@hadizade
|
I monster, who is she?🎶

🎭
Üzerime doğru eğildiğinde kaçmak istedim, fakat o, bana bu fırsatı tanımadı. Boğazıma dolanan iri parmakları soluğumu kesti. Bedenim usul usul yerden ayrılırken, çok geçmeden ayaklarımı da yerden kesti. Dün gece dans ettiğimizde mutluluktan ayaklarımı yerden kesen adam, şimdi öldürmeye ant içmiş gibiydi. O nefreti gözlerinde görebiliyordum.
İki elimle bir elini boynumdan çözebilecek güce sahip değildim. Bileğine tutunmuş, boğulurken son sesleri çıkarıyordum, ancak o, "Böyle kolay öleceğini düşünmüyordun herhalde," dedi ve beni tek bir hareketiyle metrelerce öteye fırlattı.
Bedenim bir ağacın gövdesine toslayana dek gerçek manâda uçtum. Ta ki, bir ağaç gövdesine çarpıp, ordan da yere çakılana dek. Yanağım bir buz parçasına çarpmış gibi acıyordu, tenimden ziyâde elmacık kemiğim sızladı, ancak uyuşmuş gibiydim. Belki soğuk daha çok acıtıyordu, belki de şu an vücudumda olan her hangi bir sızıyı kamufle ediyordu ve ben farkında değildim.
Yerden destek alarak kalkmaya çalıştım ancak daha yanağımı bile yerden ayıramadan yeniden güçsüz düşerek bir kez daha çakıldım. Kar tanelerinin doluştuğu kirpiklerimi aralayıp, bulanık görüş açıma giren o ayakları gördüm. O yürürken sanki tüm gezegen sarsılıyordu. Elinden kurtulmama imkân yoktu. Belki de sadece teslim olmalıydım.
Eğilip beni yerden aldığında, ona direnecek gücümün olmadığını farkettim. Sanki ruhum bedenimi terk etmiş gibiydi; öyle vahim, öyle acı verici.
Beni omzuna attığında üst gövdem arkaya doğru sallandı. O yürüdükçe kollarım apansızca sağa sola sallanıyor, kar tanelerinin yapıştığı saçlarım fırtınanın ortasında oradan oraya savduluyordu. Başımın arkasındaki ve sırtımdaki o şiddetli ağrıyı yaşamak, şimdi ölümden daha beter geliyordu.
Ben de kendimi güçlü sanırdım. O bana dokununca anladım, değilmişim.
Fazla uzağa gitmeden durdu ve beni omzundan indirip atının üzerine oturttu. Yan şekilde oturduğumda, düşmemek için hemen onun kollarına tutundum. Bir anlık göz göze geldiğimizde, siyah olan gözünün etrafının kanla dolduğunu gördüm ve dehşet içinde kalarak hemen ellerimi kollarından çektim.
Çok geçmeden o da arkamda oturdu ve kollarını iki yanımdan geçirip, atın dizginlerini eline aldı. Bir şey demesine veya bir şey yapmasına gerek kalmadan atı hızla koşmaya başladı. Tutunacak bir yere ihtiyacım vardı ancak atın saçlarını incitmemek için kollarımı Atilla Karahan'ın beline doladım.
Biliyorum, belki de bir yılana sarıldım. Ancak düştüğüm yer denizden daha kötü.
Fırtınayı yarıp geçiyorduk. Şiddetli rüzgâr yüzüme ince ve keskin çizikler atınca, yüzümü onun göğsüne bastırdım. Kendi celladına sarılan ilk insan değildim. Ancak o, siyah pardesüsünü sırtıma sarıp sarmaladı. Parmak uçlarım gerildi ve kendimi biraz daha onun vücuduna bastırdım. Dokunduğum bedeninin gerildiğini hissettim. Başım göğsündeydi ama kalbini hissedemiyordum. Sanki atmıyordu, sanki bir kalbi yoktu.
Geldiğim yolu geri dönüyorduk ama bu yol, sanki benim geldiğim yol değildi. Her yer kara kıştı. Karlar buraları ele geçirmişti. Buraları bahardan kışe çeviren onun öfkesi miydi? Yoksa ayrı düştüğü sevgili Kamelya'sına olan hasreti mi?
Vücudumda uyuşmayan tek bir yer vardı ve o da, sarıldığım celladı düşünmekle meşguldü. Beni ne şekilde öldüreceğini merak ediyordum. O kadar çaresiz hissediyordum ki, kendimi nerelere atsam, kaçacak bir deliğin bile olmaması beni bu çaresizliğin içine atıyordu.
Sarayının bahçesinden içeriye girdiğimizde tüm atlar kişnedi. Bitmesini istemediğim o yol bitmişti. Lilith kendiliğinden ahırın önüne geldi ve orada yavaşça aşağıya çökerek oturdu. Atilla aşağıya atlayıp, hemen ellerini belime koyarak beni de Lilith'in belinden indirince, bedenimin titrediğini farkettim ve bunu tek farkeden ben değildim. Bakışlarım usulca yukarıya tırmanıp, görünen tek yeri olan gözlerine ulaşınca, cam ve siyah gözlerinin etrafındaki o kızarıklıkların kaybolduğunu gördüm. Şimdi bana daha sakin, daha ılımlı bakıyordu. Ancak sessizliğinin ardındaki fırtınayı görebiliyordum.
Elini elime sarıp parmaklarını parmaklarıma kenetledi ve beni yeniden sarayına götürdü. Büyük adımlarına yetişmeye çalışırken, daha büyük adımlar atıyordum fakat ayaklarım hızına yetişemiyor, ara sıra tökezliyordum. Kapının önüne geldiğimizde kapılar yine kendiliğinden açıldı ve beraber içeriye girdiğimizde, ardımızdan kapandı. Atilla, durmaksızın beni merdivenlere doğru götürdü. Ya da sürükledi mi demeliyim bilmiyordum. Ona yetişemiyordum. Merdivenlerden birine takılıp oraya yığıldım. Artık gözyaşlarımın aktığını hissediyordum ve buna engel olamamak canımı sıkıyordu.
Durup bana baktı, sonra ise beni bir çocuk gibi ayağa kaldırıp, tek koluyla belimi sararak ayaklarımı yerden kesti. Düşmekten korkarak yine ona sarıldım ve yüzümü omzuna gömüp, sessiz hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım.
Sarayın en üst katına çıkıyordu. Belli ki, beni orada katledecekti. En üst kata çıktığında, ben bir çocuk gibi omzunun üzerinden sadece gözlerimin göreceği kadar kafamı çıkartmış etrafa bakıyordum. Sanırım burası onun yaşadığı kattı. Yerler simsiyah halılarla kaplıydı. Eşyaların ise tamamı ahşaptı. Ortadaki iri avize hayatımda gördüğüm en iri avizeydi. Taşları siyah karata benziyordu. Burda da alt katlardaki gibi bir çok koridor ve oda vardı. Atilla hiç duraksamadan sağa döndü ve uzun bir koridora girdi. Öyle bir koridor ki, tavan aynayla kaplıydı ama normal bir ayna değildi. Kenarlarda benim bilmediğim bir dilde yazılan kelimeler ve semboller vardı. Ordaki aksimize baktığımda, Atilla'nın olağanüstü bedeninin karşısında ne kadar ince ve zayıf göründüğüme şahit oldum. Bu, sertçe yutkunmama sebep oldu.
Duvarlarda oval şeklinde, kenarı işlemeli aynalar vardı. Tıpkı evin diğer duvarlarında olduğu gibi. Bu kadar fazla ayna olmasının sebebini merak ettim, ancak sonrasında şu an merak etmem gereken şeyin bu olmadığına kanaat getirdim.
Uzunca bir koridordan geçtikten sonra Atilla durdu. Omzumun üzerinden dönüp nereye geldiğimize baktım. Atilla bir koluyla beni tutmaya devam ederken, sağ elini havaya kaldırdı ve bir şeyler söyledi. Bunu kendi dilinde söylemiş olacak ki, hiçbir şey anlayamadım. Birkaç saniye sonra ağır ahşap kapı ürkütücü bir sesle yavaşça aralandı. İçerisinin zifiri karanlığı tenimi ürpertti. Karanlık bir kuyu gibiydi. Bilinmezliklerle dolu bir kuyu.
Atilla içeriye doğru adımladı ve ardından kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Az sonra ayaklarım yere temas ettiğinde, buna sevinemedim. Nefesimi kesmesini bekliyordum. Bunun için tek bir hareketi yeterdi.
Ancak o, parmaklarını şıklattı ve odanın her yerindeki mumlar bir anda alev alınca, oda aydınlandı. Etrafa kısaca baktım. Tam arkamda siyah tüllerin çevrelediği büyük bir yatak vardı. Bir mezarı andırıyordu. Her şey gözüme olması gerektiğinden çok daha korkunç geliyordu. Odada bir pencere dâhi yoktu. Sanki bu oda, içerisindeki feryatlar dışarıdan duyulmasın diye yapılmıştı.
Bakışlarım tüm odanın içerisinde dolandıktan sonra yeniden onun gözlerine ulaştı. "Öldüreceksen öldür artık," dedim sabrımın son demlerini yaşarken, "her an bu korkuyla yaşmaka istemiyorum, bana azap çektiriyorsun Atilla..."
"Sadece bir kerecik," dedi o kalın, güzel sesiyle, "bana sevgilim der misin?"
"Ne önemi var? Zaten öldürmeyecek misin? Katilime sevgilim demek hiç içimden gelmiyor."
"Sadece bir kere," diyerek bana doğru bir adım attığında, ben de bir adım geriledim. "Yalandan da olsa, bir kerecik söyle."
O geldi, ben gittim. O geldi, ben kaçtım. Önce dizlerimin arkası yatağa çarptı ve geriye doğru düştüm. O üzerime geldikçe, ben yatakta geriye doğru sürünerek ondan kaçmak istedim. Ancak ayak bileğime dolanan iri parmaklarıyla tüm gücüme karşı geldi. Diğer eliyle öbür ayağımdaki çizmeyi çekip çıkardı ve ayağımı avucunun içerisine alıp yukarıya kaldırdı. Şalının altında kalan dudaklarını ayağımın üzerine bastırdığı sırada, ona inanamaz gözlerle bakıyordum.
Ayağımı yavaşça yatağa bıraktıktan sonra diğer çizmemi de çıkardı ve onu da yere bıraktıktan sonra bir dizini yatağa koydu. Gözlerinde benim için yanıp kavrulan bir adamı görüyordum ama sandığı kişi ben değildim. O güzel gözlerden süzülen bakışlar bana değildi. Baktığı ben değildim ama gördüğü bendim.
Bir canavar gibi üzerime çıktığında, sonumun geldiğini anladım. Az sonra pençelerinin arasında bu hazin hikâyem bir son bulacak, belki de çektiğim tüm sıkıntılardan kurtularak ebedî huzurla buluşacaktım. Tek dileğim, acı vermeden öldürmesiydi.
Eli boynuma gittiğinde, göz bebeklerim titredi. Onu bulanık görmeye başlayınca, hemen kirpiklerimi sıkça kırparak görüş açımı yeniden netleştirdim ve son bir kez yutkunup, derin bir nefes aldım. Boynuma sıkıca saran parmakları tüm gücümü eline aldı. Gözlerinde merhamet kırıntısı görmeye ihtiyacım vardı. Göremedim.
Sırtım usulca yatağa serilirken, o, yüzüme doğru eğildi ve gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Kirpikleri yeniden aralandı ve gözlerimin içine baktı.
"Seni seviyorum Kamelya'm."
Onu seviyorsun, beni değil. Bu yüzden beni öldürmende bir sakınca görmüyorum. Fakat sevdiği öldürmek bu kadar kolay mı? Öyleyse, ben niye sevdiğim için, sırf o yaşasın diye ölümü bile göze aldım?
"Yüzüne bakmak istiyorum," dedim son nefesimde, "şayet öleceksem, gördüğüm son şey, senin yüzün olsun isterim."
O cevap vermedi, bense "ne olacaksa olsun" diyerek bir anda elimi yüzüne attım ve şalını kavrayıp hızla aşağıya doğru çektim.
Bir anda odadaki tüm mumlar söndü. O, benden hızlı davranmıştı. Şimdi nefesini yüzümde hissediyordum ama göremiyordum. Anlaşılıyor ki, o istemediği sürece de göremeyecektim. Tabii ömrüm buna yeterse.
"Neden bu kadar inatçısın?" derken, tam üzerimdeydi ve bir boğayı andıran kor nefesi yüzüme dağılıyordu. "Mahvettiğin yüze bakıp gülmek mi istiyorsun, sevgili Kamelya'm?"
Birbirimizi göremiyorduk. En azından ben. Aralanan dudaklarımı, yukarıya kıvrılan kaşlarımı, şaşkın mimiklerimi görmedi. Beni, yani onu işte bu kadar acımasız biri sanıyordu. Onu bilemem ama ben böyle biri değildim ki.
"Ne gülmesi Atilla? Yüzünde yara var diye seni beğenmeyeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun."
Elimi yavaşça kaldırıp onun yüzüne koydum. Parmaklarım çıkıntılarla dolu yüzünde dolandı. Yaraları vardı. Benim yaptığımı sandığı yaraları. "Senden yüzündeki yara için vazgeçen, bırak geçip gitsin zaten. Ben seni böyle de istiyorum."
Sözlerime inanmamış olacak ki, hiçbir şey söylemedi. Belki de bu dediklerim onun yüzünde acı bir tebessüm yarattı ve konuşamadı. Ona, onu ne kadar beğendiğimi ıspatlamak için, belki de hayatımı kurtaracak o hâmleyi yaptım. Yüzünde gezinen parmaklarım usulca ensesine doğru süzüldü ve parmaklarımı hiç görmediğim o ipek saçlarının arasına geçirip, onu kendime bastırdım ve dudaklarımı, onun dudakları ile şereflendirdim.
Sabit duran dudakları bana karşılık vermemekte kararlıydı ama vazgeçmeden, onun dolgun dudaklarını öpmeye devam ettim. Bir süre sonra sanki bana teslim oldu ve dudakları hafifçe aralanınca, içeriye sızdım. Alt dudağını dudaklarımın arasına alıp emerken, parmaklarımı saçlarının arasında gezdirerek başını okşuyordum. Dudaklarının arasından içeriye sızan dilim onun diliyle buluşunca, daha fazla dayanamadı ve en sonunda bana karşılık verdi.
Dudaklarımız birbiriyle uyum içerisindeydi. Öpüşmemiz kibarlıktan, nahiflikten çok uzaktı. Tutku dolan bedenlerimizin sözcülüğünü dudaklarımız yapıyor, belki de dile getirdiğimizde anlaşılmayan o cümlelere tercüman oluyordu.
Başını bir sağa, bir sola çevirerek dudaklarımı iştahla öpüyor, boynumdaki parmakları geçen her saniye biraz daha gevşiyordu. Diğer eli benim elimi buldu ve parmaklarımızı birbirine kenetleyerek elimi başımın üzerine getirip, yatağa bastırdı. Göğsüm hızla inip kalkarken iri göğsüne tosluyor, yenilgiyle aşağıya iniyordu. Dudaklarım fazlaca hırpalanıyor, artık acımaya başlıyordu.
Dudak hareketlerim durunca, o da durdu ve dudağımın kenarına, yanağıma, çeneme sayısız buseler kondurmaya devam etti. Yüzümde dolanan bu tutku dolu, koklayarak kondurulan öpücükler derin bir hasret kokuyordu.
Ona hasret kalmamıştım ama aynı zamanda uzun zamandır ona kavuşmayı bekliyor gibiydim. Bu yüzden o hasreti ve visâli ben de tadıyordum.
Saçlarını okşayaran elim biraz daha aşağıya kaydı ve geniş sırtına doğru süzüldü. İri vücudu yanıma yayıldı ama başını göğsümün üzerine koydu. Şimdi deli gibi atan kalbimi o da duyuyordu. Diğer elimi alıp saçlarına götürdü. Okşamaya devam etmemi istiyordu. İçimdeki anaç duygular, beni ona şefkât göstermeye zorluyordu. Dudaklarımı başına bastırıp, uyuya kalana dek saçlarını okşadım. Soluklarının git gide yavaşladığını hissediyordum.
Bu defa av, avcıyı kandırdı.
🎭
Gün ışığının olmadığı, zamanın belirsiz olduğu, ağır bir nem ve mum kokan odada gözlerimi açtım. Yatağın ortasında uyuyordum ve yalnızdım. Solda bir kapı açıktı, sarı, loş bir ışık oradan tüm odaya yayılıyordu. Doğrulup oturdum. Üzerimdeki kürk de çıkarılmıştı ancak elbisem üzerimdeydi. Dün gece olanları hatırlamaya çalıştım. Burada öylece uyuya kalmıştık. O, benimle uyumuştu. Bir geceyi daha ölmeden atlatabilmiştim.
Şimdi ise o kapısı açık olan odadan su sesi geliyordu. Yataktan çıkıp tülleri iki yana ayırarak oraya baktım. Orası banyoydu. Ancak buradan bakılınca pek bir şey görünmüyordu. Usulca adımlayıp girişte durdum ve içeriye baktım. Banyonun ortasında altın rengi bir küvetin içerisinde oturmuş, kollarını küvetin iki yanına doğru yaymıştı. Sembol gibi dövmelerle bezeli sırtı, omuzları o kadar genişti ki, ondan gözlerimi alamadım.
Bir anda sanki beni görüyormuş gibi, "Buraya gel," diyince, kalın sesi banyonun duvarlarında yankılandı.
Yavaşça adımladım. Çıplak ayaklarım zemine dokunduğu anda tüm vücudum ürperdi. Bir anlık duraksasam da, onun yüzünü görme merakım, beni onun yanına dek götürdü. Geçtiğim yerlerde erimiş mumlar ve kalıntıları vardı. Topuklarımı yere basmadan, pençelerimin üzerinde onun yanına yaklaştım ve omzunun yanında durup ona yukarıdan aşağıya baktım. Maalesef ki, mumlar yerde ve gerideydi. Onun yüzünü aydınlatmaya yetmiyorlardı.
"Geldim," dedim, "buyur."
Bir anda bileğime dolanan eliyle beni kendine çektiğinde, dengemi koruyamadım ve onun üzerine düşünce, ayaklarım havalandı. Büyük küvetin içerisindeki su seviyesi, benim girmemle beraber daha da yükseldi ve dışarıya taştı. Atilla kollarını belime dolayarak beni kendine çekti ve sırtımı göğsüne yaslayıp, ellerini karnımın üzerinde birleştirdi. Bu, belki de onun için normal bir şeydi ama her hareketi aklımı yitirmeme sebep oluyordu.
Su, ikimizin de vücudunu rahatlatıyordu. Onun pençelerinin arasında bu kadar rahat olabilmemin mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Ben onu tanımıyordum, simâsını bile görmemiştim fakat, sanki bedenim onun bedenini tanıyordu, tenim onun tenini hatırlıyordu.
Gözlerimi kapatmış, neredeyse uyumak üzereydim ki, Atilla, "Aşağıdan sesler geliyor, bakmam lâzım." diyince gözlerimi açtım.
"Ne sesi? Ben bir şey duymuyorum."
Ortam çok sessizdi, hatta kendi kalp atışlarımı ve ikimizin solukları haricinde hiçbir şey duymuyordum ama o, ses duyduğunu iddia ediyordu.
"Aşağıda kavga ediyorlar," dedi, durdu dinledi. "Bir şeyler kırıldı."
Ellerini belime koyarak beni kaldırdı ve benimle beraber ayağa kalktı. Başım, sırtım onun göğsüne yaslıydı. Arkamı dönsem mi, ona baksam mı, buna kızar mı bilemedim. Zaten çıplak olduğu için öylece put gibi durup bekledim. Küvetin içerisinden çıkarken etrafa saçılan damlaların çıkardığı sesleri dinledim. Yerdeki ıslak ayak izlerini, havluyu beline sarmasını dinledim. Tam emin olduktan sonra arkamı dönüp ona baktım. Sırtı bana dönüktü. Tenini ilk defa böyle net görüyordum. Esmer bir teni vardı ve mum ışığında teni parıl parıl parlıyordu.
O banyodan çıktıktan sonra hâlâ daha küvetin içerisinde olduğumu yeni farkedip çıktım. Su damlaları her yana saçılırken, üzerimdeki elbise ıslanarak daha da ağırlaşmıştı. Etekleri toplayıp küvetin içerisine sıktıktan sonra hızla banyoyu terk ettim. Dış kapının açılma sesini duymuş, fakat kapanma sesini duymamıştım. Bu penceresiz, havasız ve ağır kokan yerde daha fazla kalabileceğimi zannetmiyordum.
Aralık kapıdan dışarıya sızdığımda, o aynalı uzun koridorla yeniden karşı karşıya kaldım. Fakat az ileri, içerisi kadar karanlık olmadığı için rahatlıkla ilerledim. Eteklerimi tutarak hızlıca merdivenleri inmeye başladım. Benim duymayıp, Atilla'nın keskin kulaklarıyla duyduğu o sesleri şimdi ben de duyabiliyordum. Bir alt kat filan da değildi. Sesler zemin kattan geliyordu.
Sırtımda belli bariz ağrılar vardı ve üzerimdeki ıslaklık soğudukça o ağrı daha da gün yüzüne çıkıyordu. Yine de bu şimdilik ikinci plandaydı. Merdivenleri hızlıca inip sesi takip ettim. Ses zemin kattaki geniş salondan geliyordu. Tartışan kişiler Emir ve Hazar idi. Atilla ortalarına girmiş onları ayırmaya çalışıyor gibi durmuştu.
Emir fazla ciddiydi ve Hazar'a parmak sallıyordu. "Sen benim düşüncelerime karışamazsın! Sen buranın kralı filan değilsin!"
Atilla, "Ama ben karışırım," diyerek Emir'e bakınca, Emir donup kaldı, "çünkü buranın kralı benim."
"Aldın mı cevabını?" dedi Hazar. Atilla ona arkasını dönünca, Hazar elini göğsünün ortasına koydu ve yavaşça aşağıya kaydırıp, resmen "oh olsun" yaptı. Bu çocuk bizden.
Atilla onu görmüş gibi, "Hazar!" diyerek uyardı, "sen de daha fazla üzerine gitme istersen."
"Görüyorsun değil mi yaptığını? Ben onun büyüğüyüm. Bana bi' saygısızlık yaptığında onu uyarabilirim ama bu velet uyarıdan da anlamıyor!"
"Velet mi?" dedi Hazar.
"Saygı karşılıklı bir şeydir," dedi Atilla, "anladığım kadarıyla o seninle konuşmuş, sense her zamanki agresifliğinle saldırmışsın. Ben bu kavganın neden çıktığını da biliyorum. Seni son defa uyarıyorum Emir, saygı beklemeden önce insanlara saygı duymayı öğrenmelisin."
"Ben onun abisiyim! Sen de bizim abimizsin. Ne yani sen bize kızabilirsin, ama ben ona kızamaz mıyım?"
Atilla'ya ayrımcılık yaptığını açık açık söyleyecek kadar cesaretliydi, merakla Atilla'ya baktım. Ne kadar sabırlı merak ettim doğrusu.
"Saygının yeri ve yaşı yoktur Emir. Saygıyı senin ona öğretmen gerekir... Velet diyorsun ya, senin gözünde o hâlâ çocuk hani, o zaman çocukların söylediklerimizi değil, yaptıklarımızı yaptığını da bilmen gerekir."
Emir, Atilla'nın bu sakin ve sabırlı tutumuna karşılık, "Uğraşamam," diyip umursamaz bir ifadeyle yanımdan geçip gitti.
Atilla Hazar'a doğru dönünce, ben de benden yani Kamelya'dan hiç hoşlanmayan Emir'in gitmesiyle beraber rahatça salona geçtim. Hazar beni böyle, Atilla'yı da ıslak saçlarla görünce, sırıtarak, "Hayırlı işler gençler," dedi.
Atilla boğazdan bir ses çıkarıp omzunun üzerinden geriye baktı. Kahretsin ki yüzünde maske vardı ve yine sadece gözlerini görebiliyordum. Önüne dönüp Hazar'a baktı.
"Ne yaptın da onu yine sinirlendirmeyi başardın?"
"Kamelya'ya karşı çok katı, çok kindar yaklaşıyor. Sadece bunun saçma olduğunu söyledim."
"Onu bu düşüncesinden ben bile vazgeçiremiyorum, sen nasıl yapacaksın Hazar?"
"Yapamayacağımı biliyorum, ben sadece fikrimi söylemiştim. Hep böyle yapıyor, sakince konuşmak diye bir özelliği yok."
"Onların arasındaki mevzu, sen karışmasan daha iyi olur. Emir onu sevmeye de bilir, buna bir şey diyemem ama ben seviyorum. Emir de buna saygı duymak zorunda."
Neden bu kadar kötü hissediyorum? Dün ben giderken yaptığı o saplantılı hareketlerinden belli, hissettiği şeyin sevgi olmadığı. O, Kamelya'yı istiyor. Öyle bir saplantı hâline getirmiş ki, gerçeği göremiyor. Ben de bunu kullanmış oluyorum.
"Ben saygı duyuyorum," diyen Hazar göz ucuyla bana baktı. Onunla aramızda ne oldu, bir sorun yaşadık mı hiç bilmeden gülümsemeye çalıştım. Bu gülümsememe karşılık o da gülümsedi.
Ve tekrar Atilla'ya bakıp, "Bir karnasyalının değişebileceğine inanıyorum." diyince benim yüzüm yine soldu. Nerede olduğumu bir daha hatırladım ve yine inanmak istemedim ama sesimi çıkaramadım. "Kamelya'nın da değiştiğini görebiliyorum. Umarım bir daha aynı sorunlar yaşanmaz."
Hangi sorunlar? Ne yaptığımı bir de ben bilsem! Sanırım bunu söylemekten bıkmayacağım. Yaktın beni Kamelya, sen beni yaktın!
Bir anda bana bakarak, "Luzia'nın başkanı olarak bugünkü toplantıya katılacak mısın?" diye sorunca kalakaldım.
Atilla yavaşça bana doğru döndü ve o da gözlerimin içine baktı. İkisi de benden bir cevap bekliyordu ve ben daha bu dediklerinin ne olduğunu bile bilmiyordum ki.
"E... Şey... Evet. Tabii ki, bensiz olur mu hiç?" diye geveledim. Şimdi üzerimde yüz bin volt elektrik taşıyor gibi hissediyordum.
"Güzel o hâlde, ben biraz erken gidip işleri halledeceğim. Geç kalmayın." diyerek salondan çıktığında, arkasından öylece boş boş baka kaldım.
Ne toplantısı? Luzia da ne demek oluyor?
Atilla bana doğru dönünce, yüzümdeki tüm ifadeyi bir anda sildim ve ona dümdüz baktım. Bunu daha ne kadar sürdürebileceğimi bilmiyordum ama beni öldürmesini beklerken iki gündür yaşatıyor olmasına sevinmeli miydim?
"Üşüyeceksin," dedi gözlerimin içine bakarak. Bir anda şömineden yükselen alevler irkilmeme neden oldu. Yeniden ona doğru döndüm ve kendi kalp atışlarımı duymaya başladım.
"Çok mu umrunda?" dedim bir anda, dün ormanın ortasında dönüştüğü o kişi, şu an gördüğüm kişiye çok uzaktı.
"Umrumda olmasa, çoktan ölmüştün, sevgili Kamelya'm." dedi o korkunç sesi ve bakışlarıyla.
Bir çizgi gibi kısılmış olan gözlerinde ölümü görüyordum. Ölüm bana sadece bir adım mesafedeydi. Ruh hâlinin bu kadar çabuk ve fazla değişmesi hiç normal gelmiyordu. Evet, belki hiçbir şey normal değildi ama diğerleri hiç onun gibi değildi. Belirli davranışları vardı. Ama o, benim için sırlarla dolu bir kutu gibiydi.
"Yüzünü görmek istiyorum."
"İstediğimiz her şey olmuyor."
"Bu imkânsız bir şey değil," diyerek ona doğru bir adım attım ve başımı yukarıya kaldırıp, onun siyah ve menekşe rengi gözlerine baktım. Ellerimi yukarıya kaldırıp yüzündeki maskeye götürdüm. "Seni görmeme izin ver."
Parmakları olağandışı bir hızla bileklerime dolandı ve kendimi koltuğun üzerinde buldum. Karşımda dimdik durmuş bana bakıyordu ama bu bakışlar aşktan çok kırgınlık kokuyordu.
"Neden?" dedi gür sesiyle. "Yaptığın şeyi görüp gurur duymak için mi? Dalga geçmek için mi? Yoksa ne kadar çirkin olduğumu bir kez daha yüzüme vurmak için mi?"
"Ben... Ben hayır..."
"Unuttuğun bir şey var," dedi gözlerimin içine bakarak, "kimse seni bu çirkin kralın sevdiği gibi sevemeyecek."
Dudaklarım aralı, gözlerim şaşkınlıkla büyümüş hâlde ona bakıyordum. Ben bir şey söyleyecek gücü kendimde bulamıyordum. O da kalacak gücü kendinde bulamamış gibi çekip gitti. Arkamı dönüp bakacak cesaretim yoktu. O, sanki sıkışıp kalmış gibiydi. Aşkı ve öfkesinin arasında kalmış gibi.
🎭
Bir toplantı vardı. Benim de katılmam gereken, fakat içeriği hakkında zerre kadar fikrim olmayan bir toplantı. Böylesi bir krallıkta yaşayan kişilerin ne gibi bir toplantı yapacaklarını tahmin edemiyordum. Ta ki, o geceki toplantıya katılana dek...
Karnasya, medeniyetten uzak bir yer gibiydi, masallar diyarı gibi. Vadideki küçük evler, büyük ve sık ormanlar, atlar, faytonlar, yürüyerek bir yerden bir yere giden, siyah giyimli karnasyalılar... Sanırım sadece soylular faytona binebiliyordu. Burası niyeyse bana dünyanın geçmiş yıllardaki hâlini hatırlattı.
Atilla ile beraber fantonla yolculuk yapıyorduk. Bense ilk defa geldiğim bu yerlere bakarken, şaşkınlığımı gizlemek için yoğun bir çaba sarf ediyordum. Etraftaki insanlar siyah, ince tül perdeleri kapalı olan bu faytonu görünce, durup öne doğru eğiliyorlardı.
Omzumun üzerinden dönüp yanımda oturan Atilla'ya baktım. Onun için eğilen yüzlerce kişiye gözucuyla bile bakmıyordu. Sanırım bu duruma alışıktı.
Faytonla bir saat gibi bir sessiz yolculuğun ardından, katedrâle benzeyen bir yerin önünde durmuştuk. Atilla kendi maskesi gibi gümüş, ovâl bir maskeyi bana uzattı. Onu yüzüme taktıktan sonra Atilla pardesümün kapüşonunu yukarıya çekerek saçlarımı gizledi. Siyah pardesümün önündeki düğmeleri teker teker iliklerken, ben dikkatle onu izliyordum. Şimdi ikimiz de aynı görünüyorduk.
Kapı, görevli askerlerden biri tarafından açıldı. Askerler silah yerine kılıç ve hançer taşıyordu. Hepsi haki yeşili giymişlerdi. Onları böyle görünce aklıma hemen Pamir geldi. Keşke kendisi de gelse, dedim, bana Ayşe'mden bir haber getirse.
Atilla ile yan yana içeriye girdik. Kapıda bekleyen onlarca asker vardı. Yüzümde her an beliren o şaşkınlığı kapatan maske iyi ki vardı. İçeride birileri ilâhi söylüyordu ama ses üstlerden geliyordu. Tavan epeyce yüksekti, burası da çok eskiden kalma bir yer gibiydi. Sanki dev bir kaya yontularak bu şekli almıştı. İki insanın yan yana geçebileceği genişlikte bir koridordan Atilla ile yan yana geçemedim. Elimi tuttu ve kendisi önden girip, beni de peşinden götürdü.
Büyük bir hôle geldiğimizde, ortadaki ovâl şeklindeki masayı ve etrafında oturanları gördüm. Her biri farklı renkte giymiş, biz hariç tam on kişiydi. Arkada bir köşede ayakta duran bir siyahlı kişi daha vardı, parlayan değişken gözlerinden anladığım kadarıyla o Hazar'dı. Atilla beni masanın etrafından dolandırdı. Fakat burada gerçekten dolandıran biri varsa, o da bendim.
Yerine oturmadan önce beni sandalyemin yanına kadar getirdi ve sandalyemi çekti. Yalnız ben oturduktan sonra geçip baş köşeye oturdu. Düşünüyorum da, daha bana - Kamelya'ya olan kızgınlığı tam geçmemişken bile bana böyle davranıyorsa, bir zamanlar nasıl davranıyordu?
Sandalyenin en dibinde oturmuş, sırtıma yaslanmıştım. Hazar, Atilla'nın hemen sağında duruyordu. Etrafa kısaca göz gezdirdiğimde, neredeyse herkesin bana baktığını gördüm ve önüme dönüp, Atilla'ya yan bir bakış attım.
"Görüyorum ki, barışmışsınız." dedi biri. Sesin geldiği yöne baktım. Koyu mor giysili biri konuşuyordu. Vücudu ve sesine bakılırsa o bir erkekti. Maske sesini boğarak biraz değiştiriyordu. "Barışınca, yapılanlar unutuluyor mu?" diye sordu.
"Maalesef unutulmuyor," dedi Atilla. Bu defa ona bakamadım. "Senin yaptıklarını da unutmadık Hârin, umarım kendi yaptıklarını hatırlıyorsundur..."
Adının Hârin olduğunu öğrendiğim o mor giysili kişinin bakışlarını üzerimde hissettim. Belli ki, onun da benimle bir sorunu vardı. Kamelya'nın karıştırmadığı tek bir yer kalmış mı ki? Görürsem çok şaşırırım doğrusu.
Hârin, daha katı bir sesle, "Onu affetmemen gerekiyordu! Beni onunla bir tutamazsın!" dedi. Sesinde ve bakışlarında kin vardı.
Atilla, "Elbette seni onunla bir tutamam," diyince, kaşlarımı çatarak hemen ona doğru döndüm. Bakışları bir anlık gözlerimi buldu ve onca kırgınlığa, kızgınlığa rağmen şu sözleri sarf etti. "Ben onu kimseyle bir tutamam, işte o kadar büyük bir aşk ve sadakatle bağlıyım ona..."
Her saniye değişen yüz ifademi göremiyordu, ama o konuşunca kanat çırpan kelebeklerin sesini duyuyor muydu? Zaman yavaşlıyordu. Açılıp kapanan gözlerine, birbirine sürtünen kirpiklerini sayacak kadar dikkatle bakıyordum ona.
Fakat Hârin yine susmadı. Bu defa daha yüksek bir sesle, "Sevgilin diye ona ayrıcalık tanıyamazsın!" Dedi.
Atilla'nın cevabı fazla gecikmedi. "Sevgilim değil, sevgili nişanlım."
"Bu bi' bahane olamaz! Kurallarımızı ne çabuk unuttun Atilla?"
"Kurallarımız senin için esneyebiliyorsa, onun için de esneyebilir Hârin. Biz sıradan bir karnasyalı değiliz, buradaki liderlerin yarın bir gün hata yapmayacağına emin miyiz?"
"Üç küz elli yıllık hayatımda bundan daha berbat bir savunma görmedim!" diyince, ona dehşet içinde döndüm.
Ben yanlış mı duydum? Üç yüz elli mi dedi o? Otuz beş demiştir, üç yüz elli olsa duramayız.
"Ben de yedi yüz kırk üç yıllık hayatımda, senin kadar riyâkarını görmedim Hârin." dedi Atilla. "İşler kendi aleyhine olmadığında ne kadar da konuşkan olabiliyorsun..."
Yedi yüz kırk üç? Buna da yetmiş dört buçuktur demeyeceksin değil mi Nilay? Adam otuzunda gösteriyor, şimdi kafayı yiyeceğim!
"Riyakâr olduğumu düşünmüyorum, bence sırf nişanlın diye onu korumaktan vazgeç. Cezasının konseyden atılması olduğunu sen de biliyorsun."
"Ben burada olduğum sürece, o da burada olacak. Çok yakında karım olacak kişi hakkında böyle konuşamazsın." Diyip diğer üyelere baktı. "Kamelya burada kalmaya devam edecek. Gitmek isteyenler gidebilir."
Bir itirazı olan yok gibi görünüyordu. Sadece Hârin ellerini masaya vurarak ayağa kalktı ve bir kobra gibi öne doğru gerilerek Atilla'ya baktı. "Sen hep böyle mi yapacaksın Atilla? Kuralları kendi zevklerin uğruna çiğnemeye devam edersen, çok yakında konsey diye bir şey kalmayacak. Yok olup gideceğiz! Bir kadın için," diyip bakışlarını bana çevirdi, "hele ki böyle bir kadın için buna değmez!"
"Kes sesini! Saygısız!" dedi Atilla. "Hemen burayı terk et, yoksa kafan bedenini terk edecek."
Nedense gözüme çok daha karizmatik görünmeye başladınız sevgili Atilla Bey.
Hâren bir hışımla masayı terk ederken, diğer üyeler onu hiç görmemiş gibi davranıyorlardı. Sanırım burada Atilla'nın kararı çok önemliydi, öyle olmasa baş köşede olmazdı zaten.
Şimdi boş bir yer vardı. Atilla omzunun üzerinden sağa dönüp Hazar'a baktı ve Hazar başını bir kez eğdikten sonra geçip o boş yere oturdu. Şimdi masada siyah giyen üç kişi vardı. Karahanlardan üç kişi.
"Bundan sonra Hârin'in bölgesindeki tüm sorumluluk, kardeşim Hazar Karahan'a aittir. Görevinin sorumluluğunu taşıyabileceğine ve bulunduğu konuma lâyık olacağına inancım tam."
Hazar onu dinlerken babasını dinleyen gururlu bir erkek çocuğu gibiydi. Güldüğünü hissedebiliyordum.
Kamelya'nın ne yaptığını bilmediğim için, bir yandan Hârin adına üzüldüm. Belli ki, uzun bir süredir bu vazifedeydi. Ancak Hazar'ın böyle büyük bir görev almasına sevinmedim diyemem. Bence onun içi temiz ve hak ediyor.
Atilla sözlerini tamamladıktan sonra Hazar konuşmaya başladı. "Görevime sadık kalacağımı ve yıllardır Atilla tarafından yetiştirildiğim için, bu göreve tam olarak hazır olduğumu bilmenizi isterim."
Sanırım bu büyük bir görevdi ve hiçbir şeyden haberi olmayan ben de bu başkanların arasındaydım. Acaba Kamelya buraya gelip oturabileceğimi hayal edebilmiş midir? Sanmıyorum. Muhtemelen hâlâ Atilla'nın beni öldürmesini bekliyordur. Hâlâ yaşıyor olduğumu öğrendiğinde çok şaşıracaktır.
"Bugünkü toplantımızın asıl sebebi başkaydı," dedi Atilla. "Fakat Hârin çıkardığı bu huzursuzlukla konuyu epeyce dağıttı. Şimdi asıl meselemize dönelim." Diyip sırtına yaslandı ve bana göz ucuyla baktıktan sonra yeniden diğer üyelere baktı. "Aramızda bi' hain var. Şimdi o kişinin Hârin olduğunu ve bu yüzden onu kovduğumu düşünebilirsiniz. Ancak bu böyle değil. Onu yaptığı saygısızlıktan dolayı kovdum. Hain bir kadın ve buradaki üyelerin yarısı kadın olduğuna göre, anlamak biraz güç..."
Nedense gerildim. Acaba bahsettiği o hain Kamelya olabilir mi? Kadından her şeyi bekleyecek raddeye geldim.
"Kim olduğunu öğrendiğimde, kafasını kendi ellerimle koparacağım." Dediğinde masanın üzerindeki eline baktım. Benim elimin üç katı katardı ve o eller gerçekten de insanın nefesini bir anda kesebilirdi. "Bu en yakınım olsa bile," dediğinde göz göze geldik. İstemsizce gerilip yutkundum.
Hiçbir şey yapmadım ki! O kadın yüzünden beli diriltip diriltip öldürecekler! Sonra bir kez daha öldürüp, yine diriltecekler, yine öldürecekler!
Atilla, bana bir şey biliyormuş gibi bakıyordu ve normal olarak bu beni geriyordu. Maske olmasaydı belki yüz ifademden bile anlayabilirdi.
"Yarınki şenlik için hazırlıklar başlasın. Tüm Karnasya'ya gıda ve şekerlemeler dağıtılsın." Ne olduğunu anlamasam da, diğerleri gibi onaylamaktan başka bir şansım yoktu.
"Herkese haber verilsin, yarın Kamelya ve benim nikâh törenime hepiniz davetlimsiniz." diyince yüzümü hızla ona doğru çevirdim. Şaşkın bakışlarıma karşılık, sanki benim haberim varmış gibi rahatça konuşmaya devam etti. "Nişanlım, sevgili Kamelya'm, yarından itibaren tamamen bir Karahan olacak..."
|
0% |