@hadizade
|
Bir annenin vermesi gereken tepkiyi verdim, kalbimin nasıl acığını tarif edemezdim. Göğsüme büyük bir adamın indirdiği balyoz darbesini hissedebiliyordum üstelik bunu sadece bir kez değil, defalarca kez yaptığını da... Kulaklarımdaki uğultu, beynimin içinden geçen o şok dalgasıyla açıldı ve ben yere akan su seslerini duymaya başladığımda, çoktan dizlerimin üzerine çökmüş onun üst gövdesini kucağıma almıştım. Kendimi toparladım ve soğukkanlı olmaya çalıştım. Bir elimle bileğinden nabzını ölçerken, diğer yandan iki parmağımı şah damarına yasladım. Nabzı yavaş ta olsa atıyordu. Bu, benim için bir umut daha var demekti.
Hayır onun için değil, benim için.
İyi biri olmam için.
Üzerini havluyla sardıktan sonra onu kucağıma alıp dışarıya çıkardım. İyi ki, taksiciye beklemesini söylemiştim. Bazen farkında olmadığımız şeyler hayat kurtarırdı.
Bizi böyle görünce hemen araçtan inip sıraya dizdiği sorularıyla beraber arka kapıyı açtı. Ayşe'yi kucağımdan indirmeden arka koltuğa yerleşip, "Hastaneye," dedim nefes nefese. "Hemen en yakın hastaneye, lütfen!"
Benden daha telaşlı hâlde sürücü koltuğuna yerleşen taksici, bizi hızla hastaneye yetiştirdi. Acilden sedyeyle aldılar Ayşe'yi. Ben koridorda bir haber beklerken, öne doğru eğilip ağrıdan çatlamak üzere olan kafamı ellerimin arasına almış, içimden onun için dua ediyordum.
Daha önce defalarca kez duyduğum bir insan yine bana seslenince, başımı kaldırıp koridorun solundan bana yaklaşan Pamir Karahan'a baktım. Yüzünde ilk defa bu denli bir endişeye rastlıyordum. Her zamam ifadesiz, umursamaz görünürdü ama bu sefer öyle değildi.
"Nilay, ne oldu?"
"Fenalaştı," diyebildim zarzor da olsa. "Bilmiyorum, hiç bilmiyorum. Sadece bekliyorum, elimden hiçbir şey gelmiyor!" diyip ayağımı sinirle yere vurdum ve kendi eksenimde döndüm.
Omzumda hissettiğim eline baktım. "Nilay, sakin olmaya çalış. Belki aç kalmıştır ve kan şekeri filan düşmüştür."
Gözyaşlarımı silip yavaşça arkamı döndüm. O haki yeşili gözlerinin içindeki merhamet kırıntılarını gördüm ki o kırıntılara Kamelya'nın gözlerinde rastlayamamıştım.
"Aslında dün biraz tartıştık, bana kızınca yemek yemiyor zaten. Haklı da olabilirsin ama durumunu da biliyorsun. Var ya... Ödüm koptu bir şey oldu diye. Onu öyle yerde görünce..." derin bir nefes verip sözlerimi yarıda kestim.
"Kötü düşünme," dedi hemem. "Bir şey olacağını zannetmiyorum. Hastalığın ileri evresinde de değil, geç kalmadık merak etme."
"Umarım dediğin gibidir, umarım."
Bir kapı açılma sesi ve çıkan doktoru görür görmez karşısına geçtim. "Durumu nasıl? İyi mi?"
"İyi, biraz halsiz düşmüş. Şimdilik korkulacak bir şey yok ancak ilaç tedavisine bir an önce başlanılmazsa, kötüye gidebilir. Geçmiş olsun." dedikten sonra yanımdan uzaklaşırken, kır saçlı doktorun arkasından öylece bakakaldım. "Onunla ilgilenemeyeceğim, sahiden değer mi buna? Ona kim bakacak?"
Yanımda bir tek Pamir Bey vardı ve o da sorularımı üzerine alınıp cevap verdi. "Ben halledeceğim, gözün arkada kalmasın."
Omzumun üzerinden geriye dönüp, onun haki yeşili keskin gözlerine baktım ve hafifçe tebessüm ederek, başımla onayladım.
Ayşe'nin yanına gittim. Onu öyle hasta yatağında görmek istemiyordum bir daha, bu yüzden yine kötü hissettim kendimi. Zaten benim kötü hissettiğim zamanlar, sadece onun kötü hissettiği zamanlardı.
Yatağın kenarına oturup elini avucuma aldım ve dudaklarıma bastırdım. "Ayşe'm, canım. İyisin, değil mi?"
Büyük kahverengi gözlerini yeniden açtığında, dünyam yine renklendi ve yüzüm güldü. "Mama..."
"Mama ölür senin için, söyle bebeğim."
"Deme öyle," dedi ve yutkunurken zorlandı. "Su istiyorum, su verir misin?"
Hemen etrafıma baktım ama odada sürahi, su şişesi falan yoktu. Hemen ayağa kalkıp, "Biraz bekle, getiriyorum şimdi." dedikten sonra odadan çıkmak için kapıyı açtım ve bir anda burun buruna geldiğim Pamir Bey'e baktım. Elindeki iki su şişesini ve iki sandviçi bana uzattı ve, "Zamanın daralıyor," dedi. "Onunla bir an önce vedalaş, ya da vedalaşmadan gel. Karar senin. Gerisini ben halledeceğim."
Su ve sandviçleri aldım, "Tamam, birazdan geliyorum. Onu son kez uyutmak, ona sevdiği ninniyi söylemek istiyorum. Lütfen biraz daha bekle."
Sadece başını yavaşça eğerek beni onayladı ancak gözleri bana "gecikme, yoksa sonuçlarına katlanırsın" diyordu. O uzaklaşınca, ben tekrar içeriye döndüm ve Ayşe'nin yanına oturdum. Elimdekileri komodinin üzerine bıraktıktan sonra Ayşe'nin doğrulup oturmasına - her ne kadar istemese de - yardımcı oldum. Suyu kana kana içerken onu izledim.
O mor menekşe olan dudakların, yeniden gül rengine dönsün diye öleceğim ve sen bunu hiç bilmeyeceksin.
"Of, çok susamışım! Ne oldu bana? Hiçbir şey hatırlamıyorum."
"Banyo yaparken bayılmışsın ama bir şeyin yok merak etme. Bundan sonra da hiçbir şey olmayacak, izin vermeyeceğim."
"Bana kızgın değil misin?"
Gülümseyerek başımı iki yana salladım. "Değilim, ben sana hiç kızgın, ya da kırgın kalamam. Sanki bilmiyorsun..."
O da güldü ama o kadar yorgun güldü ki, ben o gülüşün enkazında ezildim. "Biliyorum, ama seni kırdığımı da biliyorum. Bazen çok kaba oluyorum ve bana bir tek senin katlanacağını da biliyorum..."
"Farkında olman güzel, en azından pişman oluyorsan, telafi edebilirsin demektir. Ya hiç pişman olmasaydın?.."
İşte bunu gerçekten kötü insanlar yapar.
"Mama," diyerek elimi tuttu, ilgiyle gözlerine baktım. Dudaklarından devrilen kelimelere kurban edecek sadece bir canım vardı ve ben bu konuda hiç cimri davranmadım.
"Efendim güzelim."
"Beni hiç bırakma olur mu?"
Yüzümdeki gülümseme silindi, göğüs kafesimde yoğun bir basınç hissettim. Biri oraya bastırıyormuş gibi bir ağırlık ve kalbimde bir sızı... Nasıl söyleyebilirdim ki ona? En iyisi hiç uzatmadan, Pamir Bey'in söylediği gibi yapmaktı. Asıl veda edersem buna yüreğim dayanmazdı. Ansızın gitmeliydim.
"Canım benim," diyip yüzünü okşadım ve burukça gülümsedim. Ona, seni hiç bırakmayacağım, diyemedim, eskisi gibi. Keşke böyle olmasaydı ama bana başka yol gözükmüyor. Ne yaparsam yapayım ayrılacağız zaten.
Gidersem ben öleceğim, kalırsam sen ve ben senin ölmene katlanamam ama sen benim yokluğumla başa çıkabilirsin.
"Hadi biraz uyuyalım, tamam mı?" derken içim sızladı ama yüzümde koskocaman bir gülümseme vardı, soğuk bedenini içeriden ısıtmaya yetecek kadar.
Yanına girdim ve ona sarılıp, doya doya öpüp kokladım. O farkında olmadı ama ben, onunla vedalaştım. Ona ninni söyledim, koynumda son kez uykuya dalışını izledim. Sessizce akan gözyaşlarımı sildim ve acımı içime gömüp, onu sessizce terk etmek istedim. Lakin, farkında olmadan ben de uyuya kalmıştım. Ta ki, biri kolumdan çekip uyandırana dek. Hemen gözlerimi açıp, koluma yapışan eli diğer elimle tutup burktum ve Pamir Bey'in sert bakışlarıyla yüzleştim. "Ne yapıyorsun?" diye bağırdı sessizce. Dişlerini birbirine sıkıyordu. Hemen bırakıp, uyuya kaldığımın farkına vardım.
"Böyle insan mı uyandılır?" diye sitem ettim, "insan gibi dokun sen de!"
"İnsanlar birbirini nasıl uyandırıyor hiç umrumda değil, sen insan filan değilsin. Kalk hadi!" diyip arkasını döndü ve uzaklaştı.
Arkasından taklidini yaptım. "Sön önsön döğölsön, gıcık şey. Asil sen insan değilsin!"
Tabii bunları sessizce söyledim, ne o duydu, ne de Ayşe.
Yataktan sessizce çıktım ve onun üzerini örtüp, alnına minik bir veda busesi kondurdum. "Elveda Ayşe'm, elveda güzel bebeğim."
Eşyalarımı alıp, parmak uçlarında terk ettim odayı. Dışarıya çıktığım an Pamir Bey yine kolumu tutup çekiştirmeye başladı.
"Çekiştirip durmasana!"
"Acele et o zaman! Geç kalıyoruz diyorum sana!"
"Ama böyle çekiştirmeye devam edersen, ben sana dalacağım ve bu sefer daha çok geç kalacağız!"
Durup yüzüme eğildiğinde, ona sinirli gözlerle baktım. "Benim de elim armut toplamıyor Nilay Hanım! Dalarsan, boğulursun!"
"O kadar korktum ki, anlatamam. Bak şuan dizlerim titriyor!"
Bıkkın bir soluk verip kolumu bırakmadan yürümeye devam etti. Bense her ne kadar bu hareketine gıcık olsam da, peşinden gittim. Zaten oraya gidecektim, böyle veya başka bir şekilde. Farketmez. Sonum belli sonuçta, öyle değil mi?
Siyah Mercedes'inin kapısını açıp, beni fırlatır gibi oturttuğunda, öfkeli bir soluk verdim. "Şurada fazladan birkaç dakika yaşayalım dedik, ona bile izin yok!"
Kapıyı açıp hızla sürücü koltuğuna yerleşti ve arabayı çalıştırdı. "Aynen, Kamelya da onu diyordu zaten. O kadar parayı da yaşayasın diye vermedi, ölesin diye verdi."
"Hayat ona güzel zaten!" diyip önüme döndüm.
Bir süre sonra, "O kadar emin olma," dedi, "bebeğini kaybetmiş ve her an öldürülme riskiyle yaşayan bir anne ile kendi hayatını kıyaslaman ne kadar doğru?"
Gülerek ona dönüp profiline baktım. "O odada yatan kız var ya, hani beni yanından çekip aldığın... O benim evladım! Evet doğurmadım ama ben ona annelik yaptım! Ben çocuk olmadım, çocuk baktım! Ben genç olmadım, genç kız yetiştirdim! Kamelya bebeğini karnındayken kaybeden milyonlarca kadından biri. Üstelik, o, benim gibi çaresiz değil, bak, beni gönderiyor ölüme kendi yerine! Plana baksana sen!"
"Boşversene!"
"Kendine ikizi gibi benzeyen bir kadın buluyor ve tonla para verip, benim yerime öl diyor. Parası olmasaydı yapabilir miydi bunu? Yalnız, itiraf edeyim ki, şaşırtıcı derecede güzel tezgâh. Ha, sonra ne yapacak orasını ben bilemem, neticede öleceğim."
"Nilay, bi' sus."
"Mezarıma gelir anlatırsın belki... Gerçi onu da bilmiyorum ya, mezarım olacak mı?"
"Nilay..."
"Elbette olmayacak, benimki de soru. Atilla mıdır, nedir, o vahşi adam beni pişirip yiyecek mi onu da bilmiyorum. Neidüğü belirsiz bir kuyuya düşmüşüm, sallana sallana..."
"Ya bir sus!" diye bağırdığında, ona kocamam açtığım gözlerle baktım.
"Ne bağırıyorsun ya?!"
"Sen de bağırıyorsun!"
"Önce sen bağırdın!"
Elini direksiyona vurdu. "Sırası mı sence şu an? Çok müsait bir an mı bu kavga için?"
"Sanki önümde asırlar mı var? Yarın, belki de bu gece öleceğim, son anlarımı sana saydırarak geçirmek istiyorumdur belki?"
"Nilay, atarım seni şu arabadan!"
"At hadi, Kamelya hanımcığına ne hesap vereceksin bakalım!"
"Haklısın," dediği an, sakinliğine şaşırdım. Kesinlikle hayra alamet değildi. "O da seni bekliyor zaten. Bir an önce seni Atilla'nın dünyasına gönderelim de..."
"Anlamadım? Atilla'nın dünyası derken?"
"Gidince göreceksin."
Ne sözlerindeki, ne de sesindeki tehlike umrumda olmamalıydı. Zaten ölmeyi kabul etmemiş miydim? Daha fazla ne olabilirdi ki? Ölümden daha kötü ne olabilirdi? Şayet ölmekten korkmadan bu teklifi kabul etmişsem, hayatta kalacağım derecede yaşayacağım her şeye razı olmalıyım. Belki yaşarım, belki öldürmez beni. Belki de, Kamelya'ya olan öfkesi, onun karakterinden dolayıdır, aynı kişi değiliz ki. Ben onun gibi konuşmuyorum, onun gibi dokunmuyorum ve onun gibi hareket etmiyorum. Ona, ben Kamelya değilim, diyemem ama belki, o kendi farkeder ve beni öldürmez. O zaman benim suçum olmaz, öyle değil mi?
Arabada muhtemelen sonuncu dakikalarımı Pamir ile tüketiyordum. Evet, artık ondan bahsederken Bey demeyeceğim çünkü saygı duymuyorum! Son dakikalarımı da bu gıcık ile geçirdiğim için fazlasıyla mutsuzum, keşke daha efendi, aklı başında biriyle geçirseydim ama elimizde bir tek bu var. Her neyse.
Bu defa gözlerim bağlanmadan Kamelya'nın evine geldim. Nasıl olsa son yolculuğum ve kaçamam diyerek böyle getirmişti sanırım. Malum, bundan sonra ölüyüm... Arabadan indiğinde, ben de peşi sıra indim ve beraber evin kapısına yaklaştık. Asyalı hizmetli hanım kapıyı açıp, bizi içeri buyur etti.
Pamir doğrudan salona doğru ilerleyince, peşine düştüm. Sanırım benimle daha fazla muhattap olmak istemiyordu. İsabet olmuş. İkimiz de salona girince, Kamelya Hanımı cam kenarındaki koltukta düşüncelere dalmış halde bulduk. Onun bileğindeki yılana ve kendi bileğimdekine baktım, tıpkısının aynısıydı. Dövmeler, göz rengi, kıyafetler, parfüm, bunlar aynısı olabilir... Ya diğer özelliklerimiz. Onlar da aynı olacak mı? Sanmıyorum.
Biri biraz geç farketti. Sahi ya, duymuyordu. Bu kadar zengin bir kadın, bir çare bulamaz mıydı? Demek ki, paranın da satın alamayacağı bir şeyler hâlâ varmış.
Yanlış anlaşılmasın, para iyidir!
Bizi farkedince, gözleri ilk Pamir'e sonra bana ulaştı ve çabucak ayağa kalkıp, yanımıza geldi. "Ah, hoşgeldin sevgili Nilay! Ben de seni bekliyordum." Dudaklarını renklendiren bordo ruju ve o dudakların arasından parlayan kar beyazı dişleriyle gülümseyince, bana masallardaki kötü cadıları andırıyordu. Onlar bu kadar güzel değildi. Sadece bu da değil, uzun bordo rengi tırnakları ve soluk denemeyecek kadar parlayan açık renk teniyle, o, karanlıkta âdeta Ay gibi parlıyordu.
"Hoş buldum." dedim yarım ağız. Şu durumda ne demem gerektiğini ve nasıl bir tavır takınmam gerektiğini gerçekten bilmiyordum.
Ellerimi avuçlarına aldığında, teninin benimki gibi soğuk olduğunu farkettim. Az önce ellerine düşen bakışlarım, tekrar eşsiz güzellikteki gözlerine ulaştığında, gökyüzünün okyanusa yansıması gibi garip ve bir o kadar da etkileyici renkteki gözlerinin nefesimi kesebileceğini hissettim. Onun gözleri, bakışları beni heyecanlandırmaktan öte, âdeta sürüklüyordu.
"Hazır mısın?" diye sordu.
"Ne... neye... hazır mıyım?"
Bu an küçük bir kötü kadın kahkahası attı ve güzüme biraz daha yaklaşırken, kocaman açtığı gözleriyle büründüğü ifade tüylerimi ürpertti.
"Buraya neden geldin, Nilaycığım? Başına ne geleceğini bilmiyor musun?"
Şu durumda dalga geçercesine konuşması hoşuma gitmese de, kendimi toparlayıp düzgünce cevapladım. "Ölmeye geldim, sizin için."
Sağ elimi bıraktı ve sol eli, omzumdan aşağıya dökülen saçlarımda gezindi. Sanki kendi kendini inceliyormuş gibi bir hâli vardı, aynaya bakarmış gibi.
"Aferin," derken, sesi fısıltı gibi çıktı. "O zaman hazırsan, seni Atilla'nın yanına gönderelim."
Tüm cesaretimi topladım ve başımı ağır ağır aşağı, yukarı salladım. Onayımı alır almaz elimi bıraktı ve bir adım geriledi. Efsunkâr gözleri hemen arkamda duran Pamir Karahan'ın gözlerini bulduğunda, ne olduğunu anlamadığım birkaç saniye yaşandı ve her şey tam olarak o birkaç saniyenin içinde sığdı. Boynuma sıkıca sarılan büyük ve güçlü bir kol, sadece sabit durmam için baskı yaparken, direnmemem gerektiği hâlde direndim. Beni hayata bağlayan damara sızan ince bir metalin uçuk sızısı ile dişlerimi birbirine sıktım, gözlerimin önünde onun görüntüsü vardı. O, başıma getirdiği her şeyi saniye saniye izliyordu.
Pamir beni bıraktığında, dizlerimin bağı çözüldü ve ben, bacaklarımı hissedemedim. Yere oturmuştum, ancak vücudum uyuşuyordu. Sanki azar azar siliniyordum bu dünyadan. Ellerimle bacaklarıma dokunuyor, fakat onları hissedemiyordum. Sonra işitmemeye başladım, kulaklarımda yoğun bir gürültü vardı ancak hiçbir şey anlaşılmıyordu. O evdeydim ama değildim de aslında. Var idim, ama yoktum da.
Ben değil, etraf değişiyordu. Her göz kırpışımda, bir değişiklik daha oluyordu. Ellerimle kulaklarımı kapattım, çünkü şimdi duyduğum tek şey dayanılması zor çığlıklar veya çan sesleriydi.
Gözlerimi kapattım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Acı çekince insan bağırmaz mıydı... Kendi sesimi bile duymadığımı farkedince durdum ama bu, beni öyle büyük bir dehşete düşürdü ki, küçük bir kız çocuğu gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.
Tenimi kesip geçen rüzgârı hissediyordum. Bu, ölüm yeli gibiydi. Bedenim devrildi, kaburgalarımın iç içe geçerek sızladığını, etime batarak dışarıya çıkmak ister gibi büyüdüğünü hissediyordum. Belki de hepsi bir hayalden ibaretti, öyle bir şey olmuyordu ve ben, öyle hissediyordum. Kafamın içindeki acıyı, vücudumun her hangi bir yerine iterek zihnimi azad etmekti amacım. Karşı gelmeye çalıştıkça daha çok ağrıyan başım ve hıçkırıklara boğulurken, her an daha çok bastırmaya çalıştığım göz kapaklarımla... İliklerime kadar inen soğuğu hissediyordum.
Anne karnındaki o korunmaya muhtaç zavallı cenin hâlimden farksızdım; ancak şuan, beni koruyan bir rahim yoktu. Issız bir çöl kadar sessiz, kutuplar kadar soğuk bir yerdeydim. Damalarlarımda akan kanın yavaşlayarak donduğunu düşündüm, öyle hissettirecek derecede güçlük bir soğuk veya çok yakınlarda fırtına vardı.
Başımdaki ağrının azar azar geçtiğini hissediyordum. Bir yerin ağrıyınca manâsı yokmuş dersin ya her şeye, o ağrı geçince en mutlu insan sen olursun, içimde öyle anlamsız bir sevinç oluştu. Sanki birazdan daha kötülerini yaşamayacakmışım gibi...
Kafama bastırdığım kollarımı gevşettim. Yerde yatıyordum ama nerde?.. Elimi yerde gezdirirken, göz kapaklarımı yavaşça aralamaya çalıştım. Avucuma dolan karı hissediyordum, tenimi kesen o soğuğun nereden geldiğini şimdi anlıyordum. Beni ne zaman dışarıya, karların üzerine atmışlardı ki? Hem de ormanın ortasında, birbaşıma bırakıp gitmişlerdi.
Doğrulup oturunca, bedenimdeki acıların da geçtiğini farkettim. Etrafıma bakarken, yerden destek alarak ayağa kalktım. Etrafta sadece dizlerime kadar gelen karlar ve o karlarla kaplı ağaçlar vardı. Bir yön, bir iz yoktu. Tek bir ayak izi bile yoktu; ki bu baktığım ilk şey olmuştu. Karlar ayak izlerini kapatacak kadar yağmışsa, benim üzerimi de örtmüş olmaz mıydı?
Kendi eksenimde dönüp durdum ancak daha fazla burada durursam, donarak ölecektim. Yürümeye başladım ama adım attığım an, dizlerime kadar ulaşan karı hissettiğimde durup, aşağıya baktım. Ayaklarım çırılçıplaktı, karlar parmak aralarıma doluşuyordu. Üzerimde benim kıyafetlerim yoktu, yerlere kadar uzanan, siyah astar üzerine bordo renk uzun tüllerden yapılma bir elbise vardı. Yarasa kollarının uçları da yere kadar uzanmıştı, ancak sırtımda siyah bir pelerinin olduğunu farkettiğim an, gözüme çarpan ilk şey tırnaklarım oldu. Onlar tıpkı Kamelya'nın tırnakları gibiydi, ne ara yapılmıştı... Hayır, bunlar takma tırnak filan değildi. Kendi tırnaklarım olduğuna da emindim. Pelerinin kapüşonunu kafama geçirdim ve karlara bata çıka koşmaya başladım. Buradan bir an önce gitmeliydim.
Kafamın üzerinden ötüp geçen kara bulutlar olduğu halde, her yerin bembeyaz olması karanlıkta bile yolumu bulmamı sağlayabilirdi. Gece olmadan yolu bulmalıydım, yoksa kurtlara yem olabilirdim.
Sahi, gece değil miydi? Ne araba sabah olmuştu?
Kar, kara bulutlarla kaplı gökyüzü ve ağaçlar haricinde bir şey görememiştim. Dakikalarca, hatta saatlerce koştum. Ancak dönüp dolaşıp yine aynı yere çıktığımı farkettiğimde, yorgunluğun vermiş olduğu ızdırapla dizlerim kırıldı ve yere çöktüm. Ellerimi dizlerimin üzerine koyup, nefes nefese halde etrafıma baktım.
Neredeyim ben?
"Bu olamaz... Olmamalı... Aynı yerde miyim yine?" Dayanamadım ve, "Kimse yok mu?!" diye bağırdım. "Bana yardım edin!"
Dakikalar geçti. Tek bir ses yoktu. Sanki koca bir dünyada tek kişiymişim gibi, sesim yankılanarak kendime dönüyordu. Gücümü toplayıp ayağa kalktım ve rastgele bir yönde yürümeye başladım. Umut her zaman vardır ve umut varken, donarak ölmeyi bekleyemezdim.
Yürümek yetmedi, elbisemin eteklerini kaldırdım ve hızlıca koşmaya başladım. Pes edip kurtların, yaban domuzlarının yemi olmaya hiç niyetim yoktu!
Durmadan koştum, yoruldum ve elimi bir ağaca yaslayıp nefeslendim. Tekrar elbisemin eteklerini kaldırdım ve koşmaya devam ettim. Ta ki, bir açıklığa ulaşıp ta, ormandan kurtulana dek. Fakat etrafa iyice baktığımda, buranın yine aynı yer olduğunu görüp, bıkkınca soluyarak yere oturdum. O kadar koşmuştum ki, soğuğa rağmen alnımda boncuk terler oluşmuştu ve şimdi o ter damlaları da buz gibi yanaklarımı yalıyordu. Elimin tersiyle alnımı sildim.
"Kahretsin," diye sızlanırken, ciğerlerimin sızladığını hissediyordum. Bu iğrenç bir histi ve burnumdan soluyunca da, bu sefer de burnumun içi sızlıyordu. Sırtüstü uzanıp, nefes nefese gökyüzüne baktım. "Hiçbir şey doğru değil... Her şey çok garip. Tüm yollar neden buraya çıkıyor? Neden donarak ölmedim? Neden ölüm uykusu beni koynuna almadı, Tanrım? Bana yardım et!"
Gökyüzüne bakarak monolog halinde söylenirken, bir at kişnemesi ile doldu kulaklarım. Gözlerim irice açıldı ve hemen kişnemenin geldiği yöne doğru baktım ama yön net değildi. Ses etrafta yankı yaptığı için, tam olarak nereden geldiğini anlamak zordu; ama sonra onu gördüm. Tam önümden, siyah bacaklarının altındaki gri nallarıyla karlara bata çıka koşarak bana doğru gelen atı gördüm. Atın üzerinde net göremediğim, öne doğru eğilmiş biri vardı. Siyah pelerini rüzgârda uçuşuyordu. Başını ve yüzünü siyah bir şalla sarmıştı, sadece gözleri görünüyordu. Atın yularını sıkıca kavramış, atı ustaca yönlendirerek bana doğru yaklaşıyordu.
Bense ağzım ve gözlerim şaşkınlıkla irice açılmış, yerde sere serpe oturmuş halde onun bana doğru gelişini seyrediyordum. Onun kim olduğunu bilmiyordum, düşman mıydı, dost mu hiçbir fikrim yoktu. Temkinim beni hemen ayağa dikti ancak kaçmadım veya gerilemedim. Etrafta ondan başka kimse yoktu, belki bana yardım edebilirdi.
Bana yaklaşırken atın yularını kendine doğru çekip durdurdu. Hayvanın ön bacakları havalanırken, bir an üzerime basacak sandım ama o, hayvanı yan döndürüp eliyle gövdesine hafifçe vurarak sakinleştirdi. Üstten bakışlarını gözlerime diktiğinde, nefesim kesilmiş gibi hissettim. Bir gözü siyah, dipsiz bir kuyu gibi simsiyahtı ancak diğer gözü sanki şeffaf bir cam gibiydi ama ortasında mavi bir hare vardı. Onun içinde bir siyah nokta olması gerekiyordu ama yoktu. Yüzünde gözüken tek yer gözleriydi ama gözlerinin yanı sıra, gövdesi de bürüklüğüyle bir hayli ürkütücüydü. Bir insandan çok daha büyük olduğuna emindim. Simsiyah, parlak derili atı da kendisi gibi fazlaca iri idi ve beraber oldukça ürkütücü bir görüntüye sahiplerdi.
"Bana yardım et," dedim hemen, ona yaklaştım ve elimi atın siyah saçlarında gezdirdim. "Burada mahsur kaldım, gidemiyorum. Kaçmaya çalışıyorum ama yapamıyorum. Dönüp dolaşıp yine buraya geliyorum."
Merhamet dilenen bakışlarım ürkütücü gözlerindeydi, sesini bile çıkarmadan öylece beni dinledi ve sözlerime son verdiğim an, hafifçe bana doğru eğilip elini uzattı. Her ne kadar onu tanımıyor olsam da, onunla gitmek burada donarak ölmekten daha cazip geliyordu. Bu yüzden elimi avucunun içine bıraktım ve o, hiç zorlanmadan beni yukarıya çekip, diğer eliyle de belimden kavrayarak, beni atın beline, kendi önüne oturttu. Tekrar atın dizginlerini eline aldığında, düşmemek için kollarımı beline doladım. Bu soğuğa rağmen bedeninin sımsıcak oluşu, çok garipti. Peleriniyle beni sarıp, göğsüne bastırdığında, tüm şansımı burada ona rastlayarak kullandığımı farkettim.
Bu esrarengiz adamın koynu sıcak bir yuva gibiydi.
Göğsü bir metre genişliğinde, omuzları bir insana göre fazlaca genişti. Yuları tutan ellerinde siyah eldivenler vardı, ancak ellerinin büyüklüğünü, kendi ellerimle kıyasladığımda ürkmemek elde değildi. Bu adam kimdi?
Ormanın içinden geçiyorduk, at deminkine nazaran daha yavaş ve temkinli ilerliyordu. Başımı hafif kaldırıp, omzumun üzerinden ona baktım. O, bir anlık bakışlarını gözlerime düşürdü ve ben hemen önüme döndüm. Çevremizde bizden başka hiç kimse yoktu, ne bir ev vardı etrafta, ne de başka bir canlı. Sessizliğin içinde sadece nalların altında ezilen kuru kar tanelerini ve ara sıra sert bir nefes ve kişnemeleri duyuyordum.
"Beni nereye götürüyorsun?" diye sordum, gözlerine bakamıyordum. O, yine susup hiçbir şey olmamış gibi durdu. Belki de dilsizdir, Nilay.
"Konuşamıyor musun?" diye sordum. Omzum ve sırtımın bir kısmı geniş göğsüne yaslıydı. Sanki o, bu garip yerde ve zamanda, tek dayanağımdı.
Cevap vermedi ve şaşırmadım bu defa. Her geçen saniye onun kim olduğuna dair merakım daha da artıyordu. Bedenimde gezinen korku tüm hücrelerimi yavaş yavaş ele geçiriyordu. Buranın neresi olduğunu bilmediğim gibi, beni atıyla bilmediğim bir yere götüren bu adamı da tanımıyordum.
Ben yolu bilmiyordum ama o biliyordu.
Ormanlık alandan nihayet çıkmıştık ve ben karşıya baktığımda, şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Burada, ormanın içinde, karların arasında şatoya benzer bir malikâne vardı. Beş katlı, köşelerinden yukarıya doğru uzanan kırmışı başlıklı minareleri ve iri siyah demir kapılarıyla, burası masallar diyarındaki prensin sarayına benziyordu. Taş duvarları ne kadar soğuk hissettirse de, içerisinin sıcak olduğuna emindim. Şaşkınlıkla dudaklarımdan birkaç nida sözcüğü devrildi. "Vay canına!.. Burası senin evin mi?"
O, yine konuşmadı.
Suskun prens artık sabrımı zorluyordu.
Yine de etrafta ondan başka yardım edebilecek birini görmediğim için, şimdi bana zarar vermediği müddetçe istediği kadar susabilirdi.
Atı bahçenin sol tarafındaki ahıra doğru yönlendirdi. Burada tahminimden çok daha fazla at vardı! Kahverengi, beyaz, siyah, benekli... Bir sürü at vardı! Dışarıya çıkmalarını engelleyen yarım, kahverengi kapıların ardından birkaçı kafasını çıkarmıştı ve bizi, daha doğrusu onları görünce hemen kişnemeye başlamışlardı.
Atları çok severdim ancak bu kadar yakından hiç görmemiştim ve dokunmamıştım da. İlk defadır ki, bir ata biniyordum. Gerçi tek değildim. Ahırın önüne vardığımız an yuları bırakmadan aşağıya atladı ve durup bana baktığında, ben onun bu kadar uzun olmasına bir kez daha şaşırdım. Ellerini belime koyup beni yavaşça aşağıya indirdi. Çıplak ayaklarım yere değer değmez yüzümü buruşturdum, kollarımı da vücuduma sarıp kendimi ısıtmaya çalıştım. Onun kollarıyla ısınmayı bırakan bedenim bir anda gerçeklikle yüzleşince şok dalgasıyla sarsıldı.
"Ben... Çok üşüyorum!" dedim. Çenem titriyordu ve dişlerim birbirine değince sesler çıkıyordu.
Boynundan bağlanmış olan pelerinini açtı ve sırtından alıp, benim sırtıma sardı. Bu yetmezmiş gibi, bir elini dizlerimin altından geçirirken, diğer eliyle sırtımı sararak beni kaldırdığında, korkarak omuzlarına tutundum.
Ben ilk defa bir erkeğe şu an muhtaç oldum ve ilk defa birinin bana bu şekilde yardım etmesine izin verdim.
Ağır ve büyük adımlarla evin büyük ahşap kapılarına yanaştı. Kapıların üzerinde kaldıramayacağıma emin olduğum derecede büyük tokmaklar vardı ve o, dizlerimin altından geçirdiği eli ile, o tokmaklardan birini kaldırıp, kapıya iki kez vurdu. Ben soğuktan morarmış eline bakıyordum, teni bronzdu ve ben sadece ellerini ve gözlerini görebilmiştim.
Çok geçmeden kapının sağ tarafı açıldı ancak içerisi fazlaca karanlıktı, hiç kimseyi göremedim. İçeriye adımladı ve kapı ardından kapanınca, biri var mı diye baktım; ancak içeride kimse yoktu. Dışarısı fazla aydınlık olduğu için, gözlerim karanlığa alışana dek pek fazla bir şey göremiyordum. O, yürüyordu ve ben, "artık bırakabilirsin" dediğim hâlde beni duymuyormuş gibi davranıyordu.
Geniş ancak pek de aydınlık sayılamayacak bir salona girdiğimizde, gözlerimi ondan alıp etrafta gezdirdim. Etraftaki eşyalar çok eski dönemlerden kalma gibiydi. Evin dışı gibi içi de bir sarayı andırıyordu. Dikkatimi çeken şeyler tavana değip aşağıya sarkan küçük melek ve şeytan heykelleri ve normalden çok daha fazla büyük olan şömineydi. Eşyaların demir olan kısımları gümüşten gibi parlıyordu. Şöminenin önünde yerde büyük bir kürk halı vardı. Sanırım o bir ayı postuydu...
Suskun Prens beni şömineye en yakın koltuğun üzerine bırakınca, hemen kendimi toparlayıp, elbisemin eteklerini çekiştirdim. Bir anlık göz göze gelince, camgözü beni yine ürküttü. O veya diğeri, siyah olan da fazlasıyla gizemli, karanlıktı. Geri çekilip arkasını döndü ve ben içerisinin de soğuk olduğunun, o yanımdan uzaklaşınca farkına vardım. Sırtıma sardığı pelerinine daha sıkı sarılarak, biraz da tedirginlikle baktım ona.
O ise şöminenin önünde diz çöktü ve yan tarafta hazır bekleyen odunları içeriye atmaya başladı. Salonun büyüklüğünü göze alırsak, bu kadar büyük bir ateşle anca ısınırdı ve o da bayağı bir ateş yakmıştı.
Her şey çok eski, daha doğrusu bir antika gibi görünüyordu. Tavan epeyce yüksekti ve köşelerini örümcek ağları sarmıştı. Evin o kadar ağır bir havası vardı ki, sanki senelerce cam, pencere açılmamıştı. Soluk aldıkça nefesim daralıyordu.
"Telefonunuzu kullanabilir miyim?" diye sordum, omzunun üzerinden bana bakınca yine bir ürkmedim değil. Garip bakıyordu bana, ne dedim ki ben şimdi? Etrafa bakındım. "Göremedim ama varsa ev telefonu da olur."
Ve onun ilk kez sesini duydum.
"Telefon ne demek?"
Şaşkın bakışlarımı ensesine dikdim. "Telefon işte, nasıl bilmezsin?.. Benim birini bulmam gerekiyor... Şu an neredeyiz?"
Artık cevap vermeye başlaması bile güzeldi.
"Sen buraya nasıl geldiğini bilmiyor musun?"
Sesi bile ürkünçtü adamın, hatta korkunç!
"Bilmiyorum. Bilsem sana sorar mıyım hiç? Nasıl geldiğimi de, şu an neden burada olduğumu da ve tam olarak hangi bölgede olduğumu da bilmiyorum. Belli ki, saatlerce uyutulmuşum. Dünyanın neresindeyiz şu an?"
Bu defa aldığım yanıt daha garipti.
"Dunya ne demek?"
Belki telefon kullanmıyor olmasını bir nebze olsun anlayabilirdim ama bunu anlayamadım.
"Nasıl yani?" dediğimde, ayağa kalkıp bana doğru döndü. Kocaman bir ateş yakmıştı ve salon ısınmaya, vücudum da gevşemeye başlıyordu. Oturduğum yerden meraklı ve bir o kadar da korkan gözlerle ona bakıyordum.
"Dunya ne demek?" Diye tekrar etti. Evet, aynen böyle söylüyordu. Daha dünya kelimesini bile söyleyemiyordu ki.
"Burası... burası işte. Yaşadığımız gezegen. Hem, ne saçma bir soru bu?"
Ona karşı en ufak bir ses yükseltmem dahi olmadı, yaşadığı hayatı, durumunu bilmeden ona böyle bir şey yapmazdım da zaten ama kaşlarını çatmış gibi hissettim. Sorumun nesi garipti ki? Garip olan onun sorularıydı.
"Burası dunya değil," dedi oldukça kalın sesiyle, "Ayrıca gizegen de ne demek?"
Sen mi delirdin yoksa ben mi bilmiyorum! Umarım bu olanlar kötü bir kâbustan ibarettir diyeceğim ama hiç sanmıyorum.
"Anladım seni, sanırım teknolojiden filan uzak kalmışsın, böyle yetiştirilmişsin ancak burası dünya. Yani yaşadığımız yerin adı dünya, anlatabildim mi? Ben çok gelişmiş teknolojilerin bulunduğu bir yerden geliyorum, telefon dediğimiz şey de..." durup düşündüm, ne anlatıyorum ben? Oturup ona her şeyi birer birer anlatacak vaktim yok ki benim!
Ve hâlâ hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakması da, bu fikrimi doğruluyordu.
"Yemek yer misin?" diye sordu.
Ödüm koptu bir an, yemek nedir diyecek diye! En azından yemekle besleniyor olması güzel.
Yutkunup elimi karnımın üzerine koydum. "Evet, sanırım biraz acıktım ama gitmem gerek."
"Yemek ye, sonra gidersin."
Başımı aşağı yukarı salladım. Nedense, itiraz edersem yemeği zorla boğazıma tıkacakmış gibi hissettiğimden evet dedim sanırım, yoksa önemli işlerim varken oturup bu kim olduğunu bilmediğim adamla yemek yemek, pek de cazip değildi.
Dışarıda fırtına varken ve nerede olduğumu bilmeden şu an "misafirliğin kısası makbûldür" diyip beni kapının önüne koyarsa ne yaparım hiç bilmiyorum!
Adam salondan çıktı ve geri döndüğünde, omzunda bir kuzu vardı. Pişmeye hazır bir kuzu... Ben şaşkınlıktan tamamen "O" harfine dönmüşken, o hiçbir şey olmamış gibi kuzuyu gözlerimin önünde şöminenin içinde bir demir çubukla yerleştirip pişirmeye başladı.
"Şaka yapıyor olmalısın..." diye mırıldandım ama kafasını hafif yana çevirdiğinde, fikrimi değiştim. "Kuzuyu çok severim, olur yeriz!"
Sanki mağarada yaşıyor! Soba, fırın denen bir şeyden de mi haberi yok bu adamın?
Kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda, bir şey yokmuş gibi hissettim. Çok önemli bir şey yoktu ama ne yoktu, bir türlü çözemiyordum. Son anda farkettim, evde tek bir ampül veya priz bile yoktu! Oturduğum yerden dönerek tüm duvarlara baktım. Etrafta sadece mumlar vardı ve onlar da henüz gündüz olduğu için yanmıyordu.
"Ne yani?" dedim, onun ensesine bakarak, "elektrik de mi yok bu evde?"
"Hiç bilmediğim kelimeleri kullanıyorsun," dedi, bir kez daha şaşırdım, "gündüzün bu vakti rüya mı görüyorsun?"
Yok! Çıldıracağım!
Ayağa kalkıp onun pelerinini omzumdan sıyırıp koltuğun üzerine bıraktım. Sırtına bakarak, "Beni buraya getirdiğin ve ısınmamı sağladığın için teşekkür ederim; lâkin gitmem gerekiyor. Yemek teklifin için de teşekkürler, şu an yemekten daha önemli sorunlarım var. Hoşça kal." dedim ve hızlı olmaya çalışarak koridora doğru yürüdüm.
Arkamdan baktığını hissediyordum, bakışlarını enseme dikmiş gibiydi ama bir şey söylememiş olması nedensizce kötü hissettirdi. O, fazlasıyla garip bir hayat yaşıyordu ancak bu civardaki tek gördüğüm ev buydu ve bu ev de ona aitti.
Kapıların önüne geldiğimde, üzerinde kulp ve kilit de olmadığına dikkat ettim. Sadece dışarıdaki gibi kapının iki tarafında da birer ahşap tokmak vardı. İki elimle o tokmağa asılarak kapıyı biraz aralamayı başardım ve sonrasında o aralıktan dışarıya sıvıştım. Evet, burası bana göre değildi. Atilla'yı bulmam gerekiyordu. Yoksa Kamelya, Ayşe'ye zarar verebilirdi. Bencilce davranamazdım.
Canım Ayşe'm, her şey senin için.
Eteklerimi kaldırdım, ayaklarım çıplaktı ve karların içine gömülüyordu. Ölümcül derecede üşümüyordum, sanki içimdeki telaş donmamı engelliyordu. Atların yanından geçip giderken bir anlık durdum, acaba onlardan birini ödünç alabilir miydim? Geri getiremem ki. Omzumun üzerinden dönüp geriye baktım ve derin bir çekip önüme döndüm. Yürümeye devam ettim. Bahçe kapısından çıkarken, eteğimin bir şeye takıldığını hissedip durdum. Arkamı dönüp eteğimin ucunu kurtarmak istedim lâkin onu karşımda görünce, buz kesdim.
Elindeki siyah çizmeleri yere bıraktı ve sol kolunun üzerine serdiği siyah, yerlere kadar uzanan kürkü açıp giymemi ister gibi gözlerime baktı. Bana koşulsuzca yardım etmesi garipti ama dünyada böyle bir insana rastlamak çok zordu. Demek ki, o kendini soyutlayarak, tüm kötülüklerden uzak kalabilmişti... Kollarımı kürkün içine geçirdim ve o kürkü omuzlarıma geçirip aşağıya bıraktı. Arkamı dönüp, kürke sarılarak ona baktığımda, eğilip bir dizini yere koydu ve diğer dizini benim için âdeta bir sandalye yaptıktan sonra elini bana uzattı. Elimi avucunun içine bırakıp kibarca gülümsedim ve geçip dizinin üzerine oturduktan sonra çizmeleri ayağıma giydim. Doğrulup yüzümü yana çevirdim ve onun gözlerine bakarak, "Teşekkür ederim," dedim gülümseyerek. "Sen gerçek bir lord gibisin..."
Sadece gözlerini bir kez kapayıp açtı ve bana yeniden aynı gözlerle bakmaya devam etti. Ona daha fazla eziyet vermemek adına hemen ayağa kalktım, halbuki o hiç zorlanıyor gibi görünmüyordu.
"Piyade gitme," dedi ve ahıra doğru yol aldı. Koyu kahverengi, parlak tüyleriyle koskocaman bir atı seçip ahırdan çıkardı ve yularından tutarak yanıma kadar getirdi. "Lilith'i al, sen onu bıraktıktan sonra, o beni bulur."
Bu davranışı da çok hoşuma gitti ancak alamayacaktım. "Ama ben, at sürmeyi bilmiyorum. Korkmuyorum ama yapamam yani."
Atına şöyle bir baktım, fazlasıyla büyüktü ve onun üzerinden düşersem sakatlanmam büyük ihtimaldi.
Birden bire yuları elime tutuşturdu. "O, seni atmaz. Ona güven."
Kısa bir süre düşündüm, zaten böyle yürüyerek bir yerlere varmam çok uzun sürerdi.
"Deneyeceğim, nasıl olsa başka çarem yok." dedim kendi kendime.
Bana yardım etti, atın üzerinde yerimi aldıktan sonra dizginlerini elime alıp, o kadar da korkulacak bir şey olmadığına karar verdim.
Tüm korkular, yapmaya başlayana kadardır.
Gitmeden önce son bir kez onun gözlerine bakıp adını sormak istedim. "Lordum, bana isminizi bahşeder misiniz?"
Yüzünü, kafasını ve boynunu saran siyah şalı onu, mimiklerini görmemi engelliyordu ama sanki gözleriyle güldü ve beni olduğum yere çivileyecek bir yanıt verdi.
"Beni tanımadın mı, sevgili Kamelya'm?"
|
0% |