@hakugu
|
Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍
İnstagram hakugu
🔳🔳🔳
Dünya ikiye bölünse...
Ama böyle her şeyden iki tane varmış gibi.
Yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımız aynı anda bir dev ekrandan verilse.
Olmuş olanlar ve olamamış olanlarla birlikte iki boyutlu bir yaşam sürülse...
Üzülür müydüm ki yaşayamadıklarım için? Ya da sevinir miydim yaşadığım onca anı için. Özenir miydim yan tarafta seyrettirilen yaşanması muhtemel ama gerçekleşmemiş onca güne? Peki ya tamamen memnun kalır mıydım yaşamış olduğum bunca maziye?
Hangisinin daha iyi olduğunu bilmeden nasıl avutacağım kendimi? Aynı anda göremezsem, nasıl bileceğim hangisinin daha güzel olduğunu?
İhtimaller bunun için kötüdür. Vesvese verir kalbine insanın. Kutunun içinden tavşan çıkacak mı, çıkmayacak mı? Yağmur yağdı peki ya yağmasaydı ne olurdu? Elimdeki bardak yere düşüp tuzla buz oldu. Peki ya sıkıca tutabilseydim?
Yaşanması muhtemelen sonlar birleştirilip verilse bize, böyle bir ihtimaller bölüntüsü içinde var olmak ne hissettirirdi acaba?
Babam ölmeseydi... Ben annem korkmasın diye ve onları korumak adına polis olmasaydım... Hayalimdeki pastaneyi açabilseydim... Turhan hasta olmasaydı ve daha nicesi...
Yavaşladı dünya bir kere daha ve bölündü gerçekten ikiye...
Sağ tarafta ben, solunda Haris...
Basın mensupları ve emniyetten birçok kişinin geldiği toplantı salonunda heyecandan ölürken ben, sol taraftaki ekranda Haris kendinden geçercesine koştuğu yoldan sonra evime ulaştığında endişeden ölüyordu...
Yaşadığım şeylerin aynısı Haris için birer senaryo olarak tekrarlanıyordu.
Benim başımdaki floresan titrerken, Haris'in gökyüzündeki güneş, bulutlardan ışık yayacak yer bulamıyordu.
Benim kollarıma koca bir buket çiçek verilirken, onun kollarını Turhan kaplıyor. Hafifçe sarılıyorum mis kokulu çiçeklere, sıkıca sarılıyor Turhan'a, sahipleniyor kendi canıymış gibi...
Ben gülerek etrafa bakarken, o telaşla bakıyor.
Benim tarafımda herkes beni alkışlarken, onun tarafında işler karanlık ilerliyor. Turhan için çağırdığı ambulans dışarıda beklerken annem baygınlık geçiriyor.
Hafif bir elektrik kesintisi oluyor benim tarafımda ve kararıyor Haris'in tarafı. Biri ışıkları kapatıyor ikimiz için de sanki...
Emre ve Onur cesur olmam için beni desteklerken, Haris ambulansa bıraktığı Turhan'dan sonra annemi ayıltmaya çalışıyor. Benim sırtımı sıvazlayan eller, Haris'in annemin sırtını sıvazlayan eline evriliyor.
Ve geçiyor zaman ikimizin alanında da...
Saniyeler ardından kovalayanlar varmışça hızla nabız yoklarken, bir kayıkçı gibi çekiyor yelkovanı. Peşine taktığı akreple ilerleyen saat sinsi bir gülüşle kucaklıyor biz insanlığı...
'Ne yaparsanız yapın, akıp gideceğim. Ve beni durdurmaya hiçbirinizin gücü yetmeyecek.'
Sonra yine netleşiyor ekran.
Ben kucağımdaki çiçekleri konuşma yapmak için Emre'ye bırakırken, Haris kucağındaki Turhan'ı doktora teslim ediyor.
Kürsüye çıkıyorum, saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıyorum. Belini duvara yaslıyor saçlarını eli ile karıştırıyor.
Derin bir nefes alıyorum, derin bir nefes veriyor...
Aklıma Onur'un yanında unuttuğum konuşma metni gelince endişeleniyorum, aklına hastanenin giriş katında unuttuğu annem gelince endişeleniyor.
Yürüyoruz ikimiz de...
Ben metne ulaşırken, o karşıdan yürüyerek gelen anneme ulaşıyor...
Sahi hep mi böyle? Dünya üzerinde bir yansımamız var mı mutlaka? Aynı olmasa da aynı gibi. Işık olmasa da parıltı gibi. Görüntü olmasa da özenle çizilmiş gibi...
İhtimaller? Olmamış ama olması muhtemel şeyler?
Aramızdaki bizi ayıran boyut çizgisi titriyor nedensizce... O anda dönüyor başlarımız birbirine. Bakıyoruz sessizce. Bazen nedensizce baktığımız boşluğa bakar gibi. Göremiyoruz birbirimizi ama hissediyoruz sanki nefeslerimizi. Sıcak gibi, ama hiç yok gibi. Dokunuyor gibi, kandırmaca da gibi.
Tüylerimiz diken diken oluyor ikimizin de, nereye baktığımızı anlayamıyorlar.
Sonra biri dokunuyor Haris'in omzuna dalıp gitmemesi ve üzülmemesi için. Başka biri dokunuyor bana biten konuşma metnimden sonra yerime oturmam için.
İkimiz de ayağa kalkıp yürüyoruz yeniden. Boyut çizgisine doğru yaklaşıyoruz aynı anda. İki adım sonra kucaklayacakmışız gibi birbirimizi.
Sonra geçiyoruz birbirimizin içinden, hiçbir şey hissetmeden. El ele tutuşuyor hücrelerimiz ve ihtimaller ayrılıyor birbirinden.
Çözülüyor düğümlerle bağlanmış kader ağları. Ve bizim ortak ekranımızı kaplıyor siyah beyaz parazitler...
"Çok iyiydin aferin kız sana..."
Emre beni tebrik ederken kulağıma dolan alkış sesleri nedense bunaltmıştı bir anda. Sıkıntı ile iç çektiğimde boşluğa baktım. Kravatımı gevşettim hafifçe ve derin bir nefes aldım.
Sanki bana ait başka bir ruh daha varmış da öte yanda acı çekiyormuş gibi hissediyordum. Gözlerim acımıştı akabinde ve yutkundum geçmesini dileyerek.
"Buraya Konya'mızın bunca sıkıntıya rağmen güvenli bir il olmasını sağlayan çok değerli polis arkadaşlarımızı tebrik etmek için toplandık. Hepimiz ne kadar ağır bir mesleğimizin olduğunun farkındayız. İnsanların güvenliği her şeyin önünde geliyor ve bizler..."
Genel müdür konuşma yaparken bizim müdür de hemen yanında bekliyordu. Söylenilen her bir cümle sırıtmasına neden olurken solumdaki Emre yanındaki Onur'u dürttü hafifçe.
"Şuna bak, gören de kendi çözüyor davaları sanacak."
"Eee bu işler böyle oğlum. Bizler sadece denileni yaparız, tebrikleri başkası alır."
İkisi kendi arasında konuşup gülerken kulak misafiri olmaya devam ediyordum. Neredeyse tek kelime dinlemeden biten konuşma ile alkışlamaya başladığımızda yeni bir konuşma olacakmış gibi hazırlık yapılıyordu.
Biten alkıştan hemen sonra tanımadığımız bir polis konuşmaya başladı. Konyalı değil gibiydi meğer değilmiş de zaten.
"Bu kim lan?"
Emre eğilerek Onur'a sorduğunda ben de onları dinliyordum.
"Bilmiyorum ama buradan değil gibi."
Biz merakla beklerken o müdüre bir şeyler söyleyip kürsüye geçti. Artık her ne dediyse müdürün surat anında düşmüştü. Elleri ayakları bi huzursuz hareket etmeye başladığında ne olduğunu gerçekten çok merak ediyorduk.
"Selam dostlarım. İstanbul'dan geleli birkaç gün olsa da bu şehrin insanına hızlıca adapte olabildik. Yeniden gidecek olmak bizi üzse de sizler için ayarlayacağımız yeni ekip içimizi rahatlatıyor."
"Ne diyor bu be?"
Emre bana bakıp sorduğunda omuzlarımı silkeledim.
"Son haftalarda şehirde olan akıl almaz olaylar ve yetersiz güvenlik önlemleriniz nedeniyle, üstelik çözümlerdeki yetersiz elemandan dolayı..." bu noktada gözlerini müdüre çevirdiğinde kafalar karışmıştı.
"Ekip eklemenin vakti geldi de geçiyor bile."
"E bu ekip senin emrinde olmayacak mıydı? Ne biçim anlatıyor böyle sanki bizi denetlemeye gelecekmiş gibi?"
Emre sinirle sorduğunda cevap Onur'dan geldi.
"Çünkü denetlemeye gelecekler de ondan. Resmen kandırdılar bizi. Heyzır'ın terfisi sadece bir formalite, asıl tebriği kendileri almak için kendi ekiplerini gönderecekler."
Hem Emre hem ben şaşkınlıkla Onur'a baktığımızda "İlk defa olmuyor," dedi başını iki yana sallayarak.
"Anlaşılan senin bal kabağı davası bayağı yankı uyandırdı Heyzır. Ama üzgünüm sadece televizyona çıkmakla kalacaksın. İstanbul böyle şeyleri asla kaçırmaz."
Aslında bir ekibi yönetebileceğimi zaten düşünmüyordum ama böylesi bir oyun da hüzünlendirmişti.
"Kurulacak yeni ekip adı 'Bumerang davaları ekibi' ve toplamda yedi kişiden oluşacaksınız."
"Bu ne ya? Bu ne biçim iş arkadaş."
Onur'un isyanı kulağıma dolarken konuşmacı devam ediyordu.
"İstanbul'dan gelecek üç polisimizin isimleri şöyledir. Yağız Güngör, Cihanşah Aliyev ve Memati Şekerci," diye sıraladı.
"Bu üç kişiye eklenecek dört kişi ise Meriç Uysal, Onur Katmer, Emre Şahin ve Hacer Gazel."
Haris yoktu. Yine yoktu. Yine hiçe sayılmıştı. Zaten müdürün onu adam hesabına almadığı her halinden anlaşılıyordu ama en azından bir tebrik de alamaz mıydı?
Bitmiş miydi? Gönderecekler miydi Haris'i artık? Bunca davanın ardında parmağı olduğu halde gönderecekler miydi öylece?
Ne yapabilirim? Elimden ne gelir? Niye böyle oluyor? Haris bir hırsız bile olsa niye kimse adaletli davranmıyor? Adaleti beklerken, bizim koklatırcasına insanlığa sunmamız ne kadar doğru?
🔳🔳🔳🔳🔳
"Yemin ediyorum ödül verdiklerine vereceklerine pişman ettiler. İstanbul asla şaşırtmıyor, asla."
Onur elindeki dosyayı masasının üstüne atıp bıkkınlıkla yerine otururken Emre de toplanmadığı için olduğu gibi duran süslemelerin üstüne basıp kendi masasına dayanarak hiç olmadığı kadar ciddi bir hale büründü.
Sessiz olan Meriç hayali bir noktaya bakarken ben de helyumla şişirildiği için havada durmaya devam eden sarı balonun yanında öylece duruyordum.
"Yani bizim bu bal kabağı davası onlar için oscarlık bir film mi de gelip burada bizimle çalışacaklar?"
Emre'nin sorusu Onur'dan yanıt buldu.
"Konya'daki cinayetler İstanbul'dakilerden daha zekice olsa gerek."
"Kapatın şu konuyu artık," dedi Meriç hafif sinirle.
"Polis olurken isimlerimizin bir öneminin olmayacağı konusunda söz vermemiş miydik? Eğer görev başında ölürsek biz de diğer şehit polisler gibi sadece 'polis' olarak anılmayacak mıydık? İsim ve şöhretle kafayı bozmuş insanlar bizi ilgilendirmez. Biz yine işimizi yapmaya devam edeceğiz."
Meriç beklediğim şekilde olgun bir karşılık verdiğinde herkes susmuştu.
Emre kaşlarını kaldırıp hayali bir fermuarla ağzını kapatırken Onur da kollarını önünde bağlayıp gözlerini devirdi.
"Bundan sonra da," dedi Meriç, Onur ve Emre'ye bakarak.
"Heyzır sizden daha üst mertebede olduğu için onu artık stajyer olarak görmeyin. İçeceklerinizi kendiniz alın ve temizliği de ortak yapacağız."
Bunu hızla kabullenmişti ikisi de.
"Şimdi masalarımızın düzenini ayarlayalım da yeni geleceklere yer açılsın."
Son cümle ile Emre oflarken "Peki ya Haris?" diye sordu Onur.
"Artık bizimle devam etmeyecek mi?"
Bu soruyu en çok ben merak etmeme rağmen bir ödlek gibi soramamıştım. Meriç, bu sorunun cevabını vermekte gecikmedi.
"Bizimle devam etmesi için bir polis olması gerek. Polislerin avladığı bir hırsız değil."
Meriç'in keskin sözü bir kere daha hepimizi sustururken bakışlarımı yere indirdim. Bizim ofiste asla değişmeyen şeyler var. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, çözüme kavuşturmamalısınız sorunlarımız var.
Herkes başka tek bir kelime etmeden işine odaklandığında ben de toplamak için kendi masama doğru yöneldim.
Direkt gözüme çarpan şey telefonum olmuştu. Onu burada mı unutmuşum? Ani bir refleksle elime aldığımda defalarca aranmış olduğunu gördüm.
"Ah hayır!"
Kendi kendime olan fısıltım sadece kendi yüreğimi sızlatırken arayanı görmek için açtım. Olmaması için her şeyimi vereceğim numara aramıştı.
'Mutlaka aç' cevapsız çağrı 15.46 'Mutlaka aç' cevapsız çağrı 15.47 'Mutlaka aç' cevapsız çağrı 15.48
Saat yediye geliyordu ve nereden baksan üç saat fazla olmuştu. Elim ayağım boşalmışken bir adım ileri atıp ili adım geri attım.
Elimle saçımı karıştırıp yeniden telefona baktığımda nasıl böyle bir aptallık yaptığımı düşünüyordum.
"Bir şey mi oldu Heyzır?"
Emre'den gelen soru başıma saplanan bir iğne gibi beni uyarırken "B-ben, çok acil eve gi-gitmem lazım," diyebildim.
Titreyen sesim Onur ve Meriç'in de bana bakmasına neden olurken masamın üstündeki eşyalarımı karga tulumba alıp aksak adımlarla ofisin çıkışına doğru hızla yürümeye başladım.
🔳🔳🔳🔳🔳
Kapıyı açmak için acele ettikçe ne anahtarı deliğine takabiliyor ne de dengede durabiliyordum. Kapanıp duran apartman ışığı sorgu odasındaymışım gibi bir his verirken alnımda biriken terleri elimin tersi ile sildim. Zile basıp açmalarını bekleyebilirdim ama daha fazla geç kalma korkusu elimi ayağıma dolaştırıyordu.
Her ne olursa olsun beni ara anne...
İşim ne kadar acil olursa olsun yanına geleceğim...
Sizi korumak için polis oldum ve sizi korumak için her şeyi göze alacağıma yemin ediyorum...
Sakın endişelenme anne yalnız başına bu acıyı çekmene müsaade etmeyeceğim...
Ben...her zaman senin yanında olacağım.
Verdiğim sözler bir bir gözümde yaşa neden olurken nihayet amacıma ulaştım.
Açtığım kapıyı kapatmayı falan düşünmeden elimdeki çiçeği, ceketimi ve ne varsa her şeyi koridora atarak koştum. Birkaç adımın sonunda Turhan'ın odasına geldiğimde gece lambasının yandığını gördüm.
Uyuyordu.
O ana dek boğazıma tıkanan nefesim huzurla dışarı salıverilirken alnımda biriken soğuk damlacıklardan birkaçı çekmeme doğru süzüldü.
Ciğerlerim patlamak üzere gibi doluyken nefesim pek de sağlıklı sayılmazdı.
"Çok şükür meleğim..."
Fısıltım ona ulaşmışçasına loş ışıkta seçebildiğim kadarıyla uykusunda dudakları tebessüm için kıvrılmıştı.
Rahatsız etmeden çıkmak için parmak uçlarımda yürümeye başladım. Pantolonumun kumaşı hafif bir hışırtı sesi verse de huzurla uyumaya devam ediyordu. Kapıyı usulca kapatıp çıktığımda omuzlarımdan ağır yükler uçup gitti.
Geri dönüp koridora saçtığım eşyalarımı topladım ve dış kapıyı da kapattım.
"Kim geldi? Hacer?"
Annemin mutfaktan gelen sesine "Ben geldim," diye karşılık verip odama geçmeden direkt oturma odasına yöneldim. Annemin telefonunu açmadığım için azar yiyeceğimi biliyordum. Ya da ben azar yemek istiyordum. En azından içinde boğulduğum vicdan azabından kurtaracak bir çıkış yolu olurdu benim için.
Oturma odasının kapısını açmamla dona kalmam bir oldu. Gördüğüm kişi ile ağzım açılırken gözlerimin bana bir oyun oynamadığını düşünüyordum. Gerçek miydi?
Çok yorulduğum ya da tüm gün aklımdan çıkmadığı için hayalini görüyor olamazdım değil mi?
Bizim yemek masamızda oturup, bizim çorba kaselerimizden biri ile çorba içerken, bizim televizyonumuzda beni izleyen, izlerken de arada gülümseyen Haris miydi gerçekten?
Elimde tuttuğum eşyalarımla öylece ona bakmaya devam ederken beni fark etmemişti. Ekranda benim yaptığım konuşma vardı ve o pür dikkat seyrediyordu.
Kağıdı unuttuğumda, dilim sürçtüğünde, heyecandan yutkunduğumda ve gerginlikten yanaklarım kızardığında dudakları kıvrılıyordu. Sanki ben karşısındaymışım gibi gülüşü, çekimser bakışlarını çorbasına indirip sonrasında yeniden ekrana çevirmesi ile devam ediyordu.
Üzerinde beyaz tişörtü vardı ve sabahki siyah deri ceketini koltuğumuza öylece bırakmıştı. Oda ona has hafif parfüm kokusu ile dolmuşken saçlarını eli ile dağıtmış ya da kendiliğinden savrulmuş gibiydi.
Gülerken gözleri neden böyle tatlıca kısılıyor? Ona daha önce bu kadar yakından bakmamıştım sanırım. Göz bebeklerimde büyümesini engelleyemiyorum neden? Nedenini biliyorum aslında, ben yokken o yetişti ve beni büyük bir azaptan kurtardı değil mi?
Sandalyenin altındaki ayakları siyah çorapla kapalıyken gözüme çok masum görünüyordu. Küpelerimi umursamıyorum bile, daha büyük bir hırsızlık yaptığından şüpheleniyorum. Atışını duymadığım kalbimin yerinde olup olmadığını düşünürken biri seslendi.
"Girsene kız içeri ne dikiliyorsun öyle?"
Annemin arkamdan dürtüklemesi ile içeri zorla girerken Haris de bana baktı. Şaşkınlıkla ona bakarken onun da gülüşü yavaşça ciddi bir hal alıp ne zamandan beri burada olduğum düşüncesi ile kaşları çatıldı.
"Oğlum biraz daha sarma ye, hadi ver tabağını."
Annemin araya girmesi ile kontağımız kesilse de ben hala ona bakmaya devam ediyordum.
Gözlerimi ondan ayırmadan eşyalarımı üçlü koltuğumuza koyup ayakta beklemeye devam ettim.
Annem sarmaların en güzelini Haris'in tabağına koyarken Haris de göz ucuyla bana bakıyordu. Tabağı iyice dolsa da geri çekmek ne mümkün? Bizim evde ne kadar yemek yiyeceğinize annem karar verir ve genelde midenizi tıka basa doldurmadan bırakmaz.
"Kızım ne bu şaşkınlık? Koskoca terfi almışsın neden gidip elini yıkayıp masaya oturmaya üşeniyorsun?"
Ellerimi birbirine sürttüğümde televizyonda hala ben vardım. Annem beni işaret ederek "Sesi de bana benziyor değil mi?" diye sordu Haris'e. Benimle olan işleri bitmiş gibi yine kendi kendilerine konuşmaya başladıklarında televizyona baktım.
Bir yandan sarmaları yiyen Haris bir yandan başını olumlu anlamda sallıyordu. Sesim anneme hiç de benzemiyor ama bunu bir yalancı ile tartışamazsınız. İşin aslı, böyle durumlarda onun bir yalancı olması kötü bir şekilde hoşuma gidiyor.
Daha fazla beklemeden elimi yıkayıp geldim ve çorbamı içmeye başladığımda "Tuzu çok mu olmuş?" diye sordu annem. Bana sorduğunu düşünerek 'hayır' diyecektim ki "Biraz," dedi Haris.
"Ama bu yemeğe tuz yakışıyor."
"Değil mi? Rahmetli de aynen böyle derdi. Biraz da üzülmeyeyim diye diyordu sanırım ama yine de beni ikna ediyordu."
Annem gülümseyerek sarmadan bir tane alırken Haris de güldü.
"Bak şu vişne hoşafını yeni yaptım dene bi. Hacer çok sever."
Adım geçince gözleri beni buldu yine. Tam da ona bakıyordum. Bir an için gözlerimi kaçırmak ve kaçırmamak arasında kalsam da titrek göz kapaklarımla bakmaya devam ettim. Bir yudum aldığı hoşaftan sonra gözlerini yere indiren ilk o oldu.
"Haris oğlum eğer biraz daha sarma istersen hemen getiririm bak, doydun mu emin misin?"
"Gerçekten ama gerçekten çok doydum efendim. Lütfen, ellerinize sağlık."
"Neyse ben yine de getireyim de içim rahat etmeyecek."
Annem mutfağa gittiğinde ikimiz kaldık. Kaşığımı kasemin yanına koydum o da sandalyesinde daha çok yayılıp bir kolunu hemen yanındaki boş sandalyenin üstüne doğru uzattı.
"Güzel konuşmaydı, tebrikler."
Gülümsemeden başımla onaylayarak teşekkür ettiğimde "Endişelenme yemekten sonra hemen gideceğim, annen ısrar etti diye kaldım," dedi.
Gözlerini yere indirmeden "Endişelenmiyorum," dedim.
Yine kaldırdı kahvelerini bana, şaşkın değil ama bunu beklemiyormuş gibiydi. Ama hemen sonrasında keskinleşti bakışları.
"Etrafın koruma kalkanı ile çevriliyken, ben endişeleniyorum."
Kesin bir şey olmuştu. Böyle imalı konuşmasının başka bir açıklaması olamazdı.
"Kimsenin korumasına ihtiyacım yok, kendi kendimi koruyamayacaksam neden polis oldum?"
Beğeni ile alt dudağının kaldırdı.
"Ayrıca senden rahatsız olmuyorum, asıl sen endişe etme."
Sözlerim dudaklarında bir gülücüğe neden olurken kaşığımı yeniden elime aldım ve kızaran yanaklarımı kamufle etmek için çorbamı içmeye devam ettim.
"Bence şu Aynı yıldızın altında olayına bir son vermeliyiz," dedi annem elindeki sarma tenceresi ile içeri girerek.
"Eğer Haris oğlum olmasaydı hiç hoş şeyler olmayacaktı. Sen beni direkt bir hastaneye yönlendirecek bir numara ayarla kızım, böylelikle sen de yıpranmamış olursun."
Annem Haris'in tabağına yeni sarmalar eklerken bana baktı.
"Turhan bugün kalp krizi geçirdi. Onu öyle görünce elim ayağım kalkmadı. Acilin numarasını bile unuttum. Oturdum kaldım öyle halsizce. 1 numaradaki seni arayabildim sadece."
Yerine oturduğunda ona bakıyordum. Buna benzer bir şey olduğunu tahmin ediyordum zaten ve nedense şoka girmiş gibi yeterince tepki veremiyordum.
"Çok kötü bir olay atlattık çok. Allah'tan Haris yetişti çabucak. Ye evladım, biraz daha ye."
Haris doydum demesine rağmen yeni sarmalardan yemeye devam ederken ona bakıp gülümsedim. Bir çocuk gibiydi. Hem doydum diyor hem de yemeye devam ediyordu. Sağı solu belli olmayan yalancı tavuk ne olacak.
"Haris ticaretle uğraşıyormuş, bence sen de artık polisliği bırakıp onun yanında işe gir. Her gün ağzım burnumda yaşamaktan öldüm, bırak şu inadı Hacer."
Göz ucuyla Haris'e baktığımda ağzındaki lokmayı yutup bana baktı.
"Benim işim de pek tekin değil efendim, Heyzır polisliğe devam etse iyi olur."
"Aman oğlum, sen yapıyorsan iyidir ne olacak? Ben de mükemmel bir şey beklemiyorum zaten. Yok mu yanında muhasebeci ihtiyacı falan?"
Bir öksürme Haris'i kapladığında gülüyordum. Kendimi durduramdan ama bastırmaya da çalışarak gülmeye devam ederken annem telaşla su doldurmaya başlamıştı ama Haris boğulurcasına öksürmeye devam ediyordu.
"Eyvah çocuğun boğazına kaçacak. Görüyor musun bak hep senin yüzünden!"
Annem bana atarlanınca ne yaptığımı anlamamıştım ama gülmeye de devam ediyordum. Ticaret ha? Yanında çalışacak bir muhasebeci ha?
Başımı iki yana sallayıp gülmeye devam ederken bir yandan çorbamı içip bir yandan da annemin pervane gibi Haris'in beslemesini seyretmeye devam ediyordum.
🔳🔳🔳🔳
"Sen üzerini değiştir hadi ben toplarım masayı."
Annem elime aldığım tabaklardan sonra beni durduğunda "Ben yardım ederim size," dedi Haris tabakları toplamaya başladı.
"Aman oğlum ne gerek var birkaç tabak ben toplarım. Hadi sen geç şu kanepeye de dinlen biraz."
Üzerimi değiştirmeye gitmeden önce Haris'le annemin hızla kaynaşmış iletişimine baktım.
"Tamam birkaç tabak götüreyim oturacağım."
"İyi hadi bakalım."
Annem pes edercesine gülüp ona izin verdiğinde birlikte mutfağa doğru yöneldiler. Ben de odama girmiştim bile. Siyah bir sweat ve siyah bir pijama altı ile rahatladığımda üstüme de diz altıma kadar gelen bir hırka giydim. Kendi ev terliklerimi giydiğimde saçlarımı dağınık topuz yapıp tamamen ev haline bürünmüştüm.
Odamdan çıkmamla mutfaktan çıkan Haris'le karşılaşmamız bir oldu. O sanki ilk defa beni görüyormuşçasına hafif şaşkın ve meraklı gözlerle baştan aşağı süzdüğünde başını hafif sağa yatırdı.
"N-ne oldu?"
"Hiç, kıza benzemişsin."
Kaşlarımı anlamsızca kaldırdığımda "Zaten bir kız olduğumu göremiyor musun?" diye sordum.
Cevap vermek yerine sadece omuzlarını silkelemekle yetindi. Kaşlarımı çattığımda oturma odasına doğru yürümüştü bile.
"Hacer, hadi Haris'e çay yap da içsin çocuk."
"Anne o çay içmiyor."
"O zaman portakal suyu hazırla!"
"Portakal suyu da içmiyor."
Ben reddetsem de annemi atlatmak ne mümkün? İki fincanlık kahve yapıp içeri götürdüğümde çoktan ceketini giymiş olduğunu gördüm.
"Gidiyor musun?"
"Hım."
Bana bakmadan pantolonun paçalarını düzeltirken "İçmezsin biliyorum ama annem zorla hazırlattı," dedim.
Düzelttiği paçalarından sonra ceketinin kollarını düzeltip "Teşekkür ederim," dedi ve elimdeki bardağı aldı.
"Sadece merkezde içmem, sanırım yeterince ayrıntı vermedim. Bir kahveye ihtiyacım vardı."
Gülümseyerek aldığı kahveden sonra "Aslında biraz da temiz havaya ihtiyacım var," diye ekledi.
"Çatı katımız çok güzeldir, seversen eğer," dedim, kahvesinden bir yudum alırken başıyla onayladı.
"Anneme haber verip geliyorum."
Ben mutfağa doğru yürürken o da kapıya doğru yürümüştü. Aldığım izinle birlikte asansöre bindik ve çatı katından kadar çıktık. Burası düz bir alandı ve bir ihtimal yeni bir kat için bırakılmıştı.
Temiz havanın yüzümüzü yalayan ıslak tınısı yakınlarda bir yerlere yağmur yağdığını hissettirirken o oturacak bir yer arıyordu.
Birlikte oturacak bir yükselti bulduğumuzda kahvelerimizi daha büyük iştahla içmeye başladık.
Şehrin ayaklarımız altında olan her bir köşesi ışıklarla cıvıldarken aynı şehir gökyüzünde de varmış gibi yıldızlar göz kırpıp duruyordu. Ayın ışığı hafif kalsa da şehir ışıkları tüm parıltıyı üstleniyordu.
"Ekibiniz büyüyecekmiş," dediğinde ona baktım. Bana bakmıyordu.
"Hım. İstanbul'dan gelecek."
Gülüşü pek de beğeni içermiyordu.
"Hadi bakalım, umarım işe yararlar."
Bana bakışı söylediği şeye gram inancı olmayan birini anımsatsa da cevap vermedim ve bardağıma bakıp biraz sessiz kaldım. O da sessizleşti. Gecenin şavkı tüm şehri kaplamışken, ikiz ruhlar gibi hep aynı şeyi yapıp duruyorduk. Ben başımı gökyüzüne kaldırıp yıldızları incelerken, birkaç saniye sonra o da kaldırdı başını. Gözlerimiz sanki aynı yıldızlarda gezindi bir süre. Aynı parlaklık doldu yüzümüze. Derin bir nefes aldım, derin bir nefes verdi. Bakışlarımız yeniden yere indiğinde ilk sessizliği bozan ben oldum.
"Gidecek misin?"
Bu soruyu beklermişçesine hızla cevap verdi.
"Öyle görünüyor."
Sorum onun oturduğu yerde daha çok yayılmasına neden olmuştu. Sesi, aşinalık kokuyordu. Gitmeye ve herhangi bir yere ait olmama aşinalığı...
"Zaten beni göndermek için can atıyorlardı, yeni ekip işlerine gelmiştir."
"Onlar gelse de devam edemez misin?" Böyle bir soruyu ben de kendimden beklemiyordum ama sormuştum işte. Ve şimdi tedirgin bir şekilde cevabı bekliyordum.
Bardağını yanına koyup iki kolunu da arkasına doğru uzatıp hafifçe geri yaslandı. Sanki daha fazla sormam ve diyaloğu uzatmam için. Yine de soruma soru ile karşılık vermesi gecikmedi.
"Onlara beni ne diye tanıtacaksınız? Daha benim için uydurulmuş bir kılıf bulamamışken kimse benimle uğraşmak istemez."
Sıkıntılı bir nefes alıp dışarı verdiğimde şehre baktım yeniden. Sıkıntımı hissettiği anda gözlerini bana çevirdi.
"Ne o, gidiyorum diye üzülüyor musun yoksa?" Hızla bakışlarımı ona çevirdim.
"Ne alakası var? Niye üzüleyim? Bir polisin bir hırsız için üzüldüğü nerede görülmüş?"
"Haklısın, üzülme bence de. Buna değecek biri değilim."
Şimdi üzülmüştüm işte. Aşağılamak için söylememiştim ama neresinden tutarsak tutalım ateşle barut gibi zıt kutuplardık.
Hüzünle ona bakarken "Keşke her şey bambaşka olsaydı, daha kolay olurdu," dedim.
Güldü. Sessiz, adem elmasını hareketlendiren ama sadece dudaklarını kıvırmaktan ibaret olan bir gülüş. Gülüşleri nedense hüzünlendiriyordu beni bu gece. Çok içten geliyor ama bi o kadar da yabani bir kamufleyi andırıyordu.
"Sözlerin neden kulağa üzerine bulaşan çikolatayı temizlemeye çalışan bir kız çocuğu gibi geliyor?"
Ne demek istediğini anlamak için ona bakarken "Daha önce bir pislik olduğumu söylemiştim Hacer Gazel Hanım, beni kabullenmeye çalışma artık," dedi. Yine gülümsemişti ama bu sefer tatlıydı. Gözlerinin içi parlarken bakmıştı bana. Bir kız çocuğunu severmiş ya da bayramda eline şeker tutuşturduğu çocuğun yanağından makas alırmış gibi.
Ama ben gülmedim. Çok sevdiğim bir oyuncağı kaybediyormuş gibi hüzünlenip omuzlarımı düşürdüğümde "Niçin polis oldum demiştin?" diye sordu.
"Söylememiştim," dedim iç çekerek.
"Niye oldun?" Sesini tatlı bir hale getirdi. Biraz da teselli ediyordu sanki.
"Hırsızları tutuklamak için. Özellikle bir insanın hayatını çalanları."
Sözlerim ve sesim ciddiydi. Kendini savunma ihtiyacı hissetmiş olacak ki karşılık verdi.
"Daha önce hiç, bir insanın hayatını çalmadım."
Bu savunuşu biraz mahcup hissetmişti beni. Bir hırsıza seni tutuklamak için polis oldum demek ne kadar şefkatliydi?
"Biliyorum bu yüzden tutuklamıyorum seni."
"Teşekkür mü etmeliyim?"
"Dikkat etmelisin."
Mizahının bir sonu yoktu. Sesim kısılınca konuyu mizaha bağlıyordu.
"Mizaha bağladığın her an daha çok merak ediyorum," dedim, oturuşunu düzelterek bana baktı.
Işıkların yan çehresine vuran parıltısı yüzünü seçilir bir hale getirirken o, kollarını önünde bağlayıp kaşlarını kaldırdı.
"Neyi merak ediyorsun?"
"En sevdiğin renk ne mesela?"
Çocuksu sorum onu bir kere daha güldürdüğünde "Önce sen," dedi kıkırdarcasına.
"Bir hırsıza sorulacak en ama en önemli sorulardan biri en sevdiği renktir kesinlikle. Bu yüzden bu eşsiz sorunun sahibinin en sevdiği rengi bilmek isterim doğrusu."
Sözleri hem tatlı bir tebessüm hem de hafif bir alay içeriyordu ama bunu önemsemedim. Bir kere daha sordu.
"En sevdiğin renk ne?"
"Kırmızı."
Beğeni ile başını salladı.
"Senin? Senin en sevdiğin renk ne?"
"İndikolit. Hiç duymadın değil mi? Birçok rengi karıştırarak buluyorsun. Karmakarışık. Tıpkı benim gibi."
Bu gece neden bu kadar hüzünlü konuşuyor ki? Ben mi hüzünlüyüm yoksa o mu belli değil. Her daim atıştığım insana karşılık bile veremiyorum. Sadece öylece bakakalıyorum o kadar. O da sanki bunun bir son olduğunu belli edercesine hiç olmadığı gibi davranıyordu. Usulca fısıldanan bir veda gibi.
Ağzındaki nefesi bir anda dışarı verirken tek dizini karnına çekip diğer bacağını uzattı.
"Nedense geceler hep keder aşılıyor insana. Yapacak bir iş kalmadığı için mi yoksa çaresiz hissettirdiği için mi bilmem."
Yine düşüncelerimi hissetmiş gibi yaptığı açıklama ile onun baktığı yere bakarken geceler hakkında böyle düşünmediğimi fark ettim. Annem ve Turhan'la huzurlu bir uykuya yelken açtığım bir vakitti o kadar. Peki ya kimsesi olmayanlar için? Akşam eve geldiğinde yiyecek bir kap bulamayanlar için. Kendine ait tek bir insanı olmayanlar için?
"Eğer bir şansım olsaydı, hayatı geri sarmak isterdim biliyor musun?"
Onun baktığı şehir ışıklarına doğru bakarken sorusunu düşünüyordum. Düşündüğüm gibiydi değil mi? Hepimiz Haris'i bir hırsız olmakla suçlayıp onun geçmişte neler yaşadığını umursamazken sıcacık evlerimizde ailemizle vakit geçirmeye devam etmiştik.
"Düşünsene" diye devam etti.
"Çözdüğümüz tüm davaları geri alabildiğimizi. İlk katil olan Bahadır'ın hayatını değiştirdiğimizi düşün. Babasının iyi biri olduğunu, annesine iyi davrandığını ve o genç adamın hiçbir kadını öldürmediğini hayal et. Peki ya ikincisi? Eşi ölmemiş olsaydı, tüm o hayvanlar telef olmamış olsaydı. Ne güzel olurdu değil mi?"
Başımı tasdik için sallarken devam etti.
"Ama bu dünyanın düzeni bambaşka. Bahadır o kadınları özellikle seçti diyemeyiz, çünkü şartlanmaları olmasa hepsi onun için birer hiçti. Ya da Cemal sokak hayvanları yerine neden evdekileri seçti? Çünkü zihinlerindeki takıntı onlara kolaydan ziyade zoru yapması için zorluyordu. O yaşlı kadın, sen ona yardım etmene rağmen neden seni tuttu? Kötü olmaya alışmak istiyordu. Şartlarına uymasan bile kötülüğü damarlarında hissetmek istiyordu."
Tüm bunları derincesine düşünmemiş olmamın vehametini yaşarken "İşte bunları düşününce, geri almanın pek de iyi olmadığını anlıyorum. Çünkü geri de sarsak kaseti, illa aynı yerde kopacak ipler," diye tamamladı.
"Derinlemesine düşündüğümüzde bu dünyadaki her şey, olması gerektiği gibi."
Sözlerini hayranlıkla dinlerken düşündüğümden daha derin olan bu insanı yakından tanıma isteği ile dolup taşıyordum. Ben ona odaklanmışken "E sen anlat biraz," dedi.
"Mesela neden Heyzır diyorlar sana? Hakkında soru sorduğumda hadsiz oluyorum ama umarım cevaplarsın."
Kim ona hadsiz demişti? Birileri ben yokken Haris'i benden uzaklaştırıyor mu yoksa?
"A şey," dedim bardağımı onun gibi yere koyarak. "Erkek kardeşim kalp yetmezliği ile boğuşurken bir film izledi."
"Aynı yıldızın altında?"
"Evet, oradaki başroller de hastaydı ve öyle benimsedi ki baş rol kızı benimle bağdaştırdı. Kızın adı Hazel ve Heyzıl diye telaffuz ediyorlar."
"Senin adını da Heyzır diye telaffuz etmeye başladı değil mi?"
Çıkarımları ile gülümserken ben de gülümsedim. Bunca bilgiden sonra devamını getirmek çok olmasa gerekti.
"Kardeşin bence senin gibi bir ablası olduğu için çok şanslı."
Mahcup bir şekilde başımı yer indirdiğimde içimden yüzlerce kez teşekkür ettim. Hem bugün beni büyük bir felaketten kurtardığı için hem de vicdan azabı ile yanan yüreğime su serptiği için. Bir kere daha sessizleşmiştik telefonum çalmaya başladı. Cebimden çıkarıp baktığımda Onur olduğunu gördüm.
"Gece gece hayırdır?" Sorum ile Haris'e baktığımda bana bakıyordu. Beklemeden açtım.
"Alo?"
Uğultulu bir rüzgar sesi doldu kulağıma. Sanki onlardan sonra bize de uğramış gibi saçlarım hafifçe savrulurken "Alo Heyzır, neredeyseniz acil merkeze gelin, müdür çağırıyor," dedi telaşla.
"Ne oldu? Bir vaka mı var?"
"Hem de ne vaka!"
"Hayırdır?"
"Yedi kişi ölülerinin çalındığını söyleyerek şikayete geldi. Peşinden gelen dört kişi ve sonrasında yirmilere ulaştı. Mezarlıktayız şu an, çabuk merkeze gelin. Haris de gelsin, müdür çağırmadı ama bence ona çok ihtiyacımız olacak."
Başka bir şey demeden telefonu kapattığında hızlıca ayağa kalktım. Benimle birlikte ayağa kalkan Haris "Kötü bir şeyler mi var?" diye sordu.
"Bir hırsızlık vakası."
Başını olağan bir şeymiş gibi hafifçe sallarken "Yalnız bu sefer çalınan şeyler ölü," dediğimde aniden bana baktı.
Yüzünü buruşturarak "Ölü mü?" diye sordu.
"Tamam hadi git kolay gelsin, ben de gideyim o halde," dedi ve yanımdan geçerken kolundan tuttum bir anda.
Benden beklenmeyen bir hareketti ve ben de kendimden beklemezdim ama içimden bir hisle yapmıştım işte.
Beklemezcesine sarsılarak durduğunda "Haris," diye mırıldandım.
Ne söyleyeceğimi bilirmişçesine kasıldı bedeni ve yavaşça bana döndü. "Evet?"
Elim onun deri ceketinin soğuk tınısı ile üşürken daha sıkı tuttum. Gitmesine müsaade etmezcesine, bunu hiç istemezcesine. Sözlerim sağır olsa da bakışlarım konuşuyordu yalvarırcasına. Bakışlarımız yüzümüzde hafifçe gezinirken fısıldadım.
"Sensiz yapamayız." |
0% |