@hadizade
|
ALTINCI BÖLÜM: "Şimşekler Balosu."
Balmorhea, The winter
Mozart, Lacrimosa 🎼
🎭
Kafamın içinde dolanan bin bir düşünceden hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyordu. Ben an'ın vermiş olduğu acelecilik ve tedirginlikle, ona adını daha önce sormayı akıl edememiştim. Buraya gelmeden öncesini hatırladım; Pamir ve Kamelya'nın yanındaydım. Ta ki, Pamir beni bayıltana kadar. Hazır olup olmadığımı sordu, onay verdim ve şimdi buradayım. Gördüğüm tek kişi de bu adam ve belli ki, burada ondan başkası da yok... Seslice yutkundum. "Sen... Atilla?"
Onu tanımış olmam, siyah göz bebeğinin içinde bir pırıltı yarattı. Bense her şeyi berbat etmiş olmanın verdiği utançla kavruluyordum. Kendimi çoktan ele vermiştim, bundan sonrasını nasıl toparlayabilirdim ki?
"Demek beni hatırladın," dedi ve bakışlarını kaçırdı, sanki aklına bir şeyler geldi; bir takım üzücü şeyler. Sonra, "Gerçi ben, o eski ben değilim, yıllar geçti seni görmeyeli..." diye devam etti, yeniden gözlerime bakınca, "Çok değişmişim, öyle değil mi?"
Başımı azar azar aşağı ve de yukarı salladım.
"Ama artık beni duyuyor olmana çok sevindim," diyince, kalakaldım.
Sahi ya, Kamelya duymuyordu. Adam yüzünü tamamen kapatmış, dudaklarını okumam imkânsızdı.
Ben de ona, "Bi' çaresine baktım," dedim, "Geçici mi, yoksa kalıcı bilmiyorum. Sesini ilk kez duymuş olmanın şaşkınlığını yaşıyorum," sözlerim onu altüst etmiş gibi bir bakışı vardı, ne garip ki, hayranlık duyan bakışları vardı. "Hiç böyle tahmin etmemiştim," diye devam ettim, yalanlarıma, "aslında buraya gelmemdeki tek neden sensin, Atilla... Farkettim ki, seni bir kez daha görebilmek için, ölmeyi yeğlerim..."
Siyah sık kirpikleri ağır ağır kapanıp açıldı, yüzünün aldığı ifadeyi görmeyi çok isterdim. Elini ayağımın üzerine koyduğunda, teninin sıcaklığı uzuvlarımı ısıttı. "Madem benim için geldin, gitme. Kal öyleyse..."
Bu muydu beni öldürecek adam? Bu muydu Kamelya'yı öldüresiye döven ve bebeğini öldüren adam?
İnanmak güç.
Bacağımı kaldırıp atın üzerinde yan döndüm ve aşağıya atladım. At fazlasıyla yüksekti ama o, hemen büyük ellerini belime koyarak, daha hafif inmemi sağladı. Bakışlarım belimi saran ellerine kaydı ve yavaşça başımı yukarıya kaldırıp, ürkütücü gözlerine baktım.
"Bu diyara yeniden hoşgeldin, sevgili Kamelya'm..." dedi o ürkütücü ses tonuyla.
Ben bunu mecâz anlamda söylediğini düşünmüştüm ama sonrasında söylediklerini duyunca, öyle olmadığını anladım.
"Emret, tüm Karnasya'yı önünde diz çöktüreyim..."
Karnasya mı? Adam iyice sıyırmış. Buyur bakalım, şimdi onunla ne yapacaksın Nilay?
"Gereği yok," dedim ve hafifçe tebessüm ettim. "İstediğim sadece seninle biraz sohbet etmek ve yüzünü görmek..."
Kaşlarını çatmış gibi hissettim. Göz kapakları bir anda çöktü ve belimdeki ellerini ateşe değmiş gibi hemen geri çekti.
"Bunu benden isteme!.." derken, sesi çok garip çıkmıştı. Arkasını dönüp bir anda eve doğru yürümeye başladı.
Lilith isimli atını öylece bırakıp onun peşinden gittim. "Atilla! Ama neden? Seni görmek..."
Bir anda durup arkasını dönünce, göğsüne tosladım ve ellerim göğsüne değince, parmaklarım titredi. O da bunu gördü ve tekrar gözlerime baktı.
"Baksana! Hâlâ benden korkuyorsun! Sanki bir ucubeymişim gibi... Aslında haklısın. Öyleyim." dedi, uzun bir tecrübeye dayanmış gibi duran bir kabullenmişlikle. Yeniden arkasını dönüp evine - sarayına girdi ve kapı ardından kendiliğinden kapandı.
"Ne oluyor? Sen kimsin? Burası neresi? Ne oldu, ne geçti aranızda? Hiçbir şey bilmiyorum ki! Hani öldürecektin beni! Keşke öldürseydin... Şu bilinmezlikten bin kat daha iyi olurdu!" diye sessizce söylendim arkasından.
Evet, bu karda kıyametde, nerede olduğumu bilmeden nereye gidecektim? Üstelik zaten yanına gelmem gereken kişinin yanındaydım. Belli ki, Kamelya'yı uzun yıllar görmeyince ona olan öfkesi dinmiş, hatta belki de onu çok özlemişti.
Adam zaten normal biri değil ki, hasta gibi... Belli ki, psikolojik problemleri var, kendini farklı bir dünyada filan sanıyor.
"Karnasya'ymış... Çok komik."
Bir başka atın sesiyle doldu kulaklarım. Hemen arkamı dönüp, bahçeden içeriye giren, kar beyazı atının belinde rahatça oturmuş olan adamı gördüm. O da tıpkı Atilla gibi başını ve yüzünü sarmıştı, ancak koyu yeşil bir şalla... Attan inip hemen yanıma yaklaştı ve ben, o daha yanıma ulaşmadan evvel, o haki yeşili gözlerinden tanıdım.
Tam önümde durunca yüzünü açtı ve, "Demek onu buldun," dedi.
"Buldum bulmasına da, ben neredeyim? Buraya nasıl geldim? Bunları söyle önce!"
Benim sorularımı es geçip, "Gördü mü seni? Konuştunuz mu?" diye sordu.
"Evet!" dedim sinirli bir ifadeyle, "Ve beni öldürmek istediği filan da yok! Az önce yanımdaydı, adam bana bir çiçek gibi davrandı. Ne biçim bir oyun bu?"
Belki de ilk defa Pamir'in kahkahasını duydum ve şahidi oldum. İri, sivri dişleri ve çöken yanaklarıyla beraber, o kötü kahkaha sesi kulaklarıma doldu. "Bir çiçek gibi, ha? Hiç güleceğim yoktu!" diyip, daha ciddi bir hâl aldı.
Yüzünde bir anda oturan o katil ifadesiyle yüzüme eğilip, "Unutma Nilay, bir insanı iki lafıyla, bir günlük davranışıyla tanıyamazsın!.. Üstelik sevgili kuzenim Atilla, görüp görebileceğin en değişken ruh hâline sahip adamdır."
"Ne demek istiyorsun?" dedim şaşırarak. Kafam o kadar karışıktı ki.
"Kısa bir süre sonra anlayacaksın." dedi, benimle alay edercesine.
"Neden bahsediyorsun?"
"İçeriye gir!" dedi.
"Hayır!" diyerek ona yaklaştım. "Beni hemen buradan götür! Bu saçmalıkları daha fazla dinlemek dâhi istemiyorum!"
"Sıktın ama sen!" diyerek kolumu tuttu ve beni çekiştirmeye başladı . Kurtulmaya çalıştım ama garip bir şekilde ona gücüm yetmiyordu. "Boşuna uğraşma," dedi kendinden emin tavrı ve sesiyle. "Burada ben iki kat güçlü, sen iki kat güçsüzsün. Burası bizim dünyamız, Nilay."
Ayaklarımla kendimi tutmak, sürüklenmekten kurtulmaya çalışıyordum ama bu mümkün görünmüyordu. Sürüklendiğim yerde, karın üzerinde derin izler bırakmak dışında bir şey yapamıyordum.
Pamir kapının yanına yaklaştığında durdu ve ben kendimi toparlayıp ayağa kalkmaya çalışırken, kapı kendiliğinden açıldı yine.
"Kim açıyor bu kapıyı?" diye sordum nefes nefese ona bakarak.
Bana hiç bakmadan içeriye girdi ve beni de peşinden zorla götürdü. "Tabii ki, evin yardımcıları." diyince, şaşkın şekilde etrafıma baktım.
"Ama bu evde biz hariç kimse yok!"
"Aptal," diye hırladı ve beni salonun ortasına doğru itti. Tahta sıcak zemine yapışınca, tek bir itişiyle beni bu hâle getirmesinin şaşkınlığını yaşadım. "Onları sadece Atilla görür," diye bağırdı arkamdan, "senin gibi sıradan biri değil!"
Ellerimle yerden destek alarak doğrulup oturdum ve öfkeyle Pamir'e baktım. Üzerimdeki elbise, kürk, bunlar bana o kadar ağır geliyordu ki... Daha önce giymediğim türden şeylerdi ve belki de bunların da etkisi vardı ki, rahat hareket edemiyordum. Üstelik günlerdir hiçbir şey yememişim gibi bitkin hissediyordum, belki de gerçekten öyledir bilmiyorum.
Pamir, yanıma yaklaşıp dizlerini kırarak eğildi ve gözlerime baktı. "Onca emeğin boşa gitmesine izin verir miyim sence? Burada kal ve seni öldürmesini bekle." Başını yana eğdi ve, "Olur da aklın şaşar, kaçmaya filan çalışırsan... Senden önce Ayşe'nin yanında olurum." dedi soğukkanlı bir gülümseme eşliğinde. "Sakın böyle bir hata yapma..."
Sadece başımı iki yana salladım ve sustum. İçim yansa da, sinirlerim bozulsa da, söylemek istediğim çok şey olsa da sustum.
"Aferin," dedi zevkle.
Ben de gülümsedim, acı içinde gülümsedim gerçek düşmanımın maşasına. "Olabilir," dedim, "senin gibi, birinin köpeği olacağıma, şerefimle ölürüm daha iyi!"
Kan beynine sıçramış gibi öldürücü bir ifadeye büründü gözleri. Parmaklarını çeneme sarıp sıkmaya başladığı an bileğine tutundum. Yüzüme doğru yaklaşıp, "Yerinde olsam, gerçek dünyayla tek bağım olan kişiyle aramı iyi tutardım." Dedi ve sonra çenemi itercesine bıraktı ve ayağa kalktı. "Tabi senin gibi aptal olmasam, öyle yapardım."
Susmak zorunda olduğumu hissettim. Başımı önüme eğdim ve hayatımda ilk defa boyun eğdim.
"Şimdi gidiyorum," dedi o umursamaz ve acımasız sesiyle, "Umarım ben dönene kadar ölmüş olursun, seni hep güzel hatırlayacağım..."
Başımı kaldırıp haki yeşili gözlerine baktım. Boynuna indirdiği yeşil şalını tekrar kafasına ve boynuna dolayınca yine bir tek gözleri kaldı ortada. Duygusuz bakışları içimi ürpertti. Arkasını dönüp hızla uzaklaşmaya başladı, bu evde kalma belki de ölme korkusu sardı içimi. Belki de ölmekten daha korkunç şeyler yaşama korkusu... Ayağa kalktım ve arkasından koştum. Kapı açıldı ve o dışarıya çıktı. Elbisemin eteklerini dizlerime kadar kaldırmış, az sonra bedenimi terk edecekmiş gibi emanet duran gücümle koştum. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı daha yeni farkediyordum ama öyle çok geç kalmıştım ki...
"Pamir! Dur!" diyerek ulaştım yanına. Çoktan atının beline atlamıştı ve bana üstten üstten bakıyordu. Bacağını tuttum, "Beni de götür, lütfen!" Öyle ya, tüm cesaretim birden bire tuzla buz oluvermişti.
"Bunun için biraz geç kalmadın mı Nilay?" dedi buz gibi bir sesle. Karlar onun o soğuk kelimeleriyle üşüdü, titredi, tıpkı benim titrediğim gibi.
"Lütfen... Burada bırakma, kardeşime götür beni lütfen!" diye yalvardım, kendimden beklemediğim şeyler yapar olmuştum.
O acımasız gözler kısıldı ve bir tekme darbesi yedim göğsüme. Bu öyle bir darbeydi ki, bir anda öldüğümü sandım. Sadece birkaç saniye sonra gözlerimi açtığımda yere serilmiştim. Lakin bu süre bana asırlar kadar uzun gelmişti. Belki de öyleydi. Giymiş olduğum büyük kürkle güçlükle doğrulup oturdum ve karların üzerinde hızla koşarak uzaklaşan atlının arkasından baktım. Bir süre sonra bembeyaz karlar onu yutmuş gibi gözden kayboldu. O an anladım. Yaşama ve kardeşimi bir daha görme umudum da onunla beraber yok olup gitti...
Birden bire kollarımın altına giren iki el beni yerden kaldırıp ayağa dikti. Yavaşça arkamı dönüp ona baktım, hâlâ yüzünü açmamıştı. Hiç açmayacak mıydı?
Bu gözler... Biri şeffaf bir cam, diğeri dipsiz bir kuyu...
Sanki biri görünen, diğeri görünmeyen yanıymış gibi. Ürkütücü, gizemli, yırtıcı...
Yavaşça yutkunmak, tüm bu olanları sindirmek istedim ancak kursağımda kaldı.
"Neden yerde oturuyorsun?" diye sordu. Sadece siyah gözünü kırpıyordu. Keşke heybetini ve ürkünçlüğünün derecesini birkaç kelime ile ifade edebilseydim... Ancak hiçbir kelime onu tarif etmeye yetmiyor. Zaten... yani hâlâ kabul etmesem de, sanırım o bir insan değil. Burası da dünya değil zaten.
"Ben... düştüm. Bu üzerimdekiler çok ağır." diyerek yalan söylemeden de yalan söyledim. Çekinerek, "Daha hafif bir şeyler giyebilir miyim?" diye sordum.
"Elbette," dedi ve vücudunu eve doğru dönüp, yürümeye başladı. Sanırım onu takip etmem gerekiyordu. Karların üzerinde bıraktığı büyük ayak izlerine basıyordum. Ayağı bile benim ayağımın iki katı büyüklükteydi. Kendimi bir devi takip ediyor gibi hissediyordum. Kendi ayaklarımla onun sarayına gidiyordum...
İçeriye girmeden evvel kapı yine açıldı ve biz girdikten sonra kapandı. Kapı otomantikti sanırım, çünkü açıp kapayan kimse de yoktu. Üstelik Pamir'in bahsettiği o "yardımcıları" da hiç göremedim.
Ahşap parçalardan oluşan merdivenleri çıkmaya başladı. Merdivenler salonun girişinden hemen sol taraftaydı ve yarım küre şeklinde yukarıya uzanıyordu. Merdivenleri çıkarken destek almak için tutunduğum tırabzanlar ise koyu kahverengi ahşap idi, üstelik yeni cilalanmış gibi parlıyordu. Duvarlarda, neredeyse her yerde olduğu gibi oval, gümüş işlemeli aynalar vardı. Birkaç aile tablosu da vardı ancak fotoğraf değildi, yağlı boya ile çizilmiş, koyu renklerin hâkim olduğu birkaç garip resim vardı.
Bir üst kata çıktık. Merdivenlerden sola dönüp, koridor boyunca yürümeye başladı. Peşinden giderken sadece etrafı incelemekle meşguldüm. Burası o kadar ürkünç ve garipti ki... Aslında kötü diyemem, çok mistik bir yanı vardı bu evin.
Bu katta yerlerin tamamı bordo halılarla döşenmişti; üzerine basıldığında iz bırakan, tüylü halılar. İki koridorun ortasında geniş bir salon vardı ve burada nedense ilk gözüme çarpan şey, salonun ortasındaki sehpanın üzerinde duran bir şişe şarap ve ağız kısmında kırmızı ruj izi bulunan kadeh oldu.
İleride bir kapı açılınca, hemen hızlı adımlarla oraya gittim. Çift taraflı beyaz kapıların açıldığı güzel ve asil bir oda vardı karşımda. Bir anda yüzlerce yıl öncesine ışınlanmış gibi hissettim. Neredeyse bizim evin tamamı kadar büyük olan bu odanın tam ortasında bir yatak vardı, bu yatağın üzerinde de etrafına düşen perde gibi örtüleri tutan demir başlıklar vardı. Duvara yaslanacak bir başlık yoktu. Yatak tamamen daire şeklindeki dev bir pufa benziyordu. Sadece ortasında birkaç yastık vardı, sanki burası uyumak için değil de, oturmak veya başka her hangi bir amaç için kullanılıyor gibi görünüyordu.
Kapıdan girince tam karşı duvarın tümüyle cam olması da dikkatimdan kaçmamıştı, dışarıda yağan kar ve ormanlık alan çok güzel görünüyordu. Hava git gide kararıyordu. Biraz etrafa bakmak için cama yaklaştım ve gördüklerime inanamadım. Çok da uzak olmayan o tepenin eteğinde yüzlerce sarı ışık yayan, çatılarını neredeyse yarım metre kar örten küçük ve büyük evler vardı. Bu yüzüme ufak bir tebessüm kondurdu, en azından orada insanlar vardı ve burada yalnız değildim.
"Senin için banyoyu hazırlatmamı ister misin?"
Sesini duyar duymaz anî bif refleksle arkamı döndüm ve onu tam önümde görünce, irkilip duvara yapıştım. Evet, normalde asla korkmam biri değilim, hatta benden daha cesaretlisi mezarda ama bu adam normal bir insan değil ki... İnsan bile değil ki!
"Şey... Ben... Evet, sıcak bir banyo yapmak isterim."
"Görüşmeyeli bu huyun da değişmiş," dedi gözlerimin içine bakarak. Gri ve mavi karışımı menekşe cam gözü ve diğer siyah olan gözünü kırpmıyor, sadece siyah, beni kıskandıracak kadar uzun siyah kirpiklerinin arasından gözlerimin içine bakıyordu. "Soğuk suyla banyo yapmaktan vazgeçmişsin."
Elini yukarıya kaldırdı ve siyah eldivenli parmaklarıyla çenemi kavrayıp, yukarıya doğru kaldırdı. "Güzelliğini buz ve gül suyu ile banyo yapmana bağlıyordun... Oysa teninin her halükarda güzel olduğunu sana söylemiştim."
Bir anlığına yüzünü kapatan o siyah örtüyü çekip almak ve yüzünü görmek istedim ama onu öfkelendirmek aptallık olur diye düşünüp, bu kararımdan vazgeçtim.
"Fikirler değişebilir," dedim korkusuzca gözlerine bakarak. "Sabit kalmak, geriye gitmek demektir. Öyle değil mi?"
Başını ağır ağır bir kez eğdi ve bu hareketiyle oldukça asil görünürken, aynı zamanda gözüme ürkütücü gözükmeyi başardı.
"Ulia!" dedi kalın sesiyle, bağırır gibi ama aynı zamanda sakin gibiydi de. Az sonra odanın kapısından içeriye bir kadın girdi. Sağa doğru bir adım attım ve kaşlarımı çatarak o kadını baştan aşağıya süzdüm. "Buyurun efendim." Sarı dalgalı saçları beline kadar olan, bebek yüzlü, kum saati gibi fiziği olan ve bunların yanı sıra derin bir yırtmak ve göğüs dekolteli bir siyah tüllü elbise giyen bu "yardımcı", nedensiz bir kötü enerjiyle doldurdu bedenimi.
"Hassiktir!" diye tısladım ve bu an Atilla bana yandan bir bakış atınca, nedenini anlayamadığım bir irkel dürtüyle sinirli bakışlarımı tekrar o kıza çevirdim.
"Sevgili nişanlım için banyoyu hazırla." Dedi Atilla ona bakarak.
Niye bilmem ama neresine bakıyor diye baktım. Bana niyeyse? Ne oluyor yani bana? Oysaki hiç böyle biri değilimdir.
"Altın mı, gül mü, süt mü olsun efendim?" diye sordu genç kadın, hâlâ bakışları yerde, elleri ise önünde birleşik hâldeydi.
"Altın," dedi Atilla. "Tören için ışıl ışıl parlamasını istiyorum." Yardımcı odadan çıkarken, o bana baktı. Sol elimi tutup yukarıya kaldırdı ve şalın altındaki dudaklarını elime bastırdı. "Tüm gözler üzerinde olacak sevgilim..."
Her şeyi es geçip, "Senin yardımcıların neden böyle giyiniyor?" diye gürledim. "Giymemiş desem daha doğru olur! Bu nasıl bi' kılık- kıyafet? Hoşuna mı gidiyor?"
Bir süre gözlerimin içine öylece baktı ve, "Daha önce kıskanmıyordun ama... şu an kıskanman, beni artık seviyorsun anlamına mı geliyor Kamelya'm?"
Kalbim bir kelebek gibi kanat çarpıyordu. Bu gizemli adamın hoşuma gitmesi doğru muydu? Hayatım boyunca görmediğim ilgi ve sevgiyi bir günde göstermesi...
Ona biraz daha yaklaştım ve gözlerinin içine bakarak, "Sevmesem, neden kıskanayım?" diye sordum daha sakin bir sesle.
Bir elini belime sardı ve sıkıca kavrayarak beni kendine çekti. Göğsüm vücuduna tosladığında, ellerim refleks olarak havalandı ama nihai sonda sadece omuzlarına tutunup, gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Bakışları yüzümde gezindi, dudaklarıma indi ve tekrar gözlerime baktı.
"Öpsene," dedim, "yüzünü açıp, beni öpsene."
Böyle birini en iyi kontrol etmenin yanı huyuna gitmekti ve bunu deneyecektim.
Yutkunduğunu işittim.
"Son hâlimi görmedin, beni beğenmeyeceksin..."
"Nişanlım değil misin? Evlenmeyecek miyiz? Birlikte olmayacak mıyız? Bir ömrü beraber geçireceksek, bütün bunlar yüzünü görmeden nasıl olacak söylesene?"
"Işıkları kapatacağım ve seni karanlığıma gömeceğim."
Niye gerçekten gömeceksin gibi hissediyorum? Ben de bundan korkuyorum ya zaten.
"Hayır," diyerek elini sağ yanağına götürdüm ve şalın üzerinden yanağını tuttum. "Sevgilim, seni güzelliğin için değil, sen olduğun için seviyorum."
Gözleri kısıldı, sanki gülümsedi.
Bir elimi avucunun içine aldı ve yukarıya kaldırdı. Onun isteğiyle arkamı döndüğüm anda kollarını belime doladı ve beni havaya kaldırıp yavaşça döndürdü. Başımı geniş omzuna yaslamış, tavandaki nakışlara, işlemelere hayranlıkla bakıyor, Atill'nın baş döndürücü derecede güzel davranışlarıyla, güzel bir rüyanın içindeymiş gibi hafif hissediyor, gülümsüyordum.
Beni yere bıraktığında ellerim tutunmak istercesine camın üzerine gitti. Karnımın üzerindeki eli ve hemen kulağımın dibinde olduğunu bildiğim nefesi, şimdi soluğumu kesmişti. "Beni başka bir kadına kıskanmana gerek yok," dedi o kalın sesiyle, kulağıma. "Çünkü bir kraliçeye sahibim, köleler dikkatimi çekmiyor..."
Gözlerimi kapattım. Ne güzel seviliyorsun Kamelya, neden bu kadar güzel seviliyorsun? Neden ben değil de sen?
Sanırım ilk defa bir kadına duyulan aşkı kıskanıyorum.
Gözlerimi açıp, "Öyle diyorsan," dedim omzumun üzerinden geriye bakarak. "Öyledir Atilla."
Atilla'nın bakışları dudaklarıma düşmüştü ki, "Banyonuz hazır efendim," dedi Ulia. İkimiz de arkamızı dönüp ona baktık. Elimi Atilla'nın belime sardığı elinin üzerine koydum ve gülümseyerek Ulia'ya baktım. "Teşekkür ederim, çekilebilirsin."
Başını önünden kaldırmadan hafifçe eğildi ve ardından dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. Banyo diğer tekli ahşap kapıydı sanırım, bir de her şeyin yerini biliyormuş gibi yapmam gerekecekti.
Bir Atilla'ya bakıyor, bir de Pamir'in onun hakkında kendinden emin şekilde söylediklerini düşünüyordum. Elbette ona olan bakışlarım şüphesiz ve ılımlıydı. Beni lütuf edip yaşatan bu adama, artık bir hayat borçluydum.
Arkamı dönüp ağır adımlarla ve gerginliğimi bastırmaya çalışarak banyo kapısına yanaştım. Kapıyı açmak için elimi kaldırmıştım ki, kapı kendiliğinden içeriye doğru açıldı. İstemsizce gerildim ama korktuğuma dair en ufak bir belirti bile Kamelya olmadığımı anlamasına yeterdi.
O kadını gördüm. Bakışları. Duruşu. Konuşması. Her şeyi o kadar başka ki... Böyle basit şeylerden korkmasına imkân yok.
Yavaşça içeriye adım atıp, boynumu sabit tutmaya çalışarak içeriye baktım. Tavanı kaplayan bir ayna vardı. Altın (rengi olmasını umduğum) küvet ve lavabo, geniş banyo odası dudak uçuklatan cinsten güzeldi. İçerisi sadece mumlarla aydınlatılmıştı. Beyaz ve kırmızı mumlar banyonun her tarafına, özellikle küvetin arka tarafına dizilmiş, oldukça loş bir görüntü yaratmıştı. Küvetin arkasındaki rafta kavanozlarda kokular, çeşitli gül yaprakları ve altın rengi bir çeşit jel tipli sıvı vardı. Garip olan yanı sünger gibi bir şey yoktu. Sanırım sadece küvetin içine girip yatmam gerekiyordu. Yavaşça yaklaşıp küvetin içine baktığımda, suyun sarı bir renk olduğunu gördüm. Evet, altın gibi. Ya da gerçekten altın. Ürkütücü bir şaşaa.
Atilla'nın gidip gitmediğini kontrol etmek için arkamı döndün fakat onu göremedim. Çok fazla garip şeyler oluyor ve sanırım "garip" kelimesini bundan sonra çok daha fazla kullanacağım gibime geliyor.
Üzerimdeki ağır kıyafeti çıkarıp küvetin içine girdim. Sıcak ve katı olmasına rağmen girdiğim anda rahatlatmaya başlayan suyun içinde dakikalarca uzandım. Tavandaki aynadan kendime bakıyordum. Bir an benim görüntüm gitti ve ölümcül bakışlı kadını, Kamelya Melikzade'yi gördüm orada. Bir dizini yukarıya kıvırmış, kollarını küvetin kenarlarına yaslamıştı. Sol eliyle tuttuğu şarap dolu kadehten ara sıra yudumlar alıyordu. Mutsuz ve öfkeli bir hâli vardı. Az sonra tamamen suyun içine girdi ve çıktığında tüm vücudu pırıl pırıl parlıyordu. Küvetten çıkıp çıplak şekilde yerde ıslak izler bırakarak banyodan çıktıktan sonra küvetin içinde kendimi görmeye başladım. Hemen doğrulup dik bir şekilde oturdum ve yere baktım. Yerde gördüğüm ıslak pençe izleri dehşete düşmeme sebep oldu. Üstelik sadece birkaç saniye sonra o izler buhar olup uçuverdi ve ben karmaşık bir zihinle kalakaldım.
Yavaşça suyun içine dalarken gözlerimi kapadım. Neidüğü belirsiz bir durumun içerisinde, ne yapacağını bilemez bir hâlde hayatta kalma savaşı vermem gerekiyordu. Buraya gelirken ölmeyi göze alarak gelmiştim ama şimdi insanî duygularım ve hayatta kalma içgüdülerim beni inanılmaz derecede sarsarak kendime getirmeye çalışıyordu. Pes etmek, kazanma şansım varken kaybetmeyi kabullenmek demekti. Ben pes etmeyi seven biri değilim.
Artık tuttuğum nefesin bana yetmediğini farkettiğim an küvetin kenarlarına tutunarak sudan çıktım ve çıkar çıkmaz nefes nefese kalmış hâlde tavandaki aynaya baktım. Şimdi ben de onun gibi parıl parıl parlıyordum. Sol kolumu havaya kaldırıp döndürerek mumun loş ışığının yansıdığı tenime baktım. Tenim ay gibi parlıyor, geceleyin gelen ışık böcekleri tenime yapışmış gibi parlıyordu. "Enteresan," diye fısıldadım. "Garip ama güzel."
Tıpkı onun gibi.
Vücudumun gevşeyip rahatladığını hissedince ve su soğumaya yüz tutmuş iken küvetin içinden çıkıp, küvetin kenarındaki tahta rafta katlanıp koyulmuş olan krem rengi havlulardan birini aldım ve vücuduma sarıp banyodan çıktım. Yatak odasına geçtiğim gibi büyük ahşap dolaba yaklaştım ve çift taraflı kapakları açıp, bir adım geriledikten sonra durup içindeki elbiselere baktım.
Özellikle siyah, koyu kırmızı ve bordo renklerin hâkim olduğu bu dolapta, fazlasıyla gösterişli, iddialı dekoltilere ve çift yırtmaçlara sahip, kısa ve uzun, tüllü veya dantelli onlarca elbise vardı. İçimden bir ses bunların sadece buz dağının görünen tarafı olduğunu söylüyordu.
Ne giyeceğime bir süre karar veremesem de, en sonunda en beğendiğim siyah elbiseyi alıp, alt taraftan da siyah çamaşır aldım. Alttaki çekmecelerde çamaşırlar ve hemen yan tarafta ayakkabı kutuları vardı. Sanırım bu gece bir tören olacaktı ve ona uygun giyinmem gerekiyordu. Aldıklarımla beraber cam önüne doğru gittim ve camın önündeki bordo rengi, kadife tekli koltuklardan birininin üzerine bıraktım. Doğrulup üzerimdeki havluyu çıkarmaya yeltendiğim an kadife perdeler kendiliğinden hışımla kapandı. İrkilerek geriye doğru çekilip, son anda çığlık atmamak için kendimi tuttum ama yüreğime inmişti resmen.
Baş parmağımla damağımı yukarıya doğru ittikten sonra tekrar koltuğa yaklaştım ancak gözlerimi simsiyah büyük perdelerden ayıramadım. Burası çok boğuk ve ağır bir hava veriyordu. Boğuluyormuş gibi. Sanki diri diri gömülmüş gibi.
Tedirgin hâlde de olsa giyinmeyi başarıp, boy aynasının önüne geçtim. Üst tarafı sivri olan bu gümüş işlemeli aynanın alt tarafına doğru indikçe genişliyordu. Yani üçgen bir şekli vardı. Görüntü fazlasıyla berraktı. Boyundan bağlanan, göğüs kısmı kapalı fakat sırtımı tamamen açıkta bırakan bir elbise seçmiştim. Üstelik eteğinde iki tarafta olan derin yırtmaçlarıyla, oldukça cesur bir elbiseydi. Sivri uçlu siyah topuklu ayakkabılar giyindim. Buna rağmen etekleri hâlâ daha yerle sürünüyordu. Elbise uzun olmasına rağmen oldukça hafif ve taşıması kolaydı. Zaten topuklu ayakkabı sık giymeyen biri olarak bu elbiseyi güzel ama aynı zamanda hafif olduğu için de seçmiştim.
En son makyaj masasının önüne oturdum ve Kamelya'nın makyajını hatırlamaya çalıştım. Siyah ve bordo ağırlıklı bir makyajı vardı. Onu düşünerek yapmaya başladım. Sert bir eyeliner ile zaten keskin olan bakışlarını daha da keskin bir hâle getiriyordu. Tıpkı benimki gibi biçimli ve dolgun dudaklarına mat bir bordo ruj sürüyor ve bunu çok da güzel taşıyordu. Kirpikleri doğaldı ve buna rağmen rimel çektiğinde çok uzun ve sık görünüyordu. Görüntü olarak onda bir kusur aramaya çıksam, sanırım kâğıdım boş kalırdı.
Masanın üzerinde kırmızı tülle kaplanmış yuvarlak bir parfüm şişesi vardı. Yarısına kadar da kullanılmıştı. Onu avucumun içine alınca durup düşündüm. Etrafa baktım. Burası yaşanmışlık kokuyor. Her bir yanı, her bir eşyasında anı var... Ne oldu mesela? Yine böyle şeyler oldu? Neden ayrıldınız çok merak ediyorum. Keşke kötü şeyler yaşamasaydınız, keşke hiç ayrılmasaydınız.
Ama o zaman Ayşe'm ölürdü.
Bunun bilinciyle burukça gülümsedim ve parfümü köprücük kemiklerime sıktım. Bir anda her yanımı saran bu kokuyu hatırladığımı farkettim. O hâlâ aynı parfümü kullanıyor.
Şişeyi yavaşça aynı yere bıraktım. Bu giysiler, üzerime sıktığım parfümü kullanmak ve onun yerine geçmek beni berbat hissettiriyor ama yaşamak istiyorum. Ölmek istemiyorum.
Yavaşça ayağa kalkıp, eteklerimi takılmamak için kaldırdım ve kapıya doğru yürüdüm. Elimi kapının kulpuna atmıştım ki, kulaklarım bir anda uğuldamaya başladı. Bir süre öylece durup bekledim ama sonrasında çan sesleri duymaya başladım. Bu çan sesleri hem uzaktan geliyor gibiydi, hem de çok yakından. Bir anlığına sarsılıp başımı tuttum. Gözlerim karardı. Anlam veremedim. Ancak kısa bir sürede o sesler sustu ve ben kapıyı açıp dışarıya çıktım.
Koridor boyunca serpilmiş gül yaparakları ve kenarlara yer yer dizilmiş mumlar eşiğinde, hayran bakışlarla yürüdüm. O kadar güzel bir ambiyans vardı ki, keşke hep böyle olabilseydi. Hep burada kalmayı mı diliyorsun Nilay? Saçmalama!
Merdivenlerin oraya gelince elbisemin eteğini geriye doğru attım ve ahşap tırabzanlara tutunarak sakince aşağıya indim. Üç basamak kala durup etrafa baktım. Dış kapı açıktı ve bir sürü siyah giyen davetli maskeleriyle kol kola içeriye giriyorlardı. Şaşkınlıkla etrafa bakınırken kalabalığın içinde dikilmiş beni izleyen o adamı gördüm ve aralık kalan dudaklarımı birbirine bastırıp, hafifçe gülümsedim.
Bunca kalabalığın içinde onu kolayca görebilmiştim, aksi mümkün bile değildi. Gözlerini bana dikmiş hayran hayran bakan bir tek o vardı. Yüzünü kapatan gümüş maskeye ve başını örten kapüşona rağmen onu tanıdım. Kalabalığı yararak bana doğru geldi ve elini bana doğru uzattı. "Siyah sana çok yakışmış. Siyah asaletin rengidir fakat senin asil görünmek için siyaha ihtiyacın yok."
Tevazuyla gülümseyerek elimi avucuna koydum ve basamakları inip onun yanında durdum. Şimdi boy farkımız azalmıştı. Gözlerine rahatça bakabiliyordum. Bir kutuyu bana uzattı. İçinde onunki gibi gümüş, fakat dudaklarımı açıkta bırakacak bir maske vardı. Maskeyi alıp arkasındaki ipi başımın arkasına getirerek taktıktan sonra, "Parti sonunda maskeleri çıkarıyoruz öyle değil mi?" diye sordum.
"Tabii ki," dedi ama içimden bir ses bu kurala kendisinin uymayacağını söylüyordu. "Ama bir şey eksik," dedi ve elini boynuma götürdü. Eldiven giymediğini farkettim ve eline bakmak istedim ve işaret parmağıyla dokunduğu yerde, daire şeklinde bir karat ve etrafını süsleyen beyaz elmas parçalarından ibaret olan zarif kolyeyi gördüm.
Şaşkınlıkla başımı kaldırıp gözlerine bakarken, parmaklarımı kolyenin taşının üzerine koydum ve vücuduma bir anda mutluluk hormonu dolmuş gibi iyi hissetmeye başladım.
"Teşekkür ederim, bu çok zarif bir hediye."
"Senin ışığın onu gölgede bırakıyor, zavallı, seni kıskanıyor olmalı."
Kolunu girmem için uzattığında koluna ve gözlerine baktıktan sonra elimi koluna doladım ve ona eşlik ettim. Salonun ortasında kadehlerden oluşan büyük bir piramit vardı. Köşelerdeki masalarda ise envaiçeşit çeşit yemekler ve tatlılar vardı. İçecek olarak sadece beyaz ve kırmızı şarap sunuluyordu. Fonda kısık bir müzik vardı ve herkes o kadar sessizdi ki, müzik ve kadeh sesleri haricinde hiçbir uğultu yoktu. Aslında dünyadaki normal davetlere benziyordu, sadece ilk defa böyle bir davete katılıyordum.
Salonun ortasına geldiğimizde, Atilla beni kendine doğru döndürdü ve bir elimi avucuna alarak yukarıya kaldırırken, diğer elini belime yerleştirdi. Ben dans etmeyi bilmiyorum ki! Umarım ayaklarına basmam... Gerçi bassam bile pek tesiri olmaz gibi duruyor.
Gerildiğimin farkına varmış gibi kulağıma doğru yaklaşıp, "Kendini bana bırak," dedi. Bu arada çalmaya başlayan fon müziğini duydum.
"Şey... Sanırım elbisem bunun için uygun değil."
Diğer eli de belime inince, bir anda beni havaya kaldırmasıyla şaşkınlığımı gizleyemedim. Yavaşça etrafında dönüp, beni de döndürürken diğer herkesin kenarlara çekilip bizi izlediğini gördüm.
Üç kere döndürdükten sonra yere bıraktığında, tekrar kulağıma yaklaştı. "Eğilmeden, ayağınla eteğini al."
Kısa bir an düşündüm ve bu hareket bana da daha kibarmış gibi geldi. Sol ayağımla eteğimin ucunu yukarıya doğru kaldırıp tuttum. Eteğin ucunda benim bilmediğim bir halka varmış, işte o küçük halkayı orta parmağıma geçirip, daha sonra ellerimizi birbirine kenetledi. Bunu öyle hızlı bir şekilde yaptı ki, değil başkaları, ben bile ne olduğunu anlamadım.
"Ayaklarımın üzerine çık."
"Ne?"
"Çık hadi."
Delirmiş olmalıydı. Bunu o söylemese de ayakkabılarını pestil edecektim zaten, bunu ben yapmadan onun söylemesine sevinmedim diyemem. Yine de acıtmaktan korkarak yavaşça ayaklarının üzerine bastım ve bu sırada ne hissettiğini anlamam için gözlerine baktım. Ancak gözleri gülümsüyor gibi kısıltı.
"Ayakların acıyor mu?"
"Bir gül kadar narinsin sevgili Kamelya'm..."
Gülümsedim ve o gülümsememe bakarak mutlu olmuş gibi yeniden gözlerime baktı. O hareket etti, bense ona baktım. İkimizi de taşıyor, dansın tüm kontrolünü kendi elinde tutuyordu. Salonun ortasında bir daire halinde dönerken, kendimi bir peri masalının içindeymiş gibi hissediyordum. O, biz, her şey gerçek olamayacak kadar güzeldi ama garip olan yanı, gerçek olduğunu iliklerime kadar hissediyor olmamdı.
Belimdeki eliyle beni biraz daha kendine çekti ve ayaklarının hareketi azalırken, alnını alnıma yasladı. Elimi yavaşça aşağıya omzuna bırakmanın hemen ardından diğer elini de belime yerleştirdi ve bana sıkıca sarıldı. Kalbim göğsündeydi, duyar mıydı korkumu, heyecanımı?
Elini sırtıma dökülen saçlarımda gezdirmeye başladığında, gözlerim kapandı. Belki bana sarılan ilk erkek değildi ama saçlarımı okşayan ilk erkekti. Okşuyordu ama beni değil. Seviyordu ama beni değil. Bana bakıyordu ama beni görmüyordu ki...
Özür dilerim Atilla, bu seni kandırmak oluyor.
Sana gerçeği söylemek isterdim ama nasıl tepki vereceğini henüz kestiremiyorum.
Bir eli yanağıma gitti. Teninin esmer olduğunu sadece ellerinden anlayabiliyordum. Güneşin olmadığı bu karlarla kaplı ülkede belli ki, kendi teninin rengiydi onun. Kendi göz rengi siyahtı. Fakat bir gözünü kaybetmişti.
Hem çok yaşlı bir adam, hem de genç bir delikanlı gibiydi. Otuzlu yaşlarının ortalarında olduğunu düşünüyordum. Aramızda nereden baksan yedi, sekiz yaş vardır. Fakat asla yorgun, yorulmuş bir adam gibi değil. Tüm ilgi ve alâkasının bana - yani Kamelya'ya olduğunu göstermekten hiç çekinmiyor.
Normal hayatta sıradan bir insan iken, burada bana bir kraliçe gibi davranılması elbette hoşuma gidiyor.
Uzun sürmeyecek olduğunu bilsem de.
Parmaklarının tersini yanağımda gezdirirken, alnını alnımdan ayırıp gözlerime baktı. Hareketlerimiz yok denecek kadar azalmıştı. Sadece hafifçe sallanıyordu. Bir elim omzunda, diğer elim kolunun üzerindeydi ve hâlâ ayaklarının üzerinde duruyordum. Baş ve işaret parmağıyla tuttuğu çenemi yukarıya kaldırdı, gözlerime daha çok bakmak ister gibi.
"Yıllardır düşünüp, cevabını bulamadığım bir soru var."
"Nedir?"
"Nasıl bu kadar çok olabildiğin."
"Anlamadım."
"Ne diyeceğimi bilemedim, çoksun işte; çok güzel, çok asil, çok umursamaz ama aynı zamanda çok kararlı. Çok zarif ama aynı zamanda çok güçlü... Nasıl hepsini içinde barındırabiliyorsun?"
Gülümsüyorum ama onun adına. Hem onu, hem seni tanıyorum. O, seni böyle anlatmadı ama sen, ne kadar da güzel anlatıyorsun onu. Kıskanıyorum doğrusu... Hanginiz kötüsünüz şimdi? Benim kime inanmam gerekiyor?
"Teşekkürler," diyip tevazuyla gülümseyerek baş eğdim. "Sana layık olmaya çalışıyorum."
"Bırak da o şeref sadece bana ait olsun..."
Gözlerine baktım, şaşkındım ama bunu gizlemek için elimden geleni yapıyordum. Çok başka biriydi. Şimdiye kadar tanıdığım hiçbir erkek gibi değildi. Konuşması, tavrı, tarzı, her şeyi başkaydı. Güzel anlamda başka.
Kulağıma doğru eğildiğinde, duyduğum sözler karşısında âdeta buz kalıbına döndüm. "Beni sevmediğini biliyorum ama bana bir şans vermek için döndün ya, bana bu da yeter."
Hafifçe geriye çekilip gözlerine baktım. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ama bir türlü anlayamıyordum. Kamelya ve Atilla nişanlıydılar zaten... Üstelik çocuk yapacak kadar sevmişlerdir birbirlerini. Atilla mı hiç sevmediğini zannediyor, yoksa gerçekten sevmemiş mi? Bu bir çıkar ilişkisi olabilir miydi? En azından Kamelya için.
Elimi ensesine götürdüm, kapüşonunun içine giren elim ensesine, yumuşacık saçlarına dokundu. "Seni sevmediğimi kim söyledi?" diye sordum.
"Sen," dedi.
Yaktın beni Kamelya!
"Canım, öyle bir kızgınlık ânımda söylemişimdir. Sen bana ne bakıyorsun?"
Şuan kendi canımı düşünüyorum.
"Kamelya'm," diyip derin bir es verdi. "Sen değil miydin her fırsatta bana ne kadar çirkin olduğumu ve beni istemediğini söyleyen? Ne değişti?"
Şuan benimle tartışmaya başlayacak ve eskilerin hesabını soracak gibi hissediyorum.
"Şey... Ihm ıhm, demiş olabilirim. Gençtim sonuçta, herkes genç iken hata yapar."
Anlayışlı birine benziyordu, emindim beni anlayacağına ancak Kamelya ona böyle davranmışsa, neden hâlâ seviyor ki?
"Haklısın," dedi, tahmin ettiğim gibi anlayışla karşılamıştı. Zaten geçmiş umrunda olsa beni yani onu şuan kabul etmezdi.
Bir anda gürültüyle kopan şimşekler sanki gökyüzünü yaracak gibiydi. İrkilerek salonun geniş camından dışarıya baktım. Gökyüzünde beliren kızıl şimşekler geceyi aydınlattı ve art arda birkaç defa daha koptu gürültüler. Benim gibi Atilla da baktı ve, "Sonunda geldi," dedi. Ona anlamlandıramadığım bir bakış attım.
"Kim geldi?"
"Birazdan göreceksin."
|
0% |