@hadizade
|
Gökhan Kırdar, Yağmur

💲
''Benim için dans et, bunlar senin olsun,'' dedi.
Gülümseyerek bakıyordum ona. Tecrübeli bir raqqase gibi parmak uçlarına yükselip, usulca, kıvrılarak yaklaştım ona. Tam karşısında durup, ''Senin için dans edeceğim,'' dedim ve bakışlarımı elindeki paralara çevirdim, ''ama bu dolar desteleri için değil,'' diyerek yeniden tutku dolu gözler ile onun orman yeşili gözlerine baktım. ''Ve bugün değil Akın, düğün gecemizde.''
''Bunu hatırlatırım,'' dedi.
''Unutturma,'' dedim ve yanından geçip gülerek mutfağa doğru ilerledim.
''Yine kaçıyorsun,'' dedi arkamdan, ''ama kendi ayaklarınla bana geldiğin o gün, seni hiç bırakmayacağım...''
Bu sözler beni öylesine yükseltti ki, bir anlığına parkelerin üzerinde değil de, bulutların üzerinde yürüyormuş gibi hissettim. Bana tam olarak böyle hissettiren ilk erkekti ve onun ilk aşkı olmak hoşuma gidiyordu.
Mutfak masasındaki yerimi aldım ve ılıklaşan çorbayı içmeye başladım. Az sonra o yanıma yaklaştı ve eğilip yanağımı öptü, gülümseyerek ona baktım. Masanın diğer tarafına geçip kahve makinesine yanaştı. Kendine kahve yaparken, bir yandan da benimle sohbet ediyordu.
''Sana bir şey soracağım,'' dedi.
Ağzımda beklettiğim çorbayı yutup, ''Sorabilirsin,'' dedim.
''Kolundan yaralandığın o geceyi hatırlıyor musun? Ulvi'nin evinde.''
''Evet, tabii, hatırlıyorum,'' diyip, devamında pür dikkat kesildim acaba ne diyecek diye. Hatta yalvardım içimden, lütfen düşündüğüm gibi bir soru yönlendirmesin diye.
Bana arkası dönük kalmaya devam ederken, ''O gece ne oldu Nalân?'' diye sordu ve ben hayal kırıklığına uğradım.
''Ne demek ne oldu?'' diye sordum.
''Aranızda ne geçti işte,'' dedi.
Kaşlarımı çattım. ''Akın, ne demek istiyorsun? Açık konuş.''
Bir süre sustu. Makinenin altına koyduğu fincanın dolmasını bekliyordu. ''O gece Ulvi seni gece kulübünden kaçırmış, bunu biliyorum,'' dedi.
Hemen, ''Kaçırmadı,'' dedim, ''ben kendi isteğimle gittim onunla. Sen de taktir edersin ki, o zamanlar aramız böyle iyi değildi. O bana teklif etti ve ben de kabul ettim.''
''Kendi isteğinle gittiğin için sevinmeli miyim Nalân? Ne yaşadınız o gece? Yani,'' sanki çok zorlanıyormuş gibi bir hâli vardı. Kahve tamamen bahaneydi, o, yüzüme bakamıyordu. Çünkü bana arkadaşıyla yatıp yatmadığımı soruyor, biz nişanlanmadan evvel bunu kesinleştirmek istiyordu.
''Sor, sor,'' dedim, ''çekinme hiç... Ulvi ile yattın mı de, sen hırsızlığı, katilliği yakıştırmışsın bana, bir bu kalmıştı Akın... Arkadaşınla, üstelik evli bir adamla yatmayı da yakıştır bana...''
Sustu ve beni asıl yaralayan şey de onun susması oldu. ''Sana inanamıyorum,'' diyerek dudaklarımı peçete ile sildim ve ayağa kalktım. ''Ne var biliyor musun, bu olay çözülmeden sen bana hiç güvenmeyeceksin. O yüzden teklif ediyorum,'' diyerek yüzüğü çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Bu sesi duyup arkasını döndü ve donup kalarak bana baktı. Kahve taştı, umrumuzda bile olmadı. ''Sen bana tamamen güvenene kadar, sen gerçek hırsızı ve Sara'nın gerçek katilini bulana kadar, bu yüzüğü takmayacağım.'' Arkamı dönüp mutfak kapısına doğru ilerledim. Son anda durup arkamı döndüm ve onun gözlerine baktım. ''Ve biliyor musun, o gece Ulvi ile yattım. O zamanlar aramızda bir şey yoktu ve senin, bunun bir ihanet olmadığını kabuk etmeni bekleyeceğim,'' dedikten sonra ondan hızlı adımlarla uzaklaştım.
Kendimi odama attığım gibi sırtımı yatağa serdim, Hayri bu sefer gelip tam kalbimin üzerine yattı. Sanki çok iyi biliyordu kalbimin nasıl şiddetle ağrıdığını. ''Neden sence? Niçin bana hiç güvenmiyor? Ya güvensin, ya da beni adalete teslim etsin artık. Çok bir şey istemiyorum ki...''
💲
Büyük bir gürültü vardı, iki el beni boğuyor, kalkmaya çalıştıkça yeniden geri bastırıyordu. Artık buna bir dur demenin zamanı geldi, dedim ve gözlerimi açıp derin ve sesli bir nefes eşliğinde yatakta doğrulup oturdum. Kapkaranlık olan odamın penceresinden, dışarıda yağan şiddetli yağmuru gördüm. Şimşekler her çaktığında karanlık gece apaydınlık oluyordu ve şimdi buna eşlik eden başka gürültüler de vardı. Siren sesleri, kapıya inen yumruklar ta buradan duyuluyordu. Galiba keskin kulaklarım bu gürültüyü duymadan edemedi ve ne yazık ki, bunlar bir kâbusun kalıntıları değildi. Hepsi gerçekti, susmayan bu siren sesleri bir ambulansa mı ait idi, yoksa polis aracına mı, uyuşmuş beynim şu ân bunu kestiremiyordu.
Yine de hemen yataktan çıkıp dışarıya fırladım. Üçüncü kattan aşağıya koşarak inmem on saniyemi aldı. Benden önce davranan birisi vardı. Duru kapının önünde pembe saten geceliği ile duruyor, soğuktan omuzlarını dikleştirip, kollarını kendine bastırır hâlde kapı önündeki polislerden biri ile konuşuyordu. Hemen yaklaşıp, gelen memurların yüzüne baktım. Önde duran adam kimliğini açıp gösterdi. ''Cinayet büro amiri Cemil Akay... Nalân Arga, Sara Akcan'ı kasten öldürmek suçundan tutuklusunuz...''
Sanki amirin tüm kelimeleri peş peşe dizilerek bir ok hâline geldi ve beni tam alnımın çatısından vurdu. Ben daha ne olduğunu anlamadan, bileklerime geçirilen soğuk metali iliklerime kadar hissettim ancak öyle donmuştum ki... Bir şey söylemek mi? Kendini savunmak için ''ben yapmadım'' klişelerine başvurmak mı? Hepsi bana saçma geldi ve ben kaderin önünde dizlerimin önüne çöküp kaldığımı gördüm.
Duru, ''Götürmeyin onu, bir yanlış anlaşılma olmalı!'' diyerek veryansın ediyor, benim koluma sarılmış hâlde beni götürmelerine engel olmak için boşa bir çaba sarf ediyordu. Elbette boşa bir çaba değildi bu, yani en azından benim için.
Ben yalınayak, üzerimde gri eşofman altı ve siyah tişörtüm ile evden sağanak yağmur altında çıkarılırken, Duru incecik geceliği ile bir ân bile düşünmeden dışarıya atıldı. ''Bakın yarın geliriz, ifade verir! Lütfen şimdi götürmeyin, abilerim gelecek, söz veriyorum onu yarın getireceğiz. Eminim bir yanlış anlaşılma var, Nalân, Akın abimin kiz arkadaşı, aileden biri, o yapmadı!'' diye dil dökerek bizi takip ediyor, ancak polislerden bir cevap bile alamıyordu. Ya da alıyorsa da ben bir şey duyamıyordum.
Polis aracının arka kapısı açıldı, başımdan bastırarak beni arka koltuğa hızlıca oturtmalarından hemen önce başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Üzerime yağan bu rahmetten sanki son defa bir dilek diledim. Bu bir saniyelik bakış ve yüzüme inen damlalarda, benim yıllar boyu sessizce içime akıttığım gözyaşlarım ve veryansınlarım vardı. Kapı üzerime kapandı, dönüp hemen yan tarafıma baktım. Duru ellerini camın üzerine koyarak, yağmurun altında sırılsıklam olup yüzüne ve boynuna yapışmış kızıl saçları ile hemen oradaydı. ''Abime söyleyeceğim, hiç merak etme, korkma tamam mı?'' diye bağırıyordu. ''Giyinip hemen peşinizden geliyorum, sakın korkma, çünkü seni yalnız bırakmayacağız!''
İlk defa bir kız kardeşim varmış gibi hissettim ve gözlerim doldu. Duru, o kadar içten ve tüm tepkileri dışına vuran bir kızdı ki, benim için o saf ve temiz bir insandı ancak bilmediği bir şey vardı. Ben onun gibi biri olamadım hiç, olmak isterdim ama olamadım. Ben hep suçluyduum ve şimdi tüm cezalarımı çekmeye gidiyorum. Bilinenleri ve bilinmeyenleri...
💲
Geçtiğim yerlerdeki tüm insanlar bana bakıyormuş gibi hissediyordum. Aşşağılık bir suçluymuşum gibi... Başımı eğip ellerimdeki kelepçelere baktım ve orada kaldım. Benim başım dik yürümeye hakkım yok! Ben bir çocuğu annesiz bıraktım! Gencecik bir kadının canına, kendi çıkarlarım uğruna kıydım...
Vicdan yükü en ağır yüktür ve ben şimdi vicdanımın altında eziliyorum.
Nur büyüyüp yanıma gelire ve, "Beni neden annesiz bıraktın?" diye sorarsa, ona ne cevap vereceğim? Böyle olsun istemedim, mi? Yanlışlıkla oldu, mu? Beni affet, mi? Hayır! Bunu söylemeye hakkım yok!
Nezarethanenin kapıları üzerime kapandığında, kelepçeden kurtulan bileklerimi ovuşturuyordum. "Ah, Akın... Demek elde edemeyince böyle biri oluyorsun..."
Kendi dilimden döküldü o kelimeler ama olsun, zaten vicdanım susmayacaktı. Yirmi yıl hapis yatsam da susmayacak. Yaşı kadar hapis yatmalıyım. Böylece çaldığım ömrü, benim ömrümden çekip almış olurlar.
Burada bir kız daha vardı. Kahverengi bankın üzerine oturmuş, ellerini iki yanından banka yaslamış, kafasını boynunun içine gömmüştü. Dizi yırtık kot pantolon ve yeşil bir kolsuz tişörtü, uçlara doğru sararan kumral, düz saçları vardı. Sanırım o da benimle aynı yaşlardaydı. Kafasını kaldırıp bana baktığında, dudaklarının ve burnunun kızardığını, ela gözlerinin ise ağlamaktan şiştiğini gördüm. Daha fazla dayanamayıp ayağa kalktı ve demir parlaklıklara sarılıp, silkelemeye ve bağırmaya başladı: "Ben yapmadım! Annemi görmem gerekiyor! Lütfen! Hastaneye gitmem gerekiyor!"
Bense sessizce geçip banka oturdum ve yan dönüp bacaklarımı kendime çektim. Kollarımı bacaklarımın etrafına dolayıp, çenemi dizlerime yasladım. O kızın bağırışları, benim içimdeki feryadı bastıramıyordu. Herkes ben yapmadım der, işte bu yüzden, kimin gerçekten yapıp yapmadığını bilemeyiz.
Bir süre sonra yoruldu ve sadece ağlamaya devam ederek yere çöktü. "Orada oturma, üşüteceksin. Buraya gel." dedim. Bir anlık ağlaması sustu ve bana garipser gibi baktı. Ancak ani verdiği tepki, beni oldukça şaşırttı. "Sana ne ya? Bana annelik taslamayı kes!" Ne yaşadığını bilmediğim için, ne hissettiğini de bilmiyordum. Bu yüzden sadece önüme döndüm ve çenemi dizlerime yaslayıp, beklemeye başladım.
Sabah mahkemeye sefkedilecektim, oradan da cezaevine. Belli ki, net bir bilgi vardı ellerinde. Ancak yine de sorgu odasına götürüldüm. Yolda ne diyeceğimi düşündüm. İtiraf etmeli miydim? Babam olsaydı şimdi, ne derdi bana? Sadece babam gibi zekice düşünmeye çalıştım. Biraz düşününce şu sözleri geldi aklıma. "Sen her şeyi dürüstçe anlat, ilahi adaletten kimse kaçamaz." Belki de en doğrusu, olanları birebir anlatmaktı. Yalan söylemek veya inkâr etmek de bana bir şeyler kazandırmazdı.
Sorgu sandalyesine oturdum. Sorguya bizzat cinayet büro amiri girdi. Masanın tam önüne geçip, ellerini siyah pantolonunun ceplerine koydu ve siyah gözlerini keskin bir bakışla gözlerime dikti.
"Anlat bakalım, sana soru sormayacağım. İçimden bir ses, zaten anlatıp kurtulmak için can attığını söylüyor."
Ah, Akın... Beni böyle kolayca ateşe atabileceğini düşünmezdim. Anladım ki, sadece ben sana hakettiğinden fazla anlam yüklemişim.
"Anlatacak mısın?" diye sorduğunda, düşüncelerden sıyrılıp başımı kaldırdım ve gözlerine bakarak, başımı aşağı yukarı salladım. "Seni dinliyorum."
"Aslında nereden başlayacağımı bilmiyorum... Her şey bir anda gelişti, elbette böyle olsun istemezdim ama oldu. Kendimden iğreniyorum..." kafamı ellerimin arasına aldım ve tüm gücümle sıktım. Sanki biri kafamın her yerine iğne batırıyordu. Sancıyordum. Acıyordum.
"Olay gününü baştan sona anlatmaya ne dersin?" diye sordu, kafamı toparlamama yardımcı olmaya çalışıyordu.
"Evdeydim, Akcan malikânesinde."
"Sara Akcan'a ne yaptın?"
"Biz biraz tartıştık... İttim. Kafası... Yani alnı duvara çarptı, yere düştü, kan gelmeye başladı. Korktum ve kaçmaya çalıştım ama yakaladılar. Hasta... hastanedeydi... Ben öldürmek için yapmadım, yemin ederim! Bir anlık bi' sinirdi, çok pişmanım..."
Zaten bizi bitiren de o sinir değil mi? Hayatım bitti.
"Nalan," diyerek öne doğru gelip, bana biraz yaklaştı. Güçlükle başımı kaldırıp gözlerine baktım. "Bu kasten adam öldürmek demek, bunu biliyorsun değil mi?"
Dile getiremiyordu ama sanki bana ifademi değiştirmem gerektiğini söylüyordu. Başka söyleyecek bir şeyim yoktu ki.
"Biliyorum, ne ceza alacağımı da biliyorum. Cezam neyse razıyım, ben bu vicdan yüküyle daha fazla yaşayamam. Nur'un yüzüne bakamıyorum, rahat uyuyamıyorum. Cezamı çekmek istiyorum."
Tereddüt etmeden söylediğim sözler, onun yüzünde şaşkın ve bir o kadar da hüzünlü bir ifade yarattı. "Anlıyorum." dedi sadece. Sonra ben nezarete geri döndüm. Düşündüğüm gibi sabah mahkemeye sefkedilecektim ve Akın'i orada baş şahit olarak görecektim. Buna hazır mıyım, hiç bilmiyorum.
Geri döndüğümde o kızın bankta uzanıp, uyuya kaldığını gördüm. Ben de bankın diğer köşesine oturup, kafamı duvara yasladım. Bir süre sonra betona dokunan çıplak ayaklarım üşüdü ve yukarıya toplayıp, yine kendi kendime sarıldım. Şimdi farkediyorum da, üzerimdeki tişört ve eşofman altı hariç hiç bir şey yok. Böyle anlarda hayat bana o kadar saçma geliyor ki, ne için savaşıyoruz, diyorum. Herkes kendi menfaati için her türlü kötülüğü yapıyor - buna ben de dahilim - bunu ne için yapıyoruz? En sonunda işte böyle, elimizde hiçbir şey kalmıyor. Mezara girinceye dek yaşıyoruz, peki gece gündüz çalışıp, hayatımızdan çalıp vakit ayırdığımız o işlerden kazandığımız paralar ve bir düzine eşyalar da bizimle geliyor mu? Elbete arkada evladını, torunlarını bırakanlar benimle aynı düşüncede olamaz. Ben hiç evlenmedim, hiç çocuğum da olmadı. Şimdi içeri gireceğim ve yirmi beş yıl sonra çıktığımda elli yaşında olacağım. Yani sahip olduğum bu ömrü hem yaşamış, hem de yaşamamış olacağım.
Özgürlük ne kadar da kıymetliymiş, maalesef, bunu özgürken anlamıyoruz. Tıpkı birini kaybetmeden evvel, onu ne kadar sevdiğimizi bir türlü fatketmememiz gibi.
💲
Herkes uyudu; bedeni, zihni, kalbi kötü olanlar uyudu. Ben uyuyamadım, kendimin nöbetini tuttum bu gece. Ayaklarım buz kesmişti, eşofmanın eteklerini ayaklarımın altına doğru kıvırmış, ara sıra ovarak uyuşmasına engel olmaya çalışıyordum. Aslında bu, korktuğum zamanlar olurdu. Küçüklüğümden beri korktuğumda elim-ayağım buz tutardı. Şimdi de öyle.
Yanımda yatan kız, sabaha doğru titremeye başladı. Bugün hava çok soğuktu, sanki son bahar günü değil de, kış günüymüş gibi. Yağmurun sesini duyabiliyordum. Ayağa kalktığım an betonun soğukluğu içime işledi ve ürpermeme neden oldu. Ön tarafa gelip kapının yanındaki masada oturan memura seslendim.
"Battaniye alabilir miyiz? Çok üşüyoruz da," dedim çekinerek. Sadece kafasını sallayıp ayağa kalktı ve dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra elinde bir battaniyeyle döndü ve parmaklıkların arasından geçirip bana uzattı. "Bir tane mi?" dedim battaniyeyi alırken, "ama biz iki kişiyiz."
"İdare edin, başka battaniye yok. Zaten birkaç saat sonra gideceksiniz." dedi memur. Fazla üstelemeden arkamı dönüp kızın yanına geldim. Zaten ellerim ve ayaklarım üşüyordu sadece, ama o kız uyuduğu için soğuktan titriyordu. Battaniyeyi açıp üzerine örttüm ve hemen ayak ucuna oturup, battaniyenin arta kalan kısmını ayaklarıma sardım.
Bir süre sonra titremeleri durunca rahatladım. Sabaha kadar "anne" diye sayıklaması beni, olduğum duruma rağmen, biraz daha çöktürüyordu. Kim bilir ne derdi vardı, belki de dediği gibi suçsuzdu, ya da benim gibi öfkesine yenik düşmüştü...
Zaman kavramım yoktu ancak binanın git gide daha aktif bir hale geldiğini duyunca, artık sabah olduğunu anladım. Bir yanım sabah olsun istiyordu ama diğer yanım, çıkacağım mahkemeyi düşününce hiç sabah olmasın istiyordu. Böyle düşünerek saatleri devirmiştim ve şimdi vakit gelmişti.
Baş komiser Koray Yıldırım odaya girdiğinde hemen ayağa kalktım, onun hemen ardından içeriye giren Nisan ve Leyla'yı görünce, tek bir saniye içinde parmaklıkların yanında bitiverdim. Parmaklarımı demirlerin etrafına doladım ve yaşlı gözlerle bana doğru yaklaşan arkadaşlarıma baktım. İkisinin de gözleri kan çanağı gibiydi, sanki benim gibi hiç uyumamışlardı.
"Kızlar," dedim heyecanla. İkisi de hemen önüme dikilip ellerime dokundular. Nisan beni görür görmez ağlamaya başladı, Leyla ona nazaran biraz daha sağlam duruyordu.
"İyi misin?" diye sordu Leyla.
Daha ben cevap veremeden, "Neden söylemedin bana?" diye bağırdı Nisan. Gözyaşları susmuyordu. "Sana yardım edebilirdim! O itin sana zarar vereceğini biliyordum!"
"Nisan, biraz sakin olsana!" diye kızdı Leyla. Tekrar bana baktı ve hüzünlü gözlerle, "Gelirken, senin için avukat da getirdim. Umarım avukat gelmeden konuşmamışsındır."
"Konuştum!" dedim, boşvermiş bir sesle. "Her şeyi olduğu gibi anlattım. Kazaydı kızlar, beni tanıyorsunuz! Ben birini öldürebilir miyim sizce?"
"Ne yaptın sen?" diyerek daha da ağlayan Nisan ve, "Kafanı attırdıysa yapmışsındır." diyerek dürüstçe tepki veren Leyla'nın birbirlerine ne kadar zıt olduklarını bir kez daha anladım.
O sırada benim vermem gereken tepkiyi Nisan verdi, ona kızgın hâlde bakarak: "Kızım, ne saçmalıyorsun ya?"
"Ne?" dedi Leyla ve sonra onay almak istercesine bana baktı. "Yaptın mı, yapmadın mı?"
"Neyi tartışıyorsunuz şuan? Yaptım ve itiraf ettim zaten! Ancak öldürmek için yapmadım! Hadi onlar yabancılar ve anlamıyorlar beni ama siz? Neyin kavgasını yapıyorsunuz şuan?"
Nisan narin elini parmaklıkların arasından içeriye sokup saçlarımı okşarken, "En iyi avukatı getirdik, seni kanımızın son damlasına kadar savunacağız ama lütfen böyle teslim olma! Ben senin birini kasten öldürebileceğine inanmıyorum!"
"Çok geç, ifademi verdim ve imzaladım da. Bir mucize olmadığı sürece, en az yirmi yıl ceza yiyeceğim."
En önemlisi kendine dürüst olabilmekti ve ben kendime karşı dürüst olabiliyordum. Tatlı yalanlara gerek yok, gerçeği kavrayıp kabul etmek zorundayım.
"Ah, güzelim benim," dedi Nisan, saçlarimı okşayarak. "Üzülme, belki düşündüğün gibi olmaz. Şimdi avukatla bir görüşme ayarlamaya çalışacağım, lütfen avukat ne derse onu yap."
Sadece başımı aşağı yukarı salladım, halsizdim.
''Duru da buradaydı,'' dedi Nisan, ''bize de o haber verdi ve senin için bayağı uğraştı, bir avukat ordusu bile getirmişti ama biz tabii ki, de reddettik. Sonuçta onlardan gelecek olan hayır, Allah'tan gelsin. Değil mi ama?''
''Duru'nun bir suçu yok, ona çıkışmayın boşuna.''
''Aynı kan!'' dedi Leyla, sinirli bir ifadeyle.
''Neyse, boşverin,'' dedim ve onlar gitmeden önce sormak istedim. "Kızlar," dediğim ân, ikisi de durup bana baktı, "Akın... O geldi mi hiç?" Önce birbirlerine, sonra bana baktılar ve, "Gelmedi şerefsiz," dedi Leyla.
Zaten neden gelsin ki?
"Tamam... Sorun değil, gelmesini istemiyordum zaten. Kübra'ya hiçbir şey belli etmeyin, yurt dışına filan çıktı deyin. Bunu bilmesini istemiyorum. Ayrıca, Hayri o evde kaldı, lütfen onu alın ve ona iyi bakın."
Bu söylediğimi dikkate alacaklarını söyledikten sonra gittiler. Ben, onlarla beraber özgürlüğümle de vedalaştım. Yolun sonuna gelmiştim. Derin bir nefes aldım ve kendimi her şeye hazırladım. Gitmeden önce avukatla konuştum. Bana söylediği şey tam olarak şuydu: "Sana saldırdığını ve kendini korumaya çalıştığını söyle." Beni nefs-i müdafaa ile kurtarabileceğini söyledi. Sara nasıl olsa ölmüşmüş ve ona suç atabilirmişim.
Kim bilir kaç cinayet böyle örtbas edildi.
Vakit gelip çattı. Mahkeme salonundan içeriye girdiğimde, bakışlarım salonun içindeki tüm yüzlerde gezindi; Duru, Mikail, Mehmet, Leyla, Nisan, Sümeyye teyzem ve hatta Ulvi bile buradaydı ama o, yoktu. Kürsüde başımı önüme eğdim ve burukça gülümsedim. Artık gelmesen de olur.
Mahkeme başladı, sıra bana gelmişti. Hâkim bana kendimi savunmam için bir şans tanıdı, avukatımın söylediği şeyler tamamen yalandı. Sara bana zarar vermeye kalkmamıştı, hiçbir suçu yokken ona zarar vermeye çalışan bendim. Omzumun üzerinden son bir kez dönüp beni bekleyenlere, sevdiklerime baktım. En son ise, sevdiğini elinden aldığım adama. Bana kırmızı görmüş bir boğa gibi bakıyordu. Haklıydı da.
Önüme döndüm ve başımı kaldırıp hâkim hanımın gözlerine baktım. Dikdörtgen şeklindeki gözlüğünün ardındaki küçük koyu gözlerini büyük bir dikkatle gözlerime dikmiş, ince kırmızı dudakları gerilmişti. Yan taraftaki avukatıma baktım ve tekrar önüme dönüp, konuşmaya girmeden evvel hafif bir öksürükle boğazımı temizledim.
Göğüs kafesimdeki bu sancı veren yükü bir an önce konuşup atmalıydım, böyle yaşayamazdım. Öteki türlü beni bitiren vicdan azabım olacaktı.
"Tartıştık, sinirlendim ve ittim. Yaralandı. Ölmesini istemedim. Ölsün diye yapmadım ama..." sert bir soluk verdim. "Pişmanım hâkim hanım, cezamı çekmeye de hazırım. Adaletin karşısında boynum kıldan incedir. Vereceğiniz cezaya saygım sonsuzdur. Diyeceklerim bu kadar..."
"Ama Nalan Hanım!" diye itiraz etti avukat, "Ne yapıyorsunuz?"
"Nalan!" diye kızdı Nisan, "Kızım ne yaptın sen? Ne konuştuk biz?"
Hâkim Hanım iki adalet çekici darbesiyle salondaki hareketliliği bitirdi. "Sessizlik!" Sonra bana baktı. Kendimi savunmayacağımı görmüş gibiydi ama tam konuşacaktı ki, arkadan bir takım sesler yükselmeye başladı. Merak edip omzumun üzerinden geriye baktım. Herkes salonun girişine bakıyordu. Onları bu kadar şaşırtan neydi?
Ben de diğerleri gibi kapıya doğru baktığımda, açılan kapıdan içeriye giren kişiyi gördüm. Bu o'ydu, geç de olsa gelmişti. Eli hâlâ kapının üzerindeydi. Bakışları beni buldu ve bana ruhsuz gözlerle baktı. O yeşil gözleri, bana ilk defa bu kadar soğuk bakıyorlardı. Öyle ki, bakışları içimdeki tüm yeşermiş çiçekleri bir çırpıda buzlarla kaplayıp, sonsuza dek dondurmaya yetti.
Birkaç adım atıp öne çıktı ve bedenini hâkim hanıma doğru çevirdi. "Böldüğüm için kusuruma bakmayın ancak ortada büyük bir yanlışlık var," dedi. Görmesem de ben dahil herkesin ona şaşkın şekilde baktığına emindim. Neden bahsediyordu?
Az sonra kapıdan bir kişi daha girdi ve benim gözlerim şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. Adım sesleri yankılandı. O da tam Akın'ın yanında durdu ve ellerini önünde birleştirip, başını dikleştirdi. Gözlerime inanamadım ve hemen ellerimle gözlerimi ovuşturup, oraya tekrar baktım. Ancak görüntü değişmedi, bir yanlışlık yoktu.
"Ben Sara Akcan, yaşıyorum." diyince, şaşkınlığım büyüdü.
Dudaklarım yavaşça aralanırken, kaşlarım havaya kalktı. Zihnimin içi karmakarışıktı. Ne demekti bu? Ne oluyordu? Ne dönüyordu burada? Ne demek yaşıyorum? Aklımı yitirmek üzereyim! Sara ölmemiş miydi?
Her şeyi boşverip, tepkisini görmek için Mehmet Akcan'a baktım. Siyah gözlerinin üzerindeki kalın siyah kaşları çatılmıştı. O da benim gibi donup kalmıştı, anlaşılan onun da haberi yoktu Sara'nın yaşadığından.
"Aramızda bir tartışma olmuştu ve yanlışlıkla kafamı çarpmıştım ama iyiyim, gördüyünüz gibi buradayım. Nalan Arga'dan şikâyetçi değilim, kendisi kaynımın müstakbel nişanlısıdır..."
Devamını duyamadım, şaşkınlıkla önüme dönüp hâkim hanıma, savcıya ve diğerlerine baktım. Dünya başıma dönüyordu sanki. Aklım almıyordu. Ben onca zaman vicdan azabından kıvrılmışken, nasıl böyle rahatça çıkıp "ben aslında ölmedim" diyebiliyordu? Ya benim yaşadığım bu bir aylık zulümün hesabını kim verecekti?
Her şey bir yana dursun... Verdiğim ifadeye rağmen, hâkim hanım tutuksuz yargılanma kararı çıkardı. Artık serbesttim ama gerçekten serbest miydim? Kimse bilmiyor ama ben özgürlükteyken bile özgür değilim.
Mahkeme çıkışındaydık, herkes oradaydı. Nisan benim için bir çift sandalet getirmişti. Onları giydim. Sümeyye teyzemin bana olan soğukluğu devam ediyordu, bir köşede durmuştu. Leyla ve Nisan beni bağırlarına basıyor, sevinçten havalara uçuyorlardı. Mehmet, Sara, Ulvi ve Akın köşede konuşuyorlardı. Mehmet daha çok tartışıyordu ama diğerleri sakindi.
Sümeyye teyzem sessizce gitti. Arkasından "hoşçakal teyze" dedim ama o duymadı. Bana kızmakta haklıydı. Ben hiçbir zaman iyi bir olmadım ki...
"Hadi bize gidelim ya," dedi Nisan, "Bırakmam seni! Hadi!"
"Ay evet!" diye destekledi Leyla ve ikisi de koluma girdi.
Gözlerim Akın'ın gözleriyle buluşunca, o soğuk bakışları yeniden tenime dokundu ve beni esaretine aldı. Gidemezdim. Onların iyiliği için, onlardan uzak durmalıydım. Yoksa bana bile böyle bakan bu adam, onlara hiç acımayacaktı.
"Aslında," diyerek durdurdum onları. İkisi de durup bana baktı. "Şey... Ben Akın'la gitmek istiyorum, konuşacaklarımız var kızlar. Anlayın beni, lütfen. Sonra buluşuruz, şu an hiç o havamda değilim." Utana sıkıla söyledim, sanki onlarla gitmek istemiyormuşum gibi bir izlenim yaratmaya çalışsam da, bu tamamen palavraydı.
Nisan'ın Akın'a olan kötü bakışlarını yakaladım. "İyi, öyle olsun!" diyip hemen kolumdan çıktı.
"Ama bir şey olursa bizi aramayı unutma," dedi Leyla. "Biz her zaman buradayız, bir telefon uzaktayız unutma bunu."
"Kızlar ne oluyor? Sakin olun biraz." Dedim, sanki kendim çok sakin, normal bir hayat yaşıyormuşum gibi.
"Çünkü bu iti hiç gözüm tutmadı," dedi Nisan, Akın'a kötü kötü bakmaya devam ederek.
Leyla da ona katıldı. "Al benden de o kadar!"
Akın anahtarına dokunup arabasının kapılarını açtı ve başıyla yanına gitmem için işaret etti.
"Kızlar, ben gidiyorum. Sonra konuşuruz, ararım." diyip, hızlı adımlarla arabaya doğru gittim. Sara ve Mehmet ön taraftaki araca bindiler, biz de arkalarından yola çıktık. Ulvi nereye kaybolmuştu, hiçbir fikrim yoktu. Bir anda gitmişti.
Ben koltuğa yerleşip kapıyı kapattığım an Akın gaza bastı. En son ona söylediğim şeylerden sonra Ulvi'nin hemen buraya gelmesi, resmen trajik bir tesadüf olmuştu. Gerçekten de aramızda bir şeyler olmuş gibi görünebilirdi, ancak öyle değildi.
Ona hiç kimseyle birlikte olmadığımı söylemiştim, belki de o yanımdayken gidip Ulvi ile olmamı ihanet sayıyordu. Yapsaydım bu bir ihanet olmazdı, ben o sırada onunla bir iliski içerisinde bile değildim. Ancak böyle bir şey yapmadım da.
O, şu an böyle düşünmüyor.
Belki de artık benden tiksiniyor, dokunmak bile istemiyordur.
Şile tabelasını geçtikten birkaç dakika sonra ormanın içinde sağa çekip durdurdu aracı. Avucunun içini sertçe direksiyona vurduğunda, irkilip olduğim yerde sıçradım. Ben ona dehşet içinde bakarken, o, sonunda içindeki kini kusmaya karar verdi.
"Bir daha kaçmaya çalışırsan ya da benden başka bir erkeğe dokunursan, şimdiye kadar söylediğim her şeyi olmuş bil!"
Apaçık tehditlerini utanmadan yüzüme vurduğu sırada şaşkın ve bir o kadar da üzgün hâlde bakıyordum ona. "Ben Ulvi ile yatmadım, sana yalan söyledim!" demek istedim ama demedim.
Bana yaşattığı o acı duyguları yaşatmaya ant içtim. Canının nasıl yandığını görebiliyorum. Yansın da zaten. "Peki," dedim ve önüme dönüp yola baktım. "Seni kızdıran şey, Ulvi ile olmam mı yoksa, sadece bir erkekle birlikte olmam mı?"
"Ne fark eder?!" diye bağırarak bana doğru dönünce, ben de ona baktım. Orman yeşili gözlerinin içindeki dehşeti gördüm. Ormanın ortasında onunla tek başınaydım ve o bana deli gibi öfkeliydi. "Ha Ulvi, ha başka biri! Ne fark eder Nalan? Sonuçta yaptın! Başka biriyle yattın!" Bu son cümleyi kendi söylemesine rağmen deliye döndü ve boğazdan bir ses çıkararak kapıyı açıp aşağıya indim.
Arabanın önüne geçip, öylece durdu. Temiz havanın öfkesine iyi geleceğini ondan daha iyi bilen biri yoktu, bazı insanlar yakıp yıkarak, bazıları da uzakta yaşamak ister öfkesini. Ancak benim ona soracaklarım bitmemişti. Bu yüzden kapıyı açıp, ben de aşağıya indim. Onun kadar olmasam da, şu an ben de bir hayli sinirliydim. Arabanın ön tarafına geçip ona yaklaştım ve karşısında dikildim.
"Akın, bizim aramızda bir ilişki vardı da ben mi bilmiyorum? Neden sana ihanet etmişim gibi davranıyorsun? Neden sinirlerimi bozuyorsun, ha? Neden tüm suç bendeymiş gibi davranıyorsun?"
Bir anda yeşil gözlerini mümkün mertebe kocaman açtı ve dibime kadar girip, yüzüme eğildi. "Yok muydu? Bizim aramızda hiçbir şey yok muydu? Sen benim karım olacaksın ve bana gelip arkadaşınla yattım diyorsun!"
"Ben senin karın olmayacağım!" diye bağırdım yüzüne. "Saçmalamayı kes!"
"Karım olacaksın!" dedi, daha sakin bir tonda, üstüne basa basa.
"Olmayacağım!" diye tekrarladım.
"İstediyin kadar inkâr et, bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek!"
Sinirle göğsüne vurarak ittim. "Sen kafayı yemişsin! Arkadaşınla birlikte oldum diyorum, hâlâ ne evlenmesinden bahsediyorsun? Çıldırdın mı sen? Seni sevmiyorum! Sen de beni sevmiyorsun! Kandırma ne kendini, ne de beni!"
Bir anda durdu ve çehresi deminkine nazaran yumuşadı. Yeşil gözlerini kuşkulu bir biçimde kısarken, sanki bir şey yakalamış gibiydi. Yanlış bir şey mi söylemiştim?
"Yatmadın değil mi?" diye sorunca, tamamen altüst oldum.
"Ne diyorsun?"
"Senden vazgeçeyim diye... Sana dokunmayayım, uzak durayım diye öyle söyledin..." bakışları, gözlerimin içinde bir şey ararmış gibi dikkatle gözlerime odaklanmıştı.
Alıp verdiğim soluklar bile onun için bir işarete dönüşebilirdi. Soluklarım git gide hızlanıyor, kalbim ağzımda atıyordu ve bu cevap veremeyişlerim onun yüzünde zevkten dört köşe olmuş gibi bir gülümseme yarattı.
Başımı ağır ağır iki yana salladım. "Senden başka hiçbir erkeği öpmedim bile..."
|
0% |