Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21. Bölüm

@hakugu

 

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

🔳🔳🔳

 

 

Yaslandığım yerden hafifçe kalkarken halsiz kaldığımı hissettim bir an için. Elimle alnımda biriken teri silip saçlarımı düzelttiğimde kuruyan dudaklarımı ıslatıp etrafa baktım.

 

Böylesine ani bir haber sarsmazdı beni normalde. Her güne bir vukuatla başlarken sarsılmam pek doğal olmazdı ama bu, farklıydı. Kendime engel olamadığım bir burukluktu. Hiçbir şey ummuyordum, hiçbir şey beklemiyordum ama nedense kırılmıştı kalbim.

 

Kendi kendime bunun saçma ve gereksiz bir his olduğunu anlatmaya çalışırken başka şeylerle ilgilenmeye çalıştım.

 

Gidip Meriç'in bana verdiği resimleri alıp baktım bir süre. Gözlerim resimlerdeydi ama odaklanamıyordum. Kulaklarıma dolan tebrik ve eğlence dolu sesler dikkatimi dağıtıyordu. Dahası benim aklım da onlardaydı.

 

Resimleri bırakıp masama doğru yürüdüm. Sandalyeme oturduğumda bilinçsizce bilgisayarı açtım. Ne yapacağımı bilmeden öylece dosyalar baktım. Açığım hiçbir dosyayı tam olarak fark edemezken fareyi tutan ellerim titriyordu.

 

Parmaklarım klavyeyi bulup öylesine bir şeyler yazdığımda Emre geldi. Hemen yanı başıma gelip durduğunda ona bakmak için başımı kaldırmıştım ki aynı zamanda onu da gördüm.

 

Bana bakıyordu.

 

Haris'in bakışlarını üstümde hissetsem de ona bakmamaya çalıştım.

 

"İyi misin?"

 

Emre'nin fısıltısı bana ulaştığında kaşlarımı çattım.

 

"Evet? Neden ki?"

 

Emre başka bir şey demeden omuzlarını silkelediğinde gözlerimdeki duyguyu anladığını biliyordum. Kimi kandırıyordum bilmiyorum ama umrumda değildi. Kimsenin hislerimi açıkça sezmesini istemiyordum. Bu Emre olsa bile. Yalan bile olsa umursamadığımı ona inat ettim.

 

"Pasta çok güzel görünüyor kız."

 

Memati pastadan bir dilim alırken, Emre yanımdan ayrıldı. Meriç ve Cihanşah kendi aralarında konuşurken bir kahve alıp kendime gelmeyi planlıyordum.

 

"Haris seçti. Ben de çok beğendim."

 

Kulağıma dolan cümle ile masamdan ayrıldığımda çayhaneye geçtim.

 

"Ama çok yakıştınız şekerlerim benim."

 

Tüm dolap ve çekmecelere bakmama rağmen bulamamıştım.

Kahve bitmişti. Elimi tezgaha hafifçe vurup sinirle bir nefes verdim. Tam zamanı!

 

Gözlerimi kapatıp birkaç saniyeliğine kendimi dinlediğimde sakin olmam gerektiğini biliyordum.

 

"Neden bu kadar can yakıyor?"

 

Elim kalbimin üstüne gittiğinde derin bir nefes aldım.

 

"Bu çok saçma. Çok saçma. Gereksiz. Anlamsız. Ne yapıyorum ben böyle?"

 

Kendi kendime sorduğum sorular ile biraz daha toparlanırken son kez etrafa baktım ve geri dönüp çayhaneden çıktım. Ofisin çıkış kapısına doğru yürüyordum ki "Heyzır nereye?" diye sordu Onur.

 

Tam sırası Onur. Neden herkesin dikkatini çekmek zorundayım? Sessizce kahve alıp gelsem de Haris ile aynı ortamda olduğumu bir an için unutsam olmaz mı?

 

"Şey, kahve bitmiş de, depodan alıp geleceğim."

 

"E stajyer var ya işte. Sen gitme."

 

Yağız çekince ile bana bakarken elimle alnımı kaşıdım.

 

"Ben alayım, hem hava almış olurum hem de Yağız daha yeni zaten."

 

Yaptığım açıklama ayağa kalkıp hazır bekleyen Yağız'ı durdururken Onur da tatmin olmuştu.

 

"İyi madem."

 

Meriç göz ucuyla bana bakarken ofisten çıkmıştım bile.

 

Derin bir nefes aldım ama sanki duvarlar da üstüme üstüme geliyordu. Yürürken ayaklarım birbirine dolanıyor avuç içlerim terliyordu.

 

Koridor boyu hızlı adımlarla yürürken ayaklarımdaki botların gıcırtısı kulağıma doldu. Biraz daha sessiz olabilsem kalbimin hüzünle atan sesini de işitecekmişim gibiydi. Botlarımın gıcırtısı üniformamın hışırtı sesi ile harmanlandığında onca insan arasında yapayalnız olduğumu hissettim bir anlığına. Kendi kendime gelirken bu yalnızlıktan öte terk edilmiş gibiydi.

 

Koridor bitip merdivenlere ulaştığımda peşimden gelen biri olduğunu fark ettim. Benden daha hızlı bir şekilde yürüyüp yanıma geldiğinde durup ona baktım.

 

Elleri pantolonun ön ceplerinde ciddi bir şekilde bana bakıyordu. Koştuğu için nefes nefese kalmıştı ama sakinleşerek durmayı başardı. Hafif çatık kaşlarının ne anlama geldiğini bilemediğim varlığı ile bütünlüğü şaşırmama neden oldu.

 

"Bu dava hakkında yeni bilgiler elde edebildiniz mi?"

 

Haris'in sorusu ile bir basamak daha inip onunla aynı hizaya geldim. Nefesini ayarlamakta zorlandığı için sonunda derince bir nefes alınca kaşlarımı kaldırdım.

 

"Sana ne bundan?"

 

Dudakları hınzırca bir gülümseme ile kıvrılırken ikimizin de moralini bozdu. Gülüyordu ama en az o da benim kadar huzursuzdu.

 

"Bu aşırı tepkin neden ki? İnsanın aklına türlü şeyler geliyor yani."

 

Dudaklarını büzüp gözlerini devirdiğinde ben de ona bir pis gülüşle karşılık verdim.

 

"Senin gibilerin akıllarına türlü sinsiliklerin gelmesi normaldir, şaşırmadım."

 

Hızla bana baktı. Bakışları biraz önceye nazaran daha sadeydi. Afallamış bir ifade ile yüzümde gezindi gözleri. Yine de kendisini hızlı topluyordu. Konuyu değiştirip başka bir şey sordu.

 

"Ölü yiyenler de kim?"

 

"Bilmiyorum."

 

"Olay yerine hiç gittin mi?"

 

"Hayır."

 

"Ekipte kimler var?"

 

Bıkkınlıkla bir nefes verdiğimde bir basmak yukarı çıkıp ona uzaklaştım.

 

"Bak, dün geceden dolayı özür dilerim tamam mı? Sana kal demem, bir hırsız olduğunu unutarak seni aramıza katmam ve daha birçok şey için. Hataydı. Devasa bir hataydı. Bir an için, yani çok küçük bir anlığına senin de bizim gibi olduğunu düşündüm," dedim yüzümü buruşturarak.

 

"Sizin gibi değil miyim?"

 

"Sence?"

 

Sorusuna soru ile karışılık verdiğimde ikimiz de dişlerimizi sıktık. Onun fazladan göz kapakları titrediğinde profesyonelce davranamadığını fark ettim. Nedense hislerini belli etmekten kendini alamıyordu.

 

"Gitmek istiyordun, git," dedim sesimi alçaltarak.

 

"Kalmak istiyorsan, kal. Ortaklığımız bitti. Arkadaş olmadığımızı aklımda tutmamı istemiştin. Tutuyorum işte. Bana soru sorma, yakın durma, tıpkı hiç olmadığın gibi."

 

Cümlelerim birbir sıralanırken dikkatle dinledi. Sinirlenmişti. Belli etmese de sinirlenmişti.

 

"İntikam alıyorsun," dedi gözlerini kısarak.

"Pelin'le çıktım diye mi bu sinirin?"

 

Güldüm. Hiç içimden gelmese de güldüm.

 

"Bir şeyleri yanlış anladın galiba," dedim ona biraz daha yaklaşarak.

 

"Ben hayatımı adalete adadım. Ve adalet için çabalayan kim varsa ona köle olurum. Ben bu emniyetteki herkes için hizmet edebilirim ama bu benim av köpeği olduğumu göstermez, öyle herkesin gel demesi ile gelip giden biri değilim."

 

"Doğru, köpek bendim değil mi?"

 

Cümlesi beni afallatsa geri adım atmadım. Bir şey demeden öylece birbirimize bakarken "Öyleyse iyi şanslar," dedi dişlerinin arasından.

 

Ona yakın bir tonla "Sana da," dedim ben de.

 

Bunu planlamamış olsak da birbirimizin omzuna çarparak ayrı yönlere giderken bir bütün olarak yapılan kolyenin ikiye ayrılması gibi tuhaf bir hisle kaplanmıştım.

 

Bir yarısı onda kalmış, diğer yarısı benimle gelmişti sanki.

 

Kötü olan şey, kolye ayrılırken yanlışlıkla kırılmış ve yeniden birleşmesi imkansız bir hale gelmişti. Onda kalan yarıma iyi bakmasını dilerken bendekinin bir enkaza dönüştüğünden habersizdim.

 

🔳🔳🔳

 

Meriç ve Haris hariç herkese kahve yapıp geldiğimde toplantının çoktan başladığını gördüm. Haris de vardı ve onun neden aramızda olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.

 

Kahveleri dağıtıp yerime geçtiğimde ekrana mezarlardan biri yansıtıldı.

 

"Taşına iyi bakın," dedi Meriç.

 

"İlk fark ettiğimiz şey yerinden oynatılmış olduğu değil elbette. Bu işi yapan kişi ya da kişilerin niyeti her neyse gizlice yapmaya çalışıyorlar."

 

Cihanşah'a kahvesini uzattığımda ciddi bir şekilde alırken "Teşekkür ederim," dedi.

 

İlk diyaloğumuza göre daha kibardı. Başımla ona cevap verirken ben de yerime oturdum. Emre ve Onur'un arasındaki boş sandalyeye oturduğumda Haris'in tamamen resme odaklandığını gördüm.

 

"Taşa iyi baktığınızda uzun süre toprak altında kalan bölümünlerinin yukarı çıktığını görüyoruz. Bu bizim için bir işaret."

 

"O halde ölüleri çalmıyorlar," dedi Haris.

 

"Yerlerini değiştiriyorlar."

 

Hepimiz ona baktığımızda Meriç elindeki çubukla öylece kaldı. Çalınan ölülerin nereye gittiğini düşünürken böylesi bir fikir aklımızı karıştırmıştı.

 

"Bunu nasıl anladın?"

 

Cihanşah elinde tuttuğu sıcak kahvenin dumanı yukarı çıkarken daha kasvetli görünüyordu. Sorusuna cevap gecikmedi.

 

"Mezara dikkatle baktığımızda yeri değiştirilen tek şeyin taş olmadığını toprağın da tazelendiğini görebilirsiniz. Eski toprak daha soluk renkte olur. Üzerinde karınca ya da çeşitli böcek türlerinin giriş yerleri olur ve daha sert bir yapıdadır."

 

Açıklamasını dinlerken kapı yavaşça açılıp içeri müdür girdi. Ayağa kalkmak için hazırlanırken eli ile bizi durdurdu ve Haris'e devam etmesi için işaret etti.

 

"Şimdi resme bakın. Toprak gayet canlı bir renkte. Bu da kazılıp yeniden doldurulduğunu gösteriyor. İçi de dolu olduğunda göre. Hem mezarlarda farklı ölülerin çıktığını söylemediniz mi?"

 

"Yani bunca insanın ölüsü yerlerinden kaldırılıp başka yerlere mi gömüldü?"

 

Onur'un sorusu ile hepimiz bir miktar düşünceye daldığımızda Haris yerinden kalktı.

 

Başka bir resmi ekrana yansıttığında başımızı ona çevirdik. Yine bir mezar resmi vardı. Ancak geniş açıdan çekildiği için çok daha fazlasını görmek mümkündü.

 

"Tekrar inceleyelim," dedi mezarı göstererek. Meriç bir adım geri çekildiğinde müdür de bir yere oturmuştu.

 

"Taze toprağı burada da görebilirsiniz. Ve yerinden oynatılan mezar taşlarını. Ama asıl önemli olan," deyip resmi büyüttü.

 

"Dikkatimizi çekmeyen diğer mezarlar. Biz sadece şikayet gelen ölülerin mezarlarına bakıyoruz ama bu kabristandaki neredeyse tüm mezarlar bu halde."

 

Haris'in sözleri bizi dehşete düşürürken onu beklemeden hepimiz önümüzde duran resimlere hızla baktık.

 

Doğruydu. Yine doğru tespitler yapıyordu. Elimizdeki resimler sadece şikayet edip ölüsünü mezarında bulamayan insanların mezralarının resimleriydi. Ama asıl önemli olan çevresindeki mezarların da aynı şekilde olmasıydı.

 

"Kim? Neden böyle bir şey yapsın?"

 

Emre dehşetle resimlere hızla bakıp söylendiğinde Cihanşah "Ölülerini saklamak isteyen biri," diye karşılık verdi.

 

Tam o anda Haris Cihanşah'a katılırcasına baş ve işaret parmağını şaklatarak karşılık verdi.

 

"Aynen öyle. Biri ya da birileri, ki birden fazla olmaları büyük ihtimal, bazı ölüleri saklamaya çalışıyor. Gizlemek istediği ölüler çok fazla olmalı ki bunu yok ederek yapamadı, çareyi yer değiştirmede buldu. Üstelik..."

 

Haris devam edecekti ki müdür girdi araya.

 

"Üstelik tüm bu hırsızlığı bir hırsızdan dinlemek de çok taaccübe şayan bir şey doğrusu."

 

Herkes resimleri bırakıp müdürün bu alakasız cümlesi ile ona dikkat kesildiğimizde o ayağa kalkmıştı bile. Ellerini pantolonun ön ceplerine yerleştirdiğinde "Şahsen davet edilmediğin bu toplantı içinde var olman ve bize hırsızlığın ince ayrıntılarından bahsettiğin için minnettarız ama bu işi polislere bıraksan iyi edersin," dedi.

 

Haris beklenmedik şekilde gelen cevaplar ile duraksadığında "Yoksa hepimiz senin bu ince ayrıntısına kadar bildiğin işte bir parmağın olduğunu düşünürüz değil mi?" diye sordu müdür pek de hoş olmayan bir şekilde gülüp kendisine hal vermemiz için bakarken.

 

İçimizden kimse müdüre katılarak gülmemişti. Meriç bile dudaklarını toplayarak müdürün neden böyle yaptığını sorguluyordu.

 

"Şimdi," dedi müdür cebinden bir çıngırak çıkararak.

 

"Size asıl hikayeyi anlatacağım. Bu kabristan bir örgüt tarafından abluka altına alınmış. Mezarlar yağmalanmış ve yer değiştirmelerin varlığı kabul edilse de sapık ayinleri nedeniyle kendilerini gizlemeyi başarıyorlar. Tek ürküntüleri ise bu çıngırak. Çıngırak sesine karşı bir zaafları var. Örgüt ilk başta İngiltere'de görülmüş. Ölülerin yerlerini değiştirmesi ile ruhlarının yattıkları yerlerden kalkıp yer değiştirmesinin onlara iyi geldiğini ve bunun karşılığı olarak kendileri öldüğünde ruhlarının istediği yeri gezebileceğine inanıyorlar. İnternette de onlara dair haberler var. Başta bu örgüt olduğu düşünülememiş ama etrafa saçılan çıngıraklar işi bozmuş."

 

Hepimiz çıngırağa bakarken ne gibi bir saçmalığın içine düştüğümüzü anlamaya çalışıyorduk.

 

"Çıngırağı ölüm meleğinin sesi olarak düşünüyorlar. Sessiz durduğu sürece güç alıyorlar ama sesi çıktığında lanetlendiklerini sanıyorlar."

 

Yüzümü buruşturarak elimdeki telefonu masanın altında tutup çıngırak ayini yazdım. Tuhaf giyimli insanların çeşitli hareketler yapıp toplandıkları resimler, mezarların yapmalandığı resimler, parçalanmış insan bedenleri ve daha nicesi. İyi de böyle bir örgütün Türkiye'de ne işi var? Nasıl türemişler?

 

"Bu dava çok ağır olduğu için üç dedektif ayrı ayrı mekanlara konuşlanacak. Meriç sen morgdaki cesetlerin analizini üstleneceksin, Yağız da sana yardım edecek. Edebilirsin değil mi?"

 

Müdürün İstanbullulara ayrı bir nazik olması canımı sıksa da belli etmedim.

 

"Cihanşah sen mezarlıklarla ilgileneceksin. Onur da sana yardım etsin."

 

Onur'a baktığımda içinden fesübhanallah çekiyordu.

 

"Emre ve Memati siz de Heyzır'a yardım edeceksiniz. Sizin görev mahalliniz de kabristanın girişine kurulacak operasyon güzergahında koordineyi sağlamak olacak. Özellikle morg ve mezarlık arası bilgi akışına dikkat etmeliyiz. Hangi ölülerin geldiği, kimlerin ne zaman yer değiştirdiği en önemli ip ucu olacak bizim için."

 

Haris sessizce yerine otururken ona baktım. Bıkkınlıkla bir nefes verdiğinde yorgun görünüyordu. Hiç istemesem de onun için üzülmeye başladığımda önüme uzatılan çıngırak ile irkildim.

 

"Çıngırak sende dursun Heyzır. Şimdilik be mezar başındaki ekinin ne de morg ekibinin işine yaramaz. Sende dursun bir şekilde ihtiyaç halinde gereken kişiye ulaştırırsın."

 

Çıngırağı elime alırken Haris'in bakışları ile karşılaştım. Çatık kaşları çıngırağı inceliyordu. Ben de onun gibi incelediğimde sıradan bebekler ağlamasın diye kullanılan çıngıraklara benzettim sadece.

 

"Hava kararmadan herkes mahalline konuşlanmış olmalı. Evet, şimdilik bu kadar. Bir saat sonra son cesetin kaybolduğu Merkez kabristanlığında konuşlandığınıza dair brifinglerinizi bekliyorum. Hadi bakalım."

 

Müdürle birlikte biz de ayağa kalktığınızda onun geçişini bekledik bir süre. Sonra gruplar kendi aralarında konuşmaya başladığında gitmek için hazırlandık. Emre Haris'in yanında gidip el sıkıştıktan sonra yanıma geldi.

 

Biz? Biz konuşmadık. Sadece bir ara göz göze geldik o kadar. Ondan sonra da bir daha görmedim onu.

 

🔳🔳🔳

 

"İstenmeye istenmeye neden geliyorum ki buraya? Bende de var ama, sümük gibi yapıştım şunlara."

 

Haris söylene söylene koridorda ilerlerken köşede konuşan müdür ve birini gördü. İlk önce umursamayacaktı ama karşısındaki kişi her ne diyorsa müdür her defasında tuzun suda eridiği gibi eriyordu ve bu Haris'in dikkatini çekmekten öte büyük bir meraka neden olmuştu.

 

Onlara doğru birkaç adım atıp dikkatle baktığında bu kişinin Şeref polisten başkası olmadığını gördü.

 

"İstanbuldan gelen sevimsiz polis değil mi bu?"

 

Köşeler ve fark ettirmeden ilerlenilen yollar ile konuşmalarını net bir şekilde işiteceği kadar yakınlarına geldi.

Şeref her ne söylüyorsa bir yılanmış gibi çatallı dili karşısındaki müdürü ezip büzüyordu.

 

"Aman bana ne, yesinler birbirlerini."

 

Haris dinlemenin anlamsız olduğunu düşünerek yanlarından ayrılacaktı ki "Adı Hacer'se neden Heyzır diyorlar," denildiğini duydu. Aniden durduğunda kulakları bir radar gibi keskinleşti.

 

Sessizce geri dönüp sağı solu kontrol ettikten sonra onlara en yakın köşeye kadar görünmeden ilerledi.

 

"Bir bilgimiz yok efendim, resmî ismi Hacer ama hepimize Heyzır diye tanıttı."

 

"Var mı yağlı dayısı falan? Sıkıntı çıkaracak kimi kimsesi var mı?"

 

"Bildiğim kadarıyla bi annesi bi de hasta erkek kardeşi var."

 

"Hımm güzel güzel."

 

Sırtını duvara iyice yaslayan Haris denilenleri işitirken kaşları yavaşça çatılıyordu. Ne diyordu bunlar böyle?

 

"Aslında şikayetleri görmezden gelen sen olduğun için bu için sorumlusu da sensin. Ama dua et şu Heyzır mı neyse ortaya atıldı. İsmi çoktan İstanbul'a ulaştı ve bu davada öne çıkması içten bile değil."

 

Haris daha dikkatli dinlemek için başını hafif yana çevirdiğinde "Bu iş kapanmazsa hem sen, hem ben hem de yüzlerce kişi yanar haberin olsun. Teker teker de yanmayız, tüm ailemizi kökten kazırlar," dedi Şeref.

 

"Ama Heyzır henüz çok yeni, eğer bir ihtimal ölürse..."

 

"Kızının mı ölmesini tercih ederdin?"

 

Başını daha çok eğen müdür ses çıkaramamıştı.

 

"Unutma, bu emniyetin geleceği için de önemli. Bugün sadece bir polisi feda edeceksin ama ileride yüzlerce polisin adını temizlemiş olacaksın. Hem o kız rahat durmaz, davayı kapat desek kapatmaz. Gerçeklerin açığa çıkması da hiçbirimizin işine gelmez. O yüzden," dedi müdürün yakasını düzeltiyormuş gibi yaparak.

 

"Stajyerin ölümüne göz yum. Geçici bir elemanı feda et ki kalıcılara zarar gelmesin."

 

Bu kadarı yeterliydi Haris için. Devamını dinlemeye hacet bile duymadan beklettiği planı uygulamaya koydu.

 

İkilinin yanından hızla ayrılıp alt kata indiğinde telefonunu çıkarıp Pelin'i aradı.

 

"Alo Haris?"

 

"Nasılsın?"

 

"İyiyim sen nasılsın?"

 

"İyiyim ben de. Belki bir şeyler içeriz diye düşündüm."

 

"Evet tabii. Çok isterim. Nerede buluşalım?"

 

"Hava biraz kötü. Benim evim diyeceğim ama uygun olmaz ilk günlerden. Nasıl yapsak?"

 

"Sen bize gel olmaz mı?"

 

Bunu istercesine beklemeden kabul etti Haris.

 

"On dakika içinde kapınızda olurum. Konum atabilir misin?"

 

Pelin beklemeden konumu gönderdiğinde Haris de merkezden çıkmıştı. İçindeki şüphe onu rahatsız ediyordu ve müdürün evine gidip kontrol etmeden de rahatlayamayacaktı.

 

On dakika içinde geldiği evin kapısını Pelin açtı. Lüks bir daireydi ve evde birkaç temizlikçiden başkası yoktu.

 

"Annem şehir dışında ama umarım sorun olmaz."

 

Pelin'in açıklaması Haris'in kulağına gitmemiş gibi etrafı dikkatle incelerken içeri girmişti bile.

 

"A sorun değil. Bir şeyler içelim yeterli."

 

Önden giden Haris etrafa baka baka ilerlerken oturma odasına geçtiler.

 

"Babam büyük bir davadan söz ediyordu. Eve gelemeyecekmiş birkaç gün. Sen de katılacak mısın onlara?"

 

Başını duvardan Pelin'e çeviren Haris oturduğu koltuğa dokunurken dokusunu inceliyordu. Aklına yer edinmesini isteği her şeyi kontrol etmeye çalışırken bir yandan da Pelin'e cevap veriyordu.

 

"Bu sefer ben yokum. Aslında ayrılmayı düşünüyorum."

 

"Anladım. Ne içmek istersin?"

 

"Fark etmez ne varsa."

 

Pelin içecek hazırlamak için kalktığında Haris de hızla yerinden kalktı. Önce dolap içlerine, kitap aralarına, televizyonun bulunduğu alana ve eline herhangi bir bilginin geçeceği tüm ayrıntılara dikkatle baktı. Hiçbir şey yoktu.

 

"Leyla abla içine buz da koyun lütfen."

 

Pelin'in sesi kulağına dolunca beklemeden yerine yürüdü. Sakince oturduğunda Pelin de gelmişti.

 

"Kusura bakma, beklettim."

 

"Yo sorun değil."

 

Pelin yeniden yerine oturduğunda gülümseyerek Haris'e bakıyordu. Çok yakışıklıydı. Saçları, konuşurken kırptığı gözleri, oturuş şekli bile ona çok hoş geliyordu. Sevdiği için miydi bilinmez onunla alakalı hiçbir kötülük yeterince kötü gelmiyordu.

 

"Babam biraz sinirlendi," dedi Pelin çekince ile parmaklarını inceleyerek.

 

"Yani sen ve ben..."

 

Haris ilk kez dikkatini ona verdiğinde "Ama ben karşı çıktım," dedi Pelin.

 

"Senin hırsız olman da herhangi bir kötü huyun da önemli değil."

 

Başı ile Pelin'i tasdikleyen Haris bir an için pişman olmuştu. Bu kız git gide ona alışıyordu. Böyle giderse yüz üstü bırakmak hiç kolay olmayacaktı.

 

"E sen ne yapıyorsun bakalım? Hobilerin falan var mı?"

 

"Evet," dedi Pelin heyecanla.

 

"Resim çiziyorum. Daha çok portre yapıyorum görmek ister misin?"

 

Bunu beklercesine ayağa kalktı Haris.

 

"Aslında yeterince iyi sayılmam ama yapıyorum işte bir şeyler."

 

Pelin önde o arkada ilerlerken etrafı incelemeye avam ediyordu Haris. Öyle açıkta konulacak bir şey beklemiyordu ama en azından bir şifre, bir ip ucu, herhangi bir çağrışım objesi bile yeterli onun için.

 

Pelin'in odası lila ile dizayn edilmiş bir odaydı. Lilanın her tonu kullanılmışken lila laptop ve telefonunu da gördü.

 

"En sevdiğin rengi öğrenmiş oldum sanırım."

 

Haris gülümseyerek bunu söylediğinde Pelin de gülümsedi.

 

"Lila beni rahatlatıyor. Babam her daim stresli olduğu için onun stresi bana da yansıyor. Lila ise bulunmaz bir güzellik."

 

Pelin hem konuşup hem çizimlerini gösterirken Haris'in dikkati son gösterdiği çizimde kaldı.

 

Bir ejderha vardı ve hemen yanı başında duran kız elindeki şeyi sallıyor ve ejderha da acı çekiyordu. Yalnız duygular öyle keskin verilmişti ki Haris'in yüzü de ejderhanın acısını hissetmişçesine buruştu.

 

"Bu resimdeki aura çok can yakıcı."

 

Haris'in yorumu ile yeni resme geçmeyen Pelin "Haklısın," dedi.

 

"Ben de babamın konuşmalarına kulak misafiri olurken dinlediğim bir işkenceden esinlendim."

 

Haris'in tüm dikkati resimde toplanmışken yavaşça defteri eline aldı.

 

"Nasıl bir işkence?"

 

"Aslında tam duyamadım ama anladığım kadarıyla muhafız yaratıklardan bahsediyorlardı. Ellerindeki müzik aleti ile rahatlattıları yaratıkların ses kesilince bir canavara dönüşmesi ile ilgiliydi."

 

"Yaratık?"

 

Haris inanmazcasına sorduğunda Pelin başıyla tasdikledi. Bu ancak fantastik filmlerde olabilecek bir şeydi ama yaratık denilen şeyin ne olduğu da önemliydi.

 

"Müzik yaratığı sakinleştirir ama bu, kuklaların işidir. Efendinin işi bittiğinde kuklalar yaratığa yem olur."

 

Haris resmin altındaki yazıyı okuyunca kaşlarını çattı. Ne demek istiyordu böyle?

 

"Benim anladığım," dedi Pelin.

 

"Bu yaratıklar ne zaman eğitildiklerini müzik aletini duysalar işlenceye maruz kalmışlar. Müzik sesini kesince de bu sefer onlar işkenceye başlıyorlar. Şey gibi, çıngıraklı yılan."

 

Çıngırak kelimesini duymasıyla Haris'in Pelin'e bakması bir oldu.

 

"Yılan çıngırağını sallarken saldırmaz ama ses kesildiğinde tüm zehrini akıtıverir."

 

Haris'in zihni dehşet bir düşünce ile sarıldığında Heyzır'ın yem olduğunu açıkça anlamıştı. Çıngırak ona boşu boşuna verilmemişti. Bu dava her neyse Heyzır sussun ve üstünü açmasın diye onu yok etmeye yönelik bir komploydu.

 

Haris defteri hızla Pelin'e verdiğinde ayağa kalktı.

 

"Ne oldu?"

 

"Acil bir işim vardı unuttum. Ararım ben seni."

 

"Ama içeceğin?"

 

Tek kelime etmeden odadan çıktığında Pelin de peşinden geliyordu. Koşmak kafi gelir miydi bilinmez ama hava çoktan kararmış dünya üzerine zulmetini yaymıştı bile...

 

🔳🔳🔳

 

Hava kararmış herkes yerini almıştı. Koordineyi sağlamak için mezarlığın girişinde bir masa kurmuştuk. Kulaklıklarımızda morgda olan Meriç, Yağız ve kabirlerin başlarında konuşlu olan Onur ile Cihanşah vardı.

 

"Morga getirilen ölülerde herhangi bir kayıp bildirisine ulaşılmadı. Yeni ölü hepsi."

 

Meriç'in brifingi diğerlerine de ulaştığında Cihanşah'ın mikrofonu çalıştı.

 

"Konuşlandığımız yer hırsızlık yapılan son kabrin çaprazı. Kamufle olmuş şekilde bekliyoruz ama tek bir hareket bile yok."

 

Memati ve Emre de tüm bunları işittiğinde müdür geldi.

 

"Hazır mıyız?"

 

"Hazırız efendim."

 

"Bu gece bir ayin düzenlemeyebilirler ama onlar yapana dek biz de buradan ayrılmayacağız. Diğer ekipleri çevre kabristanlara yönlendirdiniz mi?"

 

"Evet efendim. Alfa ekini Sahra kabristanlığında. Kuzey ışıkları ekini Deva kabristanlığında. Ceyş ekibi de Meram kabristanlığında."

 

Müdüre verdiğim brifingler birebir sıralanırken mikrofonlardan biri daha çalıştı. Yağız'ın sesiydi.

 

"Biraz önce B8'deki tüm ölüler yerinde duruyordu ama en alttaki olanın kapısı açık bırakılmış."

 

"Emin misin? Hepsini kontrol edeli bir saat bile olmadı."

 

Meriç ile konuşmalarına odaklanmıştık ki müdür "Yeni bir hırsızlık mı?" diye sordu.

Sonra da beklemeden Onur'la iletişime geçti.

 

"Kabirlere dikkat edin ve tüm ekiplere anons geçin. Ölüler yer değiştirecek."

 

Bildiri herkese gitmişti ki "Ben diğer kabristanları da kontrol edip geleceğim," dedi müdür.

 

"Emre ve Memati siz de diğer girişi kontrol edin."

 

Emri alan ikili selam durduğunda müdürle birlikte yanımda ayrıldılar. Tek başıma kaldığım o anlarda kulaklığı kulağıma iyice geçirdim ve etrafı dikkatle izlemeye devam ettim.

 

Ne Meriç tarafından ne de Cihanşah tarafından hiç ses gelmiyordu. Sessizliğin hakim olduğu o dakikalarda ellerim soğumuştu. Havanın bu geceye has soğukluğu titrememe neden olurken keskin bir çığlık sesi yükseldi.

 

Hızla sesin geldiği yöne başımı çevirirken kulaklık kulağımdan düştü.

 

Bir kadın çığlığıydı ve öylesine acı doluydu ki ağır bir darbeye maruz kalmışçasına işitende sarhoşluk veren bir yıkım etkisi oluşturuyordu.

 

Beklemeden kulaklığı takıp mikrofonlara dokundum.

 

"Saat sekiz yönünde bir kadın çığlığı işittim."

 

Mikrofonun ışığı yavaşça söndüğünde kulaklığımdan da ses gelmediğini anladım. Sırasıyla tüm mikrofonlara dokundum ama bir anda hepsi bozukmuşçasına çalışmayı durdurmuşlardı.

 

Kendimiz için ayarladığımız loş ışık da tamamen söndüğünde yeni bir çığlık yayıldı. Bu sefer "Yardım edin!" cümlesi de eklenmişti.

 

Elim belimdeki silaha giderken "Emre!" diye bağırdım ama yanıt gelmedi.

 

"Memati abi?"

 

Ses yine gelmeyince ateş pozisyonu alarak sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Zifiri karanlığın kendi yolumu bile yok ettiği bu bilinmezlikte kaybolurken akıbetimin ne olacağı hakkında zerre bilgiye sahip değildim.

 

🔳🔳🔳

 

"Ay inşallah pembe mezar taşı üretiyorlardır. Üretiyorlardır değil mi şekerim hı?"

 

Memati'ye bıkkınlıkla göz deviren Emre onu duymamaya çalışsa da adeta beyninin içinde yankılanıyordu.

 

Birlikte kabristanın çıkışına karar gelmişlerdi ki herhangi bir hareketlik göremediler. Geri dönüş yolunda onları Cihanşah ve Onur karşıladı.

 

İkisi de bir haber var mı dercesine bakarlarken Emre başını iki yana salladı.

 

"Mezarlar olabildiğine sakin. Her zamanki gibi."

 

Onur'un cümlesi ile Emre başını salladı.

 

"Buralarda da bir şey yok. Bence bugün ayin falan yapılmayacak. Yağız gözden kaçırmıştır o ceseti."

 

Cihanşah hem onları dinleyip hem etrafa bakmaya devam ederken "Biri geliyor!" diye bağırdı.

 

Konuştukları için fark edemeseler de gerçekten biri koşarak geliyordu.

Hepsi aynı anda pozisyon aldıklarında silahlarını hazırladılar. Gelen kişi her kimse büyük bir dehşetle koşuyor ve adımlarının sesi umrunda bile değildi. Telaş ve endişenin hissiyatı etrafa yayılırken "Heyzır!" diye bağırdı.

 

Ses tanıdıktı. Zaten dikkatli baktıklarında gelen kişinin de tanıdık olduğunu anladılar.

 

"Haris?"

 

Emre'nin gözleri kısılıp gelen kişiyi daha dikkatli seçmeye çalışması ile silahlar indi birer birer.

 

"He-Heyzır!"

 

Bağırışı bir kere daha onlara ulaştığında Onur da karşılık verdi.

 

"Buradayız Haris gel!"

 

Az sonra nefes nefese önlerine geldiğinde aynı şeyi soruyordu Haris.

 

"Heyzır, o nerede?"

 

Kuruyan boğazına inat nefes almaya ve alnında biriken terle etrafa bakmaya devam ediyordu ama loş aydınlık belli başlı mezar taşlarından başka bir şeyin görünmesini engelliyordu.

 

"Sakin ol biraz. Koordine merkezindeydi ne oldu bir şey mi var?"

 

Emre'nin sorusu ile "O," dedi Haris derin bir nefes alarak.

 

"Başı belada."

 

Hepsi kaşlarını çatıp ne demek istediğini anlamaya çalışırken Cihanşah elini kulaklığına götürdü.

 

"Heyzır! Heyzır? Ordaysan ses ver. Heyzır."

 

Ses kimsenin kulaklığına gitmediğinde Cihanşah beklemeden kulaklığı çıkardı. Çalışmıyordu. Hepsi kendi kulaklığına baktı ve aynı anda hepsininki durmuştu.

 

Haris telaşla elini alnına vurduğunda "Kahretsin!" diye bağırdı.

 

"Yanında kim var ona ulaşalım."

 

Onur cep telefonunu ararken, Memati "Ben ve Emre vardık. Şimdi yalnız olmalı," dedi.

 

"Ulaşılamıyor."

 

"Çabuk dağılın," dedi Cihanşah.

 

"Ben ve Onur giriş çıkışlara bakacağız. Emre ve Memati siz de kabirleri kontrol edin. Haris sen de koordine merkezine git."

 

Hepsi anlaştığında aynı anda koşmaya başladılar.

 

🔳🔳🔳

 

Gecenin göz korkutan karanlığı üzerimize bir karabasan gibi çökmüşken sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlamıştım. Kimse yoktu ama elimde çıngırak vardı. Bunun batıl inanç olduğunu düşünsem de insanların sözlerini kulak ardı etmekte pek usta sayılmadığım için sallamak için hazır olsun diye cebimden çıkardım.

 

Mezarlığın kalbinden çıkıp gelen varsayımsal sesler kulağıma dolarken, bunu hayal ettiğimi ve üstünde olsam bile aşağıdakilerin de bir şekilde sesini duyurabilme isteğinin olduğunu düşünmemden kaynaklandığını çok iyi biliyordum. Bu, gerçekte olmayacak bir şey olsa da bunu hayal etmek bile yüreğimi sıkıştırıyordu.

 

Ayağımın altında ufalan kuru toprağın gerçek bir toprak olduğundan şüphelenirken, yalnızlığın o kendine has sinsi ürpertisi ile tedirgin oluyordum. Sürekli etrafıma bakıp biri var mı diye kontrol ederken el feneri bir ateş böceği gibi sağa sola savrulup duruyordu. Işığın yansıdığı hiçbir şey yeterince tuhaf değildi. Bundan destek alarak ilerlemekten imtina etmiyordum.

 

Ayağımın altındaki ezilen topraktan çıtırtı ve esasen kırılan kurumuş bir şeyin sesi geldiğinde aniden durdum. Bu her neyse, tüylerimi diken diken etmişti.

 

Fenerin titrek ışığı elimin titrediğini gösteriyordu. Korkmuyordum aslında. Bir şekilde kapana kısılan fareyi andırdığım için kendimi çuvallamış hissediyordum. Geri de dönsem, ileri de gitsem ancak ve ancak kafesin içinde volta atacakmışım gibiydi.

 

Ayağımın altındaki bir kemik olabilir miydi? Şayet öyleyse ana mekana gelmiş olurdum. Yine de böylesi bir buluş tek başıma ilerleyip de mutlu olacağım bir şey olmazdı.

 

Alnımda biriken ter damlacıkları elmacık kemiklerimden çeneme doğru süzülürken bir kemik olmamasını diliyordum. Evet, bu çok büyük bir ilerleme olurdu ama şimdi değil. Şu an değil.

 

Kalbim hızını arttırarak bedenime fazladan kan pompalarken yandığımı ve aynı anda üşüdüğümü hissettim. Böyle bir nefret karşısında insan ne yapsın? Ne kadar cesur olursak olalım bir insan olarak böyle bir kurmacayı kolayca alt edebilecek vasıfta olamıyorduk.

 

Birkaç dakikadır aynı noktayı işaret eden fener ışıklarını hiç istemesem de ayağımın altındaki o şeyi görmek için hafifçe indirirken elim titremeye devam ediyordu. Sol elimden destek alarak feneri tuttuğumda daha az titredi ve nihayet yeri bulduğunda kuru bir dalın üstünde olduğumu gördüm.

 

Kuruyan boğazım acı bir tat bırakırken duraklarımı ıslattım. Üşümem tamamen endişe ile ilgiliydi, yanıyordum. Yanaklarım bir alev topuna dönmüştü. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım.

 

"Şükürler olsun."

 

Fısıltım, içimde bir yerde biriken ürpertiyi alıp götürürken, feneri yeniden önüme tutmak için kaldırmamla keskin dişli iki çene ile karşılaşmam bir oldu.

 

Ağızlarından akan salya yere damlarken onlar, bıçkın gibi gözleriyle bana bakıyorlardı. Dilleri nefes alıp verirken dışarıda dursa da hırlamaları her an için üstüme atlayacak olduklarını gösteriyordu.

 

Pitbull ya da ona benzer bir tür olan iki köpek hemen fener ışığımın önünde dururlarken biri bana doğru bir adım attı. Diğeri de hareketleniyordu ki "Hoşt!" diye bağırdım ama bu onları daha da sinirlendirmiş olacak ki bana doğru hunharca koşmaya başladılar.

 

Kimseciklerin etrafta olmadığı o zifiri karanlıkta sonumun geldiğini hissediyordum. Kaçsam bile beni yakalarlardı. Aramızda bir adımdan fazlası yoktu ve korkuyu iliklerime kadar hissettiğim için ağlamaya başlamıştım.

 

O anda aklıma çıngırak geldi.

 

Belki korkudan belki çaresizlikten çıngırağı salmaya başlamamla köpeklerin aniden durması ve acı ile kıvranmaya başlaması bir oldu. Sanki, onları elektrikli bir şeyle uyuşturuyormuşum gibi yerde acı ile kıvranırken bu çıngırağın hiç de dedikleri şey olmadığını anladım.

 

Durduğumda köpekler de durdu. Sarsılmışlardı. Kendilerine gelmeleri birkaç dakikayı buldu. Yeniden ayağa kalktıklarında saldırmıyorlardı artık.

 

Ama bu sefer de eğitilmişçesine sağıma soluma geçerek yönümü belirlediler. Özenle yol açarlarken gözleri elimdeki çıngıraktaydı. Hem çıngırağı dehşetle takip ediyor, hem de beni salıvermeyi asla düşünmüyorlardı.

 

Birlikte yürümeye başladığımızda bağırmayı ya da bizimkilerden birinin gelip beni bulması için dua ediyordum. Ses çıkardığımda hırlamaları ile bana karşılık veriyorlardı. Ben de o zaman bir kere çıngırağı sallıyordum ama bu uzun sürmüyordu. İşkence çekiyor gibi görünseler de uzun sürdüğünde sarhoşumsu da olsalar bana saldırmaya meylediyorlardı. Çeneleri o kadar kuvvetli görünüyordu ki birini alt etsem bile diğerinin beni parçalamak için öne atılması uzun sürmezdi.

 

Pamuk ipliğinin üstünde seken bir cambaz gibi hassas kilit taşlarının üstüne basmadan yürümeye çalışırken hem sessizce ağlıyor, hem terliyor hem de dua ediyordum.

 

Bunun öylesine bir gidişat olmadığını kavramıştım. Planlı ve çok önceden tasarlanan bir kaostu. Milim milim ilerleyen çizgileri tamamlayan ben olmuştum. Onların kurduğu bu oyunda oyun kurucuları mutlu edecek türde adımlar atan yine bendim. Şimdi de bir aptal gibi bana gönderdikleri uşaklarla bile ayaklarına gidiyordum.

 

Köpekler beni ayaklarımın daha da çıtırtıya ev sahipliği yaptığı bir alana getirdiğinde bu sefer onların bir dal olmadığını çok iyi biliyordum. Çürümeye yüz tutmuş ölü et kokusu burnuma dolarken etraf cesetlerle doluydu.

 

Yüzlerce, yüzlerce ceset etrafa atılmışken çevrem daha da aydınlandı. Ve sesler geldi.

 

"Acele edin sizi ahmaklar, gün doğmadan tüm bu ölüler gömülmüş olacak."

 

Tek bir kişi yoktu, tek bir ses de...

 

Kazma kürek, nefes, hırıltı, çıtırtı ve benim nabzım...

 

Kulakları sağır edecek bir uğultu yükseldi kendi kafamın içinde. Böylesi bir manzarayı daha önce görmeyen gözlerim yuvalarından çıkıp yere düşecekmiş gibi sızlarken alt dudağımı ısırdım sertçe. Ne kadar bir şiddet uyguladığımı kestiremezken, kanın metalik tadı doldu ağzıma.

 

"Bu da kim?"

 

Benimkine nispetle çok daha keskin bir ışık tutuldu yüzüme. Fenerli kolumla gözümü kapatıp bu ışıktan korunmaya çalışırken "Polis?" diye sordu başka biri.

 

Yüzümü onlara göstermek için ışığa rağmen kolumu indirdim ve kısık gözlerimle bakmaya çalıştım.

 

"Sizler ne yapıyorsunuz burada?"

 

Önce bir sessizlik oldu. Bunun benden kaynaklandığını düşünmüyordum.

 

"Soruları burada ben sorarım."

 

Diğer ışıklar onun sesi ile indiğinde kendi fenerimi ona doğru tuttum.

 

Yüzü dikilmiş ve ağzı hep gülecekmiş gibi bir halde olan adamı görmemle korku ile çığlık atmam bir oldu. Fenerim de bu korku ile yere düştüğünde hızla eğilip almak istedim ama köpeklerin varlığı buna engel oldu.

 

Yaklaştığını hissediyordum. Ayaklarının altında ezilen kemik sesleri kulağıma dolarken aklımın yitip gitmesinden ziyade korktuğum başka bir şey yoktu. Hiçbir şey normal değildi, hiçbir şey sıradan.

 

Yerdeki fenerimi eline alıp bana tuttuğunda onu daha net bir şekilde gördüm.

 

Yüzünün bir bölümü yanıktı ve çenesi ile birlikte dudakları dikilmişti. Yana yatan burnu ile başını kamufle etmek için bir bere takmıştı. Üzerindeki palto onu olduğundan alımlı göstermeye yetmezken ses tonu içimde bir şeylerin kopmasına neden oluyordu.

 

"Çıngıraklımız da gelmiş."

 

Ne demek istediğini anlamak adına yüzümü buruşturduğumda "Bize pahalıya patlayacak olsan da senin için en manzaralı yeri seçtim," dedi.

 

Ses tonu öyle tuhaftı ki, bir erkekti ama baskın bir kadın sesini anımsatıyordu.

 

"Ne diyorsun sen?"

 

"Diyorum ki Hacer Gazel'in Ölü yiyenlere katılacağı söylendi. Bunun için de seni öldürüp gömmemiz gerekecek."

 

"Kim söyledi? Neden bahsediyorsun sen?"

 

"Valla onu üstlerine soracaksın artık. Birileri," dedi bana doğru bir adım atıp sesini de nefretimsi bir tona indirerek.

 

"Çok fazla ötmüş olmalı. Piyango da sana patladı anlaşılan."

 

Elim silahıma gitmek için hareketlenmişti ki "Yerinde olsam denemezdim bile," dedi.

 

"Bu köpekler özel eğitimlidir. Bir ıslığımla o elini paramparça edip kıymaya çevirirler."

 

Elimi hızla geri çekerken "Silahını bana at," dedi.

 

Bunu istemiyordum. Bunu hiç istemiyordum ama yapmaktan başka çarem de yoktu. Çıkardığım silahı ona atarken "Şimdi yavaşça bize doğru gel!" diye bağırdı.

 

İtiraz edecek bir konumda değildim. Ona doğru bir adım atmıştım ki aklıma çıngırak geldi.

 

Eğer bir ihtimal köpeklerden kurtulabilirsem...

 

Çıngıraktan yükselen ses iki köpeğin de kavranmasına neden olurken adam bağırdı.

 

"Koşun kaçacak!"

 

Bir yandan çıngırağı çalıyor diğer yandan koşuyordum. Ayağımın altından geçen kemik ve taze cesetlere dikkat kesilmeden ilerlerken gözlerimden yaşlar boşalıyordu. En son taze bir ele bastığımı hissettiğimde daha fazla gözyaşı aktı. Burası cehennem gibiydi.

 

Peşimden gelen onca kişi bana git gide yaklaşırken bu yerde ilerlemenin tahminimden zor olduğunu düşünüyordum. Burası, bizim konuşlandığımız bölgeyle alakası olmayan bir arsaydı. Kandırılmıştık. Mezarlıkta değildi ayin.

 

Arazi yer yer kazılmışken ölülerin nereye gittiğini şimdi daha iyi anlıyordum. Kabristandan alınan ölüler böyle arazilere gömülüyor, ayin için kullanılan ölüler de kabristanda boşaltılan mezarlara yerleştiriliyordu. Ama neden?

 

Ne kadar yaklaştıklarını görmek için arkamı dönmemle bir şeye çarpıp derin bir yere düşmem bir oldu. Başım sert kayaya çarptığında bedenim titredi ve elimdeki çıngırak yanıma düştü.

 

Burası da onların kazdığı mezarlardan biriydi ve ben kendi ayağımla onlara yem olmuştum.

 

Az sonra başıma geldiklerinde hepsi kahkaha atıyorlardı. Pis gülüşleri dönen başım ve soluklaşan görme yetimde birer kabusu andırsa da parmaklarım hareketlendi.

 

Çıngırağa ulaşabilirsem...

 

Bir şekilde sesimi duyurabilirsem...

 

Dudaklarım aralandı bir şey söylemek için ama kuru havadan başka bir şey çıkmadı.

 

Ellerindeki kürekle üstüme toprak atmaya başladıklarında gözlerim kapanmıştı bile.

 

🔳🔳🔳

 

"Koş koş koş! Ahahaha öleceğim yemin ediyorum!"

 

Emre kendinden geçercesine koşarken peşinden gelen Memati çığlığa benzer sesler çıkarıyordu. Mezarlığın ıssız ve karanlık yollarında koşarken adımların sesleri birbirine karıştırıyordu.

 

Memati yavaşça koşsa da dinlenmek için duran Emre'ye yetiştiğinde o da durdu ve elini Emre'nin omzuna atarak derin bir nefes aldı.

 

"Ay öleceğim ya, bu nedir aşkım?"

 

Hızla omzundaki eli atan Emre bir adım geri gitti.

 

"Kes lan aşkımlı falan konuşup durma valla çakarım ağzına bir tane görürsün ha."

 

"Ay bi tanem agresifliğini yerim senin..."

 

"Şimdi gebertip hazır mezardayken gömmek vardı seni ama neyse dua et işim var."

 

Emre önden koşmaya başladığında Memati ardından bağırıyordu.

 

"Şekerim dur beni de bekle, ay koşamıyorum ya."

 

Emre hızla koşmaya devam ederken Cihanşah ve Onur'la çarpıştılar.

 

"Kimse yok!"

 

"Arkada da kimse yok."

 

Kabristanlığı tamamen gezmişlerdi ancak kimseye rastlamamışlardı. Çünkü kimse yoktu zaten.

 

"Haris'ten ne haber?"

 

"O da tek başına gitti koordine merkezine."

 

Son cümleden sonra kulaklıklarına sesin dolması bir oldu.

 

"Tüm ekibe sesleniyorum ben Haris. Biri ses siteminin kablolarını koparmış. Tamir ettim ama..."

 

"Ne oldu?"

 

Emre merakla sorduğunda "Bir kadın çığlığı," dedi Haris.

 

"Biri yardım çağırıyor."

 

Hepsi beklemeden koşmaya başladığında birkaç dakika sonra Haris'in yanına gelmişlerdi bile.

 

"Ses ileriden geldi."

 

Haris'in gösterdiği yere koşarlarken takviye ekip de istemişlerdi. Kabristanın ilerisindeki boş arazide hiç ışık yoktu ancak Haris bir ses duyduğuna emindi.

 

Zaten çok geçmeden bir kere daha işitildi o ses.

 

Ancak ne gariptir ki ses canlı gibi değildi.

 

Yerden aldığı ses cihazını sıkıca tutan Cihanşah her on dakikada bir gelen bu çığlığı kimin ayarladığını düşünürken Memati bağırdı.

 

"Ay şekerlerim burada bir mezar kazılmış!"

 

Hepsi koşarak oraya gittiğinde henüz yeni kazılmış olduğunu fark ettiler.

 

"Kandırıldık."

 

Haris'in sözü ile Cihanşah takviye ekipten ışıklandırma talep etti.

 

"Burada da bir mezar var!"

 

Onur'un bağırışı ile tüyler diken diken olmuştu ki sesler devam etti.

 

"Bir mezar daha!"

 

"Burada da açılmış."

 

"Burada üç tane var!"

 

Haris büyük bir endişe ile saçlarını karıştırıp dudaklarını ısırdığında "Endişelenmeyin!" diye bağırdı Cihanşah.

 

"En fazla kaç tane olabilir ki? Herkes toplansın. Zaten şimdi ışıklandırma hazır olur. Tek tek inceleriz."

 

Cihanşah'ın sesi hepsini on doğru toplarken sistem kurulmuştu. Elektrik verildiğinde yüksek spot ışıkları bir anda açıldı.

 

İlk önce gözler kısıldı bu yoğun ışık karşısında. Herkes bir miktar ovuşturdu gözlerini. Sonra yavaş yavaş belirdi felaket manzarası.

 

Ne üçü ne beşi?

 

Adım attıkları her metrede, arkalarında ve önlerinde...

Her yerde...

Gözlerinin alabileceği her boşlukta...

Etraflarını döndüklerinde ulaşabildikleri her alanda bir mezar vardı.

 

Bu şehre uzak ve boş arazi kabristandan ayrı bir mahşere dönüştürülmüştü.

 

Tüm ekip adeta yıkılmışçasına etraflarında dönüp bu dehşet veridi manzaraya bakarlarken biri bağırdı.

 

"Efendim bir şey bulduk!"

 

Kulakları sağır edip gözlerin ferini alan bu manzara karşısında diller lal olsa da polis devam etti.

 

"Bir kimlik."

 

Bir rüzgar esti en acısından...

 

"Üstünde şey yazıyor..."

 

Işık bir an için yeterli olmadı okuması için. Oysaki elinden geleni yapmıştı ama ağız basan zulmet önüne geçiyordu.

 

Herkesin nefesini tuttuğu o anlarda hiç istemedikleri ama derinlerinde bekledikleri o isim doldu kulaklarına.

 

"Hacer Gazel..."

 

Sonra her şey yavaşladı bir anda. Spot ışıkları kapandı çünkü güneş doğuyordu. Doğan güneş dehşet manzarayı bir kere daha ortaya sererken Haris'in gözlerinin önüne Heyzır'ın dosyasına bakarken gördüğü vasiyet mektubunun satırları geliyordu.

 

Bu mektubu gözyaşları içinde okuyacak tek kişi olan anneme...

 

Böyle başlamıştı mektuba. Annesini çok iyi tanırcasına...

 

Vasiyetim, artık mutlu olmandır. Geceleri Turhan ve ben uyuduktan sonra babamın resmine bakıp sessizce ağlama.

Babamın yanına eklenecek olan benim resmim sadece seni mutlu etsin. Unutma, bizler vatan için şehit olduk.

 

Yavaşlayan her şeye inat, yürüdü Haris. Her bir mezar onun için bir şans demekti.

 

Bir gün eğer bu mektup sana ulaşırsa, birkaç polis ve asker gelecek sakın korkma.

 

De ki; benim kızım ne büyük bir makamın hizmetçisiymiş ki veda ederken bile bunca insan peşinden geliyor.

 

Olay yerine gelen Meriç ve Yağız bu nefret manzara karşısında ne yapacaklarını bilmezken Onur yavaşlayan her şeyle birlikte onlara olanları anlatmaya başlamıştı.

 

Memati bir köşede hüzünle mezarlara bakarken Cihanşah yere bir tekme attı.

 

Turhan sana emanet ama sakın yalnız hissetme kendini. Bir yıldız olup gökyüzünden sizi seyrediyor olacağım.

 

Ve üzülme lütfen. Sen üzülme diye göğüs gerdim onca zorluklara. Sen üzülme diye birincilikte bitirdim okulumu. Ve sen üzülme diye, seni koruyayım diye oldum polis.

 

Kimseye bakmadan önündeki mezardan başlayan Haris elleri ile kazarken kendini yıpratıyordu.

 

Bu mektup sana ulaşırsa bil ki bir karanfil olup göçmüşümdür bu dünyadan. Bedenime bakma, harap olmuş olabilir. Bizler, kolay bir ölüm var diye seçmedik bu mesleği.

 

Sen benim ruhuma bak. O çok mutlu anne. Yemin ederim öyle mutlu ki, bir ruh ancak bu kadar mutlu ve özgür olabilirdi.

 

Çamur olan parmakları taşlara çarptıkça kanıyordu ama birkaç avuç içi topraktan başkası geçmemişti eline.

 

Seni seviyorum annem ve ruhum var olduğu sürece de seveceğim.

 

Kızın Hacer Gazel

 

Haris'in gözünden akan birkaç damla yaş kanlı parmaklarının üstüne düştüğünde mektup da bitmişti.

 

Tıpkı sonu gelen ümit gibi. Sevgi gibi. Aşk gibi. Yüreklerde tazecik duran şefkat gibi.

 

Bitmişti. Tamamen, bitmişti...

 

 

 

PROFESYONEL serisinin ilk kitabı olan Cinayet İstifçisi'nin sonu...

Loading...
0%