Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@hakugu

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

 

🔳🔳🔳

 

 

 

 

"umut bulutların yükü olsaydı, yağmur olup yağarlardı. lakin insanlığa bahşedildi, ve o, beceriksizce israf ediyor"

 

 

 

 

 

 

Bulutların çobanı yüzlerce bulut güder...

 

 

🔳🔳🔳🔳

 

 

Bridgit Mendler - Hurricane

The cranberries - Ode to my family

 

Mükemmel editler, kesitler ve çizimler için sosyal medyada bizi takip edin 👇🏻

instagram

hakugu

wat_profesyonel

profesyonelfanfc

hakugu_tayfa

mevante.art

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

 

 

 

Taş zemine yerleştirilen sarı ledler ayaklarımın altından gelip geçerken, gecenin karanlığında hâlâ kalabalık olan meydanda ilerlemekte zorlanıyordum. Ilık yaz gecelerinde ayrı bir aydınlık oluyor bu mekanlar. Selçuklu mimarisinin süslediği alanlarda gezmek tarihi bir filmin içinde gibi hissettirirler arkada yükselen tramvayın sesi günümüze çekiyor usulca.

 

Yüz ölçümünün hakkını verircesine ülkenin en geniş parklarına ev sahipliği yapan Konya'nın yıldızları da ayrı bir parlaktır. Şehir ışıklarından uzak köylerde Samanyolu'nda gezinip duran gezegenlere bile şahit olabilirsiniz. Böylesine bir dikkat benim gibi hayatı her an tehlikede olan biri için tarifi mümkün olmayan bir incelik. Hayat koşuşturmasında en azından bu doğal güzelliklerle sakinleşebiliyorum.

 

Rüzgarın temiz bir yükle aramızda dolaştığı sokakta ilerlerken kavak ve sert çamların uğultuları doluyor kulağıma. Daha işlek caddeler insan ve otomobillerin motor seslerine karışırken arada bir gelen korna sesleri de iyice karmaşaya neden oluyor. Her şeye rağmen cam gibi iletken olan gökyüzü, rakımın yükseltisinden sebep, siyahı siyah, parıltıyı gerçek bir parıltı olarak gösteriyor. Bu da aşağıdaki kargaşayı tolere edecek türde bir güzelliğe neden oluyor.

 

Yürüyüşümü hızlandırıp ilerlerken neşe ile geceyi geçiren ailelerin sesleri kulağıma doluyordu. Böylesine güzel şeylerin varlığı insana daha da cesaret veriyor. Tüm bu güzelliklerin devam etmesi için savaşmaya değer...

 

Nefes nefese kalarak geldiğim yer tam Mevlana türbesinin karşısıydı. Türbe ile aramda dört beş metre varken gördüğüm kişi ile derin bir nefes alıp ellerimi dizlerime koyarak eğildim. Ciğerlerim patlayacaktı nerdeyse.

 

Dayandığı duvara tamamıyla yaslanmış, kollarını da önünde bağlamıştı. Beni görmesi ile alaylı bir gülüşle karşılık vermesi bir oldu.

 

"S-sen," dedim nefesime hakim olmaya çalışarak.

 

"dünyanın en acımasız insanısın."

 

Dudaklarını büzerek başını salladı.

 

"Acıma sız falan demek istemiyorsun değil mi?"

 

"Ben. Sen... Miyim?" Derin nefesler alırken bir yandan da konuşmak neredeyse imkansızdı. Kesik kesik tamamladığım cümle ile bana yürümeyi yeni öğrenen bir bebek mişim gibi sevecen bir şekilde bakıyordu.

 

Yerinden ayrılıp bana doğru gelirken hala daha derin nefesler almaya devam ediyordum. İyice yaklaşıp sanki oyun oynarcasına sırtıma iki kere hafifçe vurdu.

 

"Amanın pek kıymetli oraletçimizi kaybedeceğiz, amanın."

 

Kaşlarımı çatarak ona baktığımda gülümsüyordu. Şundan eminim ki benimle iyi eğleniyor. Bir oyuncak gibi, hayır daha fazlası bir kukla gibi. Aniden belimi düzeltip eline de vurarak uzaklaştırdım.

 

"Ben oraletçi değilim."

 

"Tabii canım, tabi tabi"

 

"Bak, gecenin şu vaktinde beni ta köyden buraya jet hızıyla çağırıyorsun. Ve gecenin bu vaktinde dalga geçiyorsun. Gerçekten katlanacak halde değilim. Yoruldum. Ciğerlerim patlamak üzere ve moralim de aşırı bozuk. Gidiyorum ben."

 

Gözlerimi devirerek geri dönüyordum ki hızla bileğimi kavradı.

 

"Tamam tamam, özür dilerim. Hemen sinirlenme dur."

 

Bileğimi bırakırken yine gülümsüyordu ama o kadar da gıcık gelmiyordu gülüşü.

 

Son kez derin nefes alıp ona baktığımda "E niye çağırdın söyle bakalım, umarım gerçekten kayda değerdir," dedim

 

"Bal kabağı sever misin?"

 

"Evet, annem güzel yapar."

 

"Bence artık sevmeyeceksin."

 

Ne demek istediğini anlamak için sessizleştiğimde "Yeni bir dava var. Manyağın biri insanları doğrayıp bal kabağının içine tıkıştırıyormuş, dediğinde yüzümü buruşturdum.

 

"Bu davayı çözmem gerek ama bil bakalım neyim eksik?"

 

Daha fazla buruşturdum yüzümü.

 

"Ne?"

 

Başıyla beni işaret etti.

 

"Ben?"

 

Yaramaz bir çocuk gibi salladı başını.

 

"Delirdin galiba ben artık polis değilim. Bıraktım mesleği tamamen. Hem bana göre de değil zaten."

 

"Polis olmaktaki amacını hiçe sayıyor gibisin."

 

"Sen nereden biliyorsun amacımı falan?"

 

"Tutkuyla bağlısın da ondan. Severek yapıyorsun bu işi. Yoksa o tasmasız köpeklere her saat başı içecek dağıtmanın başka bir nedeni olamaz."

 

"Meslek arkadaşlarıma hakaret etmemeni söylemiştim," dedim kaşlarımı kaldırarak.

 

"Artık bu mesleği yapmadığını söylemiştin, " dedi kaşlarını kaldırıp beni taklit ederek.

 

Bıkkınlıkla ellerimi belime koydum. Cidden insanı gafil avlıyor ve çaresiz bırakıyor. Oflayarak ayağımı salladım. Gözlerim yeniden onu bulduğunda dudakları düz bir çizgi halini aldı.

 

"Bak biliyorum," dedi sesini alçaltarak.

 

"bir dolandırıcıdan dürüstlük dersi alman kulağa komik gelebilir ama dürüst ol ve bu işi gerçekten çok sevdiğini bana itiraf et. İtiraf et ki savaşmaya değer bir şey olsun elimizde. Ben de o meymenetsiz müdürü mutlu etmek için bir neden bulmuş olayım."

 

Sözleri ile ona bakarken samimiyetle bir cevap bekliyordu benden. Ben de, ben de mesleğimi çok seviyorum ama...kuruyan dudaklarımı ıslatıp gözlerimi kapattım. İşimi bir anda bırakmış olmam ve kolayca vazgeçmiş olmam şüphelendiriyordu onu belli ki. Yine de sebebini söylersem üzülebilir. Ona bakarken gözleri kuşkuyla kısıldı. Anlamıştı. Bir şeyler olduğunu seziyordu. Daha fazla dayanamayarak gözlerimi kapattım ve bir çırpıda söyleyiverdim.

 

"Müdür eğer yeniden dönecek olursam seni başka bir nedenle yeniden içeri atacağını ve bu sefer çıkmaman için elinden geleni yapacağını söyledi. Buna inanıyorum çünkü o dediğini yapan zalim biri."

 

Bu onu kıracaktı. Hayır daha ötesinde üzülüp kendini değersiz hissedecekti. Söylemese miydim acaba? Gözlerim hala kapalıyken alt dudağımı ısırdım. Parmaklarımı birbirine dolayıp avuç içime aldığım tişörtümü buruştururken bu anın bir an önce geçmesini diliyordum. Of ya keşke söylemeseydim. Kaşlarımı çatarak kendime kızmaya devam ederken sağ gözümü azıcık açıp tepkisine baktım.

 

Gülümsüyor?

 

Her iki gözümü tamamen açtığımda gerçekten de gülümsediğini gördüm. Gözleri yüzümde gezinirken "Benim için mi gittin yani?" diye sordu.

 

Ses tonu neden böyle tuhaf?

 

"Bana zarar gelmesin diye, o çok sevdiğin mesleğini mi bıraktın?"

 

Kulağım mı yanlış işitiyor yoksa bu çocuğun ses tonu mu değişti? Çınlarmışçasına yankı yapan kulaklarımı tuttum ve karşımda birden çok olmaya başlayan Haris'in gülen yüzü ile karşılaştım.

 

Bunların hepsi birbirinden gıcık Allah'ım. Bir tane yetmiyordu dört tane oldu. Kabus mu görüyorum ayak üstü?

 

"Bana bak cici kız bana aşık mı oluyorsun yoksa?"

 

Kuşku dolu kısık gözleriyle bana bakarken gözlerim sonuna kadar açıldı.

 

"Ne? Geri zekalı falan mısın sen? Tüm bu anlattıklarımdan bunu mu çıkardın yani?"

 

"Evet," dedi gülerek. "Bana utanç verici bir şeyler yapmaya kalkma sakın."

 

Yüzümü buruşturarak saçlarımı karıştırdım.

 

"Gerçekten de sinir bozucusun."

 

"Olabilirim ama yine de utanç verici bir şey yapamazsın."

 

"Allah aşkına Haris ne yapabilirim sana?"

 

"Ben bilmem uyarayım da," dedi ceketinin fermuarını iyice kapatıp ona bakıyor muyum diye göz ucuyla beni kontrol ederek.

 

Ağzımdaki havayı hızla verirken başımı acınası bir şekilde iki yana sallıyordum.

 

"Bir dolandırıcı ile kaşık atılmaz diye boşuna demiyorlar."

 

"Böyle bir söz yok," dedi gıcık bir şekilde gözlerini kapatıp kaşlarını kaldırarak.

 

"Ben söyledim oldu mu!" Tüm gücümle bağırdığımda etrafımızdaki herkes bize bakmıştı. Rezil olan ben olurken sesimi iyice alçaltıp ona bir adım daha yaklaştım.

 

"Hadi söyle şu anlaşmayı da gidelim şuradan, rezil olduk senin yüzünden."

 

"Arabaya gel de orada konuşalım."

 

Afallayarak ona baktığımda elindeki anahtarı sallıyordu. Kilit sesi ile ışıkları yanan polis arabasına baktığımda şaşkınlığım daha da arttı. Ağzım açık arabaya bakarken, çenemden bastırarak ağzımı kapattı.

 

Gülerek önden gitmeye başladığında ben çarpılmışçasına ardından bakmaya devam ediyordum. Emre'nin bile bir polis arabası kullanmasına izin yokken bu nasıl aldı yahu?

 

"Sakın bana çaldım deme!"

 

Yüzünü buruşturarak bana baktı. "Saçmalama, benim de kriterlerim var. Hem çalacak olsam, ki, hiç yapmadım. Bunu mu çalarım yani?"

 

Eminim öyledir. Gözlerimi devirerek ona baksam da hazine bulan korsan misali arabaya dokunmayı ihmal etmedim. Kapısına geldiğimde özenle açıp içine girdim. İçi de sanki bir değişikti. Öyle heves ediyordum ki şunlardan biri ile bir operasyona katılmaya.

 

Ben hayranlıkla arabanın içini seyrederken "Polisliği bırakıp hangi mesleği yapmayı düşünüyordun?" diye sordu.

 

Ağzımın suyu akarcasına arka koltuklara bakarken "Kasiyerlik," dedim.

 

"Voah, acayip yaratıcısın her zamanki gibi."

 

"İşime hakaret etme."

 

İki elini de kaldırarak af dilerken oturduğum yere iyice yerleştim. Aslında kayda değer bir araç değildi ama hem mesleğimle alakalı hem de hayalimdi. O yüzden şu an dünyadaki en lüks araçlar gibi geliyordu.

 

Gerçekten huzurla oturduğum yerde yayılmışken "Bir yere giderken ışıkları da yakalım mı?" diye sordum.

 

Gülümseyen yüzümle gerçekten hevesle parlayan gözlerimi ona çevirdiğimde derin bir nefes alarak bana baktı.

 

"Sen neden terfi alamıyorsun biliyor musun?"

 

"Nedenmiş?"

 

"Tam bir çocuksun da ondan."

 

Sinirle yüzümü buruşturarak "Senden beş yaş büyüğüm, dedim.

 

"Pabucumun beş yaşı."

 

"Beş yaşa hakaret etme."

 

"Yeter ama ha! Zorla küfrettireceksin bana."

 

Gözlerini devirdiğinde ben de aynı şekilde karşılık verdim. Kollarımı önümde bağlayarak yüzümü buruşturduğum.

 

"Açmazsan açma. İyi ki bi polis araban var."

 

Emniyet kemerinden yer bulduğum kadarıyla ona arkamı dönüp iyice cama yaklaşmıştım.

 

"Şuna bak, bi de küsüyor," dedi.

 

"Hanım hanım yaş kaç senin? Beş mi yirmi beş mi?"

 

Ondan uzaklaşabildiğüm kadar uzaklaşıp istediğim şeye beni pişman ettiğini düşünürken sesler yükselmeye başladı. Hemen sonrasında da mavi ve kırmızının o muhteşem sentezi...

 

Heyecanla ona döndüğümde hem aracı kullanıyor hem de gülümsüyordu. Cebinden çıkardığı güneş gözlüğünü de taktığında kaşlarını kaldırarak bana baktı.

 

"Kabul et, karşı konulmaz birisiyim."

 

Bir anlığına küsmüş olsam da ışıklar ve ses işi değiştirmişti. Yine de gecenin zifiriliğinde güneş gözlüğü takmak ne kadar kabul edilirdi bilmiyorum ama umursamadım ve hızla defterimi çıkarıp iyice havaya girerek üç tane bal kabağı çizmeye başladım.

 

İşte böyle, şimdi gerçek bir polis gibi hissediyorum...

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Geldiğimiz yer bir lunaparktı ve gecenin bu saatine göre hala işlek sayılırdı. Genci yaşlısı gelip geçerken arabadan indik ve sessizce aralarına katıldık.

 

Pamuk şekerini almak için sıra bekleyen gençler, patlamış mısırla korku tüneline ilerleyen evli bir çift, dönme dolaptan aşağıyı seyreden küçük çocuklar, çarpışan arabada bağrışan her yaştan insan...

 

Gözlerim hepsinin üzerinde tek tek gezinirken Haris'in çıkardığı resme baktım.

 

Üç genç kız bu lunaparkın olduğu mekanda resim çekilmişlerdi ve başlarında da bal kabakları vardı. Siyah kıyafetleri başlarındaki bal kabağının turuncusunu daha da açığa çıkarırken herhangi bir sorun varmış gibi görünmüyordu.

 

Resmi daha iyi incelemem için bana veren Haris elma şekeri satın almak için satıcıya yaklaştığında ben de onun peşindeydim. Sıraya girip beklerken önümüzdeki genç kadın ile genç çocuğun konuşmalarına tanık olduk.

 

"Türk kültürüne yakışmayan şeyler bunlar. Bal kabakları ile ne işleri var anlamıyorum."

 

"Ya Hande abla abartıyorsun gerçekten. Sadece bir resim çekilecektim. Zaten hemen şimdi de değil, bilet alıp sabah çekiliyoruz."

 

"Öyle bile olsa bir bal kabağının başında işi var Umut?"

 

İkisi atışırken en öndeki genç adam lafa girişti.

 

"Hande ablan doğru söylüyor Umut, heves etsen bile hoş bir şey değil. Para verip de bu insanlara bu işin güzel olduğunu düşündürtmeyelim."

 

"Can abi sen de mi ya!"

 

Umut denilen çocuk sinirle sıradan çıkıyordu ki Hande de peşine takıldı. Eh bizim de elma şekeri için ölüp bittiğimiz yoktu. Haris kaş göz işareti ile ikiliyi işaret edince ben de onun peşinden gittim.

 

"Lunaparka gelince istediğin şeye bilebilirsin dedin dönme dolaba bindirmedin. Geçmişte yaşanan şeyler sürekli olacak diye bir şey yok. Şimdi de bal kabaklı resim istiyorum yaptırmıyorsun. Gidiyorum ben zaten niye geldim ki."

 

"Umut dur, tamam bak bal kabağı olmaz ama dönme dolaba binelim olur mu?"

 

Çocuk pek dinleyecek gibi değildi. Sinirle 10D sinemalardan birine girdiğinde Hande dışarıda kaldı. Hüzünle kapıya bakarken bekledi ve onu rahatsız etmek istemedi. Biz de uzaktan onları izliyorduk. Haris, şu bal kabağı resimleri hakkında bilgi edinmek için fırsat kollarken ben de sessizce duruyordum.

 

Şut atma oyunundaki sıraya dahil olmuşçasına Hande'yi izlerken Can da geldi yanlarına.

 

"Ne oldu sinirlendi mi?"

 

"Evet, çok kızdı."

 

"Ama sen de çok sıktın çocuğu be Hande kız. Dönme dolaba binseydik ne olurdu yani?"

 

"Of tamam gelme üstüme. Umut bana Banu'nun emaneti ve ona bir şey olmasındansa böyle sinirlerine katlanırım daha iyi."

 

Biz dikkatle onları seyrederken arka sıradaki biri "Beyefendi şut atmayacak mısınız?" diye sordu.

 

Haris elinde futbol topu işe şaşkınlıkla bakarken yavaşça topu adama verdi.

 

"Afedersiniz sırama geçebilirsin."

 

Adam sıraya geçerken biz daha arkalara geçip seyre devam ettik.

 

"Neyse sıkma canını çıkar birazdan."

 

Can denilen genç mısır almak için uzaklaşırken Haris "Hadi," diye fısıldadı.

 

Bir ok gibi yerinden fırladığında ben de peşine takıldım. Hande'yi yalnız yakalamaktı amacı.

Hızlıca gidip içeri girmek için çabalarcasına genç kıza çarptığında durdum.

 

"Ah afedersiniz."

 

"Hiç önemli değil ben de dalmışım zaten."

 

"Sırada mıydınız?"

 

"Yok ben içerideki birini bekliyorum."

 

Bu konuşmaya kadar ben de yanlarına gelmiştim. Öylece dururken Haris bana döndü ve "Bak sana söz verdiğim gibi bal kabağı ile resim çekilmek yerine sinemaya geldik," dedi.

 

Hande bir Haris'e bir bana bakarken ben de olaya ayak uydurup "Ha e-evet, teşekkür ederim," dedim.

 

"Siz de mi bal kabağı resimlerini aykırı buluyorsunuz?"

 

"Kesinlikle," dedi Haris kaşlarını çatarak.

"Amerikan mıyız biz ya hu? O ne öyle bal kabağını başına geçir falan, çok saçma."

 

"Şirketin yeni oyunu," dedi Hande kollarını önünde bağlayarak.

 

"Geçen sene bu dönme dolap bozulduğu için kimse lunaparka gelmez oldu. Şirket de batmamak için türlü oyunlar çeviriyor. Geçen ay suşi yeme yarışı düzenledi. Bu ay da bu saçma şey."

 

Haris kaşlarını çatarak Hande'yi dinlerken ben de ses kaydedicisini açtığım telefonumla dikkat ederek dinliyordum.

 

"Dünkü cinayetler de şüphelendiriyor beni. Bal kabağı deyince aklıma direkt burası geliyor ama gençler arasında çok meşhur elden ne gelir?"

 

"Yine kime anlatıyorsun şu paranoyak şeyleri Hande abla?"

 

İçeriden çıkan Umut Hande'nin elini tuttuğunda "Hadi gidelim," dedi.

 

"Bal kabağı falan istemiyorum. Güzel bir gece geçirdim uykum geldi."

 

Hande sevinçle Umut'un saçını okşadığında yanımızdan ayrılışlarını seyrettik.

 

Haris hayali bir noktaya takılmışken "Sanırım bir ekibe ihtiyacımız olacak," dedi.

 

"Bu iş biraz tuhaf. Yani, kötü hissettiriyor."

 

Haris'in sözleri ile ona baktığımda görüşme yapmak için cep telefonunu çıkarmıştı bile.

Araca yeniden bindiğimizde telefonun karşısındaki kişi müdürdü.

 

"Bu, basit bir kaçırma olayına benzemiyor. Yani, işin ucunda bir şirket var, neden böylesine bir leke ile yollarına devam etsinler?"

 

Müdür her ne dediyse "Gün ağarana kadar beklemeliyiz. Resimleri gündüz çekiyorlar ve asıl işleyişi ancak o zaman görebiliriz. Yine de burada durmamızda fayda var," diye karşılık verdi.

 

Konuşmaları dinlerken aldığım notları birleştiriyordum.

 

Lunaparkta bal kabağı ile resim çekilme bölümü var.

 

Cinayetler yeni başladı ve bu büyük bir şirkete göre acemice bir durum.

 

Yeni bir satır yazacaktım ki "Heyzır ekip gelene dek beklememiz en doğru olanı. Ortalıkta gezmemiz de şüphe uyandırabilir. İçimden bir ses bu işin arkasında her kim varsa amatör görünüp bizi aptal yerine koymaya çalışıyor," dedi.

 

Başımla onu onaylarken kollarını önünde bağlayıp oturduğu yerde yayıldı ve yavaşça gözlerini kapatarak "Hadi uyuyalım biraz," dedi.

 

İyi güzeldi de son söylediği neydi öyle?

 

"Ne?"

 

Bağırışım ile gözlerini açıp baktı.

 

"Ne bağırıyorsun, yine ne oldu?"

 

"İkimiz birlikte mi uyuyacağız?" Çatık kaşlarımla arabanın içini gösteriyordum. Polis arabaları normalinden daha dar oluyor nedense.

 

"Evet?"

 

"Delirdin mi? Asla olmaz."

 

Kollarımı önümde bağlayarak ona tüm baskıcı bakışlarımı gönderdim.

 

"E tamam sen dışarıda uyu o zaman," deyip yeniden gözlerini kapattığında dediklerimi zerre umursuyor gibi değildi. Her zamanki rahatını düşünerek daha fazla yayılırken koluna sertçe vurdum.

 

"Yine ne var ya!"

 

"Araya perde gibi bir şey çek, sen de arka tarafta uyu."

 

Baş parmağımla arkayı işaret ederken bıkkınlıkla nefes verdi.

 

"Heyzır şurada alt tarafı iki saat kestireceğiz."

 

"Olsun sen yine de perde çek."

 

"Yavrum beni anlamakta zorluk çekiyorsun galiba. Perde merde çekmeyeceğim, ayrıca abartma istersen, seni gözetlediğim falan da yok."

 

Umursamazca yeniden uyumaya çekildiğinde "O zaman ben arkaya geçiyorum," dedim tıslayarak.

 

Gözünü açmaya tenezzül bile etmeden eli ile git git işareti yaptı.

 

Şeytan diyor saçlarını dağıt, sıkıca bir tane vur, yanağını sık falan ama tek yaptığım paşa paşa arka tarafa geçmek oldu.

 

Gerçekten uykuya dalmış mıydı?

 

Kapıyı sertçe kapatıp oturduğumda göz ucumla dikiz aynasına baktım, gözleri kapalıydı. Gözlerimi kapatmış gibi yapıp birkaç saniye sonra yeniden baktığımda hala kapalı olduğunu gördüm. Cidden uyuyor olmalıydı. Paranoyaklaşmaktan vazgeçip ben de onun gibi kollarımı önümde bağladım. Huzurla uyumak mümkün olmasa da kısacık vakitte geldiğim onca yoldan sonra ben de bir hayli yorulmuştum. Arabanın içi de iyice sıcaklaştığında uyku kaçınılmaz oldu.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Güneşin taze ışıkları yüzüme vururken yavaşça gözlerimi araladım. Kollarım uyuşmuş, belim de tutulmuştu ama yorgunluğumu atacak kadar dinlendirici olmuştu. Sağa sola bakıp birkaç saat önce polis arabası içinde uyuduğumuzu hatırlayınca oturuşumu düzeltmeye başladım. Dağılan saçlarımı elimle düzeltip gözlerimi daha çok açtığımda tamamen ayılmıştım. Arabanın içi sıcak olsa da günün ilk vakitleri soğuktu.

 

Lunaparktan bir hayli uzakta ama genel olarak girip çıkanı göreceğimiz şekilde park edilen araçta beklerken her yerim uyuşmuştu. Oturuşumu tamamen düzeltip saçlarımı ellerimle tararken ön taraftaki Haris dikkatimi çekti. Başını sol tarafa çevirmiş tek bir noktaya bakmaya devam ediyordu. Ben de onun baktığı yere baktığımda herhangi bir şey göremedim. Daha dikkatli bakarken "Bal kabaklarını buraya depoluyorlar," dedi.

 

Hareketlerimden uyandığımı anlamış olmalıydı. Cama daha fazla yaklaştığımda hala bir şey göremiyordum.

 

"Muhtemelen her sabah taze bal kabağı getiriyorlar. Bu bal kabakları nereden geliyor?"

 

Kaşlarımı çatarak bakmaya devam ederken aniden cama iki kere vuruldu.

 

Korku ile irkilip kısa bir çığlık attığımda Emre başını cama iyice yaslayıp beni korkutmaya devam ediyordu. Tam da dikkatimi ürpertici bir noktaya vermişken yapılacak en berbat şeydi ve bu ancak Emre gibi birinden beklenirdi.

 

Onur da yan taraftan Haris'in yanına oturduğunda yana kayıp Emre'nin yanıma oturması için yer açtım.

 

"Günaydın amipler."

 

Emre saçma lakapları ile bizi selamlarken başımla karşılık verdim.

 

"Heyzır? Görüşmeyeli bayağı bir terliksi olmaya başlamışsın?"

 

Şişen göz kapaklarım, sarkan gözaltılarım, birbirine giren saçlarımı kast ediyorsa hakkı vardı ama yine de gözlerimi devirmeyi ihmal etmedim.

 

"Üstüne gitme. Canı sıkkındır şimdi onun," dedi Onur.

 

Haris de yavaşça arkasını dönüp bana baktığında ne bakıyorsun dercesine gözlerimi büyüttüm. Sinirli tavrım onu gülümsetmiş sonra da önüne döndürmüştü.

 

"Eee söyleyin bakalım elimizde neler var?"

 

Onur Haris'e döndüğünde "Şurası," dedi Haris.

 

"Bal kabakları taze olarak oradan getiriliyor. Her gün mü bilmem ama düzenli olarak yenilerinin geldiğini tahmin ediyorum. Kendi kendilerine yetişemediklerine göre bir sera ya da tarlanın olması lazım."

 

"İşleyiş nasıl peki? Yani kim bal kabağı ile resim çekilmek ister ki?"

 

"Gençler," dedim Onur'a cevap vermek için sesimi yükselterek.

"Gençler arasında epey popüler. Liseliler özellikle akın akın geliyor. Şirkete de malzeme lazım."

 

"Çok saçma değil mi? Neden koskoca şirket adını lekeletecek bir suça karışsın ki? Bu kesinlikle şirketle alakalı bir durum değil. Yani bunun kendi sonları olacağını biliyor olmalılar."

 

Emre arkadan peş peşe cümleleri sıralarken "Denemeden bilemeyiz," diye mırıldandı Haris.

 

"Ne?"

 

Emre'nin sorusu ile birlikte hepimiz Haris'e baktığımızda yavaşça bize doğru döndü.

 

"Bizim de o fotoğraflardan çekilmemiz lazım. İşleyişi bundan daha kolay anlayamayız."

 

"Bu çok tehlikeli lan!" dedi Emre.

 

"Bir isim vermek gerekirse korku tünelinde bal kabağı amipleri diyebilirim. Peki kim gönüllü olacak?"

 

Emre her zamanki gibi söylendiğinde "Ben ve Heyzır," dedi Haris."

 

"N-ne?"

 

İsmimi duymam bir an için beni afallatmıştı. Endişe ile ne yapacağımı bilemezken kaşlarımı çattım. Hiç böyle bir şeyi beklemiyordum. Bir kere bu gerçekten tehlikeliydi ama Haris'in gönüllü olması çok daha tuhaftı.

 

"Bence de gayet uygun bir çift," dedi Emre.

 

"Hem siz gelinlik davasında da birlikte çalıştınız. Bir kere daha ekip olmanız en mantıklısı. Operasyon için isim bulmayı da ben yapayım bari. En zor işi de bana bırakıyorsunuz he!"

 

Hepimizin aynı anda göz devirdiğine yemin edebilirim, ama kanıtlayamam. Bıkkınlıkla bir nefes verdiğimde "Meriç de gelecekti ama müdür ve ailesinin yanında kalmasının daha doğru olduğunu düşündük. Tahmin edebileceğiniz üzere yıkıldılar," dedi Onur.

 

Kahve deri ceketinin kolu önüme doğru uzatılınca irkilsem de hemen sonrasında uzattığı şeye bakarak duraksadım.

 

"Bunu da sana gönderdi Heyzır."

 

Elindeki çikolatayı alırken Haris de göz ucuyla ne aldığıma bakıyordu. Çikolata olduğunu görünce dudağının kenarı ile gülümsedi. Bu gülümseme pek de hoş olan bir şey değildi. Kendimi kötü hissetmeme neden olsa da çikolatayı almayı ihmal etmedim.

 

"Bir posta daha geliyor."

 

Emre'nin işaret ettiği yere baktığımızda birkaç kişinin taşıdığı bal kabaklarını gördük.

 

"Madem bir cinayet işlendi neden bunu yapmalarına hala izin veriyorlar?"

 

"Bıçakla öldürüyorlar diye ülkedeki bıçakları mı toplatalım?"

 

Onur'a cevap veren Haris, huzursuzca bal kabaklarını izlerken devam etti.

 

"Evet etler bal kabağından çıktı ama bal kabakları lunaparktan çok uzakta bir parkta bulundu. Elimizdeki tek delil müdürün kızının çekildiği bu fotoğraf. Lunaparkta çekildiği için şüphe uyandırdı ama bal kabağı davası isle alakası olmayan bir kaçırılma da olabilir. Yine de," dedi Haris derin bir nefes alarak.

 

"Ağzı süte bulanmış bir kedi sütü içmediğini nasıl kanıtlar?Yasaklanmaması işimize gelir hem. Hadi gidip biraz ip ucu toplayalım."

 

Haris bana bir şey demeden dışarı çıkarken onunla gitmem gerektiğini biliyordum. Ben de arabadan çıktığımda Onur ve Emre gerimizde kaldı. Sabahın bu erken saatlerinde lunapark pek kalabalık sayılmazdı. Yine de tek tük gelenler vardı.

 

Dikkat çekmemek adına öncelikle bir menü sipariş edip yedik. Bu süreçte saçma sapan konuşmalarla vakit geçirip asıl önemli olanı yani dikkatle etrafı seyretmeye devam ediyorduk. Anormal bir şey yoktu neredeyse. Her şey işinde gücünde.

 

İnsanlar ekmek parası kazanmak için çalışıp duruyorlar ve gayet de birbirlerine kibar davranıyorlardı. Patateslerden birini daha ağzıma attığımda "Hadi şu işi yapalım," diye mırıldandı Haris.

 

Hızla ayağa kalktığımda peşine takıldım.

 

Bal kabağı resimleri için yoğun talep vardı. Herkes sıraya girmiş beklerken aralarındaki konuşma cinayetle de alakalıydı. Yine de korkunç şeyler gençlere tuhaf bir şekilde cazip geliyordu.

 

Sıra bize geldiğinde Haris bana yaklaştı ve fısıltı ile "Resimlerin cinayetle bir alakası varsa verdiğimiz tuhaf pozlar işe yarayabilir," dedi.

 

"Ya resimlerin cinayetle alakası yoksa?"

 

Sorum ile başını salladı.

 

"İşte o zaman güzelim, hapı yuttuğumuzun resmidir."

 

"Şöyle gelin lütfen."

 

Genç kadın bizi yönlendirdiğinde peşine takıldık. Resim için geniş bir alana geçmiştik. Başımıza takılan baş kabakları özenle oyulmuş ve içi boşaltılmıştı. Kafalarımıza tam oluyor ve etrafı da rahatça görebiliyorduk.

 

"Pozunuz hazırsa çekelim."

 

Haris başındaki bal kabağı ile acayip komik görünürken bana doğru yaklaştı.

 

"Hadi biraz tuhaflaşalım."

 

Ne demek istediğini anlamazken hızla elimi tuttu. Şaşkınlıkla poz verirken ilk pozun olabildiğine tuhaf olduğunu düşünüyordum.

 

"Daha fazla dikkat çekmek istiyorsak biraz daha tuhaflaşalım."

 

Haris'in fısıltısının ne anlama geldiğini anlayamazken üstüme doğru yürüdü. Sırtım ağaca çarptığında sol elini ağaca dayayarak bana doğru eğildi hafifçe.

 

"Ayak uydur Heyzır!"

 

Baskın fısıltısı ile elimi yüzüme koyduğumda ya bal kabağının içinde olduğumdan ya da başka bir nedenden derin nefesler almaya başlamıştım. Havanın bir anda artan sıcaklığı ile yüzümün kızardığına yemin edebilirim.

 

 

"Pekala son pozunu alayım."

 

Görevli gülümseyerek bunu söylediğinde Haris yavaşça geri çekilip yeni bir poz verdi. Ben yine öylece kaldığımda nihayet son resim de çekilmiş oldu.

 

Şipşak çıkan üç resmi de Haris aldığında başımızdaki bal kabaklarının çıktığına dua ediyordum. Gençleri anlamak imkansız. Gerçi ben de yaşlı sayılmam ama nedense onlara ayak uydurmakta zorlanıyorum.

 

Elimizdeki resimlerle birlikte alandan uzaklaşırken "Tahmin ettiğim gibi resimlerle bir alakası olduğunu sanmıyorum," dedi Haris.

 

Şaşkınlıkla ona bakarken "Elindeki şipşak makine kopya kaydetmiyor. Yani katil maktullerini resme göre seçmemiş," diye ekledi.

 

"E biz neden öyle tuhaf tuhaf pozlar verdik?"

 

Başını sallayarak omuzlarını silkeledi.

 

"Hiç, eğlencesine."

 

Ellerini pantolonunun ön ceplerine koyup önden giderken bana yaşattığı o birkaç dakikalık gerilim hesabını nasıl soracağımı düşünüyordum.

 

Benimle eğleniyor diye boşuna düşünmüyorum işte, resmen dalga geçiyor. Dolandırıcı tavuk ne olacak!

 

Polis arabasına yeniden bindiğimizde içerisi bitmek bilmeyen bir kahkaha tufanıyla dolmuştu. Emre ve Onur resimlere bakıp bakıp kendilerinden geçerken ben, kollarımı bağlamış camdan dışarıyı seyretmeyi ve bir an önce heveslerinin geçmesini bekliyordum.

 

"Heyzır'a bak aynı balon balığı gibi çıkmış."

 

Emre omzuma iki kere vurup hemen yan tarafımı adeta yıkarcasına kahkahalara boğulurken Onur da elindeki iki resmi dikiz aynasına sıkıştırmaya çalışıyordu. Sinirle Haris'e baktım. Gülüyordu. Gülüyor mu? Yemin ederim bir gün elimde kalacak. Ben ona sinirle bakarken o yavaşça arkasını dönüp hala gülümseyen yüzü ile bana baktı.

 

Dudaklarım sinirle büzüşürken o, yanaklarını şişirip yeniden önüne döndü.

Güzel malzeme olmuştum ellerine. Çıkışım yok, ben de onlara mı katılsam ne yapsam?

 

Biz kendi kendimize konuşurken depodan kırılmış bal kabakları çıkarılmaya başlandı. Hepimiz aynı anda susup bu manzaraya bakarken gülümseyen dudaklarımız yavaşça ciddi bir hal aldı.

 

Kaşlarımı çatıp ne yaptıklarına daha dikkatli bakmaya çalışırken "Eski bal kabakları mı yoksa sabah gelenler mi?" diye sordu Emre.

 

"Dış yüzeylerininin tazeliğine bakılırsa yeni sayılırlar."

 

Onur Emre'ye cevap verdiğinde "Depoya girip inceleme yapmamız lazım," diye devam etti.

 

"İki gruba ayrılalım o halde. Emre sen benimle gel, Heyzır siz de Haris'le gidin."

 

Hepimiz Onur'un sözlerini kabul ettiğimizde arabadan indik. Uzak bir yere park ettiğimiz için yürüme mesafemiz bir hayli uzun olsa da sağlı sollu ayrılarak depoya doğru ilerledik.

 

Haris'le ben lunapark içinde gezinip deponun etrafını dolanırken Emre ve Onur ön tarafından ilerliyorlardı.

 

Bal kabaklı tezgahın önü yine gençler tarafından uzun sıralara sebep olunarak doldurulmuştu. Herhangi bir aksilik görülmüyordu.

 

Ne yapıp da aralarına sızacağız? Bu çalışanlardan biri ile yakın olmadan işin iç yüzünü anlayamayız ki.

 

Benimle aynı düşüncede olan Haris de delirmişçesine bağırdı bir anda.

 

"Bu ne biçim hizmet! Bu ne biçim hijyensizlik!"

 

Onun bağırışı ile sıradaki herkes ve satıcılar dahil bize döndüler.

 

"Şu halime bak resmen alerji topuna döndüm. Ne sürdünüz siz bu bal kabaklarının içine?"

 

Onun bağırışı sıradakilerin endişeli bakışlarına neden olurken çalışanlardan ikisi koşarak yanımıza geldi. Daha yüksek bir mertebede olduğunu düşündüğüm görevli Haris'e yaklaşıp kaşıyarak derisini kızarttık boynuna bakarak "Efendim tüm bal kabaklarımız organiktir, herhangi bir alerji yapmaz," dedi ancak Haris her ne yaptıysa gerçekten boynu kızarıklarla doluydu.

 

"Yalan mı söylüyorum şimdi ben? Daha on beş dakika olmadı bu kız bizim resmimizi çekti ve başıma gelene bak?"

 

Ortalık bir anda karışınca resim çeken kız geldi.

 

"Lale sen mi çektin resmi?"

 

"Evet efendim ama çekilirken herhangi bir sorun yoktu. Nasıl oldu anlamadım."

 

"Şuna bakın şuna!"

 

Haris'in bağırışı ile deponun ön tarafındaki Onur ve Emre de geldiklerinde bir planın içinde olduğumuzu anlayarak çaktırmadan arabaya doğru ilerlediler.

 

"Ben bilmem organik dediğiniz bal kabaklarını nasıl yetiştirdiğinizi görmek istiyorum. Yoksa gider bu mikrop yuvasını da gençlere tuzak olan bu alanı da mühürlettiririm."

 

Sıra yavaşça dağılırken "Oğlum bak, çok zararlı gördüğün üzere. Hadi gel gidelim," dedi sıradaki kadınlardan biri. Oğlunu da alıp giderken görevli onların önüne geçti.

 

"Hanımefendi gerçekten zararlı değil. Bir yanlışlık var."

 

Kadın, dinlemeden ilerlerken yavaşça azalan sıra, Haris ile görevli adamı karşı karşıya getirmişti. Görevli belli etmese de sinirle Haris'e bakarken ben de yanında destek için durdum.

 

"Bu sıra hiçbir şey, bana tarlanızı gösterin yoksa internete de yayarım."

 

Haris'in tehditvari ses tonu adamı pes ettirircesine bıkkınlık dolu bir nefes verdirirken Onur ve Emre uzaktan bizi izliyorlardı.

 

Görevli adam depodan iki kişiyi çağırdığında bizi kasalı bir araca yönlendirdiler. Kasası eski bal kabakları ile doluyken alandan ayrılmaya başlamıştık bile.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

"Tabii o zamanlar okumak yoktu bizim memlekette. Tarlaya gidip çalışıyordun anca."

 

Yaklaşık yarım saattir amcanın anlattıklarını dinlerken yol bitmek bilmiyor, o da susmak bilmiyordu. Ben cam tarafında oturup gelip geçen ay çiçeği tarlalarını seyrederken dünyanın neden iyiliklerle dolu olan bir yer olamadığını düşünüyordum. İnsanlar birbirini sevse, birbirine yardım etse, birbirini öldürmek, can yakmak neden? Neden bu kötülükler?

 

Ay çiçekleri başını güneşe dönmüş huzurla büyürken ılık bir yaz rüzgarı onların sarı yapraklarını hareketlendiriyordu. Tüm bu kargaşadan uzak, kendi hallerinde, sadece güzelliklerle dolu olan bu tarla tanıdığım birçok insandan daha faydalıydı bizler için. Boynunu büküp huzurla güneşin aşkına hasret duymaları takdire şayandı gerçekten. Onlardan biri olmayı diledim bir an için.

 

Sonrasında da vazgeçtim. Bu dünya, kötüler olduğu sürece iyilere de ihtiyaç duyacak. Ve ben, bir ay çiçeği olup köklerimle bağlı olduğum topraktan ayrılamayacak kadar çaresiz olmamalıyım.

 

Koşmalıyım. Koşmalıyım ve masumları kurtarmak için tüm gücümle çabalamalıyım.

 

Başımı camdan Haris'e çevirdiğimde dikiz aynasından bizi çok gerilerde takip eden Onur ve Emre'ye bakıyordu. Bakışlarını yeniden yola indirdiğinde "Sen ne iş yapıyordun oğlum," diye sordu adam.

 

Ben de merakla beklerken "Ticaret," deyiverdi.

 

Gülmemek için dudaklarımı sıkarken kamyonetin sallanan oyuncağı bile gülmeye benzer bir ses çıkardı.

 

"İyi ve güzel bulduğum malları insanlar arasında el değiştirmesini ve koordinesini sağlıyorum."

 

Daha fazla dayanmayıp püskürdüğümde bunu öksürüğe çevirdim. Kaşlarını çatarak bana bakan Haris sinirlenmiş olmalıydı. Resimlerin öcünü aldığımı düşünürken "Bu hanım kızımız kim?" diye sordu amca.

 

"O mu?" dedi Haris kollarını önünde bağlayıp bir nefes vererek.

 

"Eski karım."

 

Hızla ona döndüğümde "Boşandık ama peşimi bırakmıyor bir türlü," diye devam etti.

 

Açıklama yapmak için ağzımı açtığımda "Gerçek mesleğini söylemek hiç akıllıca olmaz bence," diye mırıldandı.

 

Polis olduğumu söylememden bahsediyordu ve beni profesyonel şekilde köşeye sıkıştırmıştı.

 

"Allah seni inandırsın amca üç senedir kızım ve bana yapmadığını bırakmadı."

 

Adam hafifçe eğilip cık cıklayarak bana baktığında ağzım açık öylece kalmıştım.

 

"Benden beş yaş büyük ama görsen bir çocuk gibi. Ya ben senden başkasını sevmiyorum diyorum, bana diyor ki kadın kirpikleri var gözünde. Geçen gözümü oyacaktı neredeyse."

 

Ağzımı daha çok açıp afallayarak Haris'e baksam da o devam ediyordu.

 

"Ben işinde gücünde bir adamım benim ne işim olur dalavere ile yahu."

 

İşin kötü yanı amca da ona inanıyordu. Ben gözlerinde küçüldükçe küçülürken amca bana nasihat fermanı çıkartmıştı bile. Dünyanın en kötü eşiymişimcesine beni gömerlerken oturduğum yere iyice yapıştım.

 

"İşin zor oğlum. Ortada çocuk olmasa başkasıyla evlen derdim ama kızın büyüyene dek biraz daha sabret bakalım. Eheeey!"

 

İç çekişiyle bir kere daha bana bakan amca aracı kullanmaya devam ederken Haris kollarını önünde bağlayıp başını hafifçe bana doğru eğdi.

 

"Kiminle aşık tutuyorsun yavrum sen?"

 

 

Ses tonu tüylerimi diken diken ederken sıcak nefesi yanağıma çarpıyordu. Bir kere alay ettim diye burnumdan litrelerce süt getirmişti. Ben de onun gibi kollarımı önümde bağlayıp iyice cama yapıştım ve ondan uzaklaşmak istercesine koltuğun sonuna geldim.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Geldiğimiz yer bal kabakları ile dolu olan bir tarla ve küçük bir çiftlikti. Araçtan inerken telefonum çaldı. Arayan Onur'da.

 

"Çiftlik kalabalık görünüyor, biz aracı uzaktaki çalılıkta bırakıp yürüyerek yanınıza geleceğiz."

 

Hızlıca söylediği cümleleri dikkatle dinleyip "Tamam," dedim.

 

Telefonumu kapattığımda araçtan inmiştik bile. En önde amca arkasında Haris en arkada ben yürürken bal kabaklarının yanından geçip gidiyorduk.

 

"Bakın hiçbir ilaçlama yapılmıyor. Sadece doğal gübrelerle yetiştiriyoruz. Toprağımız da tecrübeli çiftçiler tarafından sürülüyor, yani herhangi bir sıkıntı olmaz."

 

Amcanın peşinden giderken etrafa dikkatle bakıyordum. Bol bol karga vardı. Leş yiyici kuşlardan da birkaçını gördüğümde kaşlarımı çattım. Pek hayra alamet değil gibiydi.

 

Genişçe olan tarlada üç tane korkuluk vardı ve hepsi birbirinden korkunçtu. Giydikleri kıyafetler korku filmlerindeki katilleri andırırken korkulukların şapkalarına konan kargalar da yiyecekmiş gibi bizi süzüyorlardı. Bunca gerilim tüylerimi diken diken ederken amca bağırdı.

 

"Heyoo Remzi amca! Sana misafir getirdim!"

 

Amcanın bağırışı anında karşılık bulurken. Evin içinde iki el silah sesi duyuldu.

 

İrkilerek geri çekildiğimde refleks olarak elimi kemerimdeki silah kabına attım ama havada bırakarak dikkat çekmemeye çalıştım. Gergin ortam aşırı derecede hissediliyordu. Remzi amca neden biri gelir gelmez silahını ateşledi? Bu ortamın agresifliği de ne anlama geliyor?

 

"Kim geldi yine!"

 

Yere indirse de hazırda tuttuğu silahla bize doğru gelen yaşlı adam neresinden bakarsan bak bir çiftçiydi. Ağarmış kıyafetleri, başındaki fötr şapkası ve henüz dumanı tuza olan sigarası ile yüzündeki kırışıklıklarla birlikte kaşlarını çattı.

 

"Biz geldik yahu, gençler tarlanı görmek istemişler. Gezip gidecekler."

 

Yeşil gözleri Haris ve benim üzerimde gezinirken katarakt olduğunu düşündüğüm beyaz bir perdenin de varlığını uzaktan anlayabilmiştim.

 

"Genç mi bunlar?"

 

Tahmin ettiğim gibi net bir şekilde göremiyordu.

 

"Evet amca, sadece tarlanı gezmek istedik. Böyle güzel bal kabakları yetiştirmek herkesin harcı değildir."

 

Haris'in hemen yanından geçerken eli bileğime değdi ve fısıltı ile adımı tekrarladı.

 

"Heyzır..."

 

Muhtemelen yaklaşmamı istememişti ya da dikkatli olmam için uyarmıştı ama nedense ben, korkmuyordum. İçimde bu amcaya karşı iyi bir his vardı.

 

"Ha sen gençmişsin. Gez bakalım ama çamurdur dikkat et."

 

Gülümseyerek ona baktığımda gülmedi ama yeşil gözlerinin çok derinlerinde bir şefkatle göz bebeklerini büyüttü.

 

"Gel biz de birer çay içelim yav."

 

Bizi buraya getiren amca ile içeri geçtiklerinde Haris'e yaklaştım.

 

"Sen ne düşünüyorsun?"

 

"Seninle aynı şeyi," diye karşılık verdi.

 

İkimiz de bu amcadan iyi bir elektrik almıştık ama başka bir şeyler vardı. Üstü kapatılan ve ayrıntısına kadar düşünülmüş ince bir oyun. Kurucular kendilerini bayağı bir zorlamış olsa gerek ki madalyonun diğer yüzü neredeyse tamamen yok edilircesine resmedilmişti.

 

"Gezelim mi biraz?"

 

Haris'e olumlu yanıt verdiğimde birlikte tarlayı gezmeye başladık. Çamur olan toprakta ilerlemek zor olsa da henüz yeni yeni büyüyen ve onlara nispeten erken ekildiği için çoktan olgunlaşmış bal kabakları arasında yürürken turuncu ve siyahın muhteşem uyumuna şahit oluyorduk. Hafiften tatlı bir koku yayılıyordu.

 

Yürürken birkaç saniyeliğine durup içlerinden birine dokundum usulca. Buz gibiydi. Pürüzsüz dokusu insanda dokunma arzusunu canlandırırken bunun bir tabut olduğunu hayal ettiğim an hızla geri çekildim. Masumane bir bitkiyi bile katlin kanlı yemeğine çeviren insanoğluna edecek bir çift kelamımız olsaydı keşke.

 

Ayağa kalkıp benden biraz uzaklaşmış Haris'e yetişmek için daha da hızlandığında havanın nemi burnuma doluyordu. Konya'da nem pek bulunmaz ancak böyle havalarda kendisinizi Bolu'da gibi hissedersiniz. Bolu'nun onca ağaçla sağladığı nemi kıskanırcasına kendine kopyalayan bu tarlalar sizin çiğerlerinizi az olsa nemle şenlendirir.

 

Gelip geçen kargalar korkulukların üzerinde durup hâlâ ağızlarında olan bir şeyi yemeye devam ederken durup onları inceledik. Siyah, iri ve keskin gagalara sahip bu hayvanlar doğal yaşamın bir parçasıydı.

 

"Böyle tarlalarda bu tarz siyah kargalar hep olur aslında."

 

Haris'in sözlerine ben de katılırken başımı salladım. Onun ise söyleyeceği bitmemişçesine "Ama," dedi.

 

"ne yiyorlar?"

 

"Bal kabaklarında delik yok ve bu da onları yemediklerinin bir kanıtı. Pek bir ağaç da yok ki meyve yanda yaprağını yesinler. Ağızlarındaki şey ne ki öyle?

 

Haris'in bunu sorması ile bir karganın omzuma konması bir oldu. Hareket etmeden beklerken onu inceliyorduk. Bir süre duran karga gagasını ceketime silmesi ile uçup gitti.

 

"Ah, bi bu eksikti."

 

Ağzındaki gevişi bana bırakmıştı muhtemelen. Elimin tersi ile silmek için hazırlanırken "Dur," dedi Haris aniden.

 

Havada kalan elimle durduğumda o uzattı elini ve kalıntıya dokundu.

Parmak uçlarına bulunan kan ikimizin de tüylerini diken diken ederken kocaman açtığımız gözlerimizle birbirimize baktık.

 

Haris elindeki kanı öylece tutarken "Olamaz," dedi.

 

Sesi titrek ve ürperti doluydu. Gözlerim onun ses tonu ile titrerken ne kastettiğini anlayabiliyordum. Anlamamış olmayı dilerdim ama bunca ip ucu insana hep aynı şeyi düşündürtüyordu.

 

"Leş yiyiciler?"

 

Sorum ile etrafında dönmeye başlayan Haris bir yandan parmağındaki kanı tutuyor bir yandan da sanki görecekmişçesine etrafta tuhaf bir şey var mı diye bakmaya çalışıyordu.

 

"Yakınlarda bir yerlerde bir ceset olmalı."

 

Aradığı şeyin bir ceset olduğunu anladığım anda ben de kendi etrafımda döndüm ama göz alabildiğine bal kabağı tarlası ve yıkım dökük harabe bir evden başkası görünmüyordu.

 

İkimizin konuşması boğazımızda düğüm oluştururken uzaktan gelen polis arabalarının seslerini işittik. Hemen sonrasında da daha tanıdık sesler...

 

"Teslim ol! Çık dışarı!"

 

Onur ve Emre koşarcasına eve daldıklarında biz de ortasında bulunduğumuz tarladan bir an önce yanlarına koşmaya başladık. Bir şey bulmuş olmalıydılar.

 

"Ellerini yukarı kaldır. Bırak o silahı!"

 

Bizi getiren amca ve Remzi amca Onur ve Emre tarafından kelepçelenirken, çiftliğe giriş yapan dört tane polis aracı ve onlarca kişi evin etrafını sararak çatışma için hazırlanmıştı bile.

 

Ne olduğunu anlamadan şaşkınca bakarken "Çiftliğe on metre uzaklıktaki derede bulunan bal kabağından insan etleri çıktı, siz bir şey bulabildiniz mi?" diye sordu Onur.

 

Bir şey diyemeden öylece bakarken Haris parmağındaki kan izini ben de ceketimin omuz tarafını işaret ettim.

 

"Tahmin ettiğimiz gibi, katil yakalandı! Söyle esirleri nerede tutuyorsun?"

 

"Ne esiri be! Ne katili? Ben bir şey bilmiyorum!"

 

"Yalan söyleme! Bal kabakları sana ait, çiftliğin yakınındaki dereyi senden daha iyi bilen biri olamaz! İtiraf et! Çabuk!"

 

Sorulan sorulara olumsuz yanıt vermekten başkasını yapmayan Remzi amca ayak üstü yapılan sorgu ile hırpalanırken getirilen bal kabağı da önüne konmuştu.

 

Kesinlikle ama kesinlikle onun mahsulüydü. Özenle çizilen göz ve ağız işlemeleri hayran bırakırken ince ayrıntısına kadar yapılan işlemler hoş görünüyordu. İçinde bariz bir şekilde duran etler ise küçükçe doğranmış ve tazecikti. Yüzümüz düşmüştü bu manzara karşısında. Gözlerim bu görseli görmemiş olmak için dilenirken Haris eliyle yüzünü ovuşturdu. Midesi bulanmıştı muhtemelen.

 

"Allah aşkına ne biçim insansın sen ya!"

 

Emre bağırırken bal kabağına daha fazla bakamadığı için uzaklaşmıştı. Ekipler hızlı adımlarla hem çiftlikte bulunan harabe evi hem içinde hayvan bakıldığını düşündüğüm ahır ve daha birçok odacığı inceledi. Elleri boş bir şekilde geri döndüklerinde "Hiçbir şey yok," diye rapor verdiler.

 

"Bu rezil adamı sorguya çekelim. Bir iki şey çıkacağına eminim."

 

Emre sinirle Remzi amcayı da alarak polis aracına yürüdüğünde Onur da onu takip etti. Onlarla birlikte üç araç daha yola çıktığında geride Haris ve ben kalmıştık. Bize bırakılan polis aracına bakarken "Şu dereyi bir de biz gidelim," dedi Haris.

 

Başımla onaylayıp peşine takıldığımda çiftlikten çıkıp ana yola geçtik. Çok değil on metre kadar uzakta dere de sayılmayacak kadar ince bir su yatağı vardı. Bal kabağını buldukları yere set çekmişler ve işaret koymuşlardı.

 

Haris tepecik gibi yükselen topraktan inip dereye yaklaştığında iki elini de beline koyup önce akarsunun gittiği yere baktı. Ucu bucağı görünmeyen tarlalardan birine doğru ilerliyordu. Sonra da başladığı yere doğru başını çevirdi.

 

"Dağdan geliyor."

 

Onun baktığı yere bakmak için yanına yaklaştım. Şehrin çıkışında bulunan bu dağ yüksek olduğu için neredeyse yaz dahil kar bulunduruyordu. Havalar iyice ısındığında ise dağdaki su akıp kuruyordu. Bu su da biriken yağmur suyundan başkası değildi.

 

"Lunapark da nedense dağ eteklerine çok yakın?"

 

Gözleri bana çevrildiğinde ona bakıyordum.

 

"Burnuma pis kokular geliyor."

 

Hırıltısı ile yutkundum. Benim de içimi kemirip duran bir şeyler vardı. Üstelik esir tutulanlarla alakalı henüz bir bilgi elde edememiştik. Bir insan hangi amaçla böyle bir şey yapar ki?

 

"Sorguda biz de olmalıyız Heyzır. İçimden bir ses bu işin çok karışık olduğunu söylüyor. Ben de Remzi amcayı dinlemek istiyorum. Varsa bir savunması duymak istiyorum."

 

Başımla onayladığımda dereden çıkan önce ben oldum. Peşimden koşarak geldiğinde beklemeden polis aracına bindik ve merkeze doğru yola çıktık. Bu seferki hızımız gelişimize nispeten katbekat fazlaydı.

 

Dönüşte görmemiştim ay çiçeklerden hiçbirini. Bulutların çobanı bırakmıştı yerine sahibini.

 

Umut göçmüş bu topraklardan ama hâlâ kayda değer yerdeki gelincikler. Yoksa anlamsız olurdu bunca tazecik tepecikler.

 

Sessiz ol ve kalbini dinle. Gözünü aç ve gördüğünü çek sinene.

 

Vaz geçtiğin anda sar şeridi geriye.

Söylesene kaç kez gülücük yerleştirdin bir masumun yüzüne?

 

Dönüyor dünya ama kimin umrunda? On yaşındaki küçük çocuk hâlâ evine ekmek götürmek zorunda.

 

Ağlıyorsun küçük diye yüzüğüm. Gülmeyi unuttu molozlar altında hayatta kalmaya çalışan küçüğüm.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Merkeze geldiğimizde her yer karışmıştı. Yerlerin ve duvarların kan olduğunu gördüğümüzde bir şeyler döndüğünü anlamıştık ama bu kadarını beklemiyorduk.

 

Başta müdür olmak üzere öfkeli kalabalık Remzi amcayı linç ediyorlardı. Aralarına girmeye tenezzül bile etmeyen polisler buna izin verircesine geri dururken ben ve Haris koşarak kalabalığa daldık.

 

Her şey yavaşlamıştı bir anda...

 

Kadınlardan birkaçı evladı için perişan bir vaziyette kendini döverken, erkeklerden bir grup aralarına aldıkları Remzi amcayı tekmeliyorlardı.

 

Çoktan yeterince dövdükleri için artık hali kalmayan zavallı adam yerde ayaklar altında çiğneniyordu.

 

Normalde böylesine izin verilmezken müdür başta olmak üzere umurlarında gibi görünmüyordu.

 

Akan kan, acı ile çıkan inlemeler ve kesinlik kazanmayan bir suçlu umurlarında değildi. Canları yanıyordu ve bu yangını kimin söndürdüğü önemli değildi. Böyle insanlar bencildir biraz da. Diğeri yanarken önemsemez ama sıra kendine gelince tüm kasabayı ateşe verir.

 

Zavallı adam gözü yeterince görmezken yerde yardım çığlıklarına boğuluyordu.

 

Haris ara dayağı yese de umursamadan yere eğilip kendini adama siper ettiğinde bağırışımız gerilen bir tel gibi titreşiyordu.

 

Saatin saniyesi yavaşça ilerliyor, yanan ateş hafifçe uçuşuyor, akan su kendinden habersizce ilerliyor ve yavaşlayan her şey bu zavallı insanoğlunun haline bakarak ağlıyordu sanki.

 

Umut terk etmiş, kokusu bile ulaşmıyordu...

 

Yamalı kıyafetlerinden akan kan, moraran yüzü ve zaten görmeyen gözlerinden süzülen kanlı gözyaşları ile yüreğim paramparça olmuştu nedense.

 

Normalde katillere karşı böyle hissetmesem de bu sefer farklıydı. Çok farklıydı.

 

"Durun! Yapmayın! Ah!"

 

Haris'e gelen bir yumrukla ben de eğildim ve durmaları için yalvardım. Bizi duyuyor gibi değillerdi ama zorlukla Remzi amcayı aralarından almayı başardık. Kendinden geçen zavallı yaşlı adam omuzlarımıza dayanarak baygınlık geçirirken Haris ve ben sorgu odasına doğru ilerliyorduk.

 

"Emre! Onur! Yardım edin!"

 

Meriç bize destek için ikisini gönderdiğinde onlar önden koşup bize kapıyı açtılar. Meriç de müdürü sakinleştirmek için kalmıştı. Remzi amcayı taşırken hafifçe arkama döndüğümde bana baktığını gördüm. Zor anlar yaşıyorduk ve böylesine bir zorluk insanı polis de olsak çok yıpratıyordu.

 

Meriç'in kararan gözaltıları ve hüzünle bakan gözlerinin başka açıklaması olamazdı. Onu göremediğim onca zaman içinde yaşlanmıştı sanki. Belki de bana öyle gelmişti bilemiyorum ama bu nedense beni hüzünlendirmişti.

 

"Kitle kapıyı kitle kitle!"

 

Onur Emre'ye bağırdığında Haris'le ben Remzi amcayı koltuğa oturtuyorduk. Haris dikkatle amcayı oturulup ayağa kalktığında sinirliydi.

 

"Niye dikkat etmiyorsunuz da lince izin veriyorsunuz? Kesin iliyor mıyız suçlunun bu kişi olduğunuz? Adınız gibi emin olsanız bile hiç başka ihtimal düşünemiyor musunuz?"

 

Haris bağırarak ikisine doğru yürüdüğünde üstü başı kan olmuştu.

 

"Bilerek olmadı ki bir anda elimizden aldılar."

 

"Bu kalabalığın öfkeli olduğunu biliyordunuz neden başka yerden geçirmediniz?"

 

"Afedersiniz hırsız bey sizi üzdüysek çok günahkâr olmalıyız! Bir dahakine sizin o engin dolandırma yeteneğinizden ödünç alıp ona göre davranırız olur mu?"

 

Emre de Haris'e yürüdüğünde araya Onur girdi.

 

"Durun bi de siz başlamayın. Zaten işler birbirine girdi. Sırası mı şimdi geri zekalılar?"

 

Ben Remzi amcanın yüzüne su sürmeye çalışırken Haris öfkeyle saçlarını karıştırdı ve ayağıyla masaya sertçe vurdu. Burnundan soluyordu. Emin değilim ama belki de vicdan azabı çekiyordu.

 

"Sen neden öfkelisin bu kadar? Adam şüpheli, bu kadarı normal değil mi?"

 

"Değil," diye cevap verdi Haris Onur'a.

 

"Şüpheli olması suçlu olduğu anlamına gelmiyor. Üstelik ortada bir oyun dönüyor ve oyun kurucuların şu an bize katıla katıla güldüğüne yemin edebilirim."

 

Emre elindeki kanı üzerine silerken Haris'e dikkat kesilmişti. Biraz önceki atışmasının yerinde yekler esiyormuşçasına yönünü tamamen ona döndüğünde ben de dikkatimi verdim.

 

"Bu adam çiftçi, üstelik katarakt ve hemen otuz santimden ilerisini göremiyor. Onca şekli nasıl yapsın? Hadi yaptı diyelim lunapark işletmesi neden bizi direkt çiftçiye gönderdi? Neden depolarına bakmamıza izin vermedi? Onu da geçtim kim kendi evinin on metre uzağına doğradığı ceseti bırakır?"

 

Haris'in birbir sıraladığı bilgiler Onur ve Emre'nin kafasını karıştırırken Remzi amca da yavaş yavaş ayılıyordu.

 

Hepimiz ona dönmüştük ki kapı çaldı iki kere.

 

"Açın benim!"

 

Meriç'in sesini duyar duyamaz kapıyı açan Emre hızla yeniden kilitledi. Haris'e karşılık verse de onu dinliyor gibiydi.

 

"Abi bu işte bir iş var gibi," dedi Onur.

 

"Herkes bu adamın ne kadar agresif olduğundan bahsediyor," diye lafı değiştirdi Meriç.

 

"Elinden silah eksik olmazmış. Üstelik eve gelenleri de sinirle kovuyormuş."

 

Kafalar karışsa da Haris duruma el attı.

 

"Ne zamandan beri böyle davranıyormuş?"

 

"Sorguya çektiğim kadın bir ay gibi bir süre dedi."

 

"Yani normalde böyle değilmiş değil mi? Sizce de kulağa nefsi müdafaa gibi gelmiyor mu?"

 

Hepimiz Haris'e baktığımızda devam ediyordu.

 

"Dönme dolapta çıkan arızası nedeniyle işleri kesat olan bir lunapark. Türlü numaralarla gençleri avlamaya çalışan bir şirket. Ve ne hikmetse herhangi bir sorun yokken bir anda agresifleşen zavallı bir çiftçi. Kulağa pis bir tehdit ve üstü kapatılarak işlenen cinayetler serisi gibi geliyor."

 

"Ne yani?" diye sordu Meriç.

 

"Şirket öldürüp öldürüp suçluyu bu adam gibi mi göstermeye çalışıyor? Kim inanır ki buna?"

 

Meriç beklenti dolu gözlerle bize bakarken yavaşça elimi kaldırdım. Benim kaldırmam ile belli belirsiz afallayan Meriç elini kaldıran Onur'la daha da şaşırdı. Bıkkınlıkla gözlerini kapatsa da elini kaldırmayı ihmal etmeyen Emre de bize katıldığında Meriç gergince yutkundu. Dişlerini sıktığına da şahit olduğumuzda Haris "Biliyorum tuhaf ge..." diyecekti ki onu dinlemeden ayılan Remzi amcaya doğru yaklaşan Meriç "Amca iyi misin? Konuşacak halin var mı?" diye sordu.

 

"O-onlar yapmıştır... O-onlar..."

 

"Kimler amca?"

 

"Onlar..."

 

Amcanın eli halsizleştiğinde yavaşça gözlerinin kapanışına tanık olduk. Hüzünle elini tuttuğumda "Gamze'yi çağırın!" diye bağırdı Meriç.

 

"Ama o adli tıpçı."

 

"Ne fark eder ahmak?"

 

Emre ile Meriç'in atışması Emre'nin koşarak odadan çıkmasına neden oldu. Haris daha fazla sinirle yere bir tekme attığında "Kahretsin!" diye bağırdı.

 

"Gitmemiz gerek. Araştırmaya devam etmeyiz."

 

Haris bunu söylediğinde Onur da ona katıldı.

 

"Gidelim."

 

"Heyzır sen burada kal."

 

Meriç'in isteği ile ona baktığımda "Ona ihtiyacımız var," dedi Haris.

 

Bir Haris'e bir Meriç'e baktığım anda içeri Gamze ve Emre girdi.

 

"Aman Allah'ım ne oldu burada?"

 

Gamze'nin bağırışı ile ortalık yeniden karışıyordu ki biri bileğimden tuttu. Beni çeken Haris önden hızla giderken ona ayak uydurmaya çalışıyordum.

 

"Lunaparktaki depoya bakalım ama çoktan izleri yok etmişlerdir. Şayet varsa..."

 

Onur ve ben Haris'i dinlerken o hala bileğimden tutmaya devam ediyordu. Bunca karmaşa arasında duygularım tepetaklak olmuşçasına kendimden geçmişken, yürümekten vazgeçmiyordum.

 

Polis aracına bindiğimizde yönümüz lunaparktı.

 

İlk önce tüm alanı boşalttırdık. Sonrasında depoyu inceledik. Herhangi bir iz yoktu ancak Profesyonel iş başındaydı.

 

Önce müdürün kızının gönderdiği resmi çeken kişiyi çağırttı. Sonra o gün kullanılan bal kabaklarını ne yaptıklarını öğrendik. Hepsi geri dönüşüm için kullanılsın diye lunaparktan biraz uzakta dağ eteklerine daha da yakın olan fabrikaya götürülüyordu. Fabrikayı incelerken görevlilerin bile bilmediği bir odada esir tutulan genç ve çocukları bulduk.

 

Dahası odanın buzluğunda henüz yeni olan içi et dolu bal kabakları çıktı.

 

Şirket CEO'ları ile birlikte toplamda doksan dört kişi sorguya çekildi. Batan şirket genel müdürleri mali açıdan sıkıştırınca lunapark yönetimi bal kabaklarını bedavaya getirmek için Remzi amcadan tarlayı satın almak istedi ama Remzi amca tek geçim kaynağı olan tarlayı vermek istemediği için tehditler başladı.

 

İlk önce tarlasını bozguna uğrattılar. Ürünleri kimseye satamaması için türlü kötülükler yapıldı. Sonrasında her gün gelip tehdit ettiler. Kimsesi olmadığı bilindiği için herhangi bir çekinme durumu olmadı. Şirket yönetiminin bu kadarından haberi olmasa da gittikçe artan şiddet lunapark çalışanları için alışkanlık olmuştu. Yaklaşık bir aydır süren bu sözlü taciz Remzi amcayı bıktırdığı için elinde silahla gelen kimseyi çiftliğine almamaya başladı. Agresif tavırları çevresinde kötü anılmasına neden olduğu için bu, lunapark yönetimin işine geliyordu. Mahsulünü satacak kimseyi bulamayınca kendilerine geleceğinden adları kadar emindi ama öyle olmadı. Gençler arasında gittikçe popülerleşen bal kabağı resimleri lunaparkın gelirini yükseltmişti ancak Remzi amca artık satış yapmak istemiyordu.

 

Lunapark yönetimi çıtayı bir tık yükselterek resim çekilmeye gelen üç küçük çocuğu alı koydu. Maksat kendini aklayarak suçu çiftçiye atmaktı ancak korkudan kalp krizi geçiren küçük çocuklardan biri ölünce telaşla ne yapacaklarını bilemediler ve diğer ikisini de öldürüp bal kabağının içine yerleştirdiler. Koskoca şirketin böyle bir hata yapmasındansa agresif yalnız bir yaşlının yapması daha makul geleceğini düşünmüşlerdi.

 

Fabrikadan attıkları ceset dere ile taşındığında iş çığrından çıkmıştı. Günah keçisi olan Remzi amcanın üstüne gitmekten başka çareleri kalmamıştı.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Tüm sorgunun üstünden geçen altı saat sonunda ellerimi yüzümü yıkamak için lavabodaydım. Bu günün güneşi batmış, yerini aya bırakmıştı. Yüreklerde küf gibi yayılan gam silinmese de intikamın gürültülü ayak sesleri bir nebze olsun hoş bir rüzgar gibi esmişti.

 

Lunapark bunca olaydan sonra mühürlenmişti. Oyuncaklar sökülüp başka bir şirkete devredilecekti. Şirketin fabrikası da kapatılmıştı. Aslında böyle işlerde tek bir suçlu olmaz. Baş başa bağlı olarak süre gelen bu kapitalist düzende herkes suçludur.

 

CEO doğru hamleler yapsaydı şirketi sıkıntı yaşamazdı. Şirket çalışanları kaliteli malzeme alsaydı lunaparkta sorun çıkmazdı. Lunapark müdürü insaflı olsaydı tüm bu günahı çiftçiye yüklemezdi. Ve lunapark çalışanları eğer vicdanlı olsaydı masum canlara kıymazdı.

 

Basitçe sadece alıkoyacaktık ama emrettiğimiz adam psikopatça davranıp öldürmüş demek bir savunmadan çok çürük bir mazerete benziyordu. Kokusu herkes tarafından hissedilen, mide bulandırıcı yetersiz bir mazeret.

 

Koridorları geçip ofise girdiğimde Emre, Onur ve Haris kendi aralarında konuşuyorlardı. Böyle sakince ofise girmeyi de özlemiştim.

 

Masalarımız tavandaki ışıkların parıltısı ile aydınlanırken köşelerde duran bitkilerimizin yeşilleri hoş bir hava katıyordu. Emre'nin kahve makinesi hala sıcakken taze kokusu etrafa yayılmıştı.

 

Cenk hikayelerinde olduğu gibi zaferi kutlarcasına şen şakrak konuşan üçlüye ben de katıldığımda gülümseyerek onları dinlemeye başladım. Yorgunluktan ölsek de önemli değildi. Hepimiz gurur verici olan bu yolun sonunun tadını çıkarıyorduk.

 

Haris ve ben yan yana dururken Emre ve Onur da karşımızda gülerek olayı nasıl çözdüğümüzü baştan sonra yeniden anlatmaya devam ediyorlardı.

 

Biz öylece eğlenirken kapı açıldı. İçeri Meriç ve müdür girdiğinde hızla toplandık.

 

En son gelen kişi gülümseyerek içeri girerken hepimiz müdürün kızına bakıyorduk.

 

Açık kahve saçları ve yeşil gözleriyle o, müdüre pek de benzemeyen tatlı bir kızdı. Esir tutulmasının üstünden pejmürde zaman geçmese de o kendini iyi toplamıştı. Henüz on dokuz yaşında olsa da babasından daha olgundu bence. Ve bu, benimle tamamen zıt olduğunun resmiydi.

 

"Size nasıl teşekkür etsem bilemiyorum gerçekten. Hepinize minnettarım. Eğer siz olmasaydınız, bunca emek vermeseydiniz ben belki de..."

 

Genç kız devamını getiremeden duygusallaşırken müdür ona sarıldı.

 

"Yapma Pelin, geçti artık hepsi."

 

Hepimiz kıza gülümseyerek bakarken "Aslında," dedi müdür gülümseyerek.

 

"Haris'in çok emeği var üzerinde. Yani o olmasa bu kadar çabuk çözülür müydü bilmem. Şimdi, yiğidi öldür hakkını yeme demişler değil mi?"

 

Pelin babasından ayrılıp gözleriyle Haris'i ararken Emre ve Onur geri çekilerek onu bulmalarına yardımcı oldular. Onur ve Emre uzaklaştıklarında geride biz kalmıştık.

 

Kız gülerek bize doğru koşmaya başladığında ne olacağını kestirtmiyordum. Ağlama ve gülme karışımı bir hisle bir anda kendini Haris'in kollarına attı. Şaşkınlıkla onlara bakarken Haris de onun belinden tuttu. Haris'in tutuşu ile kız yüzünü iyice bastırmıştı.

 

Onur ve Emre ikiliyi alkış tufanına tutarken müdür de bir şey demiyordu. Herkes halinden memnun gibiydi.

 

Fazlaymışımcasına hafif geri çekildiğimde istemsizce yumruklarımı sıkıyordum. Sebebini bilmediğim bir sinir tüm bedenime yayılırken hâlâ birbirine sarılmaya devam eden ikili sinirimi alt üst ediyordu.

 

🔳

Loading...
0%