@hakugu
|
Boynunu eğen buğday, taneleri korumak için iki büklüm olmayı seçmişti. Beli ağrıyor, başı taşıyamayacağı kadar yük altında çatlayacak gibi oluyor, rüzgar her defasında bir kolunu kırıyor ama yine de taneleri için bükülmeyi kabulleniyordu. Öyle ya; bir tane kolay yetişmiyordu ve esasen eskiden o da bir taneydi. Bir tane büyüyüp on tane olmuştu ve eğer şimdi sabrederse bu on tane yüz tane olacaktı. Sabretmeliydi. Fakat sonra tüm bu tanelerin nereye gideceğini düşündü? Kargalar mı yiyecek, keşke yese... Ekmek olup çöpe mi gidecek? Keşke gitmese... Un olup evlere mi girecek? Yeniden tohum için mi saklanacak? Ne olacak bu tanelere? Uğruna kendinden geçtiği bu tanelerin akıbeti ne olacak? Binbir türlü son geldi aklına. Güneşin kavurucu sıcağı rüzgarla onu taşırken ta ötedeki tarlaya aklına bambaşka bir şey geldi. Yoksa? Asla gelmemişti aklına buğdayın bunun benzeri bir şey. Ağzına almaya değil cesaret etmek aklına bile getirmezdi önceleri. Böyle bir sonu tüm buğday soyu için hakaret saydı kendi kendine. Ve kendini de tüm bu buğday familyası içindeki en büyük yüz karası.
🕯
Yusuf Gazel'in hatırasından
"Hiç iyi şeyler hissetmiyorum nedense..."
Murat'ın morali bozuktu. Aile masasından ilk defa kalkışımız değildi bu, hatta her defasında yemeğe oturup bir iki lokma yer yemez merkezden gelen emir ile kalkıp gittiğimiz oluyordu ama bu sefer farklı bir huzursuzluk vardı üzerinde. Genelde sessiz sakin olan bu insanın böyle iç geçirmesi ve arada bir efkarla iç çekmesi beni de rahatsız ediyordu. Sanki her şeye rağmen saf ve temizliğin timsali papatyaların artık siyah yapraklı olması gibi.
Seri cinayetlerle çok karşılaşmıyorduk aslında, hatta parçası olduğumuz jandarmalıkta en kıdemli üye bile hayatında seri katliam görmemişti ama bu bambaşkaydı. Biri ya da birileri kafayı küçük çocuklarla bozmuştu. Hem de sadece Konya değil tüm Türkiye'de vardı bu pislik. Fakat kasaba gibi küçük bir yere inecek kadar cesaretli ya da azgınlardı. Gözlerini bürüyen hırs öyle büyüktü ki yakalanma ihtimalini bile umursamıyorlardı. Her ne arıyorlarsa aradıkları şeyi bu tazecik meleklerin iç organlarında buluyorlardı. Benim dokunmaya kıyamadığım şeyleri nasıl kesip parçalıyorlardı anlam veremiyordum. İnsanı insanlığından soğutuyordu.
Biz polislere katliam haberleri gelse de henüz bu medyaya sunulmamıştı. Televizyonlar haber veriyor ancak benzerliği halka sunmaktan geri duruyorlardı. İnsanları korkuya teslim etmemek adına emniyetin aldığı bir karardı bu. Katilin tek bir kişi olması ya da cinayetlerin aynı şekilde işlenmesi insanların aklına, asla yakalanmayan bir canavar ve her şekilde ava düşme ihtimali olan kurbanları getirirdi. Sokağa çıkmaya korkan insanlar artık bu katili gözlerinde iyice büyütür ve dalavereler alır başını giderdi.
Gazeteler aslında birebir aynı olan bu cinayetleri duyururken az da olsa değişim yapmak zorunda kalıyordu. İç organların alınma meselesi sadece ilk cinayette verilmişti. Diğer cinayetlerde küçük çocukların katli anlatılıyordu ancak ayrıntıya girilmiyordu. Yine de dikkatli olan birkaç vatandaşın aşağı yukarı aynı yaş aralığında olan bu çocukların ölümünün aynı kişiden kaynaklı olduğunu anlayabilirdi. Tüm bu şeylere nispeten bize gelen rapor bambaşkaydı.
Sekiz yaşlarındaki S.D. yutak borunun aşağısındaki boşluktan itibaren kasıklarına kadar parçalanmış halde bulundu.
Raporu okurken kaşlarım çatılmaya başladı. İstemsizce içim titremişti. Burnumdan verdiğim nefes sanki içimde biriken tozu kiri dışarı tazyikli atıyor gibiydi.
Küçük çocuk karnı deşilmiş şekilde ölü bulundu...
Alt dudağımı ısırdım ve dişlerimle ezdim. Bu, için için duyduğum vehameti yok edecek değildi ancak bir şeyler yapmalıydım. Ya kendime ya da başka bir şeye zarar vermeliydim ki bu cümlenin altında ezilmeyeyim.
Küçük kız çocuğunun iç organları alınarak dere kenarına bırakılmış. Suda kaldığı vaktin şişmiş cesedi inceleyen yetkililere göre bir hafta ila on gün olacağı bildirildi.
Sanki bedenim nabız gibi atıyordu. Damarlara kan pompalayan şey kalbim değil de tüm bedenim gibiydi. Tik tik atıyordum. Öne arkaya gelip giderken izlediğim onca felaket ve cinayet filmleri, okuduğumda korku kitapları, polis olurken önüme gelen onca dava tamamen bir çöpe dönüşmüştü. Ağza alınan ve dil ile dişler arasında döndürülüp tek hamlede tükürülen bir çöp gibi. Her şey nasıl da basitleşmişti böyle. Nasıl bunca şeyin önüne geçebilmişti bu cinayetler? Koskoca adam olmuştum, tutmasalar yeri döve döve ağlayacak içim çıkana dek göz yaşı dökecektim.
Küçük çocuk kendinden geçmiş halde bulundu ve ne yazık ki iç organlarının tamamı alınmıştı.
Öldüğünden emin olmadığı halde serbest bıraktıkları da vardı. Mesele bir can değildi. Mesele sadece bir avuç et parçasıydı. Taze, sıcak ve bir miniğin güzel günlerine ulaşmasına vesile olan bir avuç et parçası.
Elimize tutuşturulan bu raporlar okundukça tüylerimi diken diken ediyordu. En ince ayrıntısına kasar yazılmıştı ve insanın hayal etmemesi imkansızdı. Minibüsün arka tarafında ters şekilde oturmuş başımı cama yaslamıştım. Önümde Murat vardı ve hep aynı satıra bakıp duruyordu. Görev yaptığımız jandarmalık eleman ihtiyacından dolayı bizleri Konya merkeze transfer ediyordu. Merkez çok uzakta olmadığı için gün aşırı gidip gelecektik. Şimdi muhtemelen bu yeni çocuğun cesedini incelemek ve bilgi almaya gidiyorduk ama ne yol bitiyor ne de okuduğum cümlelerin içimi yakan dehşet verici hissiyatı. Gittikçe ağırlaşan bir gülle gibi, gittikçe çürüyen bir et parçası gibi, gittikçe kötü kokan bir çöp gibi ve her defasında aynı şey "iç organları alınmış"
Kağıda bakmayı bırakıp derin bir nefes alarak camdan dışarı baktım. Oturduğumuz yer kasaba olduğu için yüksek binalar pek yoktu ama Konya merkez bunlarla doluydu. Şehir öylesine kalabalıktı ki telaş içinde işine yetişmeye çalışan insanlar, fır fır dönen trafik polisleri, rengarenk mağazalar ve caddeler boyu uzanan bir kalabalık. Tüm bu kalabalık içinde en çok canı yanan biz miydik? Yoksa göremediğimiz ve duyamadığımız daha nice felaketler mi vardı? İnsanlara dışarıdan bakarak hikayelerini okumamız imkansızdı. Yüzlerinde yazılı olan tek şey o gün takındıkları duygu maskesiydi.
"Son çocuğun iç organlarının alınmadığı söyleniyor doğru mu ki?"
Uzun zamandır ilk defa konuşan Murat'a baktım. Evden çıktığımızdan beri ağzını bıçak açmamıştı. Sorduğu soru ile saatlerdir baktığı cümle aynıymış meğerse. Yutkundum. Normalde böyle durumlarda ortamı yumuşatan hep ben olurdum. İnsanları gülümsetir ve her şeyin bir çözümünün olacağını onlara hissettirerek umut aşılardım ama böyle bir durumda neyin umudunu aşılayacaktım? Benim damarlarım bile çaresizlikle doluyken onlara ne diyebilirdim?
"Öyle diyorlar evet."
İkimiz stajyer olduğumuz için en arkadaydık. Yer olmadığı için Devran bir koltuk önde Oktay komiser ile beraber oturuyordu. Ali ve Selim komiser de şöförün hemen arkasındaki ön sırada oturuyorlardı. Kendi aralarında tartıştıkları şeyden bizi işitemezlerdi ki zaten biz de kendi içimizde yaşadığımız duygu yoğunluğundan onları duyamıyorduk. Aynı minibüste ama bambaşka dünyalarda gibiydik sanki. Yakut komiser en önde şöförün yanındaydı. Minibüse bindiğimizden beri çocukların isimlerini söyleyip duruyordu. Ona göre seri katillerin isimlere karşı da bir hassasiyeti oluyordu. Fakat ne gariptir ki isimler hep birbirinden farklıydı.
"Esra Kurtaran, Akif Mollaoğlu, Sevtap Candan, Şerif İzci. İsimler birbirinden tamamen farklı ama yine de emin olamayız. Hepsini tahtaya yazıp karşılaştırmamız lazım. Ufak bir ip ucu bile bulsak bir sonraki çocuğu önceden tespit edebiliriz."
Geçen onca zamandan sonra ilk defa Yakut komisere odaklanmışken cebimden bir dolma kalem çıkardım ve elimdeki raporun arka tarafındaki boşluğa isimleri tek tek yazdım. Önce alfabetik benzerliğe baktım ki, hiçbir benzerlik yoktu. Her birinden her bir harften mevcuttu. Sonra sayılarına baktım, fakat yine bir şey elde edemedim. Kiminin ismi beş, kiminin ki dört, kimininki de altı harfliydi.
Dudaklarımı toplayıp kağıdı hafif uzaklaştırdım. Sanki uzaktan bakınca bir şey çıkacakmış gibi ortaya. Kalemin arkasını ağzıma aldım ve hafifçe ısırdım. İsimler ve soy isimler hepsi birbirinden bağımsızdı. Yakut komiser haklı olabilirdi ama şimdi değil. Ne kadar bakarsam bakayım tek bir ortak yan bile bulamadım.
"Katil neden bu çocuğunkini almaktan vazgeçmiş olabilir sence?"
Tamamen odaklandığım kağıttan beni ayıran Murat'ın sorusu oldu. İsimler ve benzerlikler bir anda silinip gitti kafamdan.
"Onlarcasını aldıktan sonra neden bundan vazgeçmiş olabilir?"
Daha önce düşünmemiştim. Beceriksizlik yapıp alamadığını varsayıp çok üzerinde durmamıştım ama şimdi Murat deyince benim de aklıma takılmıştı. Toplamda aynı şekilde öldürülen dört çocuk vardı ve bu da beşincisiydi. Dört çocuğun iç organları yerlerinden sökülüp alınırken neden bu çocuğunki bırakılmıştı? Katil çocuğu serbest bırakmak istememişti besbelli çünkü öldürmüştü ama neden organları kalmıştı? Madem iç organları almayacaktı neden öldürdü? Madem öldürecekti neden organları almadı? Yüzlerce soru başımın üstünde dönüp dururken bir Murat'a bir elimdeki kağıtlara bakmaya devam ettim.
🕯
Yaklaşık bir saatin sonunda Konya merkezdeki emniyete varmıştık. Kasabadakine göre on katı polis ve ekipman vardı. Nadiren de olsa televizyonda gördüğümüz kasalı bilgisayardan iki tane baş köşede duruyor ve mavi ekrandaki yazılar göz alıcı şekilde insanı etkiliyordu. Sigara içmekten duman oluşan odalardan telaşla polisler çıkıyor, yanımızdan hızla geçip giderken hepsinin telaşının aynı olduğunu bilmek bana güç veriyordu. Hep beraber olursak bu işin üstesinden gelebilirdik. Kesinlikle eğer birlik olursa bu işin kökünü mutlaka getirebilirdik.
Emniyetin zemini çilli taştı ve ayak sesleri net bir şekilde işitiliyordu. Duvarlar panolarla donanmıştı ve her birinde yakalanmış, yakalanacak ve asla yakalanamamış katillerin resimleri vardı. Seyrek halde de olsa insana huzur veren bitkiler köşe başlarında duruyor bazı odalarda vantilatör çalışıyordu. Kimi masalar dosyalarla doluydu. Her birinin hikayesi birbirinden benzersizdi hiç şüphesiz. Bazı odalardan bağırış sesleri yükseliyor, kavga koridorlara kadar taşıyordu. İşte o zaman o bölgeye daha çok polis akın ediyor ve bu curcunayı bir an önce çözmeye çalışıyorlardı. Bazı odalardan elleri kelepçeli insanlar çıkıyor daimi mekanları olan hapishanelere yönlendiriliyorlardı. Bazı odalar çok sessizdi. İçinde insan olsa da böyle odaların mezarlıklardan farkı yoktu.
Böyle mekanlar adaletin sağlandığı yerlerdir. Lakin adalet her zaman tertemiz bir yoldan sağlanmaz. Ona ulaşana dek nice pis kokulu yolları aşmak gerekir.
Tüm bu yabancılık arasında bizim jandarma bölüğü bir grup halinde yürüyorduk. En önde Yakut komiser, arkasında Oktay, Ali ve Selim komiser, en arkada ben Murat ve Devran içeri girdiğimizde bizim dışımızda da kasaba ve ilçelerden gelen polisler olduğunu gördük. Konya'nın her ilçesindeki emniyet güçleri buraya toplanmıştı. Arada öğrencilik yıllarından tanış olduğum ve yıllardır görmediğim arkadaşlar olsa da böyle bir atmosfer hiçbir hoş şeyi kaldıracak durumda değildi.
Hepimizi bir toplantı salonuna yerleştirdiler. Biz en önde sırası ile koltuklara oturduğumuzda en sağda Murat onun yanında da ben vardım. En solda Yakut komiser vardı ve gördüğü şeyleri eleştirmekle meşguldü. Ona göre bu toplantı için çok geç kalınmıştı. Üçüncü cinayet yapıldığında toplanıp tartışacaktık. Oysaki beşincide ancak gelebilmiştik. Haklıydı belki de. Erken müdahale her zaman hayat kurtarıyordu.
Kürsüde biri konuşacaktı ve bunun için hazırlıklar yapılıyordu. Bir bardak su, gerekli evraklar ve uzun kablolu mikrofon konuşmuştu. Mikrofonun sesi kontrol de edilmişti ancak kimse kendi gürültüsünden söylenen birkaç ses ses kelimesini işitmemişti. Yoldan gelsem de kendimi gayet dinç hissediyordum. Üstelik bunca polisi bir arada görünce içim iyice açılmış yeniden umutla dolmuştum. Sanıyorum ki kardeşim Murat da aynı hissiyatı paylaşıyordu. Birbirimize bakıp gülümsediğimizde doğru tahmin ettiğimi anladım. Rahatlamıştık. Yol boyunca kafamızda kurduğumuz sahneler sona ermişti. Yalnız değildik. Biz sadece Konya'da toplanıyorsak elbette diğer şehirler de toplanacaktı ve bu iş en kısa sürede çözülecekti. Daha fazla yavrumuzu kaybetmeden adalet yerini bulacaktı.
"Her birinize hoş geldiniz demek isterdim lakin bugün buradaki toplanma amacımızdan dolayı hiç de hoş olmadığını belirtmek isterim."
Konuşmacı kürsüye çıkar çıkmaz bu cümleleri sarfetmişti. Yüzümdeki gülücük yavaşça silinirken bir uğultu oluştu. Herkes ne demek istediğini tartışıyor ancak net bir yanıt gelmiyordu. Aslında ben olsam ben de böyle başlardım. Sonuçta bunca katliamdan sonra hoş geldin seromonisi yapılacak değildi.
"Toplamda beş çocuğumuzun katline neden olan bu seri cinayetler yüreğimize bir kor gibi düşmüştür. Gönül ister ki her biri için ayrı ayrı anıt dikelim."
"Anıt dikene dek neden katili bulmuyoruz?" diye fısıldadım. Murat da başını sallayarak bana hak verdi. Sonuçta bu çocukların ailesinden hiçbiri bir heykeli arzulamıyor. Bunun yerinde katili bulmamız çok daha akıllıca olacaktır.
"Her biri ayrı vahşette işlenmesine rağmen son çocuğun durumu hepimizi perişan etmiştir. Malumunuz çocukların yaş, isim ve cinsiyetleri önemsenmeksizin aynı kişi tarafından katledildi. Her çocuk da istisnasız aynı acımasız sonu yaşadı. Öldükten sonra bile minicik bedenleri rahata bırakılmayıp iç organları alındı."
Az biraz uzak kaldığım için aklımdan çıkan dehşet verici raporlar yeniden gelmişti gözümün önüne. Değiştirmediğimiz bir şey varsa o da zamanın ta kendisiydi. Her şeyi çözmek için toplansak da bu bunca çocuğun katledilmesini değiştirmeyecekti.
"Her ok aynı kişiyi gösterirken bir değişiklik oldu. Hepinizin şimdi son çocuğun cesedine bakmasını istiyorum.
Her birimize verilen kağıtların son sayfasındaki fotoğrafta en sonki çocuğun cesedi vardı. Daha önce yakından görme imkanı bulamadığım için dikkatle baktım. Minicikti. Küçük elleri, küçük ayakları ve takriben bir metre kadar da boyu vardı.
"Fedai kadarmış."
Murat mırıldandığında ona katılmadan edemedim. Gerçekten de küçücüktü. Altında siyah şakvarımsı bir pantolon vardı ve dizlerine kadar indirilmişti. Üstündeki yamalı tişört ise dirseklerine kadar kaldırılmıştı. Zavallı çocuğun karnı deşilmiş ancak iç organları olduğu gibi bırakılmıştı. En çok dikkat çekense iç organlarından bir tanesinin parçalanmış ve içinden bir şeyler çıkmış halde durmasıydı. Bu sadece benim değil herkesin dikkatini çekmişti. Asıl mevzu da bu olsa gerek ki kürsüdeki polis memuru "Hepiniz aynı yere takıldınız biliyorum," dedi. Sağıma soluma baktım neredeyse herkes aynı noktaya bakmak için kağıtları kendilerine yaklaştırmıştı. Tam orası yani kesik organın içimden çıkan küçük şeylerin olduğu yer...
Kaşlarım çatılmış bir şekilde resme daha yakından baktım. Bu şeyler de neydi öyle? Küçük bir çocuğun organlarından minik minik şeyler nasıl çıkmıştı? Kurt olamazdı henüz yeni öldürülmüştü. Peki bunlar da neyin nesiydi?
"O gördüğünüz parçalanmış organ çocuğun midesi," dedi polis memuru. "Ve o minik taneler de..."
Başımı kaldırıp polise baktım. Diyeceği şeyi gerçekten çok merak ediyordum.
"buğday taneleri."
Çatık kaşlarım yavaşça düzeldi. Gözlerim yeniden resmi bulduğunda gerçekten de buğday tanesi olduğunu fark ettim. Bir avuç, hayır iki havuç buğday tanesi çıkmıştı midesinin içinden. Nedense yüreğimde bir kasılma oluştu. Resmi tutmayan elimde kalbimin üstüne sertçe bastırdım. Duymak istemediğim şeyler gelecekmiş gibi bedenim geriliyordu. Az çok tahmin ettiğim şeylerin asla ama asla bana ulaşmamasını diliyordum. Lakin hep öyle olmaz mı? Kaçtığın şeyler seni bulur. Bakmadığın şeyler gözünün önüne yerleşir. Ve duymak istemediklerin yüksek sesle haykırılır.
"Zavallı çocuğun günlerdir aç olduğu ve ailesinin de kendisine yemesi için iki avuç buğday verdiği öğrenildi. Ekrem Aygün. Dört yaşında ve yoksul bir çiftçinin en küçük oğlu. Aile neredeyse iki haftadır buğdayla besleniyor. Kuraklıktan ötürü hiçbir yiyeceği kalmayan bu zavallı ailenin uzun zamandır kursaklarından geçen tek şey buğday taneleri."
Tutamadığım gözyaşlarım gözlerimin içinden patır patır resmin üstüne düşerken kendime engel olamıyordum. Hiç ağlamayan ben, gülmeyi kendine adet edinmiş ben, her şeyi dalgaya almakta ve insanları o kadar da kafaya takmayan ben bir binanın depremi yaşaması gibi sarsılıyordum. Gözlerimden akan yaşları siliyor ama yenilerine engel olamıyordum. Sürekli devamı geliyordu ve asla ardı arkası kesilmiyordu. İçimde bir üşüme varmış gibi tüm bedenim titriyordu. Dişlerim birbirine çarpmaya başlayınca çenemi tuttum.
"Katilin neden cinayeti yarıda bıraktığına dair birçok fikir var ortada ancak en ağır basanı içinde bulundurduğu birazcık da olsa insani duygu ağır basmış ve midesinden buğday tanesinden başka bir şey çıkmayan bu çocuğa acımıştır."
Daha çok gelen sarsılmalar ve gözyaşları beni iyiden iyiye ele geçirdiğinde Murat'ın da benden aşağı kalır yanı olmadığını gördüm. Devran'ın gözleri nemlenmiş, Ali, Selim ve Oktay çatık kaşlarla efkarlanmışlardı. Tüm bunlar arasında en umursamaz görünen ben olmama rağmen neden bu kadar ağladığıma anlam veremiyordum. Her nefes alışımda gözyaşlarım sicim gibi boşalıyordu çeneme ve oradan resme doğru. Islanan resimdeki çocuğun şekli bozulmaya, boyalar birbirine karışmaya başlayınca resmi kaldırıp gözyaşlarımın dizimin üstüne akmasına izin verdim. Bu kadar etkileneceğim aklımın ucundan geçmezdi. Daha önce nice davaların konusunu incelemiştim ancak böylesi ile hiç karşılaşmamıştım. Hiçbir dava beni böyle kendimden geçercesine ağlatmamıştı.
"Katilin bu cinayetten sonra yenisini işlemeyeceğim düşünüyoruz. Psikolojik olarak sarsılmış ve cinayet işlemesine neden olan amacını kaybetmiş olmalı. Buna hem emniyet hem de psikologlar kanaat getirdi."
Gözyaşlarım aniden durdu. Gözlerimi hızla kürsüdeki konuşmacıya kaldırdım. Sırf bir çocuğa acıdı diye cinayetler biter miydi? Buna nasıl kanaat getirmişlerdi? Dalga mı geçiyorlardı? Evet acımış olma ihtimali vardı ama bu insan müsveddesi daha önce dört tane çocuğa acımadan karınlarını deşmemiş miydi? Şimdi nasıl olur da kısa süreli bir duraksamanın onun tamamen masum olmasına neden olabilirdi?
Hemen yanımdaki Ali komiser "İyi oldu," dedi. "Bundan sonra yeni bir cinayet işleyebileceğini hiç sanmıyorum. İnsan bu vahşetten sonra nasıl işler ki?"
Hemen yanındaki Selim komiser de ona hak verdi. "Eğer insansa, ki bundan şüpheliyim bir daha elini sürmez çocuklara."
Aklım almıyordu. Hızla sağımdaki Murat'a döndüm. Nemli gözlerle bana bakıyordu. Ne diyeceğimi bilir gibi telaş doluydu gözleri. Bir salon dolusu polis bu denileni kabul etmiş, katilin artık yeni bir katliam yapmayacağına kesin kanaat getirmişti. Ve yapmadı da. Hakikaten hiç bir daha iç organları alınarak öldürülen çocuk cinayeti duyulmadı etrafta. Haklılar mıydı gerçekten? Ben mi fazla paranoyak davranıyordum? Ben mi abartıyordum?
Ama yo...
Bu kadar basit değil. Hiçbir zaman da bu kadar basit olmadı.
"Hiçbir kelimesine inanmıyorum," diye fısıldadım. Çok geçmeden Murat'tan karşılık geldi.
"Ben de..."
Yalnız olmadığım için, en azından kendimi garip biri gibi hissetmediğim için mutluydum. Yanlışın taraftarı çok olsa da doğru ay gibi açıktır. Ve hiçbir yanlış açıkça görünen doğru kadar şaşırtmaz insanı. Ne yazık ki bunu göremeyecek kadar kör değillerdi ama uykudalardı. Ve bana öyle geliyor ki, işin başında olanların uykusu bilinçliydi. Bu durumda işler çok daha çetrefilli olacaktı. Çünkü uykuda olan birini uyandırmak kolay olurdu lakin uyku numarası yapanlar asla uyanmazlardı.
"Ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordu Murat. İşin peşini bırakmayacağımı biliyordu. Bilerek ya da bilmeyerek bu sürüye katılan her bir polis bize zıt olduğuna göre niyetimi açıkça belli etmek pek akıllıca olmazdı.
"Araştıracağım."
Murat başını salladı. Bana katılacağını adım gibi biliyordum. Lakin üstlerden destek almadan nasıl yapabilirdik bu işi? Tek başına stajyerler neredeyse hiçbir şeydi. Girdiğimiz emniyet merkezlerinde pek de insan muamelesi gördüğümüz söylenemezdi. Üstelik herkese açıklanan bu duyuruya karşı gelecek harca da sahip değildik. En fazla bizi susturacak şeyler bulurlar ve her yönden bu işle olan ilişiğimizi keserek, daha da devam edersek görevden men ederlerdi. 1994 Türkiyesi kominist bir yönetimi olmasa da çok sert ve ağır şartlara sahipti. Bizden öncesi daha fenaydı ancak bizim dönemimiz de hiç basit değildi. Polis olana kadar çektiğimiz çileyi bi biz biliriz bir de Allah. Şimdi böyle bir durumda ağır bir sille yemekten kaçınıyorduk. Böyle durumlar öyle kendi merkezimdeki kimseleri saymamaya benzemezdi. Aniden ipini keserlerdi adamın.
Yine de... Her şeye rağmen...
"Konuşmacının elindeki dosyaları almamız lazım. Orada çok bilgi olduğuna eminim."
Murat fısıltı ile kulağıma yaklaştığında başımla onayladım. Bilginin paylaşımı sadece televizyon, radyo ve gazete ile yapılıyordu. Bunun için de özel olarak medya ile iletişime geçilirdi. Peki ya kimse bu bilgileri paylaşmak istemezse? O zaman gerçekler her daim saklı kalırdı.
"Nasıl alacağız peki?"
Murat'a baktım. Beklenti dolu gözlerle bana bakıyordu.
"Bu gece eve gitmeyelim," dedim. "Asiye'ye haber ver, ben de Meryem'e vereceğim. Hem dosyalara hem de çocuğun cesedine bakmak için çabalayalım. Daha olmadı çocuğun ailesine gideriz."
Topluluk alkış tufanına tutulmuşken Murat'a fısıldadığım cümleler kimse tarafından işitilmiyordu. Kendimizce planımızı yaptığımızda biraz olsun rahatlamıştım. En azından çabalayıp vicdanımı rahatlatmak istiyordum. Şayet eli kolu bağlı oturursam benim de bu topluluktan farkım kalmazdı ve...
Eğilip elimdeki renkleri birbirine girse de hala daha seçilen resme baktım.
...bu buğday taneleri gün gelir beni de boğar.
Buna adım kadar emindim. Zira bu düzende hiçbir şey karşılıksız değildi. Hep bunu görmüş, bunu öğrenmiştim.
Baş parmağımla minik cesedin üstünden birkaç defa geçtim ve sanki ağrıları varmış da benim dokunuşlarımla geçecekmiş gibi okşamaya devam ettim.
🕯
Toplantı bittiğinde bizimkiler minibüsün olduğu yere doğru yürümeye başladılar. Bizi almadan gitmezlerdi. Burada kalmak için bir şeyler uydurmak zorundaydım. Gezeceğimizi söylesek iyi bir azar yer sonra da uzun süreli bir lince maruz kalırdık. Akrabamızı ziyaret edecek olsak izin alamazdık. Bambaşka bir şey bulmalıydık.
Bizimkiler minibüse doğru yürümeye devam ederken Murat ve ben merdivenlerden iniyorduk. Emniyetin yirmi- yirmibeş basamaktan oluşan genişçe bir merdiveni vardı.
"Kardeşim kol kasların gelişmiş durumda mı?"
Murat anlamazca bana baktı. Gülümseyerek ona baktım ve gözlerimle merdivenleri işaret ettim.
"Yo, sakın!"
Tek bir bakışımla bile ne yapacağımı anlamıştı ancak onun engel olmasına fırsat vermeden ayağımı burktum ve merdivenlerden yuvarlanmaya başladım. Bilinçli de olsa canım yanıyordu. Bizimkiler görebildiğim kadarıyla minibüsten çıkıp bana doğru koşuyorlardı. Sağda solda eve gitmek için hazırlanan polisler hep bir ağızdan bağırıyor ve benim düşüşüme engel olmak için çabalıyorlardı ancak nafile. Bilinçli bir düşüş asla mani olunamayan bir felakettir.
Nihayet son basamağı da yuvarlanmıştım ki başım yere çarptı. Hafifti hafif olmasına ama sol ayağım fena halde acıyordu.
"Yusuf! Hay Allah!"
Murat merdivenleri birer ikişer koşarak yanıma geldi ve beni kaldırdı. Gözüm açıktı. Bayılma numarası yapsam anlaşılırdı zaten amacım da o değildi.
"Seni beceriksiz! İnsan merdivenleri bile doğru inemez mi?"
Yakut komiser diğer koluma girdiğinde gülümsüyordum.
"Bir gün başımıza bir iş açacak diyordum hep."
Ali ve Selim nefretimsi bakışlarla bana baktığında Oktay ayağıma baktı.
"Basamıyor musun?"
"Yo, basarım," dedim ve ayağımı yere basmamla ejderha gibi bağırmam bir oldu.
"Basarmış bi de. Şu vaziyete bak!"
"İyiyim komiserim bir şeyim yok."
"Külahıma anlat ulan. Bu şekilde kasabaya kadar dayanamazsın. Burada bir hastaneye gidin."
"Hah şunu diyeydin."
Yakut komiserle aramda ayrı bir bağ vardı. Her ne kadar alnıma fiskeyi yesem de Murat ile birlikte burada kalıp hastaneye gitme izni almayı başarmıştık. Bizimkiler minibüse binip giderlerken Murat'a dayanmaya ve arkalarından el sallamaya devam ediyordum.
"Yalnız itiraf etmem gerekirse ben de artık bir gün başımıza iş açacağını düşünmeye başladım," dedi Murat.
Gülümseyerek ona baktım. "Ama işe yaradı değil mi?"
Başıyla tasdiklerken ona tutunup yürümeye başladım. Acıyordu ama sorun değildi. Şimdi yapmamız gerekeni yapacaktık. Merdivenleri yeniden çıkıp emniyete girdik. Bizimle birlikte henüz gitmemiş birçok ilçe ve köy polisi vardı. Onların aralarına karışıp kendimizi kamufle ettik. Yalnız bina o kadar büyüktü ki müdürün odasını nasıl bulacağımızı bilmiyorduk.
"Müdür odası en alt katta olacak hali yok," dedi Murat. Haklıydı. "İkinci katta da toplantı salonu ve odalar olduğuna göre, üçe çıkalım."
Birlikte merdivenlerden çıkarken Murat etrafı kolaçan ediyor ben de mavi renk yağlı duvar boyası ile kaplı duvarların soğukluğuna tutunarak yukarı çıkmaya çalışıyordum.
Üçüncü kata geldiğimizde çok fazla kişi göremedik. Bir hayli boş olan bu koridorda yürümek de cesaret istiyordu. Birlikte birkaç adım gittikten sonra odalardan bir polis çıktı. Aniden durduk.
"Siz n'arıyorsunuz burada?"
Murat telaşlanmıştı ama ben fırsat vermedim.
"Müdürle görüşecektik, bizi çağırtmış."
"Sizi mi? Neden?"
"İkimiz de tayin isteyen polisleriz. Bazı anlaşmazlıklar oldu. Neymiş kadın polis olurmuş. Ben diyorum olmaz bu diyor olur. Sence hiçbir kadın polis olabilir mi? Bir kere onun katili yakalamaya giderken nefesi yetmez. Yani şimdi doğru oturalım eğri konuşalım. Sen hiç bir angutun polis olduğunu gördün mü? Misal sen angutsun, ister miydin polis olmak? Hayır ben porsukları da anlamıyorum, nasıl yiyorlar yılanları ya?"
Karşımdaki polis sırası ile yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı, sağa sola bakıp bizden nasıl kurtulabileceğini düşündü ve en son "Müdürün odası şurada, gidin oraya derdinizi ona anlatın," dedi. Gösterdiği yere bakarken yanımızdan adeta sıvıştı.
"Yemin ediyorum sana hayranım," dedi Murat.
"Daha kaç defa evli olduğumu söyleyeceğim?" diye sordum. "Bir de kızım var. Bu yaştan sonra kuma da alamam."
İkimiz birlikte gülerek müdürün odasına doğru yürüdük. Odanın girişindeki isim bölümünde asılı olan resimden konuşan kişinin müdür olduğunu anlamamız çok sürmemişti. Tam yerine gelmiştik. Her şey tıkırında gidiyordu.
Kapıyı açıp içeri girdik. Boştu ve sigara kokuyordu. Masanın üstündeki tabak izmaritlerle doluyken bunun yoğun bir efkardan geldiğini anlamak işten bile değildi. Hissettiğimiz gibi güzel şeyler olmuyordu.
"Sen şuradan başla. Ben de masayı kontrol edeceğim," dedi Murat. Beklemeden gösterdiği yöne yürüdüm ve dosyalara tek tek bakmaya başladım.
Personel dosyaları, gelir giderler, katiller, hırsızlar, davası sürenler, emniyet çalışanları ve daha bir sürü ıvır zıvır...
Murat masanın çekmeceleri ve altı dahil her yere baktı ancak istediğimiz dosya yoktu.
"Saklamış olabilir mi?" diye sordum.
"Olabilir ama bence bu odada yok. Düşünsene konuşmadan hemen sonra buraya geldik ve müdür buraya gelmemiş olabilir."
Haklıydı yine Murat. Odanın penceresinden dışarı baktığımda aşağıda birkaç kişi ile konuşan müdürü gördüm. Ve elinde de tam aradığımız şey vardı. Dosyayı yanında taşıyordu. Murat'ı çağırıp gösterdiğimde "Bu sefer benim aklıma bir şey geliyor," dedi ve kulağıma fikrini hızlıca fısıldadı. Riskliydi ancak benim ayak kırma fikrimden daha maliyetsizdi.
Beklemeden odadan çıktık ve koşarak aşağı indik. Hemen girişte bir kahve makinesi vardı. Cebimde duran jetonlardan iki tane çıkarıp içine attım ve sırası ile iki elma çayı aldık. Murat önde ben arkada yürürken planın işe yarayıp yaramayacağı konusunda tereddütteydim. Yapacağımız en ufak bir aksilik her şeyi berbat ederdi. Ama olmadı.
Önce Murat geçti müdürün yanından sonra da ben. Yalnız ben geçerken elimdeki elma çayını doğal bir şekilde hem kağıda, hem müdüre döktüm. Kendim de yeri boyladım. Çayın bir bölümü de benim üstüme döküldü. En az müdür kadar yandım ama role tam ayak uydurduğum için devam ettim.
"Ah çok özür dilerim efendim. Hemen temizlerim. Çok afedersiniz. Ayağımı burkmuştum da, kusura bakmayın."
Müdürün ceketine pantolonuna elimdeki mendille silerken kağıda bakıyordum.
"Dosyanız da ıslanmış. Eyvah harfler birbirine giriyor. Hemen fotokopi çektirip geleyim."
Dosyayı elinden çektim ama "Dur be adam ne yapıyorsun? Bırak!" diye bağırdı. "Mahvettin zaten her şeyi. Sizin gibi sakarları neden işe alırlar ki! Nerede görev yapıyordun sen?"
"Çooook küçük bir kasabada efendim."
"Belli zaten. Sizin gibi işgüzarları şehir merkezine verecek değiller ya!"
Müdür bağırmaya devam ediyordu ancak biraz daha devam ederse dosyadaki yazılar gerçekten silinecekti. İçim içimi yerken "Yalnız gerçekten yazılar siliniyor," dedi karşısındaki kıdemli polis. Ver şuna da fotokopi çektirsin bari. Kısa bir süre ver koşsun cezasını da alsın," dedi.
Her ne kadar ağzını bir torba gibi büzmek istesem de işimi kolaylaştırmıştı. Müdür bir çöp gibi bana bakıp dosyayı kucağıma attığında "İki dakika," dedi. "İki dakika içinde burada ol!"
Dosyayı kapar kapmaz koşmaya başladım. Merdivenlerin orada beni bekleyen Murat'la birlikte içeri girdiğimizde kullanmasını bilmediğimiz fotokopi makinesine ulaştık ve bir polisten yardım alarak dosyanın fotokopisini çektirdik.
"Kaç tane olacaktı?" diye sordu polis.
"İki," dedim. "Elma çayı ile ıslanma tehlikesi var. Bu yüzden mutlaka iki."
Fotokopinin biri müdüre giderken diğerini katlayarak cebimize indirdik. Sonra da önce hastaneye sonra otogara giderek kasabanın yolunu tuttuk.
🕯
Selamlar. Berat kandilimiz mübarek olsun. Geç kaldığım için çok özür dilerim. Daha önce de belirtmiştim ama yine söyleyeyim. Çanakkale için hazırlanıyoruz ve inanılmaz yoğunum. Eve geç geliyorum ve kitap yazacak vakti ve gücü bulamıyorum. Yine de elimden geleni yapmaya çalıştım inşaAllah beğenmişinizdir. Yeni bölüm günümüzden olacak. Heyecanla bıraktığınız Haris ve Hacer'e yeniden dönüyoruz. Bakalım orada her şey yolunda mı?
Biraz yorumlara yüklenin. Eski bölümler olduğu için zaten 200 yorumla yayımlanıyor bölüm ve neredeyse hiç gelmiyor. Ben kitabı yazarken kimse destek olmuyor kalktığında her yerden istek geliyor. Mumya 2 de böyle oldu şimdi Profesyonel de. Kaldırmak istemiyorum ama insanın içindeki yazma hevesini yok etmeyin lütfen ve fikirlerinizi yazın. Benim burada paylaşmamın tek amacı sizlerden dönüş almak. Wattpad herhangi bir ödeme yapmıyor. Şayet parayı düşünsem kitaplarımı satar ve jetonla okumak zorunda bırakırım ki bu durumda dönüş almak da umrumda olmaz. Ama istiyorum ki kitlem kitaplarıma kolaylıkla ulaşsın ve irtibatta kalalım.
Ben 4000 kelime yazarken 4 kelime yazmaya üşenmeyin lütfen ve fikirlerinizi belirtin.
Yeni bölüm en kısa sürede.
Sevgiler ❤️🔥 |
0% |