Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm

@hakugu

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

🔳🔳🔳

 

 

Sevgiyi kimse öğretmeni bana.

Bir kahvaltı masasında babam annemin çayını doldururken öğrendim.

 

Basitti. Sıradan ve küçük. Ama kalpten gelen, iç ısıtan bir histi.

 

Sevgi öğretilmez zaten. Sen öğrenirsin. Aptalca gelen acıların ardında bile sevgi yatar bazen.

 

Ve nefretin ortaya çıkış sebebinin de sevgi olduğunu kim inkar edebilir? İşte sevgi denilen şey, böylesine tuhaf bir histir...

 

Emre ve Onur'la birlikte kafeteryadan çıkıp merdiven boşluğuna geldiğimizde bir köşeye çekildik. Plan yapmamız gerekiyordu.

 

"Haris'i kurtarma operasyonu için bir isim bulmalıyız," dedi Onur yangın merdivenlerini titizlikle izleyip yankılanan sesine engel olmaya çalışarak.

 

"Hırsızı kurtarmak?"

 

Emre'nin patavatsız buluşu ile gözlerimi ona diktim.

 

"Peki peki, şu nasıl? Hırsızlar da yakalanır bir gün?"

 

Ellerini iki yana açıp bir tabela çizercesine bulduğu saçma isimleri sıralarken kollarımı önümde çapraz bağladım.

 

"O da olmadıysa Hırsızlar cehennemi," dedi iki eli ile sanki bir film afişini gösterircesine.

 

"Artık sussan mı acaba?

 

Onur'dan beklenmeyecek bir tepki ile Emre'ye karşılık verdiğinde dudaklarını büzdü Emre ve bıkkınlıkla bir nefes vererek "İyi hadi sen bul o zaman. Ama sakın hırsızların efendisi deme onu da ben düşündüm," dedi işaret parmağı ile Onur'u tehdit ederek.

 

Baktım birbirlerine girecekler "Profesyonel'e ne dersiniz?" diye sordum.

 

"Basit ve amaca uygun."

 

İkisi aynı anda bana baktığında Onur "Olur," dedi başıyla onaylayarak. Emre de kabul etmişti ama kuşkuyla gözlerini kısıp "Haris Potter nasıl olur? Kimse tarafından bulunmadığına yemin edebilirim," dedi.

 

Hem ben hem Onur, Emre'ye esefle bakıp başımızı iki yana salladık ve önden giderken arkamızdan gelmesini umursamadık bile.

 

Kararlaştırdığımız gibi Onur müdür ve Meriç'i oyalarken ben ve Emre gençlerin tutulduğu odaya ilerliyorduk. Boş koridoru yürürken "Ağızlarından çıkan her kelimeyi yaz," dedi Emre.

 

"Neyi nerede kaçırdığımızı bilemeyiz."

 

Başımla onaylayıp kimsenin gelip geçmediği bir zamanda odaya yaklaşıp saniyeler içinde kapıyı açıp içeri girdik. Gençlere sorgu için geldiğimizi belli etmemeye çalışarak gayet rahat bir şekilde oturduk. Emre biraz fazla rahat oturmuştu ama olsun.

 

"Sizler kimsiniz ve neyi hedeflemektesiniz?"

 

Emre ayaklarını masanın üstüne doğru uzatıp gençlere bakarken elimdeki defteri çıkarıp hızla araya girdim.

 

"Vefat eden gençlerin arkadaşlarısınız değil mi?"

 

Kız olan çarçabuk karışılık verdi.

 

"Evet memur hanım, bizi ne zaman göndereceksiniz? Biz gerçekten bir şey yapmadık."

 

Elimdeki kalemi sıkıca tutarak "Endişelenmeyin," dedim.

"Sizin bir şey yapmadığınıza inanıyoruz. Sadece ifade alacağız o kadar."

 

"İfadelerimizi zaten vermiştik," dedi erkeklerden biri.

 

"Sus bakim! Öyle cevap verilmez polislere."

 

Emre karşı atakla genci susturduğunda devam ediyordum.

 

"Arkadaşlarınız görünen o ki hırsızlık gününden üç gün önce ölmüşler. Yani bu da hırsızlığı onların yapmadığını kanıtlıyor. Peki o hafta içinde onları görmüş müydünüz?"

 

"Anıl gayet neşeliydi Cumartesi günü. Kütüphaneye kitap almak için gitmişti ve benden de kitap tavsiyesi istemişti. Hiçbir sorunu olmayan iyi bir insandır. Nasıl böyle oldu inanın hiç bilmiyorum."

 

Cümleleri tek tek yazarken arada bir gençlerin yüzüne bakıyordum. Potansiyel bir suçlu gibi görünmüyorlardı. Dahası şüpheli gençleri anlatırken onlarda da hırsızlık potansiyeli yoktu sanki. E o zaman bu hırsızlık kim tarafından yapıldı?

 

"Aynı anda sekiz ev," dedi Emre.

"Kapıcı amcanın evini çıkarırsak sekiz ev nasıl aynı anda soyulur? Üstelik soyulan evlerin üç tanesinin şüpheli gençleri zaten çoktan ölmüş."

 

"N-nerden bilelim biz?"

 

İfadelerinin zaten alındığını söyleyen genç kekeleyerek konuştuğunda gözlerimi ona sabitledim. Ellerini ovuşturuyor ve tedirginlik hareketleri gösteriyordu. Ona biraz daha yaklaşıp "İsmin neydi senin?" diye sordum.

 

Gözlerini bana doğru kaldırıp "Sercan Aytaç, neden sordunuz?" diye sordu.

 

"Neden soracak lan? İfadenizi alıyoruz görmüyor musun?"

 

Emre sert çıkışınca daha çok titremeye başladı Sercan. Kesin bir şeyler vardı. Ama irdelememe izin verecek gibi de değildi. Gizlice başlattığımız bu iş elimize yüzümüze bulaşmasın diye kısa kesmek zorunda kaldım.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Soracağım tüm sorular bittiğinde Emre ile merkezden çıkıyorduk. Elimdeki kağıda dikkatle bakıp kayda değer bir şey bulamadığımı düşündüm.

 

"Tüm bunlar hiçbir işe yaramaz. Zaten bunların arkadaş olduklarını ve üç arkadaşlarının önceden öldüğünü biliyorduk."

 

"Haklısın, gidip bi de evleri yeniden inceleyelim istersen?"

 

Emre elleri pantolonun ön ceplerinde rahatça yürürken "Kesin o çocukta bir şey vardı," dedim.

 

"Hangisi? Neden belli etmedin ayaklarından sallandırsaydım iki dakika?"

 

Gözlerimi çevirdim alayla. Cidden ciddi miydi?

 

"Uzaktan mafyaya mı benziyoruz?"

 

"Adaleti bu şekilde sağlayacaksak neden olmasın?"

 

Bıkkınlıkla bir nefes alıp yürümeye devam ederken gittiğimiz ilk evi düşündüm. Aradaki farklar ve benzerlikler neydi?

 

Sadece parmak izleri?

 

Umutlarım bir anda sönmüştü. Böyle az bir bilgiyle çözülecek gibi değildi. Oysaki Haris varken bir sürü fikir bulur bir şekilde çıkış yoluna ulaşabilirdik. Şimdi aklıma hiçbir şey gelmiyor ki?

 

Evleri tek tek gezerken dördüncü evi dikkatle incelemeye başladım. Aynadaki belirgin parmak izleri, çalınan ziynet eşyaları ve şüpheli bir genç.

 

Emre elindeki kahve ile aynanın karşısında parmak izlerine bakıyormuş gibi görünse de saçlarını düzeltirken "Şimdi," dedim.

 

"Hırsızlık yapılan dokuz ev var ve kapıcı dairesini saymazsak sekiz evdeki gençlerin parmak izleri aynaya bırakılmış. Bu gençlerden üçü ölüyse diğer altısı nerede?"

 

Sol eli ile kulağını karıştıran Emre her şeyi duymasına rağmen "Ne dedin?" diye sordu.

 

Baştan mı anlatayım yoksa kendi haline mi bırakayım?

 

Derin bir nefes alıp baştan anlatmaya başladığımda altı gencin nerede olduğu konusunda dedektiflere sorular yağdırdık ama kimse bir şey bilmiyordu.

Bu durumda diğer üç arkadaşları gibi ölmüş olabilirler mi?

 

İkimiz birlikte birinci evin dış koridorunda sırtımızı duvara yaslayıp oturmuşken yorulmuştuk. Akşam olmuştu ve biz bir gün boyu tüm evleri didik didik edip bir ipucu aramıştık.

 

Sessizce beklediğimiz o anlarda asansörün kapısı açıldı ve önce geçen gördüğümüz kedi sonra da sahibi olan adam indi.

 

"Woldemort doğru eve gidiyorsun."

 

Adam direktif verse de kedi Emre'ye doğru geliyordu. Yaslandığım duvardan ayrılıp dizlerimin üzerine çömeldim. Ben de kediyi sevmek için hazırlık yapıyordum.

 

Kedi Emre'ye sürtünüp onun okşamasından hoşlanırken sahibi olan adam da gelmişti.

 

"Sevilmeyi çok seviyor."

 

Adamın cümlesi üzerine bakışlarımı ona kaldırıp gülümsedim.

 

"Kim sevmez ki?"

 

Ellerini pantolonun ceplerine koyup omuzlarını silkeledi.

 

"Bazan, fazla sevgi de iyi olmuyor sanki. Varlığına alıştığın sevdiğinin yokluğunu görmek seni bir hiçe çeviriyor."

 

Adamı dinlerken hüzne sürüklenmiştim. Yeniden ayağa kalkıp üzerimi düzelttiğimde "Bazan da," dedi farklı telaffuzu ile.

 

"Aşırı sevgi beraberinde kucaklar dolusu nefreti de getiriyor."

 

Alt dudağımı kaldırıp sözlerini düşünürken aslında haklı olduğunu anladım. Hepimiz bir miktar öyle değil miyiz zaten. Ve hepimiz çok sevdiklerimizi istemeden de olsa öldürmez miyiz biraz?

 

"Neyse biz gidelim de siz de işinize devam edin."

 

Kedi sanki gideceklerini anlamış gibi sahibi ile birlikte yürümeye başladığında Emre de ayağa kalktı ve üzerini çırpmaya başladı.

 

"Her yerim kedi kılı oldu. Bu ne ya!"

 

Ses tonu komik geldiği için gülümsemiştim. Hemen sonrasında ise içimde başlayan bir burukluk canımı sıkarcasına tebessümü mü alıp götürdü.

 

Sanki mutlu olmamam gerekirmişçesine bahşedilen gülüş geri çekildiğinde sıkıntı ile iç çektim.

 

"E artık benden de bu kadar! Tüm gün boyu yanında durdum, risksiz yaşam formumu bile deldim. Ben eve gidiyorum, duş almam gerek."

 

Hayıflanmalarına kayıtsız kalamayarak başımla onayladım. Kendine göre çok fazla efor sarf etmişti ve bir noktada patlaması çok doğaldı.

 

"Sen de git. Tek başına dolanma buralarda."

 

Bir kere daha başımla onaylayıp selam verdim. Gidişini seyrederken koridorun yanıp sönen ışıkları altında birkaç dakika daha durdum ve zifiri karanlığın hüküm sürdüğü geceden önce eve gitme kararı aldım. Son kez ilk hırsızlığın yapıldığı daireye doğru bakıp derin bir nefes aldığımda Emre'nin peşinden yürümeye başladım.

 

🔳🔳🔳

 

Konya'nın ılık yaz geceleri çok hoştur. Şehrin ışıkları cam gibi geceyi aydınlatırken siz derin nefesler alıp tüm oksijeni ciğerlerinize doldurur ve iç ısıtan yürüyüşlerde ruhunuzu rahatlatırsınız. Kuru toprağın suya aç olduğu bu memlekette bir avuç su ile enteresan bir koku salar toprak. Ve siz, daha önce duyumsamadığınız bu kokunun varlığı ile dünyaya daha güzel bir gözle bakarsınız.

 

Çimler için çalıştırılan fıskiyelerden taşan su toprağın kuru bölümlerini ıslatırken derin nefes alıp içime çekiyordum kokuyu. Yapay havuzlardan birinin başına geldiğimde durdum.

 

Kenarlara işlenen rengarenk led ışıkları tazyikle fırlatılan suya güzel bir aura katarken ben bundan gerçekten zevk alıyordum.

 

Üniformam hala üzerimdeydi ve insanların bu, hüzünle bir yerlere bakıp, gözlerinde düşünce denizleri barındıran meçhul polisten nasıl çekindiklerini açıkça sezebiliyordum.

 

Pembe ledler yandı...

 

Tüm evlerde aynı anda hırsızlık gerçekleşti.

 

Sarı ledler yandı...

 

Üç evin çocukları olaydan üç gün önce ölmüştü ama onların evleri de aynı gün soyuldu ve aynada parmak izleri vardı.

 

Ledler yeşile döndü...

 

Kapıcı dairesi bu davadan çıkarıldı çünkü buradaki hırsızlık ziynet eşyası değildi.

 

Ciğerlerimdeki havayı yanaklarıma doldurarak verdiğimde biraz da ofluyordum. Çözülecek gibi değildi. Her şey ortadaymış gibi görünse de dönüp dolaşıp aynı bilgilere ulaşıyorduk.

 

Ledlere arkamı dönüp havuzun kenarına oturup bakışlarımı yere indirdim. Aldığım notlar birbirinin aynısı ve çelişkili olan tek şey o üç gencin evindeki hırsızlık. Madem üç gün önce öldüler o halde aynada nasıl parmak izlerine rastlandı? Tüm bunlar düşündüğüm anda zihnimden bir cümle geçti.

 

"Tüm çözülmemiş davaların ardında yatan sır, gözden kaçan ip uçlarıdır."

 

Haris...

 

Daha önce bakılan herhangi bir delile defalarca kez yeniden bakardı. Gözden kaçırılan her ne ise onu bulana dek de vazgeçmezdi.

 

Peki benim gözümden kaçan şey ne?

 

"Hırsızlık yapılan evler? Çalınan bir kuş? Ve kedi kılı?"

 

Gözlerimi kısıp kendi kendime "Kedi kılı?" diye mırıldandım.

 

"Neden kapıcı dairesindeki amca daima pencereleri açmasına rağmen tam hırsızlık yapılan gün gitti kuşu? Ve hangi kedi kapalı bir kafesteki kuşu alabilir? Kilidini gözümle gördüm."

 

Kaşlarım çatılmış bir şekilde öylece dururken aniden ayağa kalktım.

 

"Kedi! Woldemort?"

 

Hızla başımı iki yana salladım.

 

"Yo, ne alakası var?"

 

Sorumu yine kendim cevapladım.

 

"Hırsızlık yapılan ilk eve çok yakın ama."

 

Kuruyan boğazımı nemlendirmek için yutkunduğumda "Bu kedide bir iş var. Evlerin raporlarına yeniden bakmam gerek. Gözden kaçan ip ucunu bulmam için bir kere daha incelemem gerek," diye devam ettim.

 

Geldiğim yolu yeniden dönüp merkeze doğru koşarken bana bakan insanları görmezden geliyordum yine. Korkuyorlardı belki de. Bir polisin peşinde alacaklı varmış gibi koşması tuhaf ve alışılmışın dışında geliyordu onlara. Kim yadırgayabilir?

 

Hızlı koşuşum birkaç dakika sonra beni merkeze ulaştırdığında nefes nefese kalsam da üst kata çıkmayı başardım. Ofisimizin olduğu bölüme geldiğimde lambaların açık olduğunu gördüm. Biri vardı içeride.

 

Kapıyı açmamla ayakta elindeki dosyayı inceleyen Onur'la karşılaşmam bir oldu. Şaşkınlıkla bana bakıp "Heyzır? Eve gitmedin mi hala?" diye sordu.

 

Nefes nefese "Kedi," dedim güçlükle.

 

"Evlerin raporlarında kedi kılı var mı?"

 

Kaşlarını çatarak başını eğdi ama itiraz etmeden Meriç'in masasında duran dosyayı aldı ve sayfaları çevirmeye başladı.

 

"1. ev. Hırsızlık işlendiği saatte ev sahipleri evde değildi. Aynadan evin ortanca çocuğu Aybars'ın parmak izleri bulundu. Yapılan incelemede ziynet eşyalarından yedi çeyrek altın üç de burma bilezik çalındığı öğrenildi. Koridorda bulunan kedi kılının ise aileye ait olmadığı teşhis edildi."

 

Son cümlesi ile birbirimize baktığımızda ürperti ile yutkundum.

Hızla ikinci eve geçti.

 

"Çalınan ziynet eşyaları zümrüt taşlı kolye ve iki adet inci. Yatak odasında bulunan kedi kılları ise..."

 

Elimle alnımı tutup sonra da saçlarımı düzelttim. Onur devamında sadece kedi kılı olan bölümleri okudu. Hepsi bittiğinde kaşlarımız çatık tüm enerjimiz çekilmişçesine öylece yığılmışken elimizdeki kağıda bakmaya devam ediyorduk.

 

"Kedi kılı bize nasıl bir ip ucu sunabilir ki?"

 

"Woldemort?"

 

"Hadi canım? Sen hiç toplu katliam yapan bir kedi gördün mü? Bilim kurgu filmlerinde olur anca. Neydi o Awion türü mü metalik dişler falan."

 

"Kedi değil ama sahibi yapabilir."

 

Saçma bir şekilde hiç düşünmediği o insan ile kaşlarını çattığında "Kapıcı dairesindeki kedi kılı hangi renkti?" diye sordu.

 

"Sarı ve Woldemort da sarı bir kedi nedense?"

 

"Tüm evlere aynı anda girip hırsızlığı yapmış olamaz Heyzır. Tamam kedi kılı büyük bir delil ama yani bu şey çok dayanaksız."

 

Onur doğru söylüyordu. Woldemort'un sahibi o evlerde bulunmuş olsa bile aynı anda hırsızlık nasıl yapılır? Ve diğer gençler nereye kayboldu?

 

Bir kere daha umutsuzluğa düştüğüm o anlarda ümitsizce nefes aldım.

 

Ve sanki herkes yavaşladı bir kere daha...

 

Onur'un teselli edici gözleri yere düşerken göz kapakları yavaş ritimlerle kapanıyordu.

 

Hemen arkamızdaki saatin saniyesi yavaşça atıyordu bozuk floresan yavaşça titriyordu.

 

Alt kattaki odada olan Haris derince nefes alıp boş tavanı inceledi.

 

Emre yavaşça öksürüp duştan sonra bile hırsızlık davasının notlarını incelemeye başladı...

 

Sokaklardaki insanlar yavaş adımlarla ilerlemeye devam etti.

 

Ve trafik lambaları yavaşça değişti...

 

Bakışlarım yavaşça yerde gezinirken gözümün önüne sorgu için getirilen üç genç geldi nedense. Kekeleyen özellikle tüm silüetiyle zihnimde belirirken.

 

"Kitap," dedim fısıltı ile.

 

"Bir kitaptan bahsediyorlardı."

 

Onur dikkatle bana bakarken "Gençler hala burada, istersen soralım," dedi.

 

"Olur."

 

Önde Onur arkada ben ilerlerken sorgu odasına gelmiştik bile. Üç genç de içerideydi ve başka kimse de yoktu.

 

Onur önden girdiğinde peşinden içeri girdim. Hepsi birden ayağa kalktığında "Korkmayın çocuklar, sadece bir soru soracağız," dedi Onur.

 

"Yeter artık! Bıktık sorularınızdan!"

 

İsmi Sercan olan atarlı genç sinirle öne atıldığında diğerleri onu durdurmaya çalıştı ama sesi gittikçe yükseliyordu. Belki de bilerek bağırıyordu bilmiyorum. Onun bağırtıları dışarıda da gürültüye neden olduğunda kapı sertçe açıldı.

 

"Sizin ne işiniz var burada?"

 

Tanıdık sesin ürküntüsü yüreğime serpilmişken hem Onur hem ben geri çekilip hazır ola geçtik.

 

Müdür ve yanındaki Meriç bize bakıyorlardı.

 

"Lanet sorularınızdan bıktık artık tamam mı? Yeter artık yeter!"

 

Sercan'ın bağırışı ile müdür ellerini beline koydu ve kaşlarını çattı.

 

"Sorgunuz bitmişti zaten başka ne soruyorlardı?"

 

Müdürün atmaca gibi bakışları yüzümüzde gezinirken "Yine arkamızdan iş mi çeviriyorsunuz siz?" diye bağırdı.

 

Sesi boş odada yankılanırken titredim. Kalbim korku ile hızlı hızlı atmaya başladığında "Çıkın dışarı gözüm görmesin sizi!" diye kükredi.

 

Önde Onur arkada ben yürürken ellerim önümde bağlı korku ile adımımı zor atıyordum.

 

Bitmemişti.

 

Odadan çıkan müdür koridora geldi. Hemen önümüze durarak "O pespaye kulaklarınızı açıp iyi dinleyin, hırsız cezasını çekecek. Ve siz sadece işinize odaklansanız iyi edersiniz," dedi.

 

"Hem uşaklığını yaptığınız o hırsızın dosyasının işleme koyulması ve hüküm giymesi için de altı saatten az bir zaman kaldı."

 

Bize biraz daha yaklaşınca Meriç ile göz göze geldim.

 

"Anlasanıza evren de bizimle aynı fikirde. O veletin içeride olması gerek o kadar."

 

Parmaklarımı birbirine geçirip tüm gücümle sıktım. Haris'in hüküm giymesi için altı saat mi kaldı? Eğer hüküm giyerse onu kurtarmak nerdeyse imkansız hale gelir. Bu davayı bahane göstererek diğer tüm geçmişi sorgulanır ve o zaman da işler tamamen çıkmaza girer.

 

Kuruyan boğazımı ıslatmak için yutkunduğumda koridorun soğukluğu içimi titretmişti. Kesikçe aldığım nefesim ciğerlerime tıkılmışken boğulduğumu hissetim. Bitti mi yani? Bu kadar mı?

 

"Meriç sen morg araştırmalarına odaklan. Cesetlerin DNA'larında bir farklılık sezersen mutlaka rapor et. Sonra da toplantı salonuna gel."

 

"Peki efendim."

 

Meriç elindeki dosyalarla yürümeden hemen önce bir kere daha göz göze gelmiştik. Bakışları yavaşça yere düştüğünde ben hala ona bakıyordum.

 

"Onur sen de nöbete kal. Adli tıptaki parmak izlerinin raporlarını bir kere daha istiyorum."

 

"Peki efendim."

 

"Bu Emre nerede?"

 

"Aradım yolda geliyor efendim."

 

Müdür çatık kaşları ile bana baktığında bir şey demedi ve Onur'la birlikte Meriç'in tersi yönde yürümeye başladıklarında yapayalnız kalmıştım.

 

Soğuk duvarlar ve sesi tutan renksiz bir koridor. Köşeye sıkışmışçasına boğuşurken yüzme bilmeyen bir çocuk gibi su üstüne kalmak için çabalıyordum.

 

"Altı saat. Altı saat?"

 

Omuzlarım çökünce sırtımı duvara yaslayıp soğukluğunu hissederek yavaşça yere kaydım. Ellerimi dizlerimin üstünden sarkıttığımda başımı da onların üstüne koydum.

 

"Yoruldum..."

 

İnsanların bir diğerini böylesine ezmesinden yoruldum. Zevk için can alan kalpsizlerden yoruldum. Şu kısacık dünyayı birbirine zindan eden herkesten ölesiye yoruldum.

 

Gözlerimde biriken nem dizlerimi ıslatmaya başladığında hemen ayak ucuma bir şey konuldu. Çizmelerimin ucunda duran şey bir kitaptı. Hızla başımı kaldırdığımda içerideki genç kızı gördüm.

 

İşaret parmağı ile dudaklarının üstünü kapattığında beklemedeno kitabı ceketimin içine sakladım. Ben ayağa kalkarken içerideki diğer gençler de çıkmıştı.

 

Atarlı olan gözlerini devirip hiç beklemeden uzaklaşırken diğeri de onu takip ediyordu. Genç kız da benden uzaklaşırken son kez arkasına baktı ve o da diğerlerine katıldı.

 

Beklemeden ceketimdeki kitabı çıkardığımda merakla ismine baktım.

 

"Hayvan mezarlığı."

 

Çatılan kaşlarım kitabı inceleme altına aldığımda son sayfasını açtım.

 

"Üç yüz yetmiş beş sayfa."

 

Saate baktım gece yarısını geçmek üzereydi. Altı saatim kaldığına göre sabaha karşı hüküm verilmiş olacaktı.

 

Bir okumam gereken kitaba bir de saate baktım. Bu kitapta dava ile çok önemli bilgiler olduğuna emindim. Ve yapmam gereken tek şey de acele etmek.

 

Yapacağım! Haris'in kurtuluşu buna bağlı. Yapmalıyım!

 

İlk sayfayı açıp okumaya başladığımda saniyeler hızla ilerlemeye başlamıştı bile.

 

Saat biri geçerken bitirdiğim yüz sayfa zihnimin bir köşesine yazılmıştı.

 

Stephan King dehşet verici bir zekaya sahipti.

 

Saat ikiye geldiğinde biten iki yüz elli sayfa aklımda sorular oluşturmuştu.

 

Öylesine bir kitap olsa genç kız bana okumam için bırakmazdı ve zihnimde oluşan sorular kalbimde cevap buluyor gibiydi. Kesinlikle önemli bilgiler olmalı.

 

Saat üçe gelirken biten üç yüz yetmiş beş sayfada birçok şey yerli yerine oturmuştu.

 

Üçü çeyrek geçe hızla ayağa kalktığımda iki buçuk saatte okuduğum onca sayfanın kan çanağına dönen gözlerimle bana birçok bilgi aşıladığından emindim. Elimdeki kitabı sıkıca tutarken delil bulmam gerektiğini düşündüm. Tüm bu bilgiler şunlardı.

 

Kurgu, bir kedinin ölmesi ve sonrasında yeniden dirilmesi ile başlıyordu.

 

Woldemort. Burnu yarım kedi...

 

Devamında esrarlı bir toprağa gömülen ölülerin yeniden geldiğine doğru ilerliyordu kitap. Bu bilgiler bize ne kazandırırdı bilmiyorum ama bu iş basit bir hırsızlık değildi.

 

Ayağa kalktığımda uzun süre oturduğum için kitlenen dizlerim yürümeyi unutsa da ilerlemeye devam ediyordum. Kendimi ofisimizin olduğu bölüme attığımda hırsızlık davasının bilgilerini aradım. Meriç'in masasındaydı. Koşarak kağıtları aldım.

 

"Çalınan sadece ziynet eşyası değilse?"

 

Birinci ev çalınan şeyler ziynet eşyaları ve hamile bir köpek.

 

İkinci ev çalınan şeyler ziynet eşyaları ve bir iguana.

 

Üçüncü ev çalınan şeyler ziynet eşyası ve yavru bir kedi...

 

"Tahmin ettiğim gibi asıl çalınan şeyler ziynet değil, hayvan..."

 

Yutkunarak birbirine giren saçlarımı karıştırdığımda sağ elimdeki kağıtlar ve sol elimdeki kitapla artık tamamen emin olduğum şeyleri bildirmek için bir saniye daha durmadım. Koşarak ofisten çıktığımda koridorda yankılanan ayak seslerimi umursamıyordum bile.

 

Nefese nefese kan ter içinde kaldığımda aklıma Haris'in de benim için bu halde yardım istediği geldi.

 

Bir şekilde, neden ortak yönde ilerliyoruz? Neden birbirimize benziyoruz, birbirinden bu kadar farklı olan insanlarken...

 

Nihayet geldiğim toplantı salonuna nefes nefese geldiğimde çalmadan açtığım kapı müdür, Meriç, Onur, Emre ve onlarca kıdemli polisten oluşan bir toplantıya açıldığında oksijensizlikten sıkışan ciğerlerimi yatıştırmaya çalışarak kağıtları salladım.

 

"Bu bir hırsızlık davası değil! Bu," dedim yutkunup hevesle sesimi yükselterek.

 

"planlı toplu kurmaca!"

 

Herkes şaşkınlıkla bana bakarken ben sol elimdeki kitabı sıkıca tutmaya devam ediyordum. Müdür sakince saate baktığında "Saat dörde geliyor. Sadece iki saat var hükmün kabulüne, neredeyse imkansız, dedi ve yeniden önüne dönerken Onur kalktı ayağa.

 

"Denemeye değer efendim. Eğer bize bir ekip verirseniz hüküm saati dolmadan elimizden geleni yaparız."

 

Yutkunarak Onur'a baktığımda yavaşça Emre'ye bir tane vurdu. Hemen peşinden Emre de ayağa kalktığında "Evet efendim, bu tam yataklarımızda onuncu rüyamızı görmemiz gereken şahane zamanda eğer izin verirseniz bir operasyona başlayabiliriz," diye tamamladı.

 

Müdür yeterince ikna olmamıştı ki Meriç ile göz göze geldik. Dağılan saçlarıma ve iyice bozulan üniformama baktı. Tamamen perişandım.

 

"Bir şansı hak ediyorlar sanırım."

 

Hepimiz Meriç'ten böyle bir çıkışı beklemezcesine ona baktığımızda müdür bıkkınlıkla nefes aldı. Daha fazla engelleyemezdi. Bunca insana da karşı gelemezdi.

 

"Sadece beş kişilik ekip ve iki saat. Eğer başarısız olursanız, ki olacaksınız. Fikri ortaya atan yanar ona göre."

 

Gözleri sinirle beni bulduğunda agresif hareketlerle ayağa kalktı ve sertçe attığı adımlarla yürümeye başladı. Onu takip eden Meriç'le salondan çıktıklarında geride üçümüz kalmıştık.

 

"Hiç vaktimiz yok, ben ekipleri ayarlayayım siz de araçları hazırlayın," dedi Onur.

 

Hevesli olmasa da denileni yapan Emre ile koşarak park alanına doğru ilerledik. Üç araçla yola çıktığımızda saat dört buçuğa geliyordu.

 

Yarım saat içinde o üç genç ve Woldemort'un sahibini sorguya çektik.

 

Sanki hepsi bu toplu ekip sorgusunu beklermişçesine birebir döküldüklerinde gerçek bir anda açığa çıktı.

 

Woldemort'un sahibi olan kimyager Cemal Pak aynı okula giden bu gençlere özel ders veriyordu. Dört ay önce eşi vefat eden Cemal ölülerin yeniden dirilmesi ile ilgili araştırmalar yaptı ve Hayvan mezarlığı kitabı da onun için biçilmiş kaftandı. Kendisinin de korku dalında yazdığı kitap taslaklarına ulaşıldı.

 

İlk denemeyi Woldemort üzerinde yaptı ve yemeğine özel bir kimyasal koyarak ölmesini sağladı ve onu arka bahçesine bıraktı. Oysaki kedi yediklerini istifra etmiş ölmemişti ancak bu geri dönüş Cemal için bir yeniden dirilme oldu ve aynı şeyi eşi için de gerçekleştirmek istedi. Uzunca süre düşünüp müthiş bir plan hazırladı.

 

Bir hayvan mezarlığı kurmalıydı.

 

Bunun üstünü örtmek için de kusursuz işleyen bir plan...

 

Gençleri kimyasal yollarla altın üreteceğine inandırdı. Evdeki ziynet eşyalarını alarak hırsızlıktan şüphelenilmesini engelleyen gençlere aynaya kendi parmak izlerini bıraktırdı ve hepsini tek tek evinde tutsak etti.

 

Hırsızlık gününden üç gün önce vazgeçen üç kişi Cemal tarafından acımasızca katledildi. Özel kimyasal bir mumla parmak izleri kopyalanan gençlerin parmak izleri de aynaya bırakıldı. Ders için eve gelen öğretmenden kimse şüphelenmedi ve o da hayvanlarla birlikte bulabildiği ziynet eşyalarını da alıp çıktı.

 

Gençlerden sonra evlere giren Cemal üzerine bulaşan Woldemort'un kıllarını aklına getiremeden ardında iz bırakarak hayvanları da teker teker alıp kaçtı. Mezarlık için yeterli hayvana sahip olmadığını düşünen kimyager avcunun içi gibi bildiği öğrencilerinin binalarındaki kapıcının kuşunu da çaldı ve aynadaki parmak izlerini açığa çıkaran bir kimyasal kullanarak ortadan kayboldu.

 

Sorgu için merkeze gelen gençlerden Sercan da bu plana dahildi ancak evdeki ziynet eşyalaını bulamayınca bundan vazgeçti. Arkadaşları teker teker ölmeye başlayınca da kimseye haber veremedi.

 

Sapa sağlam kurtarılan beş genç hastaneye kaldırılırken Cemal Pak da adliyeye sevk edildi.

 

Bitmişti. Sonu gelmişti. Gizlenen sırlar bir bir açığa çıkmış karanlık bir kere daha yenilgiye uğratılmıştı.

 

Gün ışırken dudaklarım tatlı bir tebessümle kıvrılıyordu. Kapanmak için direnen gözlerimi açık tutmaya çalışırken Cemal'in hayvan mezarlığında geziniyordum. Öldürülen hayvanların başlarına dikilen öylesine bir taşla bu dünyadan göçüp gittiklerine mi yansam insanlığın başta kendi olmak üzere tüm dünyaya nasıl zarar verişine tanık olduğuma mı yansam bilemiyordum.

 

Yine de yeni bir güneş doğuyordu. Zulmet dağılıyor, yeniden yeşilleniyor umutlar ve bir kere daha fısıldıyor hayat bize, asla pes etme...

 

Öylece gezinirken telefonum çalmaya başladı, arayan müdürdü. Beklemeden açtığımda güneş tamamen doğmuştı.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

"Bayağı çabaladı ve sonunda başardı."

 

"Yalnız Heyzır olmasaydı vicdan azabından ölecek gibiydin."

 

"Ben mi, ne alakası var?"

 

Emre ile Onur kendi kendilerine konuşurlarken Meriç sessizce dosyaları incelemeye devam ediyordu. Muhteşem zamanlama ile kapı açıldığında içeri giren kişi Profeyonel'di. Onu görmeleri ile derin bir nefes alan Onur ve Emre ciğerlerindeki tüm nefesi ağızlarından verdiler.

 

"Sonunda be hırsız çocuk, iliklerimiz kurudu kaç saattir."

 

Kısık gülüşle karşılık veren Haris, dün geceden pek farklı değildi ama özgürlüğüne ulaşmanın mutluluğunu da ihmal etmiyordu.

 

"Neyse bundan sonra benden uzak dur, yanlışlıkla seni içeri tıktırmaktan ölesiye korkuyorum."

 

Onur'un sözleri Emre'yi güldürürken Meriç tepki vermiyordu.

 

"E hani asıl kahraman nerede yav? Dün geceden beri başımızın etini yedi bitirdi."

 

Emre bunu sorduğunda Haris'in gözleri de etrafı ararken kapı açıldı. Hep birlikte kapıya döndüklerinde müdür elinde bir kağıtla geliyordu.

 

"Aferin size çocuklar, İstanbul'dan haber geldi terfi almışsınız."

 

Herkes gururla müdüre bakarken Emre fısıltı ile Onur'un kulağına eğildi.

 

"Sanırım Heyzır senden önce dedektif olacak ha ne dersin?"

 

"Kapa çeneni. Hak ettiği için ses çıkarmayacağım üstüne gelme yine de."

 

Müdür Haris'i görmezden gelerek elindeki kağıtla Emre'ye doğru yaklaştı.

 

"Tebrik ederim Emre, terfi aldın."

 

Başta Emre olmak üzere herkes şaşkınlıkla müdüre bakarken "B-ben mi?" diye kekeledi Emre.

 

"Evet, dün tüm evleri yeniden gezen sen değil misin?"

 

"Evet efendim ama aslında Hey..."

 

"Tamam işte yav, oh be sonunda İstanbul da bizi gördü."

 

Müdür kasılarak kollarını arkasına bağladığında Meriç de yavaşça ayağa kalktı. Herkes şoka girmişçesine öylece dururken Haris bir adım attı.

 

"Heyzır? Ona ne oldu?"

 

Kaşlarını çatarak sorduğu soru endişe ve merakla harmanlanmıştı. Aslında herkes bu soruyu beklercesine müdüre döndüğünde o sesini tamamen basit bir tınıya indirdi.

 

"O mu?"

 

Derince ve aslında alay içeren bir nefes alıp kolunu Haris'in omzuna attı.

 

"Gitmemesi gereken yerlere gitmiş, yapmaması gerekenleri yapmış ve," dedi Haris'e ima ile bakarak.

 

"adam hesabına almaması gerekenlere önem vermiş. Bu yüzden, hasta olmuş."

 

Sesini tamamen alçaltarak söylediği son kelimeler ile gözleri dolan Haris yumruklarını iki yanında sıktığında "ben de süresiz izin verdim," diye tamamladı müdür.

 

"Gitti. Yani, kovuldu."

Loading...
0%