Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. Bölüm

@hakugu

 

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

🔳🔳🔳

 

 

 

 

"Hafifçe bir sızı hissedilir yüreklerde.

Kanar kapanmayı becerememiş yaralar.

Gözyaşları birikir gülücük için kıvrılan dudaklarda.

Eller sallanır nazlı nazlı.

Ve uğurlanırken fısıldanır o kelime.

Hoşçakal..."

 

 

 

 

 

 

 

🔳🔳🔳🔳

 

Mükemmel editler, kesitler ve çizimler için sosyal medyada bizi takip edin 👇🏻

instagram

hakugu

wat_profesyonel

profesyonelfanfc

hakugu_tayfa

mevante.art

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

 

 

 

Eğer bir şey olması gerekiyorsa olur. Sizin olması için peşinden koşmanız onun gidişatına bir etki yapmaz. Zorlamanız, baskı uygulamanız ve kendinizi sıkmanız olması için herhangi bir yol açmaz. Olması gerekiyorsa olur. Bu kadar.

 

Böyle düşününce, her şeyi bırakıp, oturduğum yerden olmasını ya da olmamasını bekleyesim geliyor herhangi bir şeyin.

 

Zaten ne yaparsam yapayım olmayacak, ne diye uğraşayım ki?

 

Sulamadığım petunyalar soldu, boş ver zaten kuruyacaktı.

Yağmur yağarken şemsiye almadım, önemli değil zaten ıslanacaktın.

Sevmiyorsa gelmez sana, koşma peşinden.

 

Ama dur bi' saniye...

 

Her şey bu kadar basit değil. Her şey bu kadar keskin değil. Bu hayat elindeki sırıkla yürümeye çalışan bir cambazın kurallarla dolu sirki değil. İnsanlar basit mekanizmalar değil. Öyle kolay olsaydı bunca vahşet işlenir miydi?

 

Burası, dünya...

 

Alice harikalar diyarında olsaydık şayet bir ihtimal bu düşünceler gerçeği yansıtırdı fakat burası dünya. Öyle her şey kurallı olarak işlemez. Olmayacak şeyler olur bazen, şaşırır kalırsın bu efsunlu gidişata. Hem mucizeler gerçekleşir en güzelinden hem de basit bir şey dönüşür amasız bir kaosa.

 

Evet, kaderinde ne varsa o olur ama kader de aşıktır gayrete. Çabalarsan boğulduğun sütün üstünde yağ oluşur ve üstüne basıp çıkarsın.

 

Kurallar değişir, şehirler yıkılıp okyanus olur. İnsanlar değişir, merdivenin altındakiler üste çıkıverir. Kaybolanlar bulunur, yanındakiler görünmez olur. Sular çekilir, çöl olur. Develer kayık olur, yollar yılan. Aşılmayan dağlar seni sevdiğine götürecek tünel olur zamanla.

 

Çabalarsan, solanlar çiçek açar. Çabalarsan şemsiyenin altından bile görebilirsin gökkuşağını. Ve eğer çabalarsan, sevdiğin kişinin kalbindeki seni ona gösterebilirsin.

 

Çabalarsan olabilir. Olmayanlar da olabilir. Ve sen, olması gereken şeylerle olamamış şeyler arasındaki farkın ne olduğunu bile anlamazsın bu hengamede.

 

Parmaklarım Haris'in deri ceketi ile sarılı bileğini sıkarken, boş vermişlikten öte bir çaba ile ona bakıyordum. Çabalarsam onu kendimize katacakmışım gibi geliyordu. Onun kim olduğunu umursamadan yaptığım bu ısrar, gerçekte karşımdakini hiç düşünmeden gerçekleştirdiğim bir dilekti.

 

Gecenin zifiri karanlığı yıldızlar ve şehir ışıkları ile aydınlanırken, şiddetini artıran rüzgar ikimizin de saçlarının arasından geçip gidiyor ve gözlerimizin de nemlenmesine neden oluyordu.

 

Haris'in düşünceli bakışları yüzümde gezinirken olumlu bir yanıt vermesini bekliyordum.

 

Yavaşça dudaklarını ıslattı ve bileğini tutan elime baktı.

 

"Şu an, bir kelebeği parmaklarının arasında sıkıştırdığının farkında mısın?"

 

Onun gibi bakışlarımı kendi parmaklarıma indirdim. Tutuyordum evet ama bunu kötü bir niyetle yapmadığımı sanıyordum.

 

"Ve iyice sıkıyorsun ki...ölsün." Gözlerini kısarak söylediği şey, dilemediğim ama bunu çok da önemsemediğim bir şeydi. Haris'ti o, istemese engel olurdu. Bir başkasının rüzgarına kapılıp gidecek yaprak olamayacak kadar asiydi. Ben onu tutuyorum diye kapana kısılmadı ya?

 

Yine de elimi geri çektim ve gözlerine baktım.

 

"Öyle bir niyetim yok sen de biliyorsun."

 

O da kendi bileğini önüne çektiğinde kaşlarını kaldırarak bir yeri işaret etti. Yüzünde anlamamı ve ona hak vermemi isteyen bir duygu vardı.

 

"Ama onların niyeti bu. Beni yok etmek. Anlasana Heyzır, kimsenin benim iyiliğimi istediği yok. Ve ben, adalet için çalışmayı yıllar önce bıraktım."

 

Ona karşılık vermek için kendimi zorlasam da mantıklı bir çıkış bulamıyordum. Sadece, sadece gitme demek istiyordum o kadar. Belki her şey düzelir? Hem neden bu haldesin? Hiç çıkış yolu yok mu? Yardım ederdim...belki?

 

"Ben, kendi çöplüğümde mutluyum," diye devam etti. "Uzun süredir bir çöp gibi yaşıyorum. Artık öylesine benimsedim ki gerçekten ne zaman temiz bir insan olup, iyi bir hayat sürdüğüm bile anımsamıyorum. Üstelik temizlenmek de istemiyorum."

 

Sesini kısıp bakışlarını yere indirerek mırıldandı.

 

"Zaten artık çok geç."

 

Bunu kendi kendine söylemiş gibiydi ama ben de duymuştum. Onun bu çıkmaz düşüncelerine hızla tepki verdim.

 

"Hiçbir şey için geç değil. En baştan başlayabilirsin. Üzgünüm ama seninle ilgili bilgiler araştırırken hukuk kazandığını öğrenmiştim..."

 

Devam etmeme izin vermeden karşılık verdi.

 

"Hey hey yeter tamam mı?"

 

Kaşlarını çatıp iki elini de havaya kaldırarak durdurdu beni. Gözlerini de kapatmış olması gerçekten dinlemek istemediği anlamına geliyordu.

 

"Gerçekten, yeter," diye devam etti bıkkın bir ses tonu ile.

 

"Bilmiyorsun. Daha kötüsü anlamıyorsun. En beteri ise asla ama asla anlayamayacaksın. Sen hiç," dedi sinirlenip işaret parmağı ile beni göstererek.

 

"İnsanların senden iğrenmesi nedir bilir misin? Yanlarına gelip iki çift laf etmek istediğinde dikkatlerini senden öte kendilerinin güvenliklerine vermeleri, seni vebalı bir hasta gibi y da bir tür canavar gibi algılamaları ne demektir bilir misin?"

 

Sesi iyice yükselmişti ki eli ile saçlarını karıştırdı sinirle.

 

"Ben merkezde geçirdiğim her gün daha da boğuluyorum, sen gelmiş bana sensiz yapamayız diyorsun."

 

"Öyle bile olsa bir kere daha denesen olmaz mı?"

 

"Şu an bir hırsıza yanında kalması için yalvardığının farkında mısın?"

 

Ağzım açık bir şekilde ona bakarken yüzünü buruşturarak sormuştu.

 

"Yalvarmak?" diye sordum onun gibi kaşlarımı çatarak.

 

"Bir arkadaştan istenilen bir rica ne zamandan beri yalvarmak oldu?

 

"Arkadaş mı?" Alayla güldü. Kalbimi kıran bir gülüştü bu. Gerçekte onun için hiçbir şey ifade etmediğimin açıkça dile getirilmesi ve ne düşüneceğimi de umursamadığının bir nişanesi gibiydi.

 

"Arkadaşın mıyım gerçekten? Hani o insanlara ya da ailene," deyip alt katı işaret etti.

 

"İçin rahat bir şekilde tanıtacağın türde biri miyim? Gerçekten benimle yan yanayken güvende hissediyor musun kendini?"

 

Her cümlesinde bana daha çok yaklaşıyor ve sorgulayıcı bir tavırla işaret parmağı ile beni gösteriyordu.

 

"Benim aslında kim olduğumu bilmeden, adımı, yaşımı, ailemi ve geçmişimi bilmeden bana inanıyor musun gerçekten?"

 

Yüzlerimiz birbirine o kadar yaklaşmıştı ki nefesini yüzümde hissedebiliyordum.

 

"Arkadaşın mıyım gerçekten?" diye fısıldadığında, tüylerim diken diken oldu.

 

Yanağını yanağıma yasladığında kalbim deli gibi atmaya başladı. Yüzünü hafifçe aşağı doğru indirdiğinde yeni çıkmaya başlayan sakalları sürttü içimi ürperterek.

 

"Mesela ne kadar arkadaşız anlatsana biraz?"

 

Yerimden hareket etmememin nedeni ondan korkmadığımı göstermek içindi ama o bunu sonuna kadar kullanarak sonuna kadar yaklaşıyordu bana. Sesini net duyamıyordum, fısıldıyordu usulca.

 

"Birlikte alışveriş yapacak kadar yakın mıyız mesela?"

 

Yüzünü hafif geri çekip alnıma düşen saçlarımı okşayarak düzeltti. Baş parmağı kaşımı düz bir çizgi olarak geçtiğinde yutkundum.

 

"Yoksa korkar mısın cüzdanını çalacağımdan?"

 

Nefesim boğazıma tıkılmışken kolu belime dolandı.

 

"Annene neden gerçekleri söyleyemedin arkadaşım?"

 

Arkadaşım kelimesine bastırarak söylerken ses tonu derinlerden gelen baskın bir hırıltıyı andırıyordu.

 

Yüzü bu sefer de diğer yanağıma değerken soğukluğu ile gözümü kapattım.

Eli belimden yukarı doğru çıkarken hırkamın bir bölümü avuç içlerimde sıktım.

 

"Evinizden bir şey çalmış olabilir miyim sence? Odana iyi baktın mı? Kıymetli eşyalar yerinde duruyor mu acaba?"

 

Yüzünü yeniden geri çekip alnını alnıma yasladığında açtım gözlerimi. Bana bakıyordu ama o kadar yakındık ki çenesini görüyordum net bir şekilde sadece. Dudakları bir şey söylemek için aralanırken gözlerim nereye bakacağını şaşırmıştı.

 

"Bu çocuk ne yapıyor? Yoksa bir psikopat mı? Bana neden bu kadar yaklaştı? Bir ihtimal beni öper mi? Botlarında bıçak var mı ki? Sahi hiç birini öldürmüş müdür? Silahımı keşke yanıma alsaydım... Düşünüyor musun bunları? Hım?"

 

Hırıltı ile çıkan sesine karşılık veremeyecek kadar etkisiz hale getirmişti beni. Soğuk eli yanağımda zikzaklar oluşturan dokunuşları ile inerken, çenemde durdu. Narince çenemden tutup yüzümü kaldırdığında gözlerimi ona çevirdim.

 

O kadar yaklaşmıştı ki bedeni tamamen bana değiyordu ve ben, bir kuş gibi titriyordum.

 

"Söyle bakalım arkadaşım, elimde ne var?" diye sorduğunda kaşlarını da kaldırmayı ihmal etmedi.

 

Beni sınıyordu. Önce umursamadım. Alabileceği neyim var ki? Sonra birden aklıma bir şey geldi. Hızla geri çekilip boynumdaki babamın kolyesini kontrol ettiğimde içimdeki telaş yüreğime yansımıştı. Her şeyi alsa bile onun alınmasına asla izin veremezdim. O benim hayattaki tek uğurumdu. O benim kendime verdiğim sözümdü. O benim, dayanma gücümdü.

 

Elim boynumdaki kolyeye giderken onun havada duran boş eline baktım, acınası bir gülüşle bana bakıyordu.

 

"Gördün mü bak, sen de onlar gibisin."

 

Gözlerim yavaşça dolarken dişlerimi sıktım.

 

"Beni kandırdın."

 

"Öyle," dedi ciddileşerek. "bu benim." Omuzlarını umursamazsa silkelerken ellerini pantolonun ön ceplerine yerleştirdi.

 

"Yalan söylerim, dolandırırım, çalarım, bencilim, hadsizim, pisliğin tekiyim ve arkadaş edinilemeyecek kadar da iğrenç bir yaratığım."

 

Bağırıyor ve öfke kusuyordu. Hızlı hızlı nefes alırken elmacık kemiğime doğru süzülen tek damla yaşı elimin tersi ile sildim.

 

"Benden uzak dur," dedi ses tonundaki donuk ifade ile.

 

"ben senin elini tutacağın biri değilim. Dahası, elimi tutarken eline bulaşan pislikten ötürü rahatsız olmanı engelleyecek kadar yüce gönüllü hiç değilim."

 

Çenem titrerken sözlerinin ne kadar kırıcı olduğunu düşünüyordum.

 

"Haklısın," dedim sessizce. İçime gömdüğüm onca duygudan sonra kuruyan dudaklarımı ıslatıp yüzümü kaldırdım. Gözbebekleri titrerken kaşlarını çattı.

 

"Herkes yerini bilmeli."

 

Saçlarımı elimle düzelttiğimde derin bir nefes aldım. Biraz önceki onca cümlesin eşkıyanla enim tek cümlem onu benden daha fazla kırmıştı sanki.

 

"O halde kusura bakma. Üzgünüm, senin kadar zeki olamadığımız için, yoksa ne diye senden medet umalım?"

 

Bıkkınlıkla ile bir nefes verdi. Nefesi havaya karışırken "Yolun açık olsun," dedim kaşlarımı kaldırarak.

 

"Ama dikkat et de çıkmaz sokaklarda karşılaşmayalım. Bu defa bir arkadaş olmadığını kesinlikle anımsayacağım."

 

Hayal kırıklığı ile bana bakarken gözlerimi devirdim. Yanından öylece geçip giderken tek kelime bile edememişti. Sert adımlarla çatıdan inerken onu ardımda bırakmanın bana hissettirdiği boşluk hissi ile yürümeye devam ediyordum.

 

Kırılan kalplerimiz, birbirine yetişemeyen yüreklerimiz ve tutsa bile uzaklaşmaya mahkum ellerimiz ile vedalaşırken, solmaya yüz tutmuş bir gül gibi yavaşça büzüştü ruhlarımız.

 

Olması gerektiği gibiydi belki her şey, ama kabullenmedik yine her zamanki gibi. İstedik hep daha fazlasını. Arzuladık hep daha ilerisini. Fakat yine elimizde kaldı koskoca bir uçurum karmaşası.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

Merkeze geldiğimde ortalık savaş alanı gibiydi. Şikayet için gelmiş insanlar ölülerinden parçalar getirmiş mezarların yer değiştirdiğini söylüyordu. Birinin elinde tuttuğu kemik ile burnumu tuttuğumda yüzümü de buruşturdum. Buraya getirmelerine gerek var mıydı bilmiyorum ama bir an önce bizimkileri bulsam iyi olacaktı. Yoksa aralarına beni de almaları işten bile değildi.

 

Gecenin ilerleyen saatleri de olsa insanlar var güçleri ile kendilerini savunmaya devam ediyordu. Ofise doğru yürürken polis arkadaşların kalabalığı yavaş yavaş dağıttığını gördüm. Onlar dağılsa bile bu nasıl bir işti? Kim neden artık kimseye faydası ya da zararı olmayan ölüleri çalardı ki? Üstelik bir değil, on değil...

 

Zaten açık olan ofis kapısından içeri girdiğimde toplantı masasının çoktan hazır olduğunu Emre'nin de projeksiyonu ayarladığını gördüm. Beklemeden içeri girip selam verdiğimde hemen bir sandalye çekip oturdum. Bizimkileri yine suratı düşmüştü, fazladan da yüzlerinin rengi çekişmişti. Sanki mide bulantısı geçirmiş ve hala daha kendilerine gelememiş gibiydiler. Hoş ben de mezarlıkta inceleme yapsam ve o sahneleri görsem benim de midem bulanırdı.

 

"Haris gelmedi mi?"

 

Onur sessizce sormuştu. Meriç duyup da bir şey demesin diye ben de sessizce karşılık verdim. Başımı iki yana sallayarak cevap verdiğimde Emre de bize bakıyordu. Kendi aramızda anlaşmamız bitmişti ki Meriç elindeki kağıtların bir bölümünü bana uzattı.

 

"Heyzır burada çalınan ölülerin mezarları var. Biz hemen olay yerine intikal ettik ancak hava karardığı için pek bir şey anlayamadık. Yine de belki bir fikri olur diye gece görüşlü kamera ile resimlerini çektik."

 

Elime tutuşturulan resimlere bakarken düzeni hafifçe bozulmuş ama dikkatle bakmayan birinin kolay kolay anlayamayacağı aslında sıradan görünen mezarlar gördüm.

 

Yine de iyice dikkat kesildiğinde insan yukarıda biriken toprağın taze olduğunu ve taşların da hafif oynatıldığını anlayabilirdi. Mezar ilk kurulduğunda yerleştirilen taşların bir bölümü toprakla birleştiği için iz yapmış ama sonradan yerinden kaldırıldığı ya da kaydedildiği için bu izler yukarı çıkmıştı. Bunun bir insan tarafından yapılıp yapılmadığı şüphe uyandırsa da buna benzer fotoğrafların da olduğunu görmek şüpheyi gidermeye yetiyordu. Tüm mezarlar aynı şekilde değişime uğramıştı.

 

"Aslında bu olay geçen ay başlamış. Velayet davası için DNA'sından örnek alınması gereken Faik Tanpınar'ın mezarındaki ceset kendisine ait çıkmamış. Dahası, ceset dokuz sene önce gömülen Faik Beye göre tazecikmiş. Araştırmalar cesedin Asiye Sever isimli genç kıza ait olduğunu gösteriyor."

 

Kaşlarımı çatmış bir halde hem resimlere bakıyor hem de Meriç'i dinliyordum. Emre hazırladığı projeksiyon ile resimleri yansıtmayı başardığında Onur başını iki yana salladı. Olay git gide tuhaf bir hal alırken hepimiz bir miktar dehşete kapılmadan edemiyorduk. Böylesine bir iş organize bir planı andırıyordu.

 

"Neden başka bir mezar kazmak yerine adamın mezarına gömmüşler ki?"

 

Emre yüzünü buruşturarak sorduğunda Onur da onu destekleyen bir tavır ile başını salladı.

 

"Burada asıl soru o değil," dedi Meriç.

 

"Asıl soru, edilen Faik beyin cesedi nereye gitti?"

 

Parmak uçlarım elimdeki kağıdın pürüzsüz dokusu üzerinde gezinirken sanki mezardaki kişiye dokunuyormuşçasına içim titredi. Eğer giden kişi tek bir tane olsaydı bunun şahsi olduğunu düşünür ve avlanması daha kolay bir katil olarak görerek kolayca odaklanabilirdim ama şimdi, sayı bu kadar fazlayken, kim, neden cesetlerle uğraşır ki?

 

"Bu olayın üstü nasıl kapatıldı bilmiyorum ama iki hafta önce de mezarlık görevlisinin mezarların birileri tarafından yağmalandığı şikayeti ulaşmış merkeze."

 

Bu noktada hepimiz Meriç'e bakmıştık. Ben elimdeki kağıtları sıkarken bakarken, Emre projeksiyon perdesinden başını çevirerek bakmış, Onur da alt dudağını ısırarak bakmıştı. Çünkü bu son açıklama işin çok boyutlu bir şey olduğunun en büyüm kanıtıydı. Böylesi bir dava, bazen içinden çıkılmaz bir bulmacaya dönüşüyordu.

 

"Ulaşmış diyorum çünkü," Meriç tek tek hepimizin gözünün içine bakarak devam ediyordu.

 

"her ne hikmetse böyle bir dava bize verilmeden kapatılmış. Ayrıca mezarlık görevlisine de iki haftadır ulaşılamıyor. Biri ya da birileri," Meriç elindeki dosyayı masaya atarak tamamladı cümlesini.

 

"Zavallı adamı öldürmüş olabilir."

 

İçimdeki huzursuzluk veren his tüm bedenime yayılırken, ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yine birbirine girmiş karmaşık bir iş bize sinsice gülümsüyordu ama bu sefer çıkış yolu bulabilecek miydik?

 

Bundan öncesinde Haris'e istemeden de olsa sırtımı dayamışken şimdi kendimi devrilmek üzere olan kırık bir sandalye gibi hissediyordum.

 

Elimdeki resimlere bakmaya devam ederken açılan kapıdan sonra hepimiz ayağa kalktık. Gelen kişi müdürdü ve yine o buhranlı haline dönmüştü. Hani şu, çözülemeyen davalar ile içinden çıkamadığımız kara günlerdeki hali gibi.

 

"Oturun oturun, zira bundan sonra oturabileceğimizi hiç sanmıyorum."

 

Onun el işareti ile hepimiz otururken "Mn bilgi verdin mi Meriç?" diye sordu.

 

"Evet efendim."

 

"Evet o halde ben de üzerinden geçeyim."

 

Emre elindeki projeksiyon kumandası ile programın yazılı olduğu görseli açacakken "Sen de otur Emre," dedi müdür.

 

"Artık eskisi gibi tek başımıza değiliz biliyorsunuz. Yaptığımız planlamalar da bir işe yaramayacak."

 

"Nasıl yani?"

 

Onur merakla sorduğunda "Şöyle ki," diyen müdür ayağa kalkmıştı.

 

"İstanbul da bu davanın için de olmak istiyor. Bal kabağı davasından sonra bu ekibin başarısı kimilerinin dikkatini çekmiş olmalı."

 

"Ekip mi yoksa bir hırsızın başarısı mı?"

 

Emre'nin fısıltısını sadece ben duyarken müdür devam ediyordu.

 

"O yüzden yeni ekip gelene kadar bekleyeceğiz mecburen. Onlar da gelip gruba dahil olunca yeni bir planlama yapıp öyle başlayacağız davaya."

 

İtiraz edecek tek bir gücümüz yoktu. Bu resmen bizi yavaşlatıyordu. Yine de başta müdür olmak üzere hepimizin eli kolu bağlanmıştı.

 

"Dinlenin şimdi biraz. Hepiniz merkezde kalın ama herhangi bir adım atmayın."

 

Müdür işaret parmağı ile bizi tehdit edercesine uyarırken bir kere daha ayağa kalktık. O kapıdan çıkıp gidene kadar uğurlarken bir önceki silik moraller tamamen yok olmuştu.

 

Kapının kapanmasıyla Onur'un masaya bir tekme atması ve Emre'nin "Vay anasını be!" diye bağırması bir olmuştu.

 

"Ulan resmen kuklaya çevirdiler bizi."

 

Emre adeta sinir küpüne dönmüştü. Meriç'in de onlardan aşağı kalır yanı yoktu ama tepkisi daha sakin ve içe dönüktü.

 

"Bunların derdi gerçekten davaları çözmek mi merak ediyorum?"

 

Onur'a bakarken ben de onunla aynı şeyi düşünüyordum.

 

"İçimden bir ses bu davanın ucunun çok pis şeylere dokunduğunu söylüyor. Basit bir hırsızlık vakası değil kesinlikle. Baksana, çalınan ölüler bir yana bu işle alakası olabilecek herkes ortadan kaldırılmış."

 

Emre de kendi fikrini söylediğinde içimi derin bir huzursuzluk kaplamıştı. Neden her şeyin sonuna gelmişiz gibi hissediyordum?

 

Yolun sonu, uçurumun sonu ve ömrün sonu gibi acı bir tat bırakıyordu ağzımda.

 

Gece kapatırken birçok şeyin üzerini, bizler de kendi kabuklarımıza tıkılmıştık. Bir umutla güneşin ışığını beklerken, elveda fısıltısı yükseliyordu nedensizce.

 

🔳🔳🔳🔳🔳

 

"İşgüzar polisler ne olacak! İban verdim, adres verdim, yine de beni ayaklarına çağırıyorlar. İşe yaramazlıkları asla şaşmıyor, asla."

 

Haris söylene söylene merkezin koridorlarında yürürken buraya bir daha gelmeyeceğini düşündüğü için kendini kötü hissediyordu. Aklında tamamen bitirdiği bu yere yeniden dönmek canını sıkmış dahası diğerlerine görünme endişesi ile sarmalanmıştı. Eğer ekipten biri ile karşılaşırsa açıklaması gereken birçok şey olacaktı ve bunu dün Heyzır'a anlatırken hiç de tahmin etmediği şeyler olmuştu. Şimdi aynı şeyleri bir kere daha yaşamak istemiyordu.

 

Etrafta kimsecikler yokken rüzgar gibi bir hızla ilerliyor ve bir aylık çalışması için ödenecek olan tutarı almak adına yetkili birilerini bulmaya çalışıyordu.

 

Uzun koridoru dönmüştü ki tam karşısında beliren Gamze ile neredeyse çarpışacak gibi oldular. Gamze hafif bir çığlık atıp geri çekilirken Haris ellerini iki yana açtı.

 

"Sakin sakin, benim. Bu ne telaş?"

 

"Ay Haris sen miydin?"

 

Gamze baş parmağı ile üst çenesini kaldırırken derince bir de nefes aldı.

 

"Of sorma dün geceden beri sarhoş gibiyiz. Mide falan kalmadı."

 

"Yeni dava ile mi ilgili?"

 

Gamze ellerini beyaz önlüğünün ön ceplerine koyarak başıyla onayladı.

 

"Bizimkilerin canı çıktı resmen. Hiç uyumadılar ama muhtemelen ofiste kıvrılmışlardır sağa sola."

 

Bakışlarını sağa kaydıran Haris sağ kaşını hafifçe kaşıdı. Davayı merak ediyordu ancak buradaki işini tamamen bitirdiği için başka soru sormadı.

 

"Heyzır'ı çağırayım mı istersen?"

 

Hızla gözlerini açan Haris iki elini salladı telaşla.

 

"Hayır hayır, hiç gerek yok. Zaten ben de birine bakıp gideceğim."

 

"Hım, seni hep Heyzır'la görünce gözüm alışmış. Tamam nasıl istersen."

 

"Hep onunla birlikte değildim."

 

Saçma bir açıklama ile karşılık veren Haris'e gülümseyen Gamze başka bir şey demeden hafifçe omzuna dokundu genç adamın. İkisi de bu açıklamanın yersiz olduğunu biliyordu ama Haris neden böyle bir açıklam yaptığını bilmiyordu.

 

Gamze bir iki defa Haris'in omzuna yavaşça vurduktan sonra "İyi şanslar," diyerek yanından geçti.,

 

Gamze yanından geçerken gözlerini kapatarak saçmalamasını kendine yediremeyen Haris ayağı ile hafifçe yere vurdu. Kontrollü ve tüm ipleri elinde tutan Haris, şimdi ne oluyor da tuhaf tepkiler veriyordu?

 

"Hep onunla birlikte değildim ne demek geri zekalı? Kime neyi açıklamaya çalışıyorsun?"

 

Daha fazla olay istemediği için beklemeden yürümeye başladı. İsteği, kimseye görünmeden parasını alıp gitmekti.

 

Biten koridorlar sonunda temizlik görevlilerinden biri ile karşılaştı.

 

"Selam abi, müdür ya da ona benzer bir şey var mı buralarda?"

 

Haris'in espirisine gülen görevli "Alt kata in, müdürün odası orda. Yemeğe çıkmıştır, gelir birazdan," dedi.

 

Haris de ona gülerek karşılık verdiğinde alt kata inen merdivenlere doğru yürümeye başladı. Birkaç dakikanın sonunda müdürün odasına geldiğinde iki kere tıklatarak içeri girdi. Boştu.

 

"Dünyada kaç hırsız emniyet müdürünün odasına elini kolunu sallayarak girer ki? Güvenlik kimlere kaldı ehey!"

 

Haris işe yarar bir şeyler var mı diyerek etrafa bakarken önce masasına geçti müdürün. Dosyalar, kalemler, defterler, ajandalar...

 

"Pelin'e bak, aynı babası."

 

Masanın üstünden aldığı resme bakarken Pelin müdür ve eşinin resimlerini inceledi bir süre.

 

"Kolay hayatları olan zora sevdalı insanlar, sinir bozucu."

 

Çerçeveyi yeniden yerine koyduğunda masanın çekmecelerini açtı. Biraz çikolata, bir miktar para ve kağıt parçaları vardı.

 

İşe yarar bir şey bulamayınca masadan ayrılıp kütüphaneye yaklaştı. Boy boy kitaplar, tuhaf biblolar, alınmış ödüller ve bir de dosyalar vardı.

 

"Personel dosyası."

 

Dikkatini çeken dosyaya yaklaşıp eline aldı.

 

İlk sayfada Meriç vardı.

 

"Otuz yaşında mıymış?"

 

Şaşkınlıkla bilgilerini incelerken İstanbullu olduğunu da gördü.

 

Sırası ile Onur ve Emre'nin dosyalarına da baktığında son dosyanın Heyzır'a ait olduğunu gördü ve açmak için eli gitmedi. Sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi huzursuzluk hissi tüm bedeni sardığında hızla kapattı.

 

"Merak etmiyorum zaten," dedi ve dosyayı hızla yerine koydu.

 

Kütüphaneden uzaklaşırken bir süre etrafta oyalandı ama ayakları yine aynı yere götürdü onu. Diğerlerine yalan söylemek kolaydı, insanın kendine söylemesi ise nerdeyse imkansız bir şeydi.

 

Dosyayı yeniden aldığında direkt son dosyayı açtı.

 

Heyzır'ın resmi gülerek ona bakarken bir süre sadece resme baktı. Sanki bitmesini istemediği bir kitapmış gibi yavaşça ilerlerken gözleri sırası ile ismine, yaşına, doğum yerine ve diğer tüm bilgilerine kaydı.

 

"Oğlak burcuymuş," dedi beğeni ile gülümseyerek.

 

"Peh! Neden bu kadar inatçı olduğu anlaşıldı."

 

Burcuna takılmışken "Ben ne burcuyum ki?" diye sordu kendi kendine.

 

Hemen sonrasında esefle bir nefes verdi.

 

"Daha hangi ayda doğduğumu bile bilmezken burcumu nereden bileyim?"

 

Bilgilere devam ederken babasının şehit edildiğini okudu. Kaşları olayı okurken çatılırken üstü kapalı bir olay gibi bir hisle kapanmıştı. Gerçekten emniyet doğruları mı yazardı her zaman?

 

"Babası da polismiş."

 

Dosyayı incelemeye devam ederken arka sayfasındaki boydan boya kırmızı çarpı işareti dikkatini çekti. Gekişi güzel de atılsa bu işaret genelde birini mimlemek için ve sırasın onda olduğunu belirtmek için kullanılmaz mıydı?

 

Makamca yüksek kişilerin dikkatini çeken astların ortadan kaldırılması için önceden yapılan bir iz gibiydi sanki. Acaba tüm polislerde aynı işaret var mıydı?

 

Beklemeden diğerlerinin dosyalarına tekrar baktığında tek çarpının Heyzır'ın dosyasında olduğunu gördü.

 

"Neden? Bu çarpı da neyin nesi?"

 

Sonra daha dikkatli baktığında aralara sıkıştırılmış bir küçük kağıtla daha karşılaştı.

 

"Ölü yiyenler Hacer Gazel."

 

Okuduğu cümlenin ne anlama geldiğini anlayamıyordu. Bu bir şifreydi muhtemelen ve hiç de hoş bir his vermiyordu.

 

İçindeki huzursuzluk dolu nefesi dışarı verirken dosyayı daha iyi inceledi ve resimler çekti ama başka bilgi yoktu.

 

"Heyzır adeta işaretlenmiş. Neden? Bu davada ne olacak?"

 

Dosyayı yeniden yerine koyarken düşünmeye devam ediyordu.

 

"Bu işi ancak müdür bilebilir. Başkalarının görmesi ihtimaline karşı gizlice işaretler koymuş. Peki ben nasıl öğreneceğim? Müdüre nasıl ulaşabilirim ki? Adam iki dakika bile beni dinlemez, kaldı ki eğer bu mesele tahmin ettiğim gibiyse ağzını açmayacaktır."

 

İçindeki nefesi bir kere daha verdiğinde aklına bir fikir geldi. Hiç hoşlanmasa da başka çıkışı yok gibiydi. Bir kere daha profesyonelce davranmaya zorlanıyordu.

 

Düşünceleri gözlerinin önünden geçip giderken hayali bir noktaya bakarak mırıldandı.

 

"Bu bilgilere ulaşmamın tek bir yolu var."

 

🔳🔳🔳🔳

 

Hepimiz sıra ile dizilmiş yeni gelen polisleri beklerken Emre fısıltı ile "Umarım içlerinden biri stajyerdir yoksa onlara asla içecek hazırlamam ben," dedi.

 

Onur koluyla onu dürterken Meriç eğilerek ikisine de çatık kaşları ile baktı.

Yine de Emre'yi kimse durduramayacağı gibiydi. En nefret ettiği şeylerden biri birilerine bir şeyler yapmaktı ki buna Onur da dahildi. İkisi de biraz bencildi. Aslında bayağı bayağı bebeciklerdi ve biraz da tembel. İşin aslı felaket derecede bencil, tembel ve agresiflerdi. Gerçi Emre Onur'a göre daha sempatik ama yine de onun da sabır seviyesi pamuk ipliği gibidir.

 

En baştaki müdür bizi özenle sıraya dizmiş, ellerimizi arkamızda bağlatmış, fazladan da kravatlarımızı sıkıştırarak bir kırmızı halı serdirtmediği kalmıştı. Bu ihtimamın tamamı koltuğunu kimseye kaptırmamak içindi. Bir şekilde köleleştiriliyorduk.

 

İstanbul'un taşı toprağı altındır dedikleri bu olsa gerekti. Oradan gelen polisler bile bizden daha önemli oluyordu. Aldığımız terfiler kimin umrunda, bizler taşranın yüzü güneş yanıkları ile dolu olan çocuklarıyız o kadar.

 

Nihayet kapı açılınca geldiklerini anladık. Kapı çok az aralık bırakılmışken biri başını uzattı hafifçe ve gülerek sağa sola baktı.

 

"Ah şekerlerim de buradaymış."

 

Emre ve Onur'un yüzü buruşurken Meriç'in de onlardan farkı yoktu.

Birkaç adım sonunda önümüze kadar gelen kişi tamamen pembeye bürünmüş yaşça olgu biriydi. Polis miydi gerçekten? Yani elbette insanların kıyafetleri kendilerini ilgilendirir ama neden? Neden pembenin her tonunu es geçmeden kullanmış ki?

 

Fuşya rugan ayakkabıları, toz pembe takım elbisesi, takımına göre daha koyu pembe papyonu ve kulağındaki pembe küpeleri ile pembeyi adeta yaşıyordu. Hatta daha da incelendiğinde saçlarının arasındaki pembe teller, pembe saat ve gömleğinin içindeki pembe atleti.

 

"Ay güzellerim benim, bizim için mi bekliyordunuz siz?"

 

Ellerini önünde birleştirip bir kız gibi kısa saçını kulağının arkasına sıkıştırdığında birinden kusacakmış gibi ses geldi. Hemen yanımdaki Emre ağzını tutarak arkasını döndüğünde bunu bilinçli olarak yaptığını düşünüyordum. Çok geçmeden müdürün tıslayan sesi işitildiğinde Emre de önüne dönerek bu gözleri kanatan manzarayı seyretmek zorunda kaldı.

 

"Efendim hoş geldiniz ben emniyet müdürü..."

 

Müdürün cümlesini bitirmesini beklemeden sarılan kişi bir de yanaklarından öpünce bence Emre'ye hak vermişti herkes. Bu insan sadece pembeye takıntılı değil bizi de renkten renge boyayacak ender bulunan biriydi. Bu öpücükler yalakalığın her tonunu sergileyen müdürün yanaklarını doldururken önce Meriç göz ucuyla baktı sonra hafif eğilen Onur sonra daha fazla eğilen Emre ve en son ben baktığımda bu sahnenin kayda alınması gerektiğini düşünüyorduk. Böylelikle her yiğitle aşık atılmayacağını anlamış olurdu çok sevgili müdürümüz.

 

Bu pembe jölemsi öpücükler müdürün yüzünün renkten renge girmesine neden olurken tıpkı şoka girmiş bir robot gibi herhangi bir tepki veremiyordu. Bu, felaketin ayak izi değil de neydi?

 

"Ben de memnun oldum şekerim ben de canım. Ay bu arada kendimi tanıtmadım değil mi? Ben Memati Şekerci tanıştığımıza çok memnun oldum kuşlarım."

 

Müdürü adeta şoka girmişçesine hayali bir noktaya bakıp hayatını sorgularken Memati Meriç'e de aynı şekilde sarıldı ve öptü. Zavallı Onur da aynı şekilde karşılandığında sıra Emre'ye gelmişti ki Emre hızla geri çekildi.

 

"A, ben hastayım. Virüs var bende. El sıkışalım sadece," dedi. Bir tereyağı gibi her şekilde erimesini ve istediği yöne kıvrılmasını biliyordu. Şimdilik kaçmıştı ama Memati'nin pek onu bırakmaya niyeti yok gibiydi.

 

Emre'nin geri çekilip uzaktan uzattığı elini tutan Memati gülerek Emre'nin elini sıkarken "Senin adın ne şekerim, bayağı yakışıklıymışsın," diye sordu.

 

Emre yine kusmak için kendini zor tutuyordu ki "E,Emre," diyebildi.

 

"Yalnız bana burada öküz boğan derler, pembedir jölemsi şeylerdir nefffret ederim. İğrenirim ve kusarım o derece yani."

 

Emre kendinden beklenmeyecek bir ses tonu ile karşılık verdiğinde Memati'nin tümden değiştiğine tanık oluyorduk. Bayılacakmış gibi kıstığı ateşli gözleri ile Emre'ye bakarken "Bayılırım öküz boğanlara, dedi.

 

Gülmemek için kendimi zor tutarken Emre'nin oyununun tutmadığını görüyordum. Memati'den kaçtıkça resmen ona koşarak geliyordu.

 

Emre'den sonra sıra bana geldi. Gayet nazik bir şekilde el sıkıştık.

 

"Hanımefendi?"

 

"Beyefendi?"

 

Karşılıklı reveranslarımız bittiğinde hala daha Memati'ye bakan Emre, Memati'den gelen bir göz kırpış ile titremeye başlamıştı. Anlaşılan bu ikili bize çok büyük eğlenceye neden olacaktı. Hem Emre başlı başına eğlence için ölen biri değil miydi? İşte şimdi asıl eğlence başlıyordu.

 

Kapıdan giren diğer kişi önce sağını solunu sonra tavan ve yeri dikkatle incelerken sürekli elindeki mendile elini siliyor ve sanki ona dokunan biri varmış gibi arada bir ani reflekslerde etrafına bakıp duruyordu. Tedirgin ve belki biraz da ürkek bir şekilde yürüyen bu kişi bizi de germişti.

 

"Hoş geldiniz."

 

Müdür gelen kişinin elini sıkmak için uzanmıştı ki "Hoşbulduk," dedi yeni polis ve elini sıktıktan hemen sonra yeni aldığı mendille elini sildi.

 

Müdür hayatının sillesini yemiş de bu yeni elamanlara sahip olmuş gibi bakarken bu el silme işi bana kadar sürdü gitti.

 

"Ben, stajyer polis Yağız. Şey bir sorum olacaktı..."

 

"Oh be," diye mırıldandı Emre. "İşte bir stajyer, yaşasın."

 

"Fazla sevinmesen iyi edersin," dedi Onur. "Baksana bunun kendine bile faydası yok."

 

"Tabii sorun lütfen."

 

Müdür karşılık verdiğinde Yağız çekince ile "Şey burası da her saat dezenfekte ediliyor değil mi?" diye sordu.

 

Saat başı? Hah, ayda bir süpürülür, senede bir perdeler yıkanır, tozlar da neredeyse hiç alınmaz.

 

Hepimiz Memati'nin yanına geçen Yağız'a bakarken kapıdan son kişi de girmiş bulundu.

 

Çekik keskin bakışlı gözleri, hafice açık göğsü ve çevik hareketleri ile gelen bu kişi diğerlerine nazaran daha alımlı, daha sportif ve bana kalırsa daha yakışıklıydı.

 

Gelip müdürün elini sıktıktan sonra ciddiyetle "Merhaba, ben yeni dedektif polis Cihanşah Aliyev," dedi.

 

Müdür nihayet iyi birine denk gelmişçesine huzurlu bir nefes alırken "Hoş geldiniz," diye karşılık verdi.

 

"Cepen mi yoksa çaynıs mı?"

 

Emre yine fısıldamıştı ama ne hikmetse ona cevap Cihanşah'tan gelmişti.

 

"Kazak'ım."

 

Sadece Emre değil ben ve Onur da bu keskin kulaklı kişiye ürkekçe bakarken artık fısıldama seanslarının bittiğiniz düşünüyorduk.

 

Cihanşah sırası ile Meriç, Onur ve Emre ile tanışıp bana geldi. Benden hafifçe uzun ve siyah sürmeli gözleri ile geniş omuzlu biriydi. Fit bedeni ne kadar atik olduğunu gösterirken elimi tıpkı bir erkeğin elini sıkar gibi sertçe sıktı. Doğru ya böyleleri işi ile aşk yaşar ve kadın erkek ayırt etmeden adalet için canını verirdi. Sanırım yeni elemanlardan en iyisi Cihanşah'tı. Ve bence bizim içimizde bile iyi bir derece elde edebilirdi.

 

"Neyse ben çıkayım da siz biraz kaynaşın."

 

Müdür adeta kaçarcasına giderken bizleri baş başa bırakmaktan hiç ama hiç çekinmemişti. Onun çıkması okulun ilk günündeymişçesine ortamı yabancı bir havaya büründürürken arkasından bir süre baktım.

 

Kapı kapanınca biz dördümüz arkamızda bağlı olan ellerimizi çözerken onlar da bizim onlara baktığımız gibi merak ve ufak bir çekince ile bize bakıyorlardı.

 

"Heyzır sensin değil mi?"

 

Bana bakarak konuşan Cihanşah'a başımı tasdik için sallarken "Ne o dilini mi yuttun? Neden konuşarak cevap vermiyorsun?" diye sordu.

 

Ne diyeceğimi bilemeden gafil avlanmıştım. Cihanşah'ı kendi kafamda överken ilk azarımı yemiştim iyi mi?

 

"Birilerinin gözleri gibi kulakları da küçük sanırırm," dedi Emre savunmaya geçerek.

 

"Anlamadım?"

 

"Hiç, Kazaklar kazak alınca kazak aldım diyorlar mı yoksa ülkelerini alıp satmak zorlarına mı gidiyor merak ediyorum."

 

Emre'ye bir adım yaklaşan Cihanşah köprüde baş başa kalan inatçı keçilerden biriymiş gibi başını hafifçe kaldırdı ve sesini hırıltılı bir hale getirerek "Biz kazaklar kazağa kazak demiyoruz. Doğal olarak böyle saçma endişelerimiz olmuyor," dedi.

 

Bir şey demese de tıpkı Cihanşah gibi başını kaldıran Emre her an boynuzlayacakmış gibi ona yaklaşırken biri araya girdi.

 

"Hey hey, durun ilk dakikadan hemen başlamayın. Hadi masaları ayarlayalım."

 

Onur, Meriç'in yönlendirmesi ile araya girmişken başımla onu destekledim.

 

"Emre de yeni sayılır, siz ona bakmayın. Hem yenilik iyidir, hadi hep birlikte yerleşelim."

 

Onur olgun bir polismiş gibi arayı bulurken Memati "Şu köşedeki masa benim olsun o zaman. işlemeler pembeymiş," dedi.

 

Memati'nin gösterdiği yere baktığımızda Onur'un çok sevdiği masası olduğunu gördük.

 

"Asla olmaz, orası benim masam!"

 

Onur'un bağırışı kulaklarımıza dolarken "Artık benim olduuu," diye melodili bir şekilde karşılık verdi Memati.

 

Memati sekerek masaya doğru koşarken Onur da onun peşinden gidiyordu.

 

"Elini bile süreyim deme!"

 

"Sürdüm bile. Pembelerin birleşmesine izin ver. Bak beni çağırıyorlar. Geldim kuzucuklarım, buradayım."

 

Onur ve Memati birbirine girmişti ki Emre "İşte dağdan gelip bağdan kovma atasözü boşuna çıkmadı," dedi Cihanşah'a bakarak.

 

"Ne dedin sen? Eğer bağdakiler bir halta yaramayıp üzümleri kurutursa dağdakiler pekala gelip adam akıllı iş yaparlar."

 

"Sen şimdi bana laf mı soktun?"

 

Emre ve Cihanşah da birbirine girdiğinde Meriç başını iki yana sallayıp esefle bir nefes aldı. İçimizde en olgun oydu. Ve muhtemelen diğerlerine acınası bir şekilde bakıyordu.

 

Sakin bir şekilde Yağız'ın yanına gittiğinde "Gel kardeşim ben sana yerini göstereyim," dedi ve kolundan tutmuştu ki sertçe iteklendi.

 

"Dokunma bana. Of ya kirlendi işte, nasıl temizleyeceğim ben?

 

Şaşkınlıkla Yağıza bakan Meriç "Tamam dokunmadan..." diye elini uzatmıştı ki Yağız'ın çığlıkları yükseldi.

 

"Çek o pis ellerini, çek çek."

 

Meriç ve Yağız da birbirine girdiğinde bizim ofis tam bir olay mahalline döndü. Şimdi kim, bunları ayıracak birbirinden?

 

Önce Memati- Onur çiftine gidip aralarını bulmaya çalıştım. Memati masanın işlemeleri pembe diye üstüne oturduğu masadan kalkmak bilmiyor, Onur da kendi masasını korumak adına tüm gücüyle onu itekliyordu. Sonra Emre ile Cihanşah'ın yanına gittim. Çoktan bilek güreşine tutuşmuşlardı bile. Aralarına girmek benim ara dayağı yememe neden olurdu. Bilek güreşinden sonra baş parmakları ile horoz güreşine tutuştuklarında Meriç ve Yağızı ayırmak için yanlarına gittim ancak onlar da dokundun dokunmadın kavgası ile birbirilerine girmişti.

 

Etrafım anaokulu çocukları ile çevrelenmişçesine yapayalnız kaldığımda "Yeteeeer!" dye bağırdım.

 

Herkes ve her şey bir anlığına durdu. Masasın üstündeki Memati, onu itekleyen Onur. Horoz güreşinin yarısında olan Emre ve Cihanşah. Yağız'ın kolunu tutmak üzere olan Meriç ve Yağız.

 

Hepsi bana baktığında bir anda böyle duracaklarını bilemediğim için afalladım ve çok mahcupça gülümseyerek "Şey, bence her şeyin bir orta yolunu bulabiliriz. Sonuçta dünya üzerinde kimse birbirine benzeyemez ama yine de yaşıyoruz değil mi?" diye sorduğumda Memati "Yine de bu masa benim," dedi.

 

"Asla olmaz, ölürüm de vermem." Onur yeninden onu iteklemeye başladığında "Senin parmakların de çekik gözlerin gibi kısacıkmış," dedi Emre baş parmağını Cihanşahın parmağının üstüne kapatarak.

 

"Hile yaptın seni hain."

 

Herkes bir kez daha birbirine girmişti ki omuzlarım çökmüş bir halde kenara çekildim. Biz bu ekiple değil davaları çözmek ofisin dışına bile çıkamazdık ki. Her şey kötüye giderken daha kötüsü olamaz diye düşündüğüm esnada kapı açıldı bir kez daha.

 

"Pasta molası!"

 

Şu anda ihtiyacım olan ve görmek istediğim en son kişi bile olmayan Pelin içeri gülümseyerek girdiğinde gözlerimi devirdim. Daha kötü ne olabilir ki diye düşünürken hep daha kötüsü oluyordu gerçekten. Ama meğer asıl bomba devamındaymış. Gözlerim yeniden Pelin'e çevrildiğinde asıl beni şaşırtan şey onun peşinden gelen kişi oldu.

 

Haris de onu takip ederek girdiğinde yaslandığım yerden doğrulurken gerçekten o olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Dün asla gelme ihtimali yok diye düşündüğüm kişi miydi gerçekten?

 

Nefretle fısıldadığı ve sinirle haykırdığı onca kelimeden sonra gelmiş miydi yani? Benim için olmadığı aşikardı. Yine de neden böylesine huzursuzum?

 

"Hadi kutlayalım," dedi Pelin bir kere daha. Tam da bu hengamede gerçekten kutlayacak bir şeyimiz kaldı mı diye düşünürken Emre sordu.

 

"Neyi kutluyoruz?"

 

Bu sorunun hiç sorulmamış, cevabının da asla alınmamış olmasını dilerdim. En azından o an için, o gün ve o ortam için.

 

Pelin gülümseyerek Haris'e baktı ve karşılık da alarak yeniden bize döndüğünde kızaran yanaklarına ek olarak hafifçe de utanarak "Haris ile ilk günümüzü," deyiverdi.

 

Emre hızla bana bakarken Onur bir bu eksik dercesine başını sallarken Meriç oralı olmuyordu bile. Cihanşah bulduğu bir sandalyeye oturup ne olduğunu anlamaya çalışırken Memati koşarak Haris'in yanına geldi. Hayranlıkla ona bakarken yutkundum yavaşça.

 

Hayır bir şey ifade etmemesi gerek benim için. Neden umursuyorum ki? Neden sıkışıyor kalbim? Boğazıma düğümlenen bu yumru da neyin nesi? Burnum da sızlıyor sanki, sanki gözlerimde biriken nemi gözyaşı olarak salıverecekmişim gibi.

 

Emre bakışlarını benden sonra yere indirip acınası bir şekilde gülümsediğinde Pelin'e bakıyordum.

 

Güzel sarı saçları, yeşilimsi gözleri ile ne kadar da alımlı duruyordu. Zorluk görmeden büyümüş, anne ve babası ile mutluyken dünyanın en iyi günlerini yaşamış bir insandı. Düşününce, yani derinlemesine düşününce böyle insanların en iyilerine kavuşmalarını da anlayabiliyordum.

 

Bir an için, kendimi düşündüm ve sızladı kaburgalarım.

 

"Aslında kendimiz baş başa bir yemeğe çıkacaktık ama Gamze abla sizin çok yorulduğunuzu söyleyince birlikte yiyelim istedim. Sağ olsun Haris de kırmadı."

 

"Yani sen şimdi bu yakışıklı çocuğun kız arkadaşı mısın?" diye sordu Memati.

 

Bu cümle Pelin'in yüzünde daha büyük bir gülümsemeye neden olurken benim içimi cayır cayır yakmıştı. Bunun saçma ve imkansız bir his olduğunu bile bile kendime engel olamazken başımdan aşağı dökülen kaynar sular ile gözlerimi ilk defa ona çevirdim.

 

Yabancıymış gibi. Daha önce hiç tanışmamışız gibi. Böyle, çok uzaklarda nadide bir şekilde yetişen bir çiçek gibiydi.

 

Bakışlarım onu bulduğunda onun zaten bana baktığını gördüm. Gözleri sekmeden gözlerime odaklanmışken ne hissettiğini anlayamıyordum. Bir anda okuyamadığım bir kitaba, anlamadığım bir ezgiye, çözemediğim bir siluete dönüşmüştü sanki. Uzaklaşmıştı. Soğuk, buz gibi bir dağa dönüşürcesine ulaşamayacağım kadar uzağa gitmişti.

 

Yüreğim amansız bir sızı ile ağrıyarak Haris'e bakarken, o da bana bakmaya devam ediyordu.

Loading...
0%