Yeni Üyelik
36.
Bölüm

11. Bölüm.

@hadizade

 

 

Fincanı tabağa bırakıp, ona kaçamak bir bakış attım. Keyiften yoksun bir halde kahvaltısını yaparken, ben hiçbir şey yiyemedim ve kahvaltı boyunca onu izledim. Kahvaltısı bittikten sonra otelden ayrılıp, valenin getirdiği araca yerleştik. Akın benim yanımdaydı, ön koltukta Rıza bey vardı. O, bir uca çekilmişti, ben de diğer uca. O telefonuna bakıyordu, ben de dışarıya. Dirseğimi kapıya yaslamış, yumruk yaptığım elimi çenemin altına yerleştirmiş, gergin şekilde evde karşılaşacağım şeyin merakı içerisinde bekliyordum. Bir yanım hemen yüzleşmek istese de, diğer yanım bu yol hiç bitmesin istiyordu.

 

 

 

Ama o yol en nihayetinde bitti ve biz o eve ulaştık. Araba durduğu ân Akın kimseyi beklemeden kapıyı açıp indi, benim kapımı açan ise Mikail idi. Herkesin suratı beş karıştı, biz de dahil. Başımı kaldırmadan kapıya yaklaştım. Kapıyı açan Nesrin Hanım bizi içeriye buyur ettiğinde, evde yalnız olmamamıza rağmen içimi derin bir korku bürüdü. Belli etmemeye çalıştığım korku duygusu, damarlarımda gezinerek kanıma yayılıyor, herkese olası bir şüpheli gibi bakmamı sağlıyordu.

 

 

 

Akın elini belime yerleştirip beni salona doğru yönlendirince, bakışlarım o yöne çevrildi. Salon sanki boştu, ama televizyon açıktı ve "Tom ve Jerry" çizgi filmi oynuyordu. Bu benim de en sevdiğim çizgi filmdi ancak şimdi tahminlerimin beni yanıltmasını istiyordum.

 

 

 

Baş parmağımla avucumun içine daireler çizerken, Akın'ın da bana eşlik ettiği gerici yolu aştım ve televizyon karşısındaki L şeklindeki koltuğun arkasında durduk. Aşağıya baktığımda, tahminlerimde yanılmadığımı anladım. Nur, hemen önümüzde oturmuş, çizgi film izliyordu. Omzumun üzerinden Akın'a baktım ve başımı iki yana sallayarak geriye doğru adımladım. Arkamı dönüp kaçmak istiyordum ki, kolları belime dolandı ve nefesi kulağımın üzerine döküldü. "Nereye kaçıyorsun? İnsan vicdanından kaçabilir mi, Nalân?"

 

 

 

Gözlerimi sıkıca kapadım ve çırpınmaktan vazgeçip, sırtımı göğsüne yasladım. Başımın arkasını sanki duvara vuruyormuş gibi göğsüne vurdum. "Bunu bana yapamazsın! Yapamazsın! Yaptıkların yetmiyormuş gibi... Bilerek yapmadım, sen de dedin bunu..." Nur duymasın diye fısıltı hâlinde konuşuyorduk. Tek istediğim şu ân onunla yüzleşmemekti. Yüzüne bakamazdım.

 

 

 

Karnımın üzerinde gezinen parmakları ve korkunç fısıltılarıyla aklımı kaybetmeme sebep olabililirdi. "Onu hem annesiz, hem de babasız bıraktın. Sen bir katilsin. Masum bir insanın katili. Bir çocuğun hayallerinin katili..."

 

 

 

"Hayır," derken, gözlerim kapalı başımı iki yana sallıyordum. Sanki yanımda değil de, zihnimdeydi ve ben ondan kaçamazdım. Sanki o değil de, vicdanım fısıldıyordu kulaklarıma. "Akın lütfen! Bilerek yapmadım..."

 

 

 

"Bilerek veya bilmeyerek," diye fısıldadı, ürkütücü bir sesle. "Sen bir hırsızsın, Nalan... Daha yirmi yedi yaşında bir genç kadının hayatını çaldın. Dört yaşında bir kızın annesini, annesiyle yaşayacağı hayallerini, anne sevgisini çaldın... Ve sen, bir adamdan hayatta en sevdiği varlığı, eşini çaldın. Yaptın mı? Yapmadın mı Nalân?.."

 

 

 

"Akın bırak beni!" Artık sesim yalvarır gibi çıkıyordu, çünkü kelimelerle bana işkence yapıyor, acı çektiriyordu. Vicdan azabım boyumu aşmış, hayatımı bir kadeh zehir içmişim gibi bir anda mahvetmişti.

 

 

 

Belimi daha sıkı sardı. Nefesi hemen kulağıma dökülürken, o işkence veren sözlerine devam etti. "Hadi diyelim para çaldın, hırsızsın... Peki neden bir can aldın, katil misin Nalân? Bu aldığın ilk can mı?"

 

 

 

Değil... Değil ama sen nereden biliyorsun? Hayır, biliyor olamazsın.

 

 

 

"Her gün Nur'la yan yana, yüz yüze olacaksın. Buna katlanabilecek misin Nalân?"

 

 

 

O her söylediğinde adıma nefret duyuyordum. Adımın hakkını veriyordum. Acıyordum. İnliyordum. Acı içinde inliyordum... Ve o bundan hazz alıyordu.

 

 

 

"Sus!" dedim dişlerimi birbirine sıkarak. "Sus artık, bunları duymak istemiyorum. Senden nefret ediyorum. Bunlara sen sebep oldun. Senin yüzünden katil oldum." derken, içime ağırlık çöktü. İstesem de atamayacağım bir yük bindi sırtıma. "Ben senin gibi değilim, benim vicdanım var!" dedim ve dirseğimi tüm gücümle kaburgasına vurduktan sonra kollarının arasından kurtulup kaçtım.

 

 

 

Merdivenlerin bitimindeki topuza tutunarak döndüm ve basamakları ikişer şekilde çıkmaya başladım. Bana asla bunu yaptıramazdı. Nur'un yüzüne bakamazdım. Bu benim için vicdan azabından ölmek demekti.

 

 

 

Banyoya girip kapıyı kilitledikten sonra musluğu açıp, ellerimi yıkadım. Avuçlarıma doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Nefes nefese kalmıştım. Ellerimi lavabonun kenarlarına koyarak soluklanmaya çalıştım, lakin ciğerlerim acıyordu. Bu çok zordu. Başımı kaldırıp aynadaki aksime bakınca, hemen yan tarafta duran kadınla göz göze geldim. O mavi gözleri, çatılı ince siyah kaşları ve her daim kibirle büzüşen dudaklarıyla, o suçlayıcı ifadesiyle arkamdaydı yine. Eğilip musluğu açtım ve yüzüme birkaç avuç daha su çarptım. Başımı kaldırıp korkarak aynaya baktım ama yalnız olduğumu görünce, derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım. Bu ilk cinayetimdi, ancak sebep olduğum ilk ölüm değildi.

 

 

 

Annem, rüyalara, fallara, nazara inanan bir kadındı. Kâbus görüp uyandığımda, bunu ona anlatmamı istemezdi. Anlatırsam gerçekleşeceğinden korktuğunu söylerdi hep. Ancak şöyle bir tavsiyede de bulunurdu; asla bir arabaya binme ve şayet gerçek hayatta ölmüş biri, rüyanda seni yanına çağırırsa gitme, yoksa bir daha uyanamazsın.

 

 

 

Evde bir deste tarot kartı vardı. Babam kızdığı için onu sandığın en altına saklardı. Babam gittikten sonra onları masaya dizer, bakıp dururdu ve ben ne yaptığını anlamazdım. Şimdi anlıyorum.

 

 

 

Kadere inanıyordu. Kartlar ona başına gelecekleri gösterecekti. Öyle düşünüyordu. Öyle olsa bile babamın gazabından kaçabilir miydi?

 

 

 

Mor renkli kadife torbanın ağzını açıp, içindeki kartları aldım ve karıştırdım. Bacaklarımı kendime çekip bağdaş kurduktan sonra rastgele üç kartı yan yana, yatağın üzerine bıraktım.

 

 

 

Ve yine ölüm geldi bana.

 

 

 

Elimi sağdan sola doğru kaydırıp kartları topladım ve hepsini torbaya doldurup, torbanın ağzını büzdüm. Bakışlarım etrafta dolandı ve en son komodinin en alt çekmecesini açıp, torbayı alta koyup üzerini kapadım. Çekmeceyi kapadıktan sonra sırtımı yatağa atıp, bakışlarımı tavana diktim.

 

 

 

💲

 

 

 

10 Ağustos akşamı, 21.30.

 

 

 

... Sekiz Ağustos sabahı girdiğim odadan, on Ağustos akşamı çıktım. Elbette birinin bana, "Çabuk odana! Ben diyene kadar da sakın çıkma!" dediği yoktu ama benimki alışkanlıktı. Çocukluktan kalma bir alışkanlık. Suçumu kabul eder ve odama çekilirdim. Keşke şimdiki suçum o zamanki suçlarım gibi hafif olsaydı.

 

 

 

Aynada kendime bakarken gözlerimin ferinin söndüğünü, yanaklarımın içe çöktüğünü gördüm. Mahvolmuşum gibi.

 

 

 

Merdivenleri sessizce inip salona girdim. Akın camın önündeydi, dışarıya bakıyordu. Işıklar kapalıydı ama dışarıdan vuran ışık salonu yer yer aydınlatmıştı. Elleri cebinde öylesine bekliyordu, Akın. Arkasından sakin adımlarla yaklaşıp omzuna dokundum. Arkasını dönüp bana baktı ve yeşil gözleri parladı. Kenara çekildi ve ben, yalnız o zaman arkasında duran Nur'u görebildim. Boğazıma bir yumruk atmış gibi hissettim.

 

 

 

Tüm bedenimdeki gücün çekilmiş, parmak uçlarımın titrediğini hissediyordum. Kulaklarımda hazin bir veda müziği yankılanıyordu. Ona giden yollar dikenliydi ve ayaklarıma diken batmış, ellerim kana boyanmıştı. Dizlerim kırıldı ve ben, o küçük kızın önünde diz çöktüm.

 

 

 

"Nalân abla!" diyerek boynuma sarıldığında, gözlerim acının tatlı tebessümüyle kapandı ve kollarımı sıkıca onun vücuduna doladım. Biraz sonra gözlerimi açıp yukarıya baktım, Akın üstten bakışlarını acımasızca gözlerime dikmiş, yorgun bir gülümsemeyle bizi izliyordu.

 

 

 

Nur'u kucakladığım gibi ayağa kalktım. Geri çekilip yüzüme baktı. Sara ve Mehmet Akcan'ın karışımı gibiydi. Akın, kollarını ikimize birden dolayınca, şaşkın bakışlarımı ona çevirdim. "Diyorum ki, Nur artık bizimle kalsın. Ne dersin?" Deyince, sertçe yutkundum.

 

 

 

"Hayır, anneme gitmek istiyorum ben."

 

 

 

"Ben seni sadece babana götürebilirim," dedi, Akın, belimdeki eliyle baskı yaparken, parmakları belimi her an delecek gibiydi. "Ama bundan sonra ne zaman annene gitmek istersen, seni Nalan ablan götürecek..." Dediği an, Akın'ın bana verdiği cezanın ne kadar da büyük olacağını daha yeni yeni anlamaya başladım.

 

 

 

Nutkum tutulmuş halde bakıyordum ona. Sözlerinden sonra taş kesilmiş gibiydim. Kıpırdayamıyor, konuşamıyor, hatta gözlerimi bile kırpmıyordum. Emindim ki, bu bana yapacağı eziyetin yüzde bir kısmı bile değildi. Aklından geçenleri görsem büyük ihtimal dehşete düşerdim. Bazen az bilmek hayat kurtarırdı ve ben bilmem gerekenden çok daha fazla şey biliyordum.

 

 

 

Nur'u onun kucağına tutuşturduktan sonra hızlı adımlarla koşarcasına mutfağa geçtim. Alnımdan akan terleri elimin tersiyle sildikten sonra buz dolabını açıp su aldım. Bir bardak soğuk suyu kana kana içtikten sonra kalçalarımı tezgâha yaslayıp, düşünceli bakışlarımı yere diktim. Şimdi ne yapacaksın, Nalan?

 

 

 

Bu ev benim için gerçek anlamda Bermuda Şeytan Üçgeni' ne döndü. Burada kaldığım her gün gerçek hayatla olan bağım biraz daha kopmaya başladı. Hiçbir zayıf noktam olmasın isterdim, beni tehdit edebileceği kimse olmasaydı, beni burada bir dakika bile tutamazdı.

 

 

 

Adım sesleri duydum. Başımı kaldırıp mutfağın girişine baktım. Akın, orada durup omzunu kapının pervazına yasladı ve kollarını göğsünde bağladı. "Hiç iyi görünmüyorsun," dedi, dalga geçer gibi. "Yüzünün rengi atmış, bir sorun mu var?"

 

 

 

Ona sadece kötü kötü bakmakla yetindim. İçimden saydırdığımı düşünüyordur eminim ancak ben sadece onun içinden geçenleri düşünmekle meşgulüm. Sıradaki eziyeti ne, şimdi beni ne ile sınayacak?

 

 

 

"Sessizliği severim," derken, bu sefer sırtına yaslandı. "Ama surat asan kadınları değil."

 

 

 

"İyi," dediğimde, bana baktı. "Sevme o zaman. Sana sev diye yalvardığımı hatırlamıyorum."

 

 

 

Keyifle gülüyordu bir de halime.

 

"O günler de gelecek," deyince, tepem attı yine. "Yakındır, merak etme."

 

 

 

Her sözü, her cümlesi üzerimde soğuk duş etkisi yaratıyordu. Rahatlamak bir yana dursun, daha da çok alevleniyordum. Sadece sinirimden...

 

 

 

Elimdeki boş bardağı sertçe tezgâhın üzerine bıraktıktan sonra, tezgâhın etrafından dolanıp ona yaklaştım ve karşısına dikildim. "Benimle oynamak istiyorsan, bunu sinsice yapma. Adam gibi yap!" Baş parmağımı göğsüme yaslayıp, "Ben yaptıklarımı kabul eden bir insanım," dedim ve sonra işaret parmağımı onun kalbine dayadım. "Ama sen dürüstlükten ve adaletten bihaber bi' zavallısın!"

 

 

 

Öfkenin ayak uçlarından yukarıya doğru hızla tırmandığını hissediyordum. Beni kenara çekip mutfağın kapısını kapattığında, ayaklarım gerilemeye başladı. Arkasını dönüp, üzerindeki koyu mavi tişörtün yakasını çekiştirerek bana baktığında, gözlerindeki ateşi göre bildim. İkimizin de göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Onunla pek çok ortak noktamız vardı; mesela öfke.

 

 

 

"Ah, Nalan," dedi hayıflanır gibi. Ayakkabılarının sesi mermer zeminde yankılanmaya başladı. Bir seri katil edasıyla attığı adımları ve ölümden daha soğuk olan bakışları beni kaçmaya teşvik etse de, gidecek bir yerim yoktu. Usulca yanıma yaklaştı ve durup gözlerime baktı.

 

 

 

"Ne gibi bir günah işledim de seninle cezalandırılıyorum acaba?" dedim yüzüne.

 

 

 

Gerçi biliyorum ben suçumu.

 

 

 

"Hayır, bence yanlış soru soruyorsun. Ne gibi sevap işledim de, diye başlayacaksın o cümleye."

 

 

 

"Ne gibi bir sevap işledim de seninle cezalandırılıyorum acaba? Oldu mu? Yine bir şey fark etmiyor, yine cezasın bana."

 

 

 

"Olabilir," diyerek dudaklarıma baktığında, yüzünde haylaz bir ifade vardı.

 

 

 

"Aklından bile geçirme," dedim. "O bir kere olur!"

 

 

 

"Yedi Ağustos gecesi öpüştük, bir ay sonra yedi Eylül gecesi öpüşeceğiz o zaman." dedi.

 

 

 

Bir de öpüşmek için regl günlerimi hesaplıyordu manyak.

 

 

 

Kaşlarımı çatarak, "Senin yok mu ya sevgilin falan? Gidip onunla öpüş, beni bir ay bekleyeceğine..." dedim huysuz bir ifadeyle.

 

 

 

Siyah ince kaşlarını yukarıya kaldırdı. "Yok, olsa seni niye öpeyim?"

 

 

 

Sanki her işi doğru da bir bu yanlış.

 

 

 

"Ayrıca ben ilk seni öptüm."

 

 

 

Histerikçe gülerek gözlerimi devirdim. "Aynen, tamam tamam, bak şu an inandım."

 

 

 

"Gerçekten, hayatıma aldığım ilk ve tek kadınsın." dediğinde, yüzümdeki gülümseme silindi ve şaşkın bir ifadeyle ona doğru dönüp, orman yeşili gözlerinin içine baktım.

 

 

 

"Sen ciddisin?" dedim afallamış halde. "Yani hiç, sevgilin de mi olmadı?"

 

 

 

Bana ne ise?

 

 

 

Hafifçe gülümseyerek başını iki yana salladı. "Benim sevgilim silahım oldu hep. Öyle her kadına ilgi duymam, kıymetimi bil..." diyip, göz kırptı ve önümden çekilip gitti.

 

 

 

Ağzım açık şekilde arkasından bakakaldım.

 

 

 

Şimdi ben, koskoca Akın Yiğit Akcan'ın öptüğü ilk kadın mı oldum?

 

 

 

Vay canına...

 

Bu çok önemli bir detay.

 

Her neyse.

 

 

 

💲

 

 

 

"Birazdan bir misafirim gelecek, odanın içinden çıkmayacaksın."

 

 

 

Kaşığımı çorbanın içinde gezdirirken, "Peki," dedim dudak altından. "Çıkmam."

 

 

 

Tarhana çorbasından bir kaşık daha almak istemiştim ki, kapı çaldı. Annemin, "Hadi, bırak. Kalk git içeriye." demesiyle öyle irkildim ki, elimdeki kaşık devrildi ve çorba her yere sıçradı.

 

 

 

"Beceriksiz! Yalatacağım orayı sana! Hemen odana!" Bu sefer öfkesinde haklıydı. Hata yapmamaya uğraşırken daha fazla hata yapan bir çocuktum ben. Onun gibi bir anneye layık görmüyordum hiç kendimi.

 

 

 

Hemen sandalyeden inip odama koştum ve kapıyı ardımdan kapattım. Kapının arkasında duruyordum, kilit deliğinden salonu izliyordum. Belki de yapmamalıyım pişmanlığı vardı içimde ama babam da gelmiş olabilir diye bakıyordum ben. Başka bir şey için değil. Annem salondan çıktı ve koridora geçti. Kapı hâlâ daha çalmaya devam ediyordu. Kapı açıldı ve yabancı bir erkek sesiyle doldu ev. Korku bürüdü içimi. Keşke babam şimdi gelseydi, evde olsaydı. Bizi korurdu.

 

 

 

Ama yoktu.

 

 

 

Yüzünü göremediğim bir adam salona girdi. Üzerindeki siyah ceketi çıkarıp anneme uzattı, sonra da şapkasını. Kaşlarımı çattım. Bu adam kimdi acaba?

 

 

 

Sonra koltuğa yerleşince yüzünü gördüm, orta boylu, annemden biraz uzun, kapkara gözleri olan bir adamdı. Kirli sakallarını okşarken anneme gülümseyerek attığı o bakışa karşılık yüzümü buruşturdum. Annem ona yaklaşınca kolundan tutup kucağına çektiğinde, hemen kapıdan uzaklaştım. Ellerimle ağzımı kapadım. Sonra o eller kulaklarımın üzerine kaydı. Sıkıca bastırdım duymamak için.

 

 

 

Çünkü ihaneti bilecek yaştaydım.

 

 

 

Dakikalarca, kulaklarımı sıkıca tutmama rağmen o çirkin sesleri duydum. Bunları duyacağımı feryat edişini duymayı yeğlerdim anne.

 

 

 

Sesler kesildiğinde ellerimi kulaklarımdan ayırıp dikkatle dinledim. Kapının kapanma sesini duyduktan sonra ayağa kalkıp kapıya yaklaştım. Anahtar deliğinden bakarak kontrol ettim. Yoklardı. Kapı kulpunu yavaşça aşağıya bastırıp, aralıktan salona baktım. Bu sefer gülüşmeler duydum, annem ile babamın odasından ama oradaki babam değildi. Zaten babam bu kadar gülmezdi.

 

 

 

Parmak uçlarında ilerledim. Annemin telefonu masanın üzerindeydi. Onu alıp kendi odama döndüm tekrar. Kapıyı kapattıktan sonra aşağıya çöküp, babamın numarasını - bildiğim tek numarayı - tuşladım ve telefonu kulağıma götürdüm. Çaldı... Çaldı... Ve nihayet açıldı.

 

 

 

"Dinliyorum."

 

 

 

"Baba benim, çabuk eve gel. Evde başka bir adam var."

 

 

 

"Kim var? Sen iyi misin, Nalan? Annene ver telefonu."

 

 

 

"Vermem. Gelen adamla annem odaya girdiler. Korkuyorum baba, çabuk gel."

 

 

 

"Tamam, korkma bi'tanem. Geliyorum."

 

 

 

"Gel."

 

 

 

Telefonu kapadıktan sonra geri dönüp aynı yere, aynı yamukluğu hesaplayarak bıraktım. Geri dönüp tekrar odama girdim ve yatağımın üzerine oturup, bacaklarımı kendime çektim. Sekiz yaşında bir kıza göre fazla mı kötüydüm?

 

 

 

Babamın bunu bilmesi gerekmez miydi?

 

 

 

Bana bunu söylemişti. Eve yabancı biri gelirse bana haber ver demişti, kendi numarasını ezberletmişti. Ben sadece yapmam gerekeni yapmıştım.

 

 

 

Gözlerimi açıp bir süre tavanla bakıştım. Üzerime karabasan çökmüş gibi, bir süre kıpırdayamadım ama sonra yan dönüp kendimi yüz üstü attım. Ellerimin altındaki çarşafları sıkarken, hıçkırarak kapadım gözlerimi. "Anne... Özür dilerim." Gözyaşlarım yastığı, çarşafı ıslattı. "Çok özür dilerim..." Dakikalarca hıçkırıklarımın susmasını bekledim ama her susuşumda, hatırlayarak kendime yeniden ceza kesiyordum. Yüzümü yastığa bastırıp sesimi yutmaya çalıştım.

 

 

 

Bazı kötü anılar sizin için iyidir, bir şey çok uğraştığınız halde olmuyor ise bunun nedenini sadece daha iyisi olduğu zaman anlarsınız.

 

 

 

Ama benim için öyle olmadı. Daha iyisini vermeyecekse kader, neden elimde kalanları da aldı?

 

 

 

💲

 

 

 

 

 

Odamda kendi hâlimde yatağın bir köşesinde dizlerimi kendime çekerek oturmuşken kapım açılınca dönüp baktım. Akın'ın geldiğini görünce daha da tedirgin oldum. Ancak az sonra elindeki kutuyu gördüğümde, kaşlarım derinden çatıldı.

 

 

 

"Sana birini getirdim, özlemişsindir."

 

 

 

Kutuyu tam önüme bıraktığında, içinden her şeyin çıkabileceğini hesaba katarak açmadım. Ondan her şey beklenirdi.

 

 

 

"Ne bu?"

 

 

 

"Kendin baksana."

 

 

 

"Hayır, dokunmam ben. Yılan çiyan vardır içinde. Mâlum sen seversin."

 

 

 

Dudak altından güldü ve o da kutunun diğer tarafına oturup, kutunun kapağını kaldırdı. Kafamı öne çıkarıp kutunun içine baktığımda, yüzümdeki o ifade dağıldı. "Hayri!" diye çığlık atarak ellerimi kutunun içerisine soktum ve onu kucağıma alıp, öpüp kokladım. Sanırım bu şu an alıp alabileceğim en güzel hediye idi.

 

 

 

"Oğluşum, çok özledim seni." diyerek severken, Akın'ın dikkatle beni izlediğini farkettim.

 

 

 

"Özlemişsindir diye düşündüm."

 

 

 

Tekrar ciddi ifadeye bürünerek gözlerine baktım. "Özledim tabii ki, hatta özlediklerim onunla sınırlı değil. Özleten de sensin zaten, şimdi sana teşekkür mü etmeliyim?"

 

 

 

İmalı tonlamam ve mimiklerime karşılık sadece hafifçe gülümseyip önüne döndü. Ayağa kalkıp, "Teşekkür beklemiyorum," dedi ve ellerini ceplerine koyarak bana baktı. "Hem Damn'a da arkadaş olur."

 

 

 

"Bir kedi ve bir yılanın arkadaşlığı çok uzun sürmez. Yılan onu ısırır, kedi de kendini ve sevdiklerini korumak için onu boğar."

 

 

 

"Bu harika," dedi sinir bozucu bir rahatlıkla, "tabi öncesinde yılanın zehri kediyi öldürmezse."

 

 

 

 

 

💲

 

 

 

11 Ağustos

 

 

 

09⁰⁰

 

 

 

 

 

Şile

 

 

 

"Odana gir ve ben diyene kadar çıkma. Anlaştık mı?" diye sorunca, başımı aşağı yukarı salladım.

 

 

 

Kollarımı onun vücudundan ayırırken kaybetme korkusu vardı içimde, sanki bir daha ona sarılamayacakmışım gibi. Bir daha onu göremeyecekmişim gibi. Arkamı dönüp, sağ baş parmağımla sol avucumun içine daireler çizerek ondan uzaklaştım. Açık bıraktığım kapımdan içeriye girerken, babam kendi odalarının kapısına yaklaşmıştı. Dediğini yapıp kapıyı kapattım ve yatağıma döndüm. Üzerimde acı bir pişmanlık vardı. Ona veya başkalarına göre çocuk olabilirdim ama ne yaptığımı, annemin babama ne yaptığını ve bu yaptığım şeyin nelere sebep olabileceğini az çok biliyordum.

 

 

 

Henüz bir dizimi yatağa koymuş iken, annemin bağırışını işittim. Dehşete düşmüştüm. Yastığıma sarılıp, onu kendime kalkan ilan ettim.

 

 

 

"Tufan yapma! Allah'ını seversen yapma!"

 

 

 

Ya sen anne? Sen seviyor musun?

 

 

 

Çok geçmeden tek el silah sesi duydum. Annemin çığlığını. Kim kimi vurdu bilemedim. Korkudan akan gözyaşlarımı yastığımla kuruttum. "Baba..." diye minik iniltiler dudaklarımdan dökülürken, yüzümü yastığıma gömdüm. "Baba..." Ruhum daralıyordu. Sanki vurulan bendim ve yerde kanla kaplıydım, acı içinde kıvranıyordum. Bir yardım çaremdi lakin, elimi tutacak kimsem yoktu.

 

 

 

Saçlarımda soğuk bir el geziniyordu. Sanırım o, babamdı.

 

 

 

"Nalân..."

 

 

 

Gözlerimi açtım. Vücudum felç olmuşum gibi kaskatı kesilmişti. Elini yanağıma koydu. Eli fazla soğuk ve sertti. Tıpkı babamın eli gibi nasır tutmuştu. Lakin, gözleri toprağın kahvesinden uzak, ormanın içindendi. Elimi kaldırıp yakasına tutundum. Dudaklarım sessizce kıpırdadı. Biraz evvel muhtemelen sayıklıyordum ama şimdi konuşamıyor olmak, göğsümün ortasında büyük bir acıya sebep oluyordu. Elini ensemin altından geçirerek beni kaldırdı. Çenem omzunun üzerine yaslanınca, beni uçurumdan kurtarmaya çalışıyor gibiydi. Düşmek istemiyordum. Kollarımı hemen sırtına dolayıp, ona sıkıca tutundum.

 

 

 

"Baba..." diye fısıldadım. Duymamış olmasını isterdim. Duydu mu?Bilmiyorum.

 

 

 

Sadece sırtımı sıvazlıyor, "Şhh, geçti," diyordu. "Sadece bir kâbustu. Hiçbir kâbus, gerçeklerden daha korkunç değildir, Nalân..."

 

 

 

Haklılık payı vardı, ancak ben gerçekte yaşanan şeyleri her gece rüyamda görmekle cezalandırılmıştım. Gözlerimi kapadım ve derin nefesler almaya çalıştım. Kaç dakika geçti bilmiyorum biz sarılalı ama ben, onun bana yaptığı her şeyi hatırlayınca, hemen kendimi geri çektim. Daha sakin, biraz da öfke yer edinmiş bakışlarımla onun orman yeşili baktım. O da kendisine karşı neler hissettiğimin farkındaydı ve benim hiçbir duygum, öfkemin önüne geçemezdi.

 

 

 

Üzerimdeki örtüyü kaldırıp, hemen bacaklarımı yataktan sarkıttım. Başımı kaldırıp camdan içeriye vuran gün ışığına baktım. Dışarıdaki aydınlık ve benim içimdeki karanlık birbirine zıttı.

 

 

 

Zaten içi kapkaranlık olan insanlar gündüz gözüyle görülemezdi. Gündüzleri sevmezlerdi.

 

 

 

Ayağa kalktığımda şakaklarımda derin bir acı vardı. Bir anlık yaşadığım göz kararmasına aldanmadan sarsak adımlarla yatağın etrafından dolandım. Onun bana olan bakışlarını görebiliyordum ama hiç bakmadım. Bitik adımlarla kapıya yanaştım ve ona hiç bakmadan odadan çıktım. Açtığım kapıyı kapatacak mecâli kendimde bulamadım.

 

 

 

Yerde sürüklediğim ayaklarımdan birini merdivenin ilk basamağına koyduğum an, arkamda olduğunu hissettim. Elini omzuma koydu ve ben tırabzanlara tutunarak yukarıya çıkarken, o, beni takip ediyordu. Yardımcı olmak mı istiyordu, yoksa başka bir şey mi? Bunu hiç bilmiyordum.

 

 

 

Sadece pençelerimin temas ettiği merdivenleri tırmanırken, hızımı arttırdıkça bana eşlik ediyordu. Bir şey söylemesini istedim, ya da ömrümce susmasını. Ancak ikisini de yapmayacaktı.

 

 

 

Başımı önüme eğdim ve gölgesini gördüm. Hemen arkamdaydı. Bir nefes kadar yakın ama bir o kadar da uzak. İleri baktım. Artık dördüncü kattaydım. Evin ön tarafına bakan kısım arkamda kalmıştı. Merdivenlerin bitiminden hemen sola döndüm ve teras kapısına doğru ilerledim. Onun eli hâlâ omzumdaydı. Bir an olsun beni yalnız bırakmamıştı.

 

 

 

Beyaz tülleri elimle kenara ittim ve terasa bir adım attım. Yanda geniş bir koltuk takımı ve her yerde çiçekler, kaktüsler vardı. Bu kadar ferahlatıcı bir alanda bile içimin daralması için yeterli sebeplerim vardı. Dümdüz ilerledim. Buradaki korkulukların her biri taş heykeller idi. Ellerimi korkulukların üzerine koyup aşağıya bakınca, ne kadar yüksekte olduğumu anladım. Dördüncü kattaydım ama katların tavanları öyle yüksekti ki, yedinci katta gibiydim. Aşağıdaki korumalar küçük görünüyordu. Hemen öne doğru eğilip, terasın altında kalan kısıma baktım. Burası beton zemindi. Tam bu an gün ışığının azaldığını fark edince, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş kara bir bulutun arkasına saklanmıştı. Benim bulutum yanımdaydı, belki de tufanım.

 

 

 

Yüzümü yavaşça yana çevirip ona baktım. O da tıpkı benim gibi gökyüzüne bakıyordu.

 

 

 

"Katil oldum," dedim korkakça bir tavır ve sesle. "Bir insanın canına kıydım. Ben böyle olsun istemedim..."

 

 

 

Bu an bakışlarını gözlerime çevirdi ve bana burukça gülümsedi. "Bir hatayı, ikinci bir hata ile telafi edemezsin." dedi. Yine her zamanki gibi haklıydı. "Canına kıydığın an Sara dirilecek mi? Nur, annesine kavuşacak mı? Ya da Mehmet, sevdiği kadına... Hayır. Böyle olmayacak..."

 

 

 

Önüme dönüp ellerimin tersiyle ıslanan gözlerimi sildim. Derin bir iç çektim ve aşağıya baktım. "Biliyorum ama yaşamak istemiyorum. Her gün acı çekmektense, buradan aşağıya uçarken son birkaç saniyemde özgür hissetmek istiyorum..."

 

 

 

"O kadar güçsüz müsün, Nalân?"

 

 

 

Yutkunup gözlerimi kapadım. Buz gibi taşın üzerindeki ellerim kıvrıldı ve bir çift yumruk hâline geldi. "Hayır. Sadece tükendim ve beni tüketen insanlar hiç güçlü değildi, tükendiğim için neden güçsüz olayım?"

 

 

 

Kollarını bana doladı ve eğilip kulağıma fısıldadı. "Sen ne yapman gerektiğini biliyorsun, benim söylememe gerek yok."

 

 

 

"Hayır... Bilmiyorum, sen söyle!" Gözlerimi açıp hemen arkamı döndüm ama o, yoktu. Terasın girişinde durup bana bakan Akın ile göz göze gelince, o endişeli bakışlarına karşın gülümsemeye çalıştım.

 

 

 

Neden söylemedin ki? Ben gerçekten ne yapmam gerektiğini bilmiyorum! Ama haklı olabilirsin, intihar korkaklar içindir. Savaşmam gerekirse savaşacağım.

 

 

 

Akın, sakin adımlarla bana doğru yaklaşırken, onu ilk defa alıcı gözüyle süzdüm. Onun gözleri bana boş bakmıyordu. Özellikle son üç gündür, çok başka bakıyordu. Sanki suçlu olmam hoşuna gidiyormuş gibi.

 

 

 

Dirseklerimi korkulukların üzerine yaslayıp, sabırla yanıma ulaşmasını bekledim. Tam önümde durduğunda, "Günaydın," demem ile beraber kaşlarını şaşkınlıkla kaldırdı.

 

 

 

"Günaydın, iyi misin?" diye sorarken, kuşkulu bakışları her mimiğimde geziniyordu. Sesi uykulu çıkıyordu ve normalden daha kalındı.

 

 

 

"Elbette," dedim dümdüz bir ifadeyle. "Ya sen nasılsın?"

 

 

 

Başını aşağı yukarı salladı. "İyiyim." Biraz daha yaklaşıp, ellerini iki yanımdan korkuluklara yasladı ve başımın üzerinden etrafa baktı. "Bir yerin acıyor mu?"

 

 

 

"Hayır," derken, yüzünün her ayrıntısını inceliyordum. O ise kurduğu imperatorluğu gururla izleyen bir lider edasıyla etrafa bakıyordu.

 

 

 

Gözleri tekrar gözlerime ulaştığında,

 

"İşe gideceğim, bir sorun olursa beni ara," dedi.

 

 

 

"Tamam, ararım," dedim sakince.

 

 

 

Bir süre gözlerimin içine baktı ve sustu öylece. Kirpiklerimi bile kırpmadan, yemyeşil ormanların arasındaki siyah pelerinli adama odaklanmıştım.

 

 

 

"Arkadaşım Ulvi'nin eşi Merve hamileymiş, evinde bir kutlama yemeği veriyor. Benimle oraya gelmeni istiyorum. Bana eşlik eder misin?"

 

 

 

Onunla iyi geçinmem gerekiyordu. Aramızda hiçbir zaman buzlar oluşmamalıydı.

 

 

 

"Elbette... Fakat böyle gelemem. Kuaföre, alışverişe filan gitmem gerekiyor."

 

 

 

"O sorun değil, Duru seni götürür."

 

 

 

"Duru, Sara'yı benim öldürdüğümü biliyor mu?"

 

 

 

"Hayır, Sara'nın ölümü kaza olarak kayıtlara geçti. Aslında ne olduğunu ise çok az kişi biliyor."

 

 

 

"Zaten öyleydi, zaten kazaydı Akın. Benim yüzümden bir çocuk annesiz kaldı, üzülmediğimi mi sanıyorsun?"

 

 

 

"Neden sürekli kendini açıklamak zorunda hissediyorsun? Ben sana öyle şeyler demedim ki... Sürekli bi' hesap verme çabası içindesin. Çocukken çok bastırıldığını hissediyorum, yanılıyor muyum?"

 

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp yutkundum. Bazen öyle konularda öyle tahminler yapıyordu ki, canım yanıyordu.

 

 

 

💲

 

 

 

 

 

Kahvaltıdan sonra Akın işe gitmek üzere evden ayrıldı. Sonrasında tüm günümü salondaki koltukta oturup ayaklarımı uzatarak ve bazen de Hayri ile oynayarak geçirdim. Boşa giden günlerime mi yansaydım, yoksa her geçen gün beni boş geçmeyen günlerime mi, bilmiyordum.

 

 

 

Mehmet Akcan'ın nerede olduğunu bilmediğim için kulağım hep ön ve arka kapıdaydı. İçimde, her ân boğazıma çökecekmiş gibi bir his vardı.

 

 

 

Akın, dışarıdaki korumalar ve içerideki tüm hizmetliler dahil herkesi bana göz kulak olması konusunda tembih etmişti. Evet görünürde o, sevgilisini koruyan, sadık bir adamdı ancak olayın iç yüzünü bildikten sonra büyü bozuluyordu.

 

 

 

Hizmetliler etrafımda dört dönüyordu. Yere bir şey dökülse anında temizleniyor, canım ne isterse pişiriliyordu. Nesrin Hanım, bizzat benimle ilgileniyor, yaralarıma merhem sürerek daha hızlı iyileşmesi için yardımcı oluyordu.

 

 

 

Benim için hazırlanan jakuzide günümü gün ediyor, beyaz şarap içip meyve yiyordum. Bir bilseler gerçekte kim olduğumu ve neden burada bulunduğumu. Yine de böyle bakarlar mıydı bana bilmiyorum doğrusu. Akın'a gelirsek, hırsız diye ithamlandırdığı kadına böyle hizmet ettiriyorsa, gerçekten sevdiği bir kadın için kim bilir neler yapardı...

 

 

 

Acaba başka bir hayatta karşılaşsaydık nasıl olurdu? Bunu düşünmeden edemiyorum.

 

 

 

Kapının zili çaldığında, elimde olan üzüm salkımı ve ağzımdaki taneleriyle öylece kalakaldım. Ağzı dolu şekilde, "Kim geldi acaba?" diye homurdanarak, yemeye devam ettim. "İnsana bir rahat vermiyorlar arkadaş, şurada jakuzi bulmuşuz, tadını çıkaracağız ama yok, illa keyfimin ortasına edecekler."

 

 

 

Meyve tabağındaki son muz dilimini de ağzıma atarken, kapı açıldı ve Nisan bodoslama içeriye daldı. Beni böyle görünce gözleri ve dudakları şaşkınlıkla aralandı. Ağzım dolu halde gülümsedim. "Hoş geldin canım, geç otur." diyerek bir kolumu jakuzinin kenarına serip, şampanya dolu kadehi aldım ve bir yudum içtim. "Kusura bakma, banyo saatim." Diye dalga geçtim.

 

 

 

"Nalân?" dedi, gözlerini mümkünmüş gibi biraz daha açarak. "Nasılsın diye bakmaya gelmiştim ama bu Akın denen it bildiğin "Beauty and the Beast" masalındaki canavar adam gibi bakıyormuş sana. İyi görünüyorsun ha, keyfin yerinde mi?"

 

 

 

Minik bir kötü kadın kahkahası attım. "Kendinizi bu kadar yıpratmayın ya benim için, en fazla vücudumda sağlam bir yerim kalmadı o kadar. Her gün de kapıyı aşındırıyorsunuz ya..."

 

 

 

İmalı söylemlerime karşılık oflayarak geçip koltuğa oturdu ve dirseğini yaslayıp bana baktı. "Kızım saçmalama! Boşa gezmiyorum herhalde, araştırıyoruz."

 

 

 

"Araştırıyoruz derken?"

 

 

 

"Baş komiser Koray Yıldırım," diye fısıldadı.

 

 

 

Bu an kaşlarımı havaya kaldırarak ona işareti verdim. Bu odada kamera olduğu Akın asansörde ağzından kaçırmıştı.

 

 

 

"Merak etme," dedi elini çantasının üzerine vurarak. "O iş bende, sen rahat ol."

 

 

 

"Ne o, şimdi de o adamla mı çıkmaya başladın?" Diye sordum. Boşalttığım kadehi doldururken, ona yandan bir bakış atmayı da ihmal etmedim.

 

 

 

"Senin için her şeyi yaparım," dedi sinirli bir ifadeyle. "Hatta buraya girmek için o itin çıkmasını bekledim. Sonra da kapıdaki korumalardan biriyle de flört ettim." derken midesi bulanmış gibi bir yüz ifadesi vardı.

 

 

 

Ona yaklaşıp kollarımı jakuzinin kenarına serdikten sonra, "Sahi mi, hangisiyle?" diye sordum.

 

 

 

"Önce siyah gözlü, soluk benizli bir çocukla konuşmaya çalıştım ama o yüz vermedi."

 

 

 

"Emin," dedim gülerek. "Tarifine en çok o uyuyor ama onun sevgilisi var bence, sürekli biriyle yazışıyor."

 

 

 

"Orasını bilemem artık. Ama sonra mavi gözlü, sarışın iri bir adam geldi. O kendi benimle flört etmeye çalıştı, eh ben de kullanayım dedim."

 

 

 

Daha çok güldüm.

 

"O da Mikail, ama dikkatli ol. Mikail saf, salak bir adam değil."

 

 

 

"Ben de değilim," diye ilave etti. "Sadece buraya girmek için huyuna gittim, yoksa bilirsin hiç tipim değil."

 

 

 

Ağzım beş karış açık şekilde bakıyordum ona. "Yoksa sen?" dediğimde, "Ne?" diyerek baktı bana. "Sen Emin'den mi hoşlandın?"

 

 

 

"Saçmalama! Ne alakası var?"

 

 

 

"Hayır, bunu yapma..."

 

 

 

"Öyle bir şey yok."

 

 

 

"Var. Bunu gözlerinde görebiliyorum, şu an örtbas etmeye çalışıyorsun ama inanmamı bekleme. Yine kendini üzecek bir hataya düşmeni istemiyorum. Bu adamlar cani, aşk, sevgi nedir bilmezler."

 

 

 

"Bunu da bana Akın itinin evindeki jakuzide söylüyorsun ya, pes doğrusu!" diyip gözlerini devirince, dudağımı ısırarak güldüm.

 

 

 

"Bu adamın beni sevdiği filan yok ki, parası çalındı ve benden şüpheleniyor diye gözünün önünden ayırmak istemiyor. Çünkü tüm deliller aleyhime. Aklanmadan hiçbir yere gitmeyeceğim, o hırsız bulunacak Nisan. Hele bi' kim olduğunu öğreneyim, ondan sonrasına bakarız."

 

 

 

"Biliyorum işte! Bir sorun olduğunu biliyordum! Senin Akın gibi biriyle ne işin olur ki zaten?"

 

 

 

Asıl Akın gibi birinin benimle ne işi olur acaba?

 

 

 

"Aramızda kalacak," diye uyardım, "görüyorsun, hiçbir sorun yok. Sadece biraz zaman gerekli."

 

 

 

"Ondan yardım istemeyecek misin?" diye sorunca yüzüm düştü ve bakışlarımı kaçırdım.

 

 

 

"Hayır! Tabii ki, hayır! Ona muhtaç değilim, bu işi kendim halledeceğim." Sonra bakışlarımı yeniden Nisan'ın mavi gözlerine çevirdim. "Sen de sakın, anladın mı? Gelirse başka bir şehre gitti de, nereye diye sorarsa da bilmiyorum de. Kafasını dinlemek istiyormuş de... Ne bileyim bir şeyler uydur işte."

 

 

 

"İçim hiç rahat değil arkadaş. İçimde bir sıkıntı var ve ben böyle hissettiğimde neler olduğunu biliyorsun..."

 

 

 

"Biliyorum, ama bana güven. Bu defa öyle olmayacak."

 

 

 

Geri yerine oturup, kuşkulu bakışlarla beni süzdü. "Ne var aklında senin?"

 

 

 

"Bir şey yok ki," dedim gülümseyerek. "Yalnız sana bi' tavsiye, özellikle bu eve gelirken o acı dilinin altına şeker koy da gel, yoksa herkes sana düşman olacak ve bana da bir iyiliğin dokunmayacaktır."

 

 

 

"Keşke senin kadar mantıklı davrana bilsem ama ben şu öfkemi bastıramıyorum ki. İt diyesim geliyor adama, yüzüne bakıp it oğlu it diye bağırasım var."

 

 

 

"Bence senin ölesin var," diye ilave ettim. "Bu başka bir şey değil."

 

 

 

"İyi de ne yapacağız? Soruşturma sonuçlanana dek burada mı kalacaksın?"

 

 

 

Ben soruşturma açıldı demiş miydim? Buraya gelene kadar şu para meselesinden haberi bile yoktu, öyle değil mi?

 

 

 

"Sanırım evet," dedim hiç bozmadan. "Koray ne diyor bu konuda?" diye sorduğumda kalakaldı.

 

 

 

"Bir şey demiyor, bilmiyor ki."

 

 

 

"Eee o zaman soruşturma açıldığını da nereden çıkardın?" diye sordum. Yaptığım imayı farkettiği an, yüzündeki o aydınlanma görülmeye değerdi.

 

 

 

Hemen ayaklanıp, "Ne saçmalıyorsun kızım sen?! Ne demek istiyorsun, açık konuş!" diye çıkıştı.

 

 

 

Dudaklarımı kıvırdım. "Aslında sana bir şey demek istediğim falan yok. Diyorum zaten, soruşturma filan açılmadı. Polis bu işin içinde değil ve sen bunu biliyorsun. Öyle olsaydı Koray ile sıkı fıkı olduğun için bunu bilirdin. Hem Koray bunu bilseydi, beni burada zorla tutmalarına izin de vermezdi. Merak ettiğim tek şey; soruşturma açıldığını nereden bildiğin."

 

 

 

Kan beynine sıçramış gibi duruyordu. Yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. "Sana inanamıyorum!" dedi, büyük bir hayal kırıklığıyla. "Benden mi şüpheleniyorsun gerçekten?"

 

 

 

"Nisan, ben öyle bir şey söyledim mi? Sen neden durduk yere suçlu psikolojisine büründün?"

 

 

 

Karşısında sakin duruşum onu daha da alevlendiriyordu sanki.

 

 

 

"Çünkü haksızlığa gelemediğimi bildiğin halde üzerime geliyorsun! Biz yıllardır arkadaşız, Nalan! Sen beni tanıyorsun, nasıl şüphelenirsin?"

 

 

 

"Ben sana sadece bir soru sordum, keşke böyle suçlu gibi bağıracağına öyle tahmin ettim filan deseydin."

 

 

 

Açıklamam onu daha sakinleştirmiş gibi görünüyordu. Jakuziden çıkıp, bornozu üzerime giydim ve karşısına dikildim. "Ben sadece senden değil, babamdan bile şüphe edecek bir insanım. Bunu en iyi sen biliyorsun ama kırılıp, gücenmek yerine, yıllarımızı verdiğimiz arkadaşlığımızın sarsılmaması adına, sadece bana her şeyi anlatmanı istiyorum. Sana her zaman ve her koşulda destek çıkacağımı söylemiştim, hatırlıyor musun?"

 

 

 

Başını aşağı yukarı sallayarak beni onaylarken, gözleri dolmuştu.

 

 

 

"İyi, bunu hiç unutma. Bir insan hiç kimseye güvenmiyorsa, geçmişte yaşadığı travmalarla ilgilidir, karşısındaki kişi ile değil."

 

 

 

"Seni biliyorum," dedi dolan gözlerini kaçırarak. "Ama bir an yanlış anladım ve bu beni çok kırdı."

 

 

 

Onu kendime çekip sarıldım ve sırtını okşadım. "Üzgünüm kardeşim, amacım seni kırmak değildi. Sinirlerim altüst oldu. Bu olay önünde sonunda çözülecek ve ben eski halime döneceğim."

 

 

 

Kollarını bana doladığı sırada, "Merak etme, elimden geleni yapacağım." dedi.

 

 

 

Aynada yansımamıza baktım, kendi gözlerime. Oradaki güvensizliği gördüm. Herkese yalandan güveniyorum derim, yalandan sarılabilirim. Ben özümde kötü biriyim. İşime geleni, işime geldiği gibi.

 

 

 

Geri çekilip, "Hayır," dedim. "Senin bu işe karışmanı istemiyorum. Bu çok tehlikeli. Özellikle buraya geldiğinde Akın'a karşı kötü söz etme. Buna ne kadar fazla kızdığını tahmin bile edemezdin."

 

 

 

Damarını tuttum, onunla nasıl konuşursam, bana aynı şekilde cevap veriyor.

 

 

 

"Ona müsamaha göstereceksem, bu sadece senin iyiliğini düşündüğüm için olacak. Bana kalırsa o herifin derisini yüzmek istiyorum."

 

 

 

Güldüm. "Bu hiç kolay değil. Kendimi onunla konuşurken Av gibi hissediyorum sanki o da bir Avcı ama bazı Av'lar, Avcı'ları parçalayabilir. Gardını alması gerekir..."

 

 

 

"Sanırım onunla bir tek sen baş edebilirsin, her hangi bir kadının o soğuk nevale ile çıkacağını bile düşünmüyorum."

 

 

 

Bak şimdi hayatında ilk olduğuna bir tık inanmaya başladım. Kadınlardaki ilk izlenimi bu demek ki.

 

 

 

"Her neyse, benim gitmem lazım. Leyla da benden haber bekliyordu zaten."

 

 

 

"Başka kim biliyor burada olduğumu?"

 

 

 

Suçlu bir ifadeyle gülümseyerek, "Sümeyye teyze de biliyor." dedi. Ona kötü kötü baktığımda, "Ama ne yapayım? Sümeyye teyze çok sıkıştırdı, ağzımdan kaçtı valla." diye sitem etti. "Söylemem lâzımdı. Ben de yeni sevgilinin evinde olduğunu söyledim."

 

 

 

"Bence teyzem bunu bilmek yerine kaybolduğumu düşünmeyi tercih ederdi."

 

 

 

"Yine de programlara çıkıp Nalaan, gızıım, dön evine yavrıım demesini istemezdin değil mi?"

 

 

 

Yüzümü buruşturdum. "Ahh, tabii ki hayır. İyi yapmışsın ama bu bizi bir süre idare eder. Onları arayıp konuşmam lazım." dedim düşünceli şekilde.

 

 

 

"Peki neden polise gitmiyoruz? İstersen Koray'a her şeyi anlatabiliriz, eminim bize yardımcı olacaktır."

 

 

 

"Hayır, bunu kesinlikle yapma. Bir bildiğim var ve senin de bilmediğin şeyler. Sadece bir süreliğine, bu olayın çözülmesi yakındır. Adam görüntüleri kucağıma koydu ve kendimi kanıtlamam için izletti. Ne yalan söyleyeyim, eve dönsem bile aklım bu sırda kalacak."

 

 

 

"Merak etmen doğal, çünkü bu kadar eziyet görmene sebep olan kişinin kim olduğunu bilmek ve yakalandığını görmek en doğal hakkın. Yine de kendine dikkat et. Şimdi gidiyorum ama yine geleceğim."

 

 

 

Onu yanaklarını öperek uğurladıktan sonra biraz olsun ferahlamış gibi hissediyordum. Sonunda tanıdığım biriyle konuşmak bana iyi gelmişti.

 

 

 

💲

 

 

 

 

 

Günün geri kalanında yine sabahki meseleyi düşünmeye devam ettim. Nemli saçlarımla salondaki koltuğa yan oturup ayaklarımı uzatmış, uyuklayarak televizyon izliyordum. Akşam olmuştu, hava karanlıktı ve içeride sadece televizyonun ışığı açıktı. Birden bire gelen bir uyanma ile doğrulup etrafıma baktım ve düşündüm yine. "Nur nerede?"

 

 

 

Akın, artık Nur'un burada bizimle kalacağını söylemişti. Öyleyse fikrini değiştiren şey neydi?

 

 

 

Ayağa kalkıp sarsak adımlarla evin içinde dolanmaya ve odalara birer birer bakmaya başladım. İkinci kattaki bir odaya bakarken, dikkatimi çeken fotoğraflar beni içeriye girmeye itti. Odanın ağır bir kokusu vardı. Bu kalbimin sıkışmasına sebep oluyordu ve tahmin ettiğim gibi, burası Sara ve Mehmet'in odasıydı. Her yerde fotoğrafları vardı. Yatağın üzerindeki kırmızı renk dantelli gecelik Sara'nın bıraktığı yerde duruyordu. Hiçbir şeye dokunmamaya çalıştım.

 

 

 

Geri geri gittim ve yataklarından uzaklaştım. Bu an arkamdan gelen adım sesleri sertçe yutkunmama sebep oldu. Evet, tam arkamda biri vardı ve git gide bana yaklaşıyordu. Üstelik bu sesler, o gün ayağından çıkarıp giydiğim topuklu ayakkabıların sesine benziyordu. Soluklarım hızlanmıştı. Göğsüm gerginlikle körük gibi inip kalkıyordu. Derin bir kaburga sızısı ve pişmanlık kalmıştı geriye.

 

 

 

Odada benden başka kimse yoktu.

 

 

 

Yüzüme bir iki tokat atıp, kendime gelmeye çalıştım. Zihnim son zamanlarda bana bir düzine oyun oynuyordu. Dönüp hızlı adımlarla kapıya doğru gittim ama daha ben ulaşamadan kapıda beliren Akın, irkilerek olduğum yere çivilenmemi sağladı.

 

 

 

O içeriye girip kapıyı kapatınca, ben aksi yönde harekete geçtim. Yerde sürüklenen adımlarım geriye giderken, onun attığı adımlar senkronize şekilde ileri gidiyordu. Şeytani gülümsemesi ve alev alan orman gözleriyle bana doğru yaklaşırken, sanki aynı anda da elini göğsümün altına geçirip kalbimi sıkıyordu. Sanki zaman durmuştu ve sadece biz hareket ediyorduk. Sadece rüzgâr vardı ve perdeleri havaya uçuran rüzgâr, onun saç tellerinden birini bile oynatamıyordu.

 

 

 

"Nalan," dedi içli bir ses. "Ah, Nalan..." adımı sayıklıyor gibiydi ama az sonra ben onun adını sayıklayacak gibiydim. Dizlerim yatağın kenarına değdi ama eli hemen belime dolandı. Gözlerine bakarken, yutkunamadığımı farkettim. Bir bakışına altüst olmayacaktım, hani sözüm vardı kendime. Kapılmayacaktım.

 

 

 

Rüzgâr saçlarımı öne doğru savurdu ve saç tellerim yüzüne dokununca, gözleri kapandı. Derin bir nefes çekti içine. Gözleri tekrar açıldığında, küçük bir çocuk gibi bakıyordu bana; masum, saf ve temiz. Elini yanağıma koydu ve ben, elimi elinin üzerine koydum. Muhtaç bakışlarım iki dudağının arasındaydı. Tek bir sözü dengemi şaşırtabilir, dengeleri değişebilirdi belki.

 

 

 

Tüm yaptıklarında bir haklılık payı var.

 

Varsa da bu artık neye yarar?

 

 

 

"Çok güzelsin," dedi sessizce. Sanki sadece ben duyabilir, ben dokunabilirdim ona.

 

 

 

"Ama olmaz," dedi.

 

 

 

Yüzüme son baharı getirdi ve ben düştüm. Sanki öldüm, konuşmak istedim ama böldü.

 

 

 

"Sen bana olmazsın, ben sana olmam."

 

 

 

"Neden?" diye haykırdım yüzüne. "Neden Akın? Neden?!"

 

 

 

"Üzgünüm, Nalan." dedi sadece. Sanki bu iki kelime yaramı sarabilirdi. Sesine bürünen kelimeleri isterse öldürür, isterse de yaşatabilirdi.

 

 

 

Ama O, öldürmeyi seçti.

 

 

 

Kirpiklerimi aralayıp tavana baktım. Boyun çukurumda birikmiş ter damlalarını avucumla silip, doğrulup oturdum. Alnımda oluşan boncuk terleri elimin tersiyle silerken, derin nefesler almaya çalıştım ama yok, olmuyordu. Gerçek gibiydi. Yanağıma dokundum. Yanağıma dokundu. Hissettim. Parmaklarının izi hâlâ oradaydı. Isısını hissediyordum. Kokusu burnumdaydı. Nefesini yüzümde hissediyordum. Gerçekti.

 

 

 

Ama etrafıma bakınca sadece koltukta uyuya kalmış olmanın farkındalığı yüzüme çarpıyordu. O, henüz eve gelmemişti. Acaba ben neden böyle saçma bir rüya görüyordum ki?

 

 

 

Yok, burada biraz daha kalırsam, bana Bakırköy'ün yolları görünecekti.

 

 

 

Telefonumun zili çalınca dikkatim dağıldı. Uzanıp sehpanın üzerinden aldım ve ekranda yazan numarayı okudum. Adını kaydetmemiş olsam da bu numaranın Akın'a ait olduğunu biliyordum. Sesimi temizleyip, birazcık kendimi toparladıktan sonra aramayı yanıtladım.

 

 

 

"Efendim?"

 

 

 

"Nasılsın?

 

 

 

"İyiyim."

 

 

 

"Ben de iyiyim, sağol sorduğun için."

 

 

 

"Akın, trip mi atıyorsun? Ne söyleyeceksen söyle ve kapat."

 

 

 

"Kız arkadaşımın hâlini hatrını soramaz mıyım?"

 

 

 

Soramazsınız efendim! O rüyadan sonra bana böyle soramazsınız!

 

 

 

"Akın, şu numarayı yalnız olduğumuzda yapmasan?"

 

 

 

"Pekâlâ... Bir saat sonra Ulvi'nin evindeki yemeğe katılacağız. Şu an yoldayım ve eve geliyorum. Ben gelene kadar hazırlan, seni alıp hemen çıkmam gerek. Yoksa aksam yemeği için geç kalacağız. Ben geç kalmayı pek sevmem."

 

 

 

"Beni ilgilendirmiyor beyefendi! Arkadaş senin arkadaşın! Madem kardeşin gibi, söyleyiver o zaman gerçekleri!"

 

 

 

Biraz böyle yapayım da, belki vazgeçer. Yoksa yandığımın resmidir!

 

 

 

"Nalan, ikimizi davet etti diyorum. Bir orduya söz geçiren Akın sevgilisine bile söz geçiremiyor diye adım mı çıksın istiyorsun?"

 

 

 

"Ben senin sevgilin değilim kardeşim, sen beni çıldırtmak mı istiyorsun?!"

 

 

 

"Anlaşıldı, yine cinlerin tepende. Mecbur kucağıma alıp götüreceğim artık. Sen de iyi alıştın..."

 

 

 

"Ne? Neden bahsediyorsun?"

 

 

 

Beni böyle sinirlendirip sonra da telefonu yüzüme kapattı iyi mi? Ama olsun, bu gıcık herife bir süre daha katlanabilirim, ama Ulvi ile karşılaştığımda her şey berbat olacak.

 

 

 

Umarım kim olduğumu, kimin kızı olduğumu söylemez. Yoksa yanarım. Akın yakar. Cayır cayır yanarım...

 

 

 

 

Loading...
0%