@hadizade
|
Kuru kar taneleri saçlarımla buluşuyordu, gecenin karanlığında evime doğru gidiyordum. İçi artık boş olan çantamı ileri geri savururken, ileri bakıyor gibi görünerek yürüyordum; aklım o adamdaydı hâlâ. Saat on birde evde olmam, oraya gitmem gerekiyordu. Paranında bir kısmını harcadım üstelik, bu, geriye dönüş yolu kalmadı demektir. Kapıyı anahtarımla açıp sessizce içeriye adımladım. Ayşe koltukta uyuya kalmıştı, bir battaniye ile üzerini örttüm. Sadece paltomu çıkarıp biraz onun yanında oturdum ve izledim. Yaptıkların, söylediklerin gerçek duyguların değil, biliyorum kafan yerinde değil. Seni hiç üzmek istemedim. Ben de senden yana üzülmek istemedim. Umarım beni güzel hatırlarsın, Ayşe'm. Umarım kurtulursun da, bu yaptığım bir işe yarar en azından.
Elimi başına doğru götürdüm, onu sayılı zamanımda biraz daha sevmek istedim ancak uyanır diye kıyamadım. Hem bana kırgın idi zaten.
Şu an bir sorgu yapılsa ve tüm dünyaya şu soru yönetilse: "Sevdiğiniz için ölür müsünüz?" Eminim ki, büyük bir kesim "hayır" diye cevap verecek. Çünkü akıllarına hemen eşleri, sevgilileri, ya da hoşlandıkları insan gelecektir. Diğer bir kısmı da "evet" diyecek kadar seviyordur eşini, sevgilisini. Ancak ben o geriye kalan kesimden biriyim. Aynı soru bana sorulsa aklıma sadece Ayşe gelirdi ve tereddütsüzce "evet" derdim. Bir abla veya abi elbette küçük kardeşlerden daha güçlü ve dayanıklı olur. Hele ki, genç yaşında kardeşine, anne - baba olmak zorunda kaldı ise.
Bazen varoluş nedenim onu yaşatmak gibi hissediyorum. Tüm iplerin ucunu birbirine dolayıp, sonra elimde kalan iki ucu kadere bağlıyorum. Çember tamamlandığında dizlerimin üzerine çöküp saygıyla baş eğiyor, kaderime teslim oluyorum. Müdahale edemeyeceğim şeyler var, işte onların hepsine kader diyip kabullendim.
Odama geçtim. Üzerimi değişip gri bir kazak ve koyu mavi bir kot pantolon giydim. Saat on bire geliyordu. Telefonumu ve anahtarımı aldıktan sonra her ihtimale karşılık cebime bir miktar para ve çakı koydum. İçimdeki paranoyak kişiyi susturamıyordum. Ses çıkarmadan açtığım kapı eşiğinden salonda melekler gibi uyuyan Ayşem'e baktım. Parmak uçlarında salondan geçip koridorda ayakkabılarımı giydim ve bir hayli uğraş ile çıt çıkarmadan evden çıkmayı başardım. Arkamı dönüp karşı kaldırıma baktığımda, yağmurun altında beni bekleyen o siyah aracı gördüm yine. Sert bir soluk verdim. Şüphelerle örülmüş bir dairenin ortasında, tehlikeyi iliklerime kadar hissederken onu bir an bile yalnız bırakıp gitmek içime sinmiyor olsa da, her şey onun içindi.
Paltomun kapişonunu kafama geçirdikten sonra hızlı adımlarla karşı tarafa doğru yürüdüm. Şoför beni görünce arabadan indi ve arka kapıyı açtı. Fazla bekletmeden geçip oturdum. İkinci gece yolculuğum başladı. Buz gibi soğuk ve renksiz ellerime baktım. Ovuşturdum ve dizlerimin arasına koydum. Aklım karmakarışıktı. "Ölmeden de halledebilir miydim bu konuyu?" Soruları dolanıyordu kafamda. Zaten çaresizlikten başvurmamış mıydım bu yola? Fazla vaktim yoktu ki. Düşünmeye çalıştığım her an biraz daha tükeniyordu kızım ve bunu bile bile kafamı toparlamak ta çok zordu.
Yine Beykoz ormanına geldik ve şoför yine bir göz bandını arkaya doğru uzattı. Bu defa sorgulamadan alıp gözlerimi bağladım. Olmaz da, hani olursa, kaçmak istersem oradan, yolu bulamayayım diye gözlerimi bağlatıyorlar. Ya da anlaşmak istememe ve parayı onlara geri iade edip vazgeçtiğimi söyleme ihtimalimi düşünerek te kim olduklarını, nerede yaşadıklarını gizlemek istiyor olabilirler. Bu iki fikir üzerine bir hayli düşünmüştüm.
Gözü kapalı şekilde devam ettiğim gizemli yolculuğumun ardından, araba durunca hemen sağ tarafımdaki kapının açıldığını işittim. Biri kolumdan kibarca tutarak beni araçtan indirdi ve sonra kapıyı kapattı. Ayaklarım birbirine dolanmıştı, gözlerim kapalı olunca kötü hissediyordum. Tün dengem şaşıyordu. Her an boşluğa yuvarlanacakmışım gibi hissediyor, gereksiz yere bile olsa tedirginlikle doluyordum.
O tanıdık hoş koku yeniden etrafımı sardı. Kim olduğunu biliyordum. Elleri başımın arkasına gitti ve bandı çözüp açtı. Ellerini geri çekerken soğuk ve sertleşmiş parmak uçları yanaklarımı sıyırdı. Tenim ürperdi bir an. Kirpiklerimi araladığım anda belirsiz silüeti karanlıktan aydınlığa kavuşuncaya dek yavaş yavaş belirginleşti. Yine o haki yeşili çekik gözleri gördüm, iyice kısılmışlardı. Yüzünde hafif bir tebessümle, "Hoş geldin Nilay," dedi, duru bir sesle.
"Hoş buldum," derken yüzüme acıyı perdeleyen bir gülümseme oturtmuştum. Beni ölüme gönderecek olan insanların yüzüne gülüyordum. Yani, ben birnevi kendi katillerime gülüyordum.
"Ben de seni bekliyordum," yine bir eli sırtıma gitti ve beni içeriye buyur etti.
Seni bekliyormuş Nilay.
Beraber içeriye geçtik. Yine kapıyı açan Asyalı kadın paltomu aldı ve Pamir Beyin eşliğinde bir üst kata çıktık.
"Kamelya Hanım yok mu?" diye sormadan edemedim. Zaten bekliyorduk yerine bekliyordum demesine takılmıştım.
Ben de o birkaç saniyeye neler sığdırdım.
"Daha gece uzun," dedi yürümeye devam ederken. Bir anlık omzumun üzerinden ona baktım. Uzun olmama rağmen aramızda bir hayli boy farkı vardı. Bodyguard gibi adamdı. Zaten öyle Nilay?
"Derken?"
Bu defa o da bana baktı ve kırmızı spot ışıklarının altında parlayan haki yeşili gözleri gözlerimi odak noktası seçti kendine.
"Yani, Kamelya gecenin ilerleyen saatlerinde bizimle olacak demek. O zamana kadar biz de dövme işini halletmiş oluruz."
"Ha, tamam."
Gülüyor gibi bir ses çıkardı. "Acaba o aklından neler geçti..."
"Hiç bir şey!" diye çıkıştım hemen.
"Hı hım, kesin." Sesindeki muzipliği hissediyordum ama iyi ki, yüzündeki mimikleri görecek kadar aydınlık bir yerde değildik.
Yine ameliyyat odasını andıran o odaya getirdi beni. "Sen geç uzan," dedikten sonra kendi üzerindeki ceketi çıkardı. İlk gün gördüğümde giydiği gri takımını giymişti yine, içine de siyah bir gömlek giyinmişti. Gömleğinin yaka düğmelerinden biri açıktı, rahat çalışmak için bir tane daha açtıktan sonra kol düğmelerini de açtı ve kollarını belli bir ölçüyle dirseklerine kadar katlayarak sıvadı.
Sedye benzeri yatağa oturup o hazırlanırken onu izledim. Bir an olsun bana bakmamış olmasından istifade, ilk defa bir erkeği bu kadar dikkatli süzmüştüm. Bilmiyorum, belki de tehlikeyi hisseden vücudum ona dikkat etmem konusunda beni uyarıyordur.
Kandırma bizi.
Beyaz doktor eldivenlerini giydi ve maskesini de taktı. Siyah bir önlüğü kafasından geçirdi ve iplerini arkadan bağladı. Dolaptan çıkardığı bir şeyleri hazırlıyordu dövme için. O ucunda iğne olan aleti görünce korkmadım değil tabii.
Ha sen ölümden korkma bundan kork.
Gülümsedim. Öyle olmuyor işte. Genelde ölüme gözü kapalı gidebilecek kişiler küçücük iğneden korkar. Sevdiği söz konusu olunca lavların ortasına gözü kapalı atlayabilir, severken boğabilir, sıkabilir bazen de.
Tekerlekli masayı yanıma kadar getirdi. Masada bir sürü şey vardı ve ben daha fazla bakmak istemedim.
"Sakin ol," derken eldivenlerini biraz daha yukarıya çekiştiriyordu. Maskenin üzerinden gözüken haki yeşili gözleri ve uzun kumral kirpiklerini izledim. "Elim hafiftir, nasıl bittiğini anlamayacaksın bile."
Sırıttım. "Çocuklara iğne yapmaya gelen hemşireler gibisin," diyerek sedyeye uzandım.
"Gözlerini kapat ve kendini evinde gibi hisset."
Gözlerimi kapadım. Ayşe'nin bana söyledikleri, bugün sabah ve akşam üzeri olanlar. Bana Nil demesi. O kadının arsız yakarışları. Önce koca için, sonra para için bizi bırakıp gitmesi. Her şey bir anda kafama ağır bir darbe gibi inince gözlerim açıldı ve ben nefessiz kaldığımı farkettim. Unutmuşum. Nefes almayı unutmuşum.
Pamir elini kolumun üzerine koydu ve ben anında gözlerine baktım, kaşları çatılmıştı. "İyi misin? Daha başlamadım."
"Biliyorum ama gözlerimi kapatmak iyi bir fikir değildi." deyip kolumun üzerindeki eline baktım. "Seni izlemek istiyorum."
Sol bileğime dolanmış bir siyah yılan dövmesi yapması gerekiyordu.
"Yılanları sever misin?" diye sordu. Sanırım aklımı meşgul etmek için konuşacaktı. Yani ben öyle hissettim. Önce dövmeyi bir kalemle koluma çizmeye başladı.
"Aslında pek değil..."
Gülüyor gibi bir ses çıkardı. Maskenin olmamasını ve gülüşünü görmeyi isterdim. Beyefendi bayağı steril çalışıyordu.
"Sen peki?"
"Ben severim," dedi, "Kamelya da çok sever. Farketmişsindir zaten..."
"Farkettim de, merak ettiğim şey bir hayvan olarak mı yoksa bir anlamı var mı dövmelerinin?"
"Ensesindeki madalyon sadece soylu ailelerinin evlatlarında, ben onun kopyasını yapmaya çalıştım... Yılan'ın ise özel bi' anlamı var. Sevdiği insana olan sadakatini, bağlılığını simgeliyor."
"Anlıyorum." derken hâlâ daha soğuk terler döküyordum. "Daha dövmeden bile bu kadar korkan ben," dedim kolumda gezdirdiği kaleme bakarak, "o an ne yapacağım, nasıl teslim edeceğim kendimi hiç bilmiyorum."
Kalemi durdu ve sadece irislerini kıpırdattı. Göz göze geldiğimiz an acı bir tebessüm kondurdum yüzüme, seslice yutkundu ve gözleri parladı bir an. Sonra yine çizmeye devam etti.
İnce çalışıyordu. Vakit yetecek miydi bilemiyordum. Kalemle olan işi bittikten sonra lambayı kolumun üzerine ışık salacak şekilde ayarladı ve ucu iğneli tabanca benzeri o aleti eline aldı. Nefesimi tuttum ve onun elini yine kolumun üzerine hissettim.
"Korkma," dedi.
"Hangisinden?" diye sordum.
Sustu. Zaten şu durumda ne söyleyebilirdi ki?
İğnenin tenimde dolaştığını hissetmeye başladım. Kirpiklerimi sıkıca kapatmıştım fakat en ufak bir acı hissetmiyordum, bunun vermiş olduğu şaşkınlıkla gözlerimi yavaşça açtım ve Pamir Beye baktım, sonra da koluma. Evet yapıyordu ancak acımıyordu. Dövme hiç yaptırmamıştım ancak yaptıran kız arkadaşlarım bayağı acıttığını söylemişlerdi. Nedense çok daha fazla acı beklemiştim.
"Acıtmıyorsun," dedim.
"Söylemiştim," dedi.
Ama Atilla Karahan beni ne kadar acıtacak bilmiyorum.
O, ustaca işini yaparken ben her hareketini izliyordum.
"Belki de ölüm böyle bir şey," diye mırıldandım, haki yeşili gözlerini bir anlık gözlerime çevirdi, "yani, tüm korku, tüm stres o son nefesi verene kadar. Sonra rahat ederim belki..."
Uzun zamandır rahat etmedim ben.
Yani, doğduğumdan bu yana.
"Belki de," deyip işini yapmaya devam etti. Bir buçuk iki saat gibi bir sürenin ardından bileğime dolanmış siyah bir yılan dövmesi ile bakışıyordum. Öyle asil, muazzam bir görüntüsü vardı ki, dövmenin yılan olması artık beni rahatsız etmiyordu.
Pamir ayağa kalkıp, "Ben susadım, biraz dinlenip bir şeyler içelim. Sonra diğerini hallederim. Bir de sana tişört getireyim, kazağın altında atlet filan giymedin değil mi?"
Doğrulup oturdum ve, "hayır," diye cevap verdim. "Ben de susadım, sıcak bir şeyler iyi olur aslında."
"Tamam," dedi ve kısa bir süreliğine odadan çıktı. O ara yalnız kaldım ve düşüncelere daldım yine.
Yalnız kalmak isterim, sonra yalnızlık beni boğar ve tam aksini istemeye başlarım. Sonra yine biri seni kırar ve yalnız kalmak istersin. Bu döngü böyle devam eder.
İnsan ne kadar güçlü olursa olsun, yalnızlıkla yetinemez. Çünkü insan yalnız olmak için yaratılmamıştır. Uzaklarda, belki de yakınlarda bir yerlerde onu beklediğinden bihaber halde bekleyen eşini bulması bir ihtimaldir. Çoğu zaman bulur fakat nadiren de olsa, bulduğunda kıymetini bilemez ve kaybeder.
Sanırım ben henüz o adamla karşılaşmadım. Belki de kendimi Ayşe'ye adadığım için elimin tersi ile ittim herkesi.
Korkuyorum. Tek varlığım diyip bağrıma bastığım, kanımdan, canımdan olan o kız çocuğunun beni bırakmasından çok korkuyorum.
Kapı açılınca o kötü düşünceler zihnimi alelacele terk etti. Pamir bey bir elinin parmaklarıyla kavradığı iki kahverengi fincan ve aynı koluna serdiği siyah bir tişört ile içeriye girdi ve ardında kalan kapıyı usulca kapadı. Yanıma gelip tişörtü yatağın diğer köşesine bıraktı ve kupalardan birini de bana uzattı.
"Sıcak çikolata, umarım seviyorsundur."
"Bayılırım." Sadece sık sık içemiyorum.
"Güzel, ben de." Yanıma oturup kupayı dudaklarına dayadı. Üst dudağını kaplayan çikolatayı yalarken, ben hipnotize olmuş gibi profiline bakıyordum. Avucumdaki kupanın sıcaklığını yalnız avucumun içi yanınca farkedip önüme döndüm. Sanki o sıcaklık beni ona daha fazla bakmayı kes diye kibarca uyardı.
"Sen Kamelya ile birlikte mi yaşıyorsun?"
"Hayır, senin için buradayım."
Hızla ona doğru dönüp profiline baktım ve o bana bakmayınca yine önüme döndüm. Kupadan yudumlar alırken, bileğimdeki yılanı lambanın altında incelemeye başladım.
Bu sefer sessizliği o bozdu. "Yarın son günün, tadını çıkar derim."
Yüzüme yalancı bir gülümseme kondu. "Çok sağol ya, çok iyisin."
"Ne demek..."
Bayağı da gıcık oldum diyebilirim.
"Yarın dediğin de bugün... Saat gece yarısını geçti, yirmi dört saatim bile kalmadı. Tüm vaktimi onunla geçirmek istiyorum fakat bil bakalım ne oldu?.."
"Ne oldu?"
"Bana küstü... Üstelik ona bu durumu da anlatamam, beni öldü bilmesini de istemiyorum. Sadece gittiğimi düşünsün, benden nefret etsin istiyorum."
"İyi işte, fırsat ayağına gelmiş."
Şaşkın ve meraklı gözlerim ona doğru çevrildi. "Nasıl yani?"
"Beni öldü değil, bırakıp gitti diye bilsin, nefret etsin diyorsun ya, bundan iyi fırsatı nereden bulacaksın? Hazır sana küsmüşken gitmen daha iyi, normal zamanda gitsen daha fazla üzülürdü."
Düşününce mantıklı geldi. Olayın içindeyken bazen bazı şeyleri göremiyoruz, genelde olayın dışında kalanlar kuş bakışıyla daha mantıklı fikirler verebiliyor.
"Hiç üzülmesini istemezdim, fakat yaşasın da... Biraz üzülür ama unutur. Önemli olan güzel bir geleceğinin olması, sağlıklı olması. En azından birimiz kurtulabiliriz ve ben onun kurtulmasını istiyorum."
Bir anda omzumda hissettiğim eli, kazağımın altına geçen soğuğuyla beraber tenime işleyince, yüzümü yavaşça ona doğru çevirdim. "Sen çok iyi bir ablasın," derken, fazlasıyla içten görünüyordu. "Bence bir gün seni anlayacak ve zamanla alışsa da, seni hep hatırlayacak ama güzel olan yanı, seni hep güçlü, fedakâr olarak hatırlaması..."
Yüzüme geniş bir tebessüm yayıldı. Bu sefer acı filan değildi. Beni daha yeni tanıyan birinin bile beni böyle anlatması çok güzel hissettirdi.
"Teşekkür ederim," dedim, "ilk defa bu kadar iyi şeyler duyuyorum sanırım."
"İnsanlar kör, övülmeyi hak ediyorsun."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı ve haki yeşili gözlerinin içindeki siyah noktaların büyümesini izledim. Gözlerinde kendimi gördüm ve ne hâlde olduğumu hatırlayıp, umutsuzca önüme döndüm yine.
Ne zaman gülsem saniyeler sürüyor. Biri veya bir şeyler yüzümü düşürüyor.
Avucumda soğumaya yüz tutmuş kupayı dudaklarıma götürdüm ve hepsini içtim. Gözlerimi bir noktaya dikip kaşlarımı mümkün olacak en üst seviyeye kadar çatmış, yine farkında olmadan olmayacak hayallere dalmıştım.
Ta ki, Pamir beni uyandırana dek. Tişörtü giymemi söyledi. Odanın diğer köşesini gidip arkasını döndü. Boş kupaları oradaki masanın üzerine bıraktı ve eğilip alttaki dolabın kapağını açtı. Üzerimdeki kazağı çıkartıp hızlıca tişörtü giyerken dikkatle onu izliyordum. Dolapta bir kasa vardı, ekrana ışık hızıyle kodu girdi ve kasa açıldı. İçinden küçük bir siyah sandık aldı ve ayağa kalkıp arkasını döndüğünde, ben çoktan hazırdım. Büyük adımlarla yanıma gelirken, hâlâ dikkatle onu izliyordum. Masadan bir makas aldı ve yine yatağa, yanıma oturdu. "Arkanı dönerek otur."
Ben hâlâ o siyah sandığa odaklanmıştım. "O nedir? Ne var içinde?"
Sandığı yanına bıraktı. "Arkanı dön, kısa sürecek."
Zerre kadar güvenmememe rağmen arkamı dönerek oturdum. Bacaklarımı kıvırıp bağdaş kurdum. Makasın soğuk metalini ensemde hissedince ürperip gözlerimi kapadım. Soğuk parmakları da bu ürpertimi destekledi. Tişörtün yaka kısmı dar olmalı ki, biraz kesip alan yarattı. Gergince bekliyordum. Sandığı açtığını hissettim. Az sonra sımsıcak, ağır bir demiri enseme bastırdığını hissettim. İlk önce ne olduğunu anlamadım, kendimi biraz öne çekmiştim ki, köprücük kemiğimi saran iri parmaklarıyla beni geriye çekip kaçmamı engelledi. Az sonra o sıcaklık akılalmaz bir hâl almaya başladı ve gözlerim bir an karardı. Kulaklarım acının vermiş olduğu o ani çığlıkla uğulduyordu. Tenimden yayılan gri dumanın havaya yükseldiğini hissettim. Canlı bir bedeni yanan bir demirle damgalıyordu. Acı tüm vücudumu dolansa da, kaçmaya çalıştığım her an kolu biraz daha boynuma dolanıyordu. Fısıltısını kulağımın üzerinde hissettiğim sırada acı gözlerimi kör etmişti.
"Hadi ama Nilay," dedi alay eder gibi, "dayanacak gücün olduğunu biliyorum."
Kirpiklerimi sıkıca birbirine bastırmıştım. Yumruk yaptığım elimi yatağa vurdum ve dişlerimin arasından verdiğim sert soluğun sesi, sessiz odada yankılandı. İki elimi birden boynuma doladığı koluna sardım ve sol ayağımı yere basıp, onu kendimle beraber çekerken öne doğru eğildim. İri bedeni saniyeler içerisinde takla atarak sırtüstü yere çakıldığında, hemen yataktan inip ayakkabımı boğazına dayadım. Ensem o kadar yanıyordu ki, dokunamıyordum bile. "Ne yaptın bana!?" diye bağırarak inlettim ortalığı. "Beni damgaladın mı? İnsanım ben! Ne yaptığını sanıyorsun!?"
Gözlüğünü düzeltip, bir elini bacağıma sararak, "Sakin ol," dedi, sanki şu durumda çok mümkünmüş gibi, "Bunu yapmam gerekiyordu. Her şeye katlanmak zorundasın. Seni buraya zorla getirmedik, kendin kabul ettin."
"Kes sesini! Zaten öleceğim sizin gibi neidüğü belirsiz kişiler için, bir de bu kadar acıtmaya ne gerek vardı!?"
"Yarından sonraki gün canın daha fazla yanacak, ayrıca katlanmak istemiyorsan parayı getir ve git, seni zorla tutmuyoruz..."
Ayağımın altındayken bile beni sinir etmeyi, çaresizliğimi yüzüme vurmayı başarıyordu. Sanki ben bilmiyormuşum gibi hatırlattı bir de.
Ayağımı boynundan çekip, sağa sola yalpaladım. Acısı deminkine nazaran daha azdı ancak yine de bir hayli acıtıyordu. Yanık acısı zaten tüm acılardan daha kötüydü. Yanmak en kötü şeydi.
Bir süre odanın içinde dolandım. Pamir damganın yapıştığına emin olmuş gibi buz torbası uzattı. Evet, bir hayli memnun görünüyordu. Torbayı elinden sertçe çekip aldıktan sonra yatağa oturup torbayı enseme bastırdım. O ilk temas bana bir küfür ettirdi ama sonrası daha iyiydi. Yavaş yavaş acım geçiyordu. Biraz olsun rahatlamıştım.
"İyi misin?"
Öfkeyle baktım ona. "Ne demezsin, harikayım görmüyor musun?"
"Sevindim. Üzerini değiştikten sonra aşağıya in, en son da Kamelya seni gördükten sonra evine gidebilirsin."
"Baş üstüne Pamir hazretleri..."
Yüzüme beni deli eden bir gülümsemeyle arkasını dönüp odadan çıktığında, "Domuz," diye saydırdım arkasından. "Pislik herif."
Biliyorum bunu yapması gerekiyor ama saydırmak stres attırıyor diyelim.
Toparlanıp üzerimi değiştikten sonra aşağıya indim, Pamir Bey'in söylediği gibi Kamelya Melikzade beni salonda bekliyordu. Ben salona girmeden önce Pamir Bey ile konuşuyordu, Pamir Bey beni farkedince o da farketti ve sustular. İkisi de yönlerini bana doğru çevirince oraya gitmem gerektiğini anladım.
Tam karşısına geçip durduğumda, Pamir'in yanından sıyrılıp bir adımda aramızdaki mesafeyi kapattı ve sol elimi avucuna alıp yukarıya kaldı. Efsunlu mavi gözleri çığlık atan sirenlerinin yardımıyla beni alıp derinliklerine çekiyordu. Elimi yukarıya kaldırdı ve bileğimdeki yılana bakarken, yüzünde eşsiz bir tebessüm peyda oldu. Başını kaldırmadan mavi irislerini gözlerime diktiğinde, bir an nefesim kesilecek sandım. Sanki dokunuşları beni efsunluyordu. O, kesinlikle efsunkâr bir kadındı.
Elimi geri bıraktıktan sonra işaret parmağını havaya kaldırıp döndürdü. Bundan anladığım kadarıyla ensemi de görmek istiyordu. Ben hiç görmek istemiyorum. Yavaşça arkamı döndüm, kazağın boynunu çekiştirdi ve damgaya baktı. İki parmağı o madalyon dövmenin üzerinde gezindi ve az sonra kazağımın yakasını bıraktı. Rahatsızca yakamı düzelterek arkamı döndüm ve yine onun eşsiz güzellikteki gözlerine baktım.
"Yarın geceye kadar tüm işlerini bitir," dedi gözlerimin içine bakarak. Sanki her şey normalmiş gibi anlatmaya devam etti. "Sabaha kadar burada olacaksın, seni hazırlayacağız. Beşte Pamir ile beraber yoldan çıkacaksın. Seni son durağına götürecek."
Sadece sıkıntılı bir soluk alıp verdim ve başımı aşağı yukarı salladım. "Şimdi gidebilirsin," dedi, yüzünde donuk bir gülümseme ile. Son bir kez Pamir'e baktım, sinirli ifadem ile. Sonra arkamı döndüm ve hızla salondan çıktım. Arkamdan gelen bir adım sesi de yoktu. Umrumda değildi. Hayatım bitti.
Benim hayatım bitti!
Buraya kadar...
Aslında Kamelya için canımı ortaya atıyorum diye bakmamalıyım bu olaya, sonuçta ben onun için değil Ayşe için yapıyorum.
Bu düşünceyi ara sıra zihnime yüklüyorum ki, amacımı unutmayayım. Unutup ta vazgeçmeyeyim.
Kapı önüne geldiğimde hizmetli kadın paltomu getirmişti. Elinden kabaca alıp kendimi dışarıya attım. Ev öyle karanlık ve boğucuydu ki... Belki de beni boğan şey sadece bunlar da değildi.
Beni getiren araç ta hemen evin önünde bekliyordu. Şoför beni görünce hemen arka kapıyı açtı. Hızlı adımlarla araca doğru yürüdüm. Şafak söküyordu. Güneş, neredeyse doğmak üzereydi. Fakat acelem varken yine bir engel dolandı bana. Kolumdan sıkıca kavrayan bir el beni olduğum yere çivi gibi dikti ve bu yetmemiş gibi gerilen bedenimi kendisine doğru çevirdi. Öfkeli bakışlarım haki yeşili gözlerini bulunca, ne var der gibi baktım ona.
"Ben işimi yapıyorum, bana tavır almanı gerektirecek hiçbir şey yapmadım."
Güldüm. "Bir gün sonra öleceğim. Artık bunun hiç bir anlamı yok, anlamıyor musun? Neden kendini açıklamak zorunda hissediyorsun ki?"
Söylediklerim ona da mantıklı gelmişti. Bakışlarını gözlerimden alıp ağaçlık alanda gezdirdi, çenesinin gerildiğini alacakaranlık havada bile görebildim.
Kolumu sertçe çekip elinden alırken, "Tutmana gerek yok," dedim, o tilki gözleri tekrar gözlerime ilişti. "Zaten bu gece de geleceğim, kendi kendime teslim olacağım merak etme." dedikten sonra bir şey söylemesini beklemeden hızlıca arabaya doğru gittim. Paltomun eteklerini toplayarak geçip arka koltuğa yerleştim ve şoför, camı siyah filmle kaplı olan kapıyı kapattıktan sonra o tarafa baktım ancak sadece birkaç saniye geçmesine rağmen Pamir ortalıklarda yoktu.
Daha fazla kafa yormak istemiyordum. Son günümü doyasıya yaşmak istedim; fakat biliyorum bir günde doyulmaz hayata. Hele ki, hiç yaşamamış bir insan olarak.
Önce ev işini hallettim. Şehrin merkezinde bir sitede dubleks bir daire satın aldım. İşlemleri hemen bitirmek adına hızlandırmaya çalıştığım sırada adamlar benden gereksiz yere şüphelendi. Bir günüm ve halletmem gereken bin sorunum var dayıcığım, ne yapabilirim?
Evi kendi adıma aldım ancak benden sonraki verasesi zaten Ayşe idi. Geri dönüp bir de evden evrak alacak vaktim de yoktu, yoksa doğrudan evi onun adına geçirecektim. Sitenin güvenliği bayağı iyiydi, gözüm arkada kalmasın istedim ancak benim başınabuyruk kızım elbet başını derde sokacak bunu biliyorum.
Kalan parayı Ayşe ile ortak hesabıma yatırdım. Böylece istediğimiz an kartla çekip kullanabilecektik. Benim için sadece bugünlük, onun için ömürlük bir garanti. Ara sıra onu aradım, hem de üç kez ancak telefonu çalmasına rağmen açmıyordu. Ya uyanmış ta bana küsmüş olduğu için açmıyordu, ya da henüz uyanmamıştı.
Bir taksiye atlayıp eve doğru yola çıktım. Belki ona sürprizler yaparak gönlünü alabilirdim.
Senin gönlünü kim alacak Nilay?
Bu umrumda değildi ki... Son gününü yaşayan birinin en son düşünmesi gereken şey bu. Sadece anı yaşayacağım, normal bir günmüş gibi ama devamı varmış gibi. Kısacası bugün "mış⁴" gibi yapacağım.
Taksiyi evin önünde durdurup beklemesini söyledim, zaten az sonra Ayşe'yi alıp götürecektim. Yeni ev, yeni eşyalar, yeni bir hayat... Kısacası artık ona ne isterse verebilirim.
Önce kapıyı tıklattım fakat birkaç kere daha çalmama rağmen kapıyı açmamıştı, üstelik içeriden ses de gelmiyordu. Anahtarımı çıkarıp kapıyı açtım ve ona seslenerek içeriye geçtim.
"Ayşe'm, evde misin?"
Seslenişim de yanıtsız kaldı. Heyecanlıydım, onunla geçirecek birkaç saatim kalmıştı ve ben onun mutlu olduğunu görmek için sabırsızdım.
Koridordan geçip salona, oradan da odasının önüne geldim. Odasının kapısı kapalı olduğu için içeride olduğunu düşündüm. Kapının cam kısmına parmaklarımın üzeriye iki defa vurdum. "Kızım, orda mısın?"
Yine ses gelmeyince, "Giriyorum," dedim ve kapıyı açıp içeriye daldım. Yatağı boştu, dağınıktı. Kalktığı gibi bırakmıştı ve onun dışında her şey yerli yerindeydi. Salon da tıpkı yatak odası gibi boştu.
"Hayır ya, bana küsüp evden gitmiş olamazsın," derken, sehpanın üzerindeki telefonunu görüp elime aldım. Daha sonra ise botlarının ve montunun da koridorda olduğunu hatırladım. Önce kendi odama baktım ve ondan sonra banyo kapısına yaklaştım. İçeriden çok hafif de olsa bir su sesi geliyordu, yalnız yaklaşınca farketmiştim. Yine girmeden önce kapıyı tıklatmayı denedim. "Bebeğim, orda mısın?"
Zihnim kötü düşüncelerin esareti altına alınınca, tüm sabır dürtülerim bedenimi son hız terk etti. Kapıyı açtığım gibi içeriye bir adım attım ve etrafta dolanan bakışlarım, nihai sonda hedefini buldu. Hayır, bunun benim kötü düşüncelerimle bir alâkası yoktu. Bu, benim düşünebileceğimden daha korkunç bir görüntüydü. Duş başlığının altında, yerde cansız yatan bedeni beni infilak ettirdi. Bu görüntü bir abla, hatta bir anne için dünyanın en beter şeyiydi öyle değil mi? Çığlık atmam, ağlamam gerekiyordu. Ben hiçbirini yapamıyordum. Ben, boğazımı biri sıkıyormuşçasına nefessiz ve apansız kalmıştım öylece. Geri dönüşü olmayan bir yola giriş sebebimdi, yaşama sebebim, sabahlara inancımdı, umudumdu o benim.
Bittiyse söyle yıkılayım, fakat henüz bitmemişse, zaten yıkılacağım...
|
0% |