıklı ve huzurlu olmanı." Dedim gözlerine bakarak.

 

O daha ergenliğinden çıkmamıştı ki, maalesef beni anlayamazdı. Söylediklerine pişman olduğunu yüzünde görebiliyordum. Dudaklarımı alnına bastırdıktan hemen sonra yanından geçip kendi odama girdim ve kapıyı kapattım. Alelacele ucunu tutuşturduğum bir dal sigarayı dudaklarımın arasına bıraktım ve bir nefes çekince, ellerimdeki titremeler gitti. Ben onun için her şeye razı oldum. Her şeye... Sırf tahsil alsın, kendini eksik hissetmesin ve yüzü gülsün diye elimden gelenin fazlasını bile yaptım. Okuldaki sınıf arkadaşları ve üniversite arkadaşları da bana Mama diye seslenmesinden dolayıdır ki, genç bir anneye sahip olduğunu düşünerek, şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Benim bir şikâyetim yoktu. Ayşe de kendini açıklamak zorunda hissetmiyordu.

 

Şimdi öyle bir hayatı yaşatmak için uğraştığım küçük kızın, büyüyüp de bana diklenmesi çok koyuyor.

 

Ben nerede hata yaptım Ayşe'm?

 

🎭

 

Odam beynimin içi gibi duman altıydı. Son üç günüm kaldığını bildiğim halde bir günümü yatakta geçirecek kadar çöktürmüş idi beni onun sözleri. Tavana bakarak saatlerce içilen bir paket sigara ve hiç de hoş olmayan düşünceler kalmıştı geriye. Tüm gün boyunca çıt çıkmayan odamda yayılan bildirim sesi, beni derin bir rüyadan uyandırmış gibiydi. Sağ dirseğimin üzerine yükselip, telefonu elime aldım ve gelen mesajı açtım.

 

Gönderen: Pamir Karahan

 

Bu gece biraz erken gelmen lazım, işimiz uzun sürecek. Saat 11-de araç kapında olacak. Geç kalma.

08.02

 

"Tamam."

08.02

 

Gönderildi.

 

Elimle alnımı ovarak zihnimi toparlamaya çalıştım. Şimdi Ayşe'ye bir bahane uydurup çıkmam ve ev işini bir an önce halletmem lazımdı.

 

Hızlıca üzerime lacivert bir kot pantolon ve kazak giyinip, dolaptan son olarak kahverengi çantamı aldım. Odamın kapısını yavaşça kilitledikten sonra destelerden aldığı kadarıyla çantaya doldurdum. Son olarak telefonumu da aldıktan sonra odamdan çıkıp salona baktım. Ayşe koltukta yarı uzanmış halde televizyon seyrediyordu. Beni farketmiş olsa da gözlerini televizyondan ayırmıyordu. Peruğunu da takmamıştı. Bana eziyet etmek istediğinde böyle yapardı.

 

"Ben çıkıyorum, evi ona vermemiz en doğrusu. Sonuçta burası onun evi. Bu yüzden bize bir ev bakacağım. Sağlığın için de en doğrusu bu evden taşınmamız."

 

Kumandayı sertçe sehpanın üzerine bırakıp, doğrulup bana baktı ve, "Hangi parayla?" diye sordu. "Söylesene Nil, hangi parayla?"

 

Sertçe soludum. "Bana bir daha öyle seslenirsen..."

 

"Ee? Ne yaparsın?"

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi tuttum. Koridora çıkarken evden çıkmadan önce hep yaptığım gibi, "Kapıyı kilitle ve ben hariç kimseye açma." dedim. Bunu söylemek benim, uygulamak ta onun göreviydi.

 

Kapıyı açar açmaz yeryüzüne inen kupkuru kar taneleriyle karşılaştım. Sabah yağan yağmurun sokakta oluşturduğu çamur birikintilerine düşerek kirleniyor ve yok oluyorlardı. İşte akıp giden zaman o yağmurlar, gerçek hayat o çamur birikintileriydi. Ayşe'yi bir damın üzerine iteleyip, daha uzun süre erimeden kalmasını sağlamak isterken, o çamur birikintisinin içine düştüm. Önce kirlendim ve çok yakında yok olacağım.

 

Caddede yürürken paranoyakça etrafıma ve arkama bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Karşı taraftan da üç kişi geliyordu. Yolun diğer tarafına da geçebilirdim, çünkü üç kişi yolu zabtetmişlerdi resmen. Yolumu ve çizgimi bozmadan adımlamaya devam ettim. Caddeyi aydınlatan sokak lambalarından birinin daha altından geçtikten sonra yeniden alacakaranlığa gömüldük.

 

Karanlık gece, özgürce dolanmak isteyenler için cehennem, saklanmak isteyen suçlular için ise bir nevi cennet gibidir.

 

Onlar bana yaklaştıkça üzerimdeki gerginlik artıyordu. Bu gerginliğimin sebebi zarar görmekten çok elimde bir çanta dolusu paranın olmasıydı. Aramızda sadece birkaç metre varken soldaki adam beni farketti ve diğerlerine haber etti. Evsiz gibi görünmüyorlardı. Hepsinin elinde birer bira şişesi vardı. Soldaki adamın başında kırmızı bere ve boynuna yarım doladığı atkısı vardı. Yoğun sakalları ve siyahi yüzüyle hiç güven vermiyordu. Sağdaki adam sarışın, benim kadar soluk benizliydi. Kırmızı bereli adamın uyarısıyla bana bakınca, tilki gibi kısık gözleri hemen elimdeki çantaya düştü. Ortadaki şişko ve kısa boylu herifin dünya umrunda değil gibi bir hali vardı ama sarışın herif bir şeytan edasıyla kulağına fısıldayınca, onu da beni süzerken yakaladım.

 

Yanlarından geçip gitmek isterken, biri çantamın kulpundan kavrayıp çekiştirince, durup yan bir tekmeyi karnına vurarak ittim. Çantayı arkama alıp cebimden çıkardığım çakıyla birkikte, tehditvari bir tutumla baktım yüzlerine. "Aklınızdan bile geçirmeyin, hayattaki en büyük hatanız olur!"

 

Karnına vurduğum soluk benizli sarışın adam, ruhu kaçmış mavi gözleriyle bana öfke dolu bakıyordu. Ancak az sonra hepsi gerilemeye başladı ve arkalarını dönüp koşmaya başladılar. Gülerek çakıyı cebime atarken, "Ne oldu lan?" diye bağırdım arkalarından. "Sizi gidi ödlek herifler! Böyle kaçarsınız işte!"

 

Tam arkamı dönmüştüm ki, sert bir kayaya çarpmış gibi hissettim. Başımı kaldırıp yukarıya baktığımda, adamların neden kaçtığını anladım. Yemyeşil keskin gözlerini üzerime dikmiş olan Pamir Karahan, hafifçe tebessüm ederek elini belime yerleştirdi ve beni arabasına doğru yönlendirdi.

 

Şaşkın halde arabasına binerken, gözlerimi ondan alamıyordum. Arabanın ön tarafından dolanırken gri ceketinin kollarını ve içine giydiği beyaz gömleğin yakalarını düzeltti. Sürücü koltuğuna yerleştikten sonra aynaları kontrol ettiği sırada hâlâ daha ona bakıyordum.

 

"Neden bana öyle bakıyorsun?" diye sordu. Bana hiç bakmamıştı. Siyah BMW-sini çalıştırdı ve yola çıktık.

 

Bileğimi çevirip saate baktım. "Çünkü saat daha dokuz ve on birde gelmemi istemiştin. Sen de bana hak verirsin ki, neden bu saatte burada olduğunu düşünüyorum."

 

Profiline baktım. O dümdüz ifadesiyle, yola bakarak girdi lafa. "Başının belada olduğunu hissettim ve buraya ışınlandım. Gördüm ki, haksız değilmişim."

 

Kaşlarımı çattım. "Sana ihtiyacım yok, ben kendimi koruyabilirim."

 

"Elbette ama üçe karşı bir, adil bir savaş olmazdı." Dudak altından güldü. "Bu bana tekme atmaya benzemez, ben zaten kadınlara zarar verecek kadar aşağılık bir adam değilim."

 

Bu hoşuma gitti dersem yalan olmaz.

 

"Olabilir. Anlıyorum ama yine de bu dediğin, pek inandırıcı gelmiyor. Farkındayım, bana verdiğiniz para bir hayli fazla. Ancak size kazık atacak kadar aptal değilim."

 

"Atamazsın da zaten," kendinden emin bakışlarını bir anlık yüzüme çevirdiğinde, haki yeşili gözlerinde tutulup kaldım.

 

"Peki, az önce söylediklerini kendin çürütüyor olmana ne demeli?"

 

Yine hafifçe gülümsedi.

 

Gülmek ve gülümsemek arasında çok ince bir çizgi vardır. İkisi de insanı mutlu gösterir.

 

Gülmek, mutluluktan da olabilir, sinir krizinden de.

 

Gülümseme acı barındırır.

 

Hem de çok derin bir acı.

 

"Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordu. "Seni nereye bırakayım?"

 

"Sonra gidecek misin yani?" diye sordum birden bire. Bu an bana yandan bir bakış atınca, pişmanlıkla önüme döndüm. Neden soruyorum ki, bu soruyu? Bana ne? Nereye giderse gitsin.

 

"Yani, sadece beni alıp gideceğim yere bırakmak için gelmiş olamazsın." diye geveledim.

 

"Yanlışın var," dedi. "Belki de hayatına girme amacım tam da bu." O böyle diyince omzumun üzerinden ona baktım.

 

"Seni, içerisinde olduğun zor durumdan çıkarmak ve gitmen gereken yere göndermek. Ben bir aracıyım, Nilay."

 

"Sadece bu kadar mı?" diye sordum. O da bana baktı. Haki, bir çift göze ilk defa bu kadar çok yakışıyordu. Alnının ortasından ve şakağından geçen sinir damarları, kaşlarını çatınca kabarmıştı. Keskin kemikli burnunun ucu sivriydi ve dudakları, yüzüne en uygun biçimde konulmuş gibiydi. Kemikli yanakları içe çöküktü ve yüzü, yeni traş olunmuştu. Kumral, kısacık saçları, sanki doğduğundan beri uzamamış gibiydi. Belki de gerçekten öyleydi. Onda çok başka bir hava vardı; normal insan gibi bakmıyordu ve de normal insanlar gibi kokmuyordu. Garipti. Nedensiz bir huzursuzluk yayıyordu, bazen de huzur.

 

Sanki aklımı okumuş gibi, "Yanlış yapıyorsun," dedi ve önüne döndü. Seslice yutkunurken, ışığın vurduğu Âdem elmasının gölgesini gördüm.

 

"Anlamadım?" dedim, aptalı oynamayı seçtim. "Ne yanlış yapıyorum?"

 

Sert bir soluğun ardından, "Boşver," dedi. "İşine odaklan, dikkatli ol ve kimseye bir şey anlatma."

 

"Ya kardeşim? Ona hiçbir şey söylemeden gidemem."

 

Arabayı sağa çekip durdurdu ve sonra bana baktı. "En iyisi bu, yapmalısın. Ona hayatına bedel olarak öleceğini söylemek mi daha zor olur, yoksa bir anda ortadan kaybolman mı?"

 

Hiçbir şey söyleyemedim. Öylece boş boş bakıyordum. "İn," dedi. "İn ve bunu düşün. Saat on birde evin önünde ol, seni aldıracağım."

 

"Peki. Tamam." Dedim kısaca. Bunu düşünmek için kendimle baş başa kalmam lazımdı. Arabadan inip kapıyı kapattıktan sonra araç gözden kaybolanadek onu izledim. Rüzgâr saçlarımı yukarıya, sağa ve sola savururken, kupkuru kar taneleri kirpiklerime, yanaklarıma ve dudaklarıma konuyordu. İç geçirdiğim an dudaklarımın arasından firar eden sıcak nefes havada buhar olup uçtu. Beni nereye bıraktığını görmek için arkamı döndüğümde, bir emlakçının önünde olduğumu farkettim. Şaşkınlıkla yeniden yola doğru döndüm ve her yere baktım. Karanlık, bir iki araç haricinde boş olan caddenin ortasında, o gizemli adamın, her şeyimi nasıl biliyor olduğunu düşünmeye başladım...

 

 

Loading...
0%