@hadizade
|
Dudakları müthiş bir istekle dudaklarıma yapıştığında, kendimi ona sıkıca sarılmış ve karşılık verir halde buldum. Ona doyamıyor, ona dayanamıyordum.
Nefeslerimiz bir birine karışmıştı, bunun tehlikeli olduğunu bile bile kendime engel olamıyor, ona karşı koyamıyordum.
Sevmek hangisiydi? İyiliği için çekip gitmek mi, yoksa ondan vazgeçmemek mi?
Arafta kalmıştım, ne yapacağımı bilemiyordum. Ona zarar gelsin istemiyordum, fakat, o da ona güvenmemi söylüyordu. Belki de en doğrusu, ona her şeyi anlatmaktı.
Ellerimi yanaklarına koyup, onu kendimden yavaşça ittim ve geri çekildiğinde orman yeşili gözlerinin içinde büyüyen siyah noktalara baktım. "Tamam," dedim nefes nefese, "Sana her şeyi olduğu gibi anlatacağım ve tüm bunlara rağmen hâlâ beni istediğini söylersen, seninle evleneceğim Akın."
"Biliyordum işte," dedi, "bir şey olduğunu biliyordum, bu yüzden bana yalandan o sözleri söyledin! Yalan olduğunu biliyordum! Zaten yalan olduğuna inanmasam peşinden gelmezdim..."
"Evet yalandı." dedim ve elini tutup onu salona doğru getirdim. Beraber koltuğa oturduğumuzda ona doğru dönüp iki elini de tutarak gözlerinin içine baktım. "Sana kendimle ilgili anlatmadığım bazı şeyler var."
Aslında ona kendimle ilgili neredeyse hiçbir şey söylememiştim ama evleneceksek ona bu haksızlığı yapamazdım, kiminle evleneceğini bilmesi gerekiyordu.
"Anlat dinliyorum." dedi Akın.
"Ben bir mafya babasının kızıyım," dediğimde yüzünde şaşkınlık belirdi. Ama ben onu şaşırtmaya devam ettim: "Beni az önce evinden alıp getirdiğini Boris Pavlov babamın sağ kolu, aynı zamanda arkadaşının oğlu. Bunlar çok tehlikeli insanlar ve babam benim Boris'le evlenmemi istiyor. Bilirsin işte... saçma sapan bir şey ama miras bölünmesi vesaire... Boris seninle evleneceğimi öğrendi ve beni tehdit etmeye başladı. Seninle ayrılmazsam sana zarar vereceğini söyledi. Mecbur kaldım Akın, senin iyiliğin için senden vazgeçmek zorunda kaldım..."
Akın tüm söylediklerimi dinliyor ama bir anlam veremiyor gibiydi, öyle görünüyordu. Bu anlattıklarıma bir hayli şaşırmıştı ama hala tepki vermeden susuyor, beni dinliyordu.
"Ben babamla konuşmuyorum, Akın. Uzun zaman oldu... Kendi hayatımı kurup, onun yanından ayrıldım. Ondan bağımsız yaşamak istedim, çünkü, sebebi geçmişe dayalı bir şey. Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum, o yüzden hiç sorma. Sadece onu sevmiyorum, hatta onun yüzünü bile görmek istemiyorum... Buna rağmen senin işten atıldığını öğrendiğimde, Boris'ten yardım istemek için gittim. Boris'in eli kolu uzun, seni yeniden işe alması konusunda onunla bir anlaşma yaptım ve bu anlaşmanın sonucunda senden uzak durmam gerekecekti. Ama sen sevdiğin işi yapmaya devam et diye bunu kabul ettim..."
Sessizce beni dinlemeye devam ediyordu.
"Ben, çok kötü, tehlikeli bir adamın kızıyım ama onun kızı olmaktan utanıyorum ve şayet seninle evlendiğimi öğrenirlerse, çok kötü şeyler olacağından korkuyorum. Beni anlıyorsun değil mi?"
Ağzını açıp ilk lafını ettiğinde, ne diyeceğini o kadar merak ediyor, o kadar korkuyordum ki...
O, konuşmak yerine beni kendine çekip sıkıca sarıldı, bu sarılma beni o kadar rahatlattı ki, söylenilen binlerce kelimeye bedeldi. Ben de ona sarıldım, bedenlerimiz tek beden gibi bütünleşti. Bir eli sırtımı okşuyor, bir eli saçlarımı okşuyordu.
"Geçti," dedi, bir baba edasıyla, "Geçti güzeller güzelim, ben yanındayım. Kimse sana zarar veremez, seni canım, kanım pahasına koruyacağım..."
Geri çekilip gözlerime baktı: "Sakın korkma, kimse bana bir şey yapamaz. Ben Akın Yiğit Akcan'ım! Benim olduğum yerde, Boris gibilerin esamesi bile okunmaz."
Gülümseyerek uzanıp dudaklarını öptüm. Ellerim yanarlarında, dudaklarını koklayarak öyle sıkıca öptüm ki, gözlerimi kapatıp dudaklarımı onun dudaklarına mühürlediğimi düşündüm. Tıpkı kalbini kalbime mühürlediğim gibi.
Kendimi geriye çekip yeniden onun yüzüne, gözlerine baktım. Bir insan, bir günde bu kadar özlenir mi? Ben özledim işte, burnunda tüttü teni, kokusu, bakışları, gülüşü, sesi, her şeyi...
"Akın," dedim sesim titreyerek.
"Efendim güzeller güzelim?" diye cevaplayınca, içim de titredi.
"Ben seni çok seviyorum ya," Gözlerim doldu ama güldüm ve o da benimle birlikte güldü. Gözyaşlarım akmaya başladığında, bunun sonunda içimi rahatça dökebildiğim için olduğunu biliyordum. Bana sarıldı ve ben rahatladım. O, beni yargılamadan dinledi, anladı ve kabul etti.
"Bu kadar kolay olabileceğini bilsem, inan senden hiç saklamaz, hemen anlatır ve kurtulurdum." Diye itiraf ettim.
"Keşke," dedi, "Keşke daha önce anlatsaydın ama anlattın ya, artık önemi yok. Seni koruyacağıma, şerefim üzerine yemin ederim. Güven bana Nalan..."
Sanki üzerimden büyük bir yük atıldı, bir anda hafifledim. Başım göğsünde iken gözyaşları içinde gülümsedim. Doğrusu, ben bu ânı çok bekledim...
Geri çekilip ışıldayan gözlerine baktığımda, "Evlenelim," dedim, "Ben artık sana ait olmak istiyorum..."
"Ve ben de sana," diyip, dudaklarını alnımın ortasına bastırdığında, eriyip, bitip, kül oldum, savruldum göklere.
💲
Her şeyi kendi aramızda yapmaya karar vermiştik ve elbette en kısa sürede evlilik işlemlerini tamamlamalıydık.
Terasta etrafı seyredip, derin nefesler alırken, cebimdeki telefon titredi. Etrafı kontrol ettikten sonra telefonu çıkarıp ekrana baktım. Boris'ten mesaj gelmişti.
B. kişisinden bir yeni mesaj;
"Sanırım beni ciddiye almadın, bakalım baban bunları öğrendiğinde neler olacak."
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım ve, "Neden?" diye isyan ettim sessizce. "Neden mutlu olamıyorum? Neden bozulmak zorunda? Neden istediğim, kendi verdiğim kararlar doğrultusunda yaşayamıyorum?"
Bir nefes, bir iz hissettim yanımda. Soluma dönüp ona baktım, hemen bir adım ötemde duruyordu ve siyah saçları rüzgara karışarak uçuşuyordu. O mis kokusu burnumun dibindeydi. Mavi gözlerini gökyüzüne dikti tıpkı benim gibi.
"Ben de bu soruyu kendime çok sordum," dedi, "Anlayamıyor insan, çok haksızlık var... Birilerinin hatasının bedelini neden biz ödüyoruz? Yoksa, bunları hak edecek kadar büyük günâhlar mı işledik?"
Sesindeki o imayı anlayıp başımı önüme egdim ve kafamı salladım. "Evet, geçmişte yaptığım hataların bedeli... Sebep olduğum canlar, babasız bıraktığım çocuklar, yitip giden bir hayat ve kendi çocukluğum, gençliğim... Heba oldu gençliğim."
"Nalan?"
Arkamdan Akın'ın sesini duyduğumda dönüp arkama baktım. Terasın kapısından çıkıp yanıma geldi ve elinde getirdiği siyah şalı omuzlarıma serip, beni sarmalayarak sarıldı.
"Kiminle konuşuyorsun böyle?"
"Hiç," dedim bakışlarımı kaçırarak, "kendi kendime."
"Peki, bu soğuk günde terasta ne işin var? Yoksa nişan öncesi hastalanmak mı istiyorsun?"
"Biraz rüzgarı yemek istedim, bu sabah nedense ayılamadım bir türlü. Hâlâ uykulu gibiyim."
"Sert bir kahveye ne dersin?"
"Olur ama alıp hemen Leyla'ya geçelim. Hayri'yi de çok özledim, alıp getirelim onu."
"Tamam, araba hazır zaten. Hadi içeriye geçelim."
Beni koluyla sararak içeriye yönlendirdi, benimle böyle ilgilenmesi, bana şefkat göstermesi hoşuma gidiyordu.
Beraber içeriye girip aşağıya indik. Kahveyi iki termos bardağa doldurdum ve üzerime montumu aldıktan sonra, Akın'ın peşinden bahçeye çıktım. Beni arabanın orada bekliyordu. Bugün etrafta Mikail ve Emin' i görememiştim. Bu yüzden merak edip ona sormak istedim.
Yanına yaklaşıp, "Hazırım ben," dedim, "kahvelerimizi de aldım ancak dikkatimi bir şey çekti. Dünden beri Mikail ve Emin neredeler? Ortalıklarda görünmüyorlar."
"Küçük bir işleri var, onu halletmeye gittiler, dedi gülümseyerek. Hadi geç." diyip arabanın ön yolcu kapısını açtı.
"Pekala, öyle olsun bakalım Akın Bey," deyip geçip oturdum.
İçimde nedense bir sıkıntı vardı ama ne ile ilgili olduğunu çözemiyordum. Elbette bizim evlendiğimizi duyan babam ve beni bu konuda tehdit eden Boris de vardı. Ancak bu içimdeki çok daha garip bir sıkıntıydı.
Akın arabaya geçip çalıştırdı. Kahveleri aramızdaki boşluğa koydum, araba harekete geçti. Telefonumu çıkarıp, Leyla'ya oraya gittiğimizi haber vermek için onu aradım ancak defalarca kez çalmasına rağmen telefonu açmıyordu. "Çok enteresan" diyerek telefonu kapatıp yola baktım.
Akın, "Ne oluyor?" diye sordu.
"Bilmiyorum," dedim, "Leyla telefonunu açmıyor. Dur bir daha arayayım," deyip telefonu kulağıma götürdüm ancak Leyla defalarca kez aramama rağmen yine telefonu açmadı.
"Endişe etme," dedi Akın, " telefonu yanında değildir veya sessizdedir, banyoda, lavaboda da olabilir."
Bugün hafta sonu olduğu için Leyla evdeydi, bu yüzden başka bir ihtimali düşünemiyordum.
"Sen Leyla'yı tanımazsın," dedim Akın'a. "O lavaboya girerken, hatta duşa girerken de telefonu yanında götürür. Lavaboda oyun oynar, duşta müzik dinler, işte bu yüzden biraz endişelendim. Dışarı çıktı da telefonunu almayı mı unuttu acaba?"
"Olabilir de, niye telaşlanıyorsun ki? Gittiğimizde öğreniriz, boşuna telaşlanma."
"Sen yine de hızlı ol," dedim, "merak ettim."
Akın her ne kadar, "Sakin ol," diyerek beni telkin etmeye çalışsa da, bunu bir türlü başaramıyordum. Tırnaklarımı yiyerek yolun bitmesini ve Leyla'ya ulaşmayı bekliyordum. O sırada Leyla'yı yine yeniden defalarca kez aramaya devam ettim ancak cevap vermiyordu. Bir yanım kötü düşünme diyordu ama diğer yanım bir şeyler olduğunu hissediyordu, hem de kötü bir şeyler...
Biz yolu yarılamışken, gök gürlemeye başlamıştı. Az sonra yağmur arabanın ön camına çiselemeye başladı ve devamında sağanak yağışa dönüştü. İçimdeki huzursuzluk beni bilinmezliklerle dolu bir kuyuya yuvarlıyor gibiydi, çırpınıyor fakat çıkamıyordum. Kendi başımdaki dertler yetmezmiş gibi, bir de bunu düşünmeye başlamıştım. Ama gerçek şu ki, daha evden çıkmadan o huzursuzluk içimde vardı.
Akın'a her dönüp baktığımda ya onu benden alırlarsa diye düşünmeden edemiyordum bu şartlar altında nasıl pozitif düşünebilirdim ki?
Gel zaman, git zaman, Leyla'nın evine vardık. Akın arabayı her zamanki yere park etti ve iner inmez istemsizce etrafa baktım. Çünkü etraftan nedense kan kokusu alıyordum. Bir ân önce sonuca varmazsam, bu huzursuzluk, ağacı içten yiyip bitiren kurt gibi beni bitirecekti.
Akın arabayı durdurur durdurmaz kapıyı açıp aşağıya indim. Gök gürlemeye devam ediyor ve burada da sağanak yağmur yağıyordu. Islanmak pek de umrumda olmadı, lâkin, içimdeki merak bana "hızlı ol" diyordu. Hemen kapının ziline dokundum ve akabinde kapıya elimin içiyle darbeler indirmekten kendimi alıkoyamadım. Aynı anda Leyla diye bağırırken, Akın yanıma varmış, beni sakin olmam konusunda teskin etmeye çalışıyordu fakat bu konuda şu an için söyleyeceği her kelimenin bana saçma geleceğini de biliyordu. Söz konusu sevdikleri olduğunda gözü dönen tek kişi ben değildim netice itibariyle.
Zile defalarca kez dokunurken, aynı anda kapıya darbeler indirmeme ve bağırmama rağmen Leyla kapıyı açmıyordu. Artık endişem akıl almaz bir hal aldığında geriye çekilip Akın'a baktım ve, "Kır!" dedim telaşlı bir ses ve ifadeyle.
"Emin misin?" diye sordu.
"Kır hadi, bir şey oldu hissediyorum!" dedim neredeyse bağırarak.
"Pekalâ, geri çekil!" dedi ve az sonra o da geriye çekilip bir anda omzunu kapıya geçirerek tek seferde kapıyı kırdı. Zaten bu cüsse ile bunu kolayca yapabileceğinden kuşkum yoktu...
Hemen içeriye girip, "Leyla!" diye bağırarak gezinmeye başladım. Akın da peşimden geldi. Önce salona baktım. Evet daha girişten itibaren ev tamamen darmadağınıktı, dehşet içinde hızla yukarıya koştum, çünkü Leyla aşağıda yoktu. Fakat yukarıya çıkar çıkmaz onu gördüm, ellerim merdivenlerin trabzanlarının üzerinde, ayaklarımın biri alt biri üst basamakta, öylece donup kaldım ve onun ismi dudaklarımdan bir fısıltı gibi döküldü: "Leyla, kardeşim...''
Vücudunun yarısı odanın içinde, yarısı dışındaydı; ölece yerde yüzüstü sere serpe yatıyordu ve yüzünde darp izleri vardı. Siyah, uzun saçları yerde karanlık bir su birikintisi gibi duruyordu. Sanki kalbime bir ok saplandı, kalbimi delip geçerek sırtımdan dışarı çıktı ve ben bulunduğum yere sinip kaldım. Çünkü aklıma Boris'ten başkası gelmiyordu ve bunun benim yüzümden olduğunu düşündüğüm için âdeta buz kesmiştim.
Donup kaldım. Ta ki, Akın yanıma gelene kadar. "Ne oldu? Nereye bakıyorsun sen öyle?" diyerek arkamdan yaklaşıp benimle aynı basamağa çıktığında, baktığım yöne bakınca neden burada donup kaldığımı anladı ama o benimle aynı tepkiyi vermedi ve Leyla'nın yakını olmadığı için hızla onun yanına koştu. Koşarken kolumu tırabzanlardan uzaklaştırmak için sertçe çekti ve, "Kendine gel Nalan!" diye bağırdı.
Bir anda silkinip kendime gelmeye çalıştım. Akın Leyla'nın önünde diz çökmüş, kafasını yerden kaldırmaya çalışıyordu. Önce vücudunu çevirdi, daha sonra ise yüzüne düşen saçlarını kenara itip, nefesini kontrol etti. Ardından ise iki parmağını şah damarının üzerine koyarak nabzını yokladı. "Yaşıyor!" dedi telaşlı bir sesle. "Onu hastaneye götürmemiz lazım, sen dışarıya çık, arabanın kapısını aç." diyerek cebinden çıkardığı anahtarı bana fırlattı. Sağ elimle anahtarı havada kapıp kafamı sessizce aşağı yukarı salladım ve aşağıya doğru koştum. Ben inerken Akın da Leyla'yı kucağına alıyordu, beraber aşağıya indik ve ben anahtardaki düğmeye basarak kapının kilidini açtıktan sonra arka kapıyı açtım ve geçip oturdum. Az sonra Leyla'yı kucağıma yatırdı, koltukta yana kayarak ona yer açtım. Başını kucağıma aldığımda darp edilmiş yüzüne bakıp sinirle sert bir soluk verdikten sonra çektiğim acıyla beraber başka tarafa bakmaya çalıştım. Ben onu yüzünü, bedenini bu şekilde görmeye dayanamıyordum.
Akın kapıyı kapattıktan sonra arka taraftan dolandı ve direksiyona geçip ona uzattığım anahtarı aldıktan sonra arabaya çalıştırdı ve hızla hastaneye doğru yola çıktık.
Yolun ortasında Leyla'ya bakarak saçlarını okşadım ve özür dilerim diye fısıldadım. Akın bu dediğimi duymuş olacak ki, "Neden özür diliyorsun?" diye sordu.
Konudan kaçmaya çalıştım ve, "Onu yalnız bıraktığım için." diye cevap verdim.
Fakat Akın kolay kolay kanacak bir adam değildi, hatta ses tonumdan ve gözlerini kaçırışımdan bile yalan söylediğimi anlayabiliyordu. Nitekim, yine öyle oldu ve, "Yoksa, ona bunu kimin yaptığını biliyor musun?" diye sordu.
Maalesef dedim içimden, maalesef biliyorum dedim, ama ona, "Maalesef bilmiyorum!" deyip kaçtım.
Ve o an, telefonuma bir bildirim düştü.
Gönderen: B.
Kaç dilediğin kadar, kucağıma düşeceksin!
Bana ihtiyaç duyacak, bir nefes dileyeceksin!
Kaderin dilimde, canın elimde, nasıl olsa bir gün, bana geleceksin...
|
0% |