Yeni Üyelik
48.
Bölüm

48. Bölüm

@hakugu

 

 

Bol bol teori bekliyorum. Kitabı yazmanın en zevkli yanı sizin fikirlerinizi okumak! Ne kadar çok teori o kadar hızlı yeni bölüm. İyi anlaşma bence (;

Keyifli okumalar dilerim...

 

 

 

13 Nisan 1994

Yusuf Gazel'in hatırasından 🕯

 

 

 

 

Toplamda üç gün boyunca üstünde beyaz tavşan resmi olan çikolata aradık. Tüm market, bakkal ve hatta yurt dışından gelenlerin evlerine bile konuk olduk ama asla böyle bir çikolata yoktu. Çobanın yanlış hatırlaması ya da yalan söylemesi ihtimali üzerine de durduk ve hem ben hem Murat defalarca kez sorguladık ama hep aynı şeyi söylüyordu. Hatta beyaz tavşanın resmini bile çizmişti. Çikolatanın şeklini de anlatmıştı. Bu kadar ayrıntıdan ve hep aynı şeyi tekrarlamasından sonra biz de ona inanmıştık artık. Kesinlikle üzerinde beyaz tavşan olan bir çikolata vardı! Üç gündür nöbetleşe Murat'la maktullerin ailelerine ziyarete gidiyorduk. Hepsinden farklı farklı bilgiler toplamıştık ama hiçbiri beyaz tavşan çikolataları kadar net değildi. Elimizde hem çok kuvvetli hem de çok zor bir ip ucu vardı. Bir şişe suyu zorla bitirmeye çalışırken yüzümü buruşturdum. Günlerdir çikolata yemekten dişlerim kamaştığı için içtiğim suyun tadı bile yavan geliyordu. Yapacak başka bir şey kalmadı diye üzülürken mafya gelmişti aklıma. Evet seri cinayetlerden ona bahsetmeyecektim ama bir çikolatayı bulması da onun için zor olmazdı muhtemelen. Elimdeki su şişesi ile arabamı mafyanın malikanesine doğru sürerken Murat merkezde kalmıştı. Aileleri gezme sırası bendeydi ve aslında sıraya göre Şerif İzci'nin ailesini ziyaret etmem gerekiyordu ama ben oradan dönüp mafyanın evine gelmiştim. Nedense içimde bu beyaz tavşanın bizi doğru yola götüreceğine dair bir his vardı. Zaten başka bir ip ucumuz da yoktu.

 

Malikaneye gelir gelmez yine ihtişamla karşılandım. Ben indiğimde arabam mafyanın adamları tarafından içeri alındı. Tek başıma geldiğim için daha çok ihtimam görüyordum. Hemen yardımcısı geldi ve beni özel bir odaya aldı. İçecek ve yiyecek bir şeyler getirdikten sonra bir süreliğine yalnız bırakacağından bahsetti. Koyu yeşil boya ile kaplı olan duvarlar dışarıdan ışık almadığı için sarımtrak lambalarla aydınlatılıyordu. Böylesi ortama hem ciddi hem de loş bir hava vermişti. İçecekten bir yudum alıp etrafı incelemeye devam ettim. Bomboş bir odaydı. Sadece bir ofis masası ve önünde iki sandalye vardı o kadar. Dışarıdan içeriye ve içeriden dışarıya herhangi bir ses ve görüntü sızması imkansızdı. Sıradan insanların buraya girmediği öyle çok belliydi ki. İçeceğimden üçüncü yudumu almıştım ki acele ile kapı açıldı ve Osman Çelik içeri girdi.

 

"Ooo Yusuf komiserim hoş gelmişsen yav. Kusura bakma kızım geldiydi onunla konuşuyordum."

 

"Sıkıntı değil, devam etseydin ben beklerdim biraz daha."

 

"Yok yav seni bekletir miyim hiç?"

 

"Kızın mı vardı senin?" diye sordum içeceğimden yeni bir yudum alırken.

Şaşkınlıkla sorduğumda "He yav, beğenirsen evlendireyim seninle," dediğinde gülümsedim ve yavaşça elimi kaldırdım. Gümüş yüzüğümü görünce "Sözlü müsün?" diye sordu. Başımı iki yana salladım. "Nişanlı?"

 

Yeniden gülümsedim ve "Evliyim," bir de kızım var," dedim.

 

Şaşkınlıkla sandalyesine oturduğunda bana kocaman açtığı gözleriyle bakıyordu. Afallamış ve bir hayli üzülmüştü. Bense minnettar bir tebessümle ona bakıyordum.

 

"E ben Selma'yı senin için getirttim Almanya'dan. Seni çok sevdiğim için onun da seveceğinden emindim. Kıza o kadar anlattım ki sana bayıldı, tüh yav. Ne etcem ben şimdi?"

 

Gülümsemeye devam ederken içeceğimin son yudumunu da aldım. Eminim böyle yapmıştı. Osman Çelik yaptığı pis işlerin aksine dürüst ve saf kalpli bir insandı.

 

"Sağolasın düşünmen yeter."

 

"Düşündük düşündük ne oldu? Tüh be Yusuf Gazel benim damadım olacaktı. Hay böyle işin yav"

 

Biz konuşurken kapı hafifçe aralandı ve içeri biraz önce bahsettiği kızı olan Selma girdi. Beni görmesi ile gülümsemesi ve iki elini ovuşturması bir oldu. Mafya kızına hiç benzemeyen sarı bukleli saçları, ela gözleri ve güzel bir yüzü vardı. Annesine çekmiş olmalıydı zira Osman Çelik'le uzaktan yakından alakası yoktu.

 

"Yusuf komiser?"

 

Cevap vermeden içeceğimden yeniden içmeye çalıştım ama bitmişti. Kızla görüşmemiş olsaydım iyi olacaktı. Asiye duyarsa kesin üzülür. Ona bakmadan önüme bakmaya devam ettim.

 

"Kızım koş yeni içecek getir."

 

"Yok yok gerek yok. Ben kalmasın diye öyle şey ettim. İstemem yenisini."

 

Mafyaya bakıyordum ama kız benimle konuşuyordu. İyice yaklaşıp elimde olan bardağı alırken parmakları parmaklarıma değmesin diye hızla elimi geri çektim.

 

"Getireyim yine de ben."

 

Kız da fark etmişti bu hareketimi ve muhtemelen evli olduğumu bilmediği için kendisini beğenmediğimi falan düşünmüştü. Nasıl iki dakikada başımı belaya sokmayı başarıyorum ben de anlamıyorum. Bazen Ali ve Selim'e katılıyorum gerçekten. Yürüyen felaket tellallıyım. Selma başka bir şey demeden çıktığında mafyaya döndüm. Mevzu ben değildim, o yüzden ciddileştim.

 

"Osman abi teşekkür ederim ama kızını daha fazla üzmeden sen bu işten vazgeç. Eşimi çok seviyorum ben ve böyle bir şey bana tamamen ters. Bu konuyu hiç açmadığımızı varsayıyorum. Benim asıl gelme amacım başka bir şey," dedim.

 

O da benim gibi masanın üstüne doğru eğildiğinde "Bir çikolata arıyorum," dedim sesimi alçaltarak.

"Üzerinde beyaz tavşan olan bir çikolata. Pek Türk ürününe benzemiyor ama ben yine araştırdım. Aldığım hiçbir çikolatada böyle bir resim görmedim. Senden istediğim bana bu çikolatayı bulman."

 

Kaşlarını çatıp ciddi bir şekilde dinlerken dudaklarını büzüştürdü. Polis olarak elbette her şeyi araştırmam normaldi ama çikolata biraz tuhaf gelmişti anlaşılan. Yine de ciddiyetinden ödün vermeden dinlemeye devam etti.

 

"Türk ürünü olmayan bir çikolata mı? Hımm." Düşünceli bakışlarla çenesini kaşıdı. Sonra da pek istekli olmadan "Rahatsız olmayacaksan sana Selma'yı yardımcı olarak vereyim. Hem o Almanya'da yaşıyor daha iyi bilir," dedi.

 

Başımı hafif sola eğip boynumu kaşıdım. Rahatsız olurum elbette. Niye rahatsız olmayayım. Ben evliyim, normal bir kız olsa neyse benimle evleneceğini sanan bir kızım etrafımda ne işi var? Bakışlarım yere indiğinde "Oğlum sen kaç yaşındasın?" diye sordu.

 

Bambaşka bir yerden gelen soru ile ellerimi dizlerimin üstüne koyup derin bir nefes aldım.

"Yirmi iki."

 

Mafyanın dudaklarında görüp görebileceğim en hoş gülümseme oluştu. Daha büyük bekliyor gibiydi.

 

"Niye o kadar erken evlendin?"

 

"Sevdim."

 

Başını olumlu anlamda salladı. Diyecek başka bir şey kalmamıştı.

 

"Tamam madem. Selma! Selma kızım buraya gel!"

 

Şimdi neden çağırıyor kızını? İstemiyorum dedim ya! Yine farklı şeyler diyecek diye rahatsız olmaya başlamıştım ki kız içeri girdi.

 

"İyi dinle, bu adam evli. Bir de kızı var. Eşini de seviyor. Anlattığım her şeyi unut. Yani tamamen vazgeç anladın mı? Sakın ağzından bir daha Yusuf ismini duymayayım."

 

Hem ben hem kız kendimizi gerçekten çok mahçup hissetmiştik. Böyle bir şeyi beklemiyorduk ve içim kararmıştı. Ne kıza ne mafyaya bakamadan öylece yeri incelerken şu anın bir an önce bitmesi için dua ediyordum.

 

"Ama bir konuda desteğine ihtiyacımız var. Üstünde beyaz tavşan olan bir çikolata bulmamız gerekiyor."

 

"Beyaz çi-çikolatalı tavşan mı?"

 

Kızın titrek sesi ve anlamsız cümlesi ile ona baktım. Gözleri dolu doluydu. O zaman bu işten kolay kolay kurtulamayacağımı anladım. Sıkıntı ile bir nefes verdiğimde "Evet, beyaz tavşanlı çikolata," diye tekrar etti mafya.

 

"Tamam hemen bakarım."

 

Sonra ben başımı yere eğdim, kız gitti. Mafya bana baktı, ben yere. Keşke hiç gelmeseydim diye defalarca geçirdim içimden. Gelmeseydim de zaten benden önce ayarlanmış bir şeydi bu ve gelmemle gelmemem bir şeyi değiştirmeyecekti. Öyle canım sıkılmıştı ki tüm moralim alt üst olmuştu. Kendimi kötü bir adam gibi hissetmiştim. Hem eşime hem bu kıza karşı neden mahçup hissediyordum ki durduk yere? Bir şey de yapmadım. Bıkkınlıkla bir nefes aldığımda "Tamam tamam," dedi mafya. "İç çekip durma öyle. Ben Selma'yı vazgeçiririm. Sen de kendini kötü hissetme. Söz beyaz tavşanlı çikolatayı da bulacağım. Hadi artık rahatla."

 

Tesellisi pek işe yaramasa da gülümsedim ve gerginlikten yeni gelen içeceği de içip bitirdim.

 

Sıkıntı ile geçen saatlerden sonra yeniden merkeze geldiğimde ruh halim eski haline dönmüştü. Islık çalarak yürürken çayhanenin önündeki üçlü sandalyenin en solunda oturan Devran'ı gördüm. Başını yere eğmiş ellerini de dizlerinin üstüne sarkıtmış öylece kendinden geçmiş bir şekilde duruyordu. Islığımın tonu kapanış melodisini andırarak solduğunda ellerimi pantolonumun ön ceplerinden çıkardım ve yolumu değiştirerek ona doğru yürümeye başladım. Geldiğimi fark etmemişti. Aramızda bir boşluk bırakarak diğer sandalyeye ben oturdum. Bir süre öylece onu izledim. Yerdeki bir şeyleri izliyordu ama aslında gördüğü başka şeyler gibiydi.

 

"Hey birader?" Duydu ama sadece iç çekti. "Devran?"

 

"Hı?"

 

"Geldiğimi görmedin mi?"

 

"Gördüm."

 

"Niye tepki vermiyorsun oğlum o zaman ya?"

 

Elimi omzuna attığımda boş bir balon gibi süzüldü. Kesin başka bir derdi vardı.

 

"Anlat bana hele, ne derdin var?"

 

"Boşver kardeşim."

 

"Boşver?"

 

İki elimle omuzlarından tutarak kendime çevirdim. Sarsılarak bana döndüğünde gözlerinin feri sönmüştü sanki.

 

"Oğlum kardeş kardeşi boş verir mi lan? Çabuk anlat bakalım neyin var senin böyle?"

 

"Annem," dedi iç çekerek. Bekledim. "Annem evlenmemi istiyor ama köydekilerden kimse bana kız vermiyor. Biliyorsun babam..."

 

Devran'ın babası Devran daha çocukken borçları yüzünden çocuklarını ve karısını da ardında bırakarak kaçmıştı. Köy halkı da Devran ve annesine yapmadığı işkenceyi bırakmamıştı. Üstelik bu öyle büyük yankı uyandırmıştı ki insanlar Devran'ın da aynı şekilde davranacağını düşünüp kızlarının onunla evlenmesine müsade etmiyorlardı. Devran annesini ve işini bırakıp gidemediği için de buradan biri ile evlenmek durumunda kalıyordu. Çoğu defa onun bu zayıf anlarına denk gelmiştim ama bu daha ağırdı. Eskiden hep mevzu para olurdu. Murat ve ben bulup buluşturur ona verirdik. Ama evlilik ayrı bir meseleydi. Onu nasıl yapacaktık?

 

"Annem iyice yaşlandı biliyorsun. Buraya gelmeden önce onu odada ağlarken gördüm. Dua ediyordu benim evlenmem için. Ben evlenmeden bu dünyadan göçmek istemiyormuş."

 

Devran'ın gözlerine dolan yaş benim gözlerime de dolduğunda derin bir iç çekip yavaş yavaş sırtına vurdum. Çocukluktan beri birbirini tanıyan insanlar artık kardeşten de öte olur. Devran ve Murat'la öyleydik işte. Murat benden bir yaş büyüktü, Devran da benden iki yaş küçüktü. Yine de sanki üçüz gibiydik. Murat'la ailelerimiz de tanıştığı için biraz daha yakın olsak da Devran da bizim canımız kanımızdı. Onun sıkıntısı hepimizin sıkıntısıydı. Kendi içimdeki acı sanki onun sırtına vurmamla geçecekmiş gibiydi. Hayır aslında daha da artıyordu ama elimden başka bir şey de gelmiyordu. Gözlerim yaşlarını akıtmasın diye tavana bakarken hemen karşımda duran tabelada koskoca S harfi dikkatimi çekti.

 

S...

 

S?

 

S!

 

"Selma?"

 

Bir ihtimal? Neden olmasın? Denemeye değer!

 

"Hemen benimle gel!"

 

"Ne oldu Yusuf Allah aşkına hiç eğlence kaldıracak gücüm yok."

 

"Asıl eğlenceyi sen bana vereceksin. Bırak ağlamayı kalk hemen."

 

Devran'ın ensesinden tutup kaldırdım ve birlikte koridorda yürürken karşıdan Murat geliyordu. Elindeki kağıtları gösterirken "Yusuf var ya şu dosyalardan öyle şeyler buldum ki..." derken onun da ensesinden tutup kendime çektim.

 

"N-ne oluyor? He-hey!"

 

"Yürüyün dostlarım gidecek bir malikanemiz var!"

 

Ne yapacağımı benden başkası bilmezken o ikisi beklenti dolu bakışlarla bana bakıyordu. Ben ise arabayı yeniden mafyanın malikanesine sürdüm. Madem ortada yapılan bir iyilik vardı boşa gitmemeliydi. Kaderde olmasa böyle tevafuklar üst üste gelebilir mi hiç?

 

Yeniden malikaneye geldiğimi gören görevliler telaşla sağa sola koşturdular ama bu sefer bir seremoniyi beklemeden direkt içeri girdim ve yeşil odayı bıraktığım gibi buldum.

 

"Burası da neresi Yusuf? Niye geldik bi açıklama yapsana!"

 

"Susun da oturun."

 

İkisini sağlı sollu yanlarıma oturttuğumda ben de ortalarına oturdum ve hevesle ellerimi dizlerimin üstüne koydum. Çok geçmeden Osman Çelik yine üstünü başını düzeltip acele ile geldi.

 

"Yusuf komiserim? Hayırdır?"

 

"Hayır hayır inşaAllah," dedim olduğum yerde kıpırdanırken.

"Allah'ın emri peygamberin kavliyle kızınız Selma'yı oğlumuz Devran'a istemeye geldim."

 

Son cümlemden sonra önce Murat sonra Devran en sonra mafya bana şaşkınlıkla bakarken ben kendimden gayet emin ve mutlulukla içimi kıpır kıpır eden bu mükemmel tevafukun yerli yerine oturmasını bekliyordum.

 

🕯

 

 

Osman Çelik'in malikanesinden geldiğimizden beri Murat sürekli Selma mevzusunu sorup duruyordu. Ben de daha fazla dayanamayıp hepsini anlatmıştım ki ağzına sakız oldum. Durup durup Asiye'nin Selma'yı duymaması gerektiğini söyleyip duruyordu. Sanki ben istemişim gibi, sanki müsaade etmişim gibi. Gerçi şaka yapıyordu ama yine de sinir bozuyordu.

 

"Neyse hadi şu saçmalıkları bırak da neler buldun ondan bahset," dedim mevzuyu değiştirerek.

 

"Ha evet. Sen yokken maktul Şerif İzci'nin evine gittim."

 

Hızla bakışlarımı Murat'a çevirdim. Yine bizim evde toplanmıştık ve yine herkes uyumuştu. Şöyle bir zamanda Murat ve benden başkası buralarda ayakta olmazken dış kapının açıldığını fark ettik.

 

"Biri mi geldi?"

 

"Bu saatte?"

 

Saat gece yarısını geçmişti ve bu saatte birinin gelmesi neredeyse imkansızdı. Yine de ayağa kalktım ve dış kapıya doğru yürüdüm. Karanlıkta hiçbir yer görünmezken kimseler de yoktu aslında. Kapıdan çıkıp sokağa da vaktım ama yoktu. Biz mi yanlış duymuştuk yoksa kapı kendi kendine mi açılmıştı? Kapıyı kontrol ettiğimde kilidinin kapalı olduğunu fark ettik. Ya biri gelip yeniden kapatmıştı ya da biz Murat'la halüsinasyon görmüştük.

 

"Kimmiş!"

 

"Kimse!"

 

Murat da masadan kalkıp bana doğru gelirken "Sen de duymuştun kapının sesini değil mi?" diye sordum.

 

"Evet," dedi. Yine de ikimiz de kimseleri göremiyorduk. Şaşkınlıkla geri dönecektik ki "Bu da ne?" diye sordu Murat.

 

Bir an için bir gulyabani ya da canavar gördü sanarak "Ne? Ne! Ne gördün?" diye ona sarıldım. Ama o sadece eğilmekte yetindi.

 

Yere eğilip büyük bir zarfı eline aldığında "Bu sabah da burada mıydı?" diye sordu.

 

Zarfı alıp incelediğimde "Sanmam," diye yanıt verdim.

 

Zarfın köşesindeki Osman Çelik ismi taze olduğunu gösteriyordu.

 

"Bir mafya ile dost olduğunu unutmuşum," dedi Murat hafif ima ile. Kolumla onu dürterken dahi gülmeye devam ediyordu.

 

"Ne gönderdi ki?"

 

Murat'la birlikte yeniden masaya doğru yürüyüp sandalyelerimize oturduğumuzda yavaşça zarfı açtım. Masaya doğru tuttuğumda içinden yedi sekiz tane resim, üç tane gazete parçası, iki tane de çikolata çıktı. Düşen bi kağıtta da not yazıyordu.

 

Yusuf komiserim, biz bu çikolatayı bulduk hatta fabrikatör hakkında da bilgiler ekledim. Bana gelmen ve bende bu bilgileri öğrenmen senin için riskli olur diye böyle gönderiyorum. Bu çikolatalar özel olarak üretiliyor ve Türkiye'de sadece büyük şehirlerde bulunuyor. İstanbul, Ankara ve İzmir'de satılıyor. Üretildiği fabrika Numan Kervansaray diye bir iş adamına ait. Çok zengin olduğu için asıl işi olan ticaretten sonra gıda üretimine de el atmış.

 

Nottan sonra resimlere baktım. Fabrikanın dışarıdan çekilmiş resmi, fabrikatör Numan Kervansaray'ın resmi, çikolatanın resmi ve birkaç tane daha delil için resimler vardı. Eklediği iki çikolatanın üstünde de beyaz tavşan vardı. Aradığımız çikolatanın markası Saleluya'ydı. Paketi açıp kokusuna baktım. Normal çikolata kokuyordu ama Murat yememem için beni uyardığında durdum. İçindekilere baktım. Göze batan anormal bir şey yoktu.

 

"Şimdi ne yapacağız?"

 

Murat elinde tuttuğu çikolata ile sorduğunda ben de fabrikanın resmini inceliyordum.

 

"Numan Kervansaray'ı araştıracağız. Karun kadar zengin olana dek neler yaptığını bulmamız gerek. Temiz bir sicile sahipse bile nadir bulunan bu çikolatalarının cinayetlerde çıkmasının mutlaka bir nedeni olmalı."

 

Elimizdeki resimlere bakmaya devam ederken çikolatanın ağır kokusu ikimizin de burnuna doluyordu.

 

🕯

 

 

Ertesi sabah Yakut komiserden izin aldık ikimiz de. Hem Murat hem ben ailelerimizi evde bırakarak çikolata fabrikasını incelemek için İzmir'e doğru yola çıktık. Fabrika İzmir Kiraz'daydı. Edindiğimiz bilgiye göre Numan Kervansaray da Kiraz'da ikamet ediyordu. Konya'dan bindiğimiz otobüs yoğun sigara dumanı ve sallanan koltukları ile bizi İzmir'e bıraktığında saatler geçmişti. Tamamen dağılmış şekilde otogara indiğimizde Kiraz'a giden minibüslere bindik. Fabrikanın olduğu sokağı bulduğumuzda midemiz kazınıyordu. Durup yemek yemek aklımıza gelmemişti ama mideler kendini belli ediyordu. Fabrikanın hemen köşesinde duran simitçiden birer simit alıp yemeye başladık. Simitçi birer de ayran verince tam olmuştu.

 

"Sizi daha önce görmedim buralarda. Yabancı mısınız?"

 

"Konyalıyız," dedim simitten bir ısırık daha alırken.

 

"Konya mı? Çalışmaya mı geldiniz buraya?" diye sordu.

 

"Yok biz araştır..."

 

Murat'ın koluna belli belirsiz dokunduğumda "Evet," dedim. "Fabrikada çalışmak için geldik. Sence iş var mıdır?"

 

"Olmaz mı? Nasıl bir işe giriştilerse artık koca koca fabrikalar yapıyorlar. Duyduğum kadarıyla sıra Konya'ymış. Buraya gelmenize gerek kalmaz artık."

 

"Fabrikatör Numan Kervansaray'mış doğru mu?"

 

"Öyle, deli dehşet zengin. Geçenlerde fabrikaya geldi. Adamın paçasından para akıyor adeta."

 

Simitten bir ısırık daha alırken fabrikanın kapısına baktım nedensizce. Fabrikatörlerin zengin olduğu doğrudur ancak paçasından para akmak? Böyle hızla gelişmek? Gömlek değiştirir gibi fabrika açmak? Ve çikolatalarının hiç olmaması gereken yerlerde olması?

 

"Nasıl içeri girebiliriz acaba?"

 

"Hemen şurada danışma var. Oraya giderseniz size yardımcı olur."

 

"Teşekkür ederiz kardeş."

 

"Eyvallah abim."

 

Simitçiden ayrılıp danışmaya doğru yürüdük. Yakut komiserden birkaç günlüğüne izin almıştık. Ağır bir dava süreci içinde olmadığımız için vermişti ancak normalde asla böyle bir izni alamayacağımız için şu birkaç günde mümkünse katili yakalamayı hedefliyorduk. Hadi bakalım beyaz tavşan, götür bizi doğur kapıya...

 

"Selamün aleyküm dayı, biz fabrikada çalışmak için gelmiştik."

 

"Hoş gelmişseniz fakat işçi açığımızı geçen hafta kapattık. Sadece istif ve evrak doldurmak için iki kişi lazım."

 

"Ben evraklardan iyi anladım," dedim bir adım öne çıkarak. Murat'a da istif kalmıştı ama buna hiç itiraz etmeden kabul etti. Bu işte ortaktık ve elbette birlikte çalışacaktık.

 

"Eğitim durumunuz nedir?"

 

"Lise mezunuyuz ikimiz de." Hem Murat'ı hem kendimi işaret ettiğimde adam olumlu anlamda başını salladı.

 

"Ben bir sorayım döneyim."

 

Adam önündeki çevirmeli telefondan rakamları çevirirken çevrilen çember gözümün önünde döndükçe tuhaf bir şekilde masum cesetlerin resimleri gelip geçti.

 

Beş...

 

Çember dönüyor, karnı deşilmiş zayıf bir beden.

 

Sekiz...

 

Çember yeniden dönüyor, buğday taneleri...

 

Altı...

 

Çember bir kere daha dönüyor, küçük bir kalp ve iki adet böbrek...

 

Telefonun çemberi içimde biriken korkuları tek tek gün yüzüne çıkarırken ben bordo renkli çevirmeli telefonun çemberinde öylece takılı kalmıştım. Ahizenin birbirine giren kıvrımlı kablosu adam her konuşusunda gerilip yeniden kıvrılırken yediğim simidin susamları sanki boğazıma diziliyordu. Evet, diğerlerine nispeten bu felaketi araştırdığım için az da olsa vicdanım rahattı ama nedense hala daha damarlarımda bitmek bilmeyen bir pişmanlık sızmaya devam ediyordu.

 

🕯

 

 

İşe alınır alınmaz Murat istif bölümünde ben de evraklarda çalışmaya başladık. Kimselere en fazla üç gün kalabileceğimizi söylemedik. Ara ara ailelerimizi arayıp durumumuzdan haberdar ettik. Onun dışında da kimseyle görüşmedik. Aynı anda iş başvurusu yapsak da Murat ile mesai saatleri içinde hiç yan yana gelmedik. Hep uzaktan ya da belirli yerlere bıraktığımız notlar sayesinde anlaştık.

 

İlk işimiz çikolatanın yapımı olmuştu. Özel bir çikolataydı ve yağında kullanılan yüksek miktardaki Monosodyum Glutamat (MSG) bağımlılık yapıyordu. Bir kere yiyen bir kere daha yiyesi geliyordu. Gıda mühendisleri özel olarak bu yağın miktarını ayarlıyor ve test ederek satışa hazır hale getiriyorlardı. Buraya kadar çok da anormal bir şey yoktu. En azından satış için yapıldığı düşünüldüğünde...

Fakat tuhaf olan bir yer vardı ki, bu maddenin çok pahalı olmasıydı. Bunca fabrikası da olsa insanın, devasa çikolata üretiminde kullanabilmek için fabrikatör olmak yetmezdi. Bunun altında başkaca bir güç vardı...

 

Fabrika toplamda sekiz katlıydı. Ortası boş binanın en alt katında çalışan insanları görmek bile mümkündü. Ben neredeyse her kata uğruyor, muhasebe evraklarını toplayarak gelir giderleri hesaplıyordum. Sürekli gezdiğim için insanlar benden şüphelenmiyorlardı. Böylelikle rahatça etrafta gezinip bilgi toplama imkanı buluyordum. En alt kata inmiştim ki istiflenen çikolata kolilerinin başında duran Murat'a doğru yaklaştım. Kaş göz işareti ile kolilerden birinin üstüne bir kağıt bırakıp ilerledim. Murat da hiç vakit kaybetmeden kağıdı alıp okumaya başladı.

 

Monosodyum Glutamat mı her neyse çok pahalıymış. Hesap tutanaklarındaki rakamlar devasa. Bunu almak için insanların ancak böbreğini satması gerek herhalde. Sen neler buldun?

 

Birkaç dakika sağda solda oyalanırken Murat da kağıdın altına cevabı yazıp aynı yere koydu.

 

Numan Kervansaray'ın aile tarafından zengin olmadığını öğrendim. Hatta buradaki birkaç İzmirli onun köylüsüymüş. Bir anda zengin olmuş. O da işçiler gibi küçük bir zeytinliği olan çiftçilerden biriymiş. İnsan birkaç senede nasıl bu kadar zengin olabilir?

 

Yazılanları okurken kaşlarımı çattım. Birkaç sene mi? Normalde hiç yapmadığım şekliyle Murat'a baktığımda o da bana bakıyordu. Kolları arkasında bağlı kolilerin taşınmasını koordine ederken ben ne yazacağımı bilemedim. Elbette bu çok zordu. Bunun için ya büyük bir vurgun yapmalı ya da bir anda yüksek miktarda bir meblağa sahip olmalıydı. İkisi de bir çiftçi için zor şeylerdi. Benim babam da çiftçiydi ve neredeyse imkansızdı. Elimdeki kağıdı buruşturup cebime koyarken alt kattan ayrıldım. Murat ardımda kalmıştı bense onlarca soru ile birlikte...

 

🕯

 

 

Murat'la ayrıldıktan sonra elimdeki muhasebe dosyası ile müdürün odasına yürüyordum. Bir şey sormam gerekiyordu ve bunun ötesinde müdürün odasını kurcalamak istiyordum. Hızlı adımlarla kimselere görünmeden yürürken koyduğum gibi buldum odayı. Sanki kırk yıllık odammış gibi iki kere kapı tıklatmasından sonra içeri girdiğimde boştu. İlahi bir güç bize yardım ediyormuşçasına hiç korkmadan masa üstündeki dosyaları, dolapları, çekmeceleri ve rafları karıştırdım. Kayda değer bir dosya bulamamıştım. Dahası her şey olması gerektiği gibiydi. Saksılar, sis eşyaları, telefon ahizeleri, koltuk kenarları ve akla gelebilen her yeri elden geçirdim ama bir şey yoktu. Ta ki, büyük bir talihsizlik eseri kapağı açık olan kasanın içindeki dosyayı görene dek. Kapağı neden açıktı bilmiyorum ama elbette okuyacaktım. Üzerinde Mühimmat yazan dosyayı çekip aldığımda bir yandan kapıya bakıyor bir yandan da hızla sayfaları çevirmeye çalışıyordum. Gelir ve giderlerin olduğu zabıtta her şey olağan ilerliyordu. Çikolatanın kakaosuna verilen meblağ, yağı için ayrılan meblağ, elektrik, su...

 

Parmağımla listenin üstünden giderken bir yerde durdum.

 

Ölü yiyenler?

 

"Neden böyle bir yerden giriş olmuş ki? Ne satıyorlar?"

 

Yüzümü buruşturarak "Ölü yiyenler," diye tekrar ettim. Bir çikolata ile alakası olmayacak kadar soğuktu. İnsanın söylerken bile dikenleri alt üst oluyordu. Arka sayfaları çevirdim ve her ay düzenli olarak bu yerden para girişi olduğunu fark ettim. Maliyeye gösterdikleri dosya ile bu dosya ayrı olduğu için muhtemelen hesap vermemişlerdi. Bu da demek oluyordu ki gizlice yapılan bir anlaşmaydı. Asıl önemli olan bu ölü yiyenler midir neyse onun ne olduğuydu. Daha fazla araştırmak için dosyayı yerine koyup yenisini alacaktım ki ayak sesleri duymaya başladım. Kasanın kapağını hızla kapatıp masanın önündeki sandalyeye oturduğumda elimdeki kalemle kendi dosyama bir şeyler yazmaya başladım. Bir harf yazmıştım ki içeri müdür girdi.

 

"Seni de yorduk Yusuf, hadi yemeğe in sonra devam edersin."

 

Şüphelendirmemek için direkt kabul ettim ve dosyamı da alarak aşağı ofisten çıktım.

 

Bence şu bulduğum şey en önemlisiydi. Bu ölü yiyenler her neyse yılanın başıydı. Çünkü diğer her şeye nispeten ayda bir yaptığı ödeme bile girişlerin tamamından daha yüksekti. Hızlı adımlarla Murat'a doğru ilerlerken bir gürültü duymaya başladım. Aşağı katlardan birinde bir kavga çıkmıştı. Adımlarımı hızlandırıp oraya doğru koşmaya başladım. Murat'ın bir kavgaya karışacağını sanmıyordum ama yine de endişelenmiştim. Düşündüğüm gibi bir kavga oluşmuştu. Murat da muhtemelen ben sanarak endişe ile aşağı kattan geliyordu. İkimiz de endişe ile birbirimize bakarken içimiz rahatlamıştı. Ama kavga devam ediyordu.

 

"Numan'ı verin bana! Getirin bana o köpeği!"

 

"Ağzını topla be adam!"

 

"Ne toplaması lan! Onlar değil mi hep bu pis işlerle uğraşan. Görüşeceğim onunla! İki çift lafım var! Getirin!"

 

Adam güvenlik ve çalışanlar tarafından iki dakikada sindirildi. Hatta bu o kadar hızlı ve sert olduğu ki birkaç dakika içinde sadece iki kişi adamın kollarından tutarak sürüklüyorlardı. Kalabalık yavaşça dağılırken zavallı adamın bir et yığınına dönen bedeni geride birkaç damla kan ile birlikte koridordan atıldı.

 

Gördüğüm manzara moralimi bozmuştu. Murat'la konuşmaya ihtiyacım vardı. Hemen dosyamdan bir sayfa koparıp yazmaya başladım.

 

Ölü yiyenler her neyse bu fabrika onlardan ödeme alıyor.

 

Kağıdı tırabzanların eklemlerinden birine sıkıştırdım ve geri çekildim. Birkaç dakika sonra Murat gelip kağıdı aldı ve okudu. Cebinden çıkardığı kalemle ise hiç beklemeden cevap yazmaya başladı.

 

Senin mafya bulabilir onları. Ortam kızışmadan istersen tüyelim buradan. Hem şu adam da bize bir şeyler söyleyebilir. Daha fazla şüphe çekmenin bir anlamı yok.

 

Murat da kağıdı aynı yere sıkıştırdığında okuma sırası bana gelmişti. O benim gibi geri çekilip beklemedi. Gitti. Söyleyeceği her şeyi söylemiş olmalıydı. Birkaç dakika bekleyip gidip kağıdı aldım ve okudum. Tam tahmin ettiğim gibi ayrılmamızı söylüyordu.

 

Elimdeki kağıdı buruşturarak cebime koydum ve geri geri giderek buradan çıkmanın bir yolunu düşündüm. Olduğu gibi bırakabilirdik ama kesin peşimizi aratırlardı. Polis olduğumuz ortaya çıkarsa da büyük sorun olurdu.

 

Danışmaya gidip ağlamaya başladım. O gözyaşları nasıl aktı bilmiyorum köydeki annemin çok rahatsızlandığını ve tarlaların üstüme kaldığını söyledim. Öyle kuvvetli bir konuşma şeklim vardı ki danışmanın bile gözleri doldu. Benim çıkışımı yaparken bir günlük ücret ödemeyi de ihmal etmedi. Fabrikadan çıktığımda Murat çoktan çıkmış kapıda beni bekliyordu.

 

"Sen nasıl bıraktın?"

 

Elini kaldırıp gösterdi. Sargıya alınmıştı.

 

"Üstüne koli düştü. Tam zamanında!"

 

İkimiz de gülümseyerek olay yerinden uzaklaşırken kısa süre içinde topladığımız bilgiler için gurur duyuyorduk.

 

"Yapmamız gereken şey şu ölü yiyenleri araştırmak. Bir de şu adam ama nasıl ulaşacağız nereye gitti kim bilir?"

 

"O iç bende merak etme sen," dedi Murat cebinden bir kağıt parçası çıkararak. "İşçilerden adamın ismini ve adresini aldım. Meğer bu fabrikada yedi senedir çalışıyormuş."

 

"E niye kavga çıkarmış o zaman?"

 

"Söylediklerine göre akrabasının çocuğu öldürüldüğü için fabrikadan tazminat istemiş."

 

Yüzümü buruşturarak baktım Murat'a.

 

"Ne alaka? Akrabasının çocuğu öldüyse neden fabrika tazminat ödüyor?"

 

"Bilmiyorum. Adam Konyalı ama işimiz kolay ilerleyebilir."

 

"Adamın adı neydi?"

 

"Yasin Mollaoğlu."

 

Soy ismi duymamızla ikimiz de aynı anda birbirimize baktık. Mollaoğlu 2. maktul çocuk Akif Mollaoğlu'nun soy ismiydi. Elbette bir tesadüf olabilirdi ama hiç de öyle bir his yoktu içimizde.

 

"Adam nerede oturuyor demiştin?" diye sordum Murat'a.

 

"Bize yakın bir köy."

 

"Hemen gidelim!"

 

Beklemeden fabrika yolundan çıkıp bir minibüse bindiğimizde geldiğimiz yer otogardı. İzmir'den Konya'ya giden ilk otobüse bindimizde yolların hızla bitmesi için dua ediyorduk.

 

🕯

 

 

Konya'ya ayak atar atmaz uğradığımız ilk yer köy otobüslerinin kalktığı yer olmuştu. Adamın köyüne giden minibüse bindiğimizde saat öğleni geçiyordu. Sıcak bir yandan kötü bir kokunun uzaktan kendini belli edişi bir yandan hem Murat hem ben kendimizi buruk hissediyorduk. Sanki kime baksak bakışlarında cinayetin kanlı sahneleri vardı.

 

Şu önde elinde tırpanla tarlasını düzenlemeye giden yaşlı adam mıydı katil yoksa kucağında bebeğiyle ilgilenmeye çalışan genç kadın mı? Dikiz aynasından dışarı bakan şoför mü kıyıyor bu zavallı yavrulara yoksa durakta bekleyen bitmiş sigarasını zalimce ezen genç mi?

 

Kim? Kimler? Ne için? Ne kadar para uğruna? Karşılığında değen ne var da?

 

Minibüs sallana sallana ilerlerken açık pencerelerden toprak yolun tozu giriyordu. Burnuma dolan toz solunum borularını tıkasa da pencereyi kapatmadık. Ne Murat ne ben kendimizi düşünecek halde değildik. İkimiz de sadece etrafa bakıyorduk. Birçok kişi gözümüzün önünden gelip geçse de kimi göreceğimizi şaşırmıştık. Hepsi çok şüpheli, hepsi çok alakasız, hepsi çok sinsi, hepsi çok masum...

 

Geçti dakikalar birbiri ardınca ve köy girişine gelmiş olduk. Murat'la içmeden çakırkeyif olmuşçasına yalpalaya yalpalaya yürürken köyün girişinde duyulmaya başlandı ağıt sesleri. İstemesem de tahmin etmiştim bu acı feryadın nedenini. Hiç aklıma gelmemesini dilerdim. Hiç duymamayı yeğlerdim. Fikrim dahi olmasın isterdim.

 

Oradan oraya koşturan kalabalık orta yerde duran cesedin ağıdını yakarken adımlarımız hızlandı. Bir an önce görmek ve bu ihtimalden kurtulmak istiyorduk. Gördük de...

 

Saatler önce gördüğümüz Yasin Mollaoğlu bir et yığınına dönmüştü adeta. Orta yerde boylu boyunca uzanırken ayakta duramamaktan korkup yanımdaki Murat'a tutundum. Şaka değildi. Rüya değildi. Apaçık bir gerçekti.

 

Çok geçmedi köye bizden sonra bir araç girdi ve içinden çıkan üç adam etrafta birilerini aradı. Aradıkları meğer bizdik. Kollarımızdan tutup yaka paça araca bildirildiğimizde bayılmak üzereydim. Birileri bir şeyler söylüyor ama duymuyorduk. Bizi alan bu insanlar kimdi hiç umursamıyorduk. Adamı resmen döve döve öldürmüşlerdi. Döve döve köpek gibi et yığınına çevirmişlerdi. Adamda kemik kalmamıştı. Hepsini kırmışlardı.

 

"Yusuf Gazel! Her yerde sizi arıyorduk! Bizi duyuyor musunuz?"

 

Yanımdaki siyah takım elbisesi adam beni sarsıyordu ama hiçbir şey duymuyordum.

 

"Biz Osman Çelik'in emri ile buradayız. İzmir'den beri sizi takip ediyoruz. Fabrikatör Numan Kervansaray detaylıca araştırıldı ve Ölü yiyenler denen bir örgüte hizmet ettiği öğrenildi."

 

Biliyordum. Ağzıma hakim olamadığım için dudaklarımdan bir miktar tükürük yere süzüldü. Gözlerim hareketsizce kalabalığa ve ortada yatan cesede odaklıydı. Hemen karşımda duran Murat kendinden geçmişçesine ağlarken sesler devam etti.

 

"Ölü yiyenler örgütünün organ kaçakçılığı yaptığı açığa çıktı. Osman Çelik sırf sizin için orada çalışan birini sorguya çektirdi. Geneli çocuklardan oluşan organ ticaretini üstlenmiş bir güruh. Aradığınız katiller onlar. Ellerinde sizin maktul çocukların cesetleri de varmış. Hepsini gömmüşler. Hepsi yok edilmiş."

 

Birileri omzumdan dürtüyor ama sallanmakla kalıyordum. Aldığım nefes nefes mi yoksa başka bir şey mi anlayamıyorum. Gökyüzü neden mavi, kuşlar özgür mü? Dünyaya sıkışmış gibiyiz, ölüm ne ulu bir şey.

 

"Yusuf Gazel kendinize gelin! Beni duyuyor musunuz? O örgütten uzak durun. Çok tehlikeliler. Her yerde adamları var! Osman Çelik sizin için bir koruma ekibi oluşturdu ama bırakın bu davanın peşini!"

 

Bağırdılar yükseliyor araç hareket ediyor biz uzaklaşıyoruz ama hiç uzaklaşmayan bir şey var içimde. Bir canavarla savaşmak için doğmuşum gibi damarlarımda akan kan zehirle doluyor. Sanki biri dokunsa dumanımdan boğulacak. Az yakınıma gelde cayır cayır yanacak.

 

Öyle bir halsizlik, sanki ölüyorum. Ölen herkesin ağırlığı var üstümde. Sanki, sanki cehennemi koklayıp gelmişim. Öyle bir zift kokusu sinmiş üzerime.

 

"Örgüt ile bağlantılı her kim varsa baş edemeyeceğimiz kadar güçlü. Bu noktada Osman Çelik bile bir şey yapamaz. Büyük ricada bulundu. Uzak durmanızı istiyor. Bırakmanızı istiyor. Lütfen Yusuf Bey! Bundan sonra adalet işe yaramaz. Bundan sonrası karanlık bir tünel..."

 

Yutkundum. İlk defa ağzıma hakim olup yutkunabildim. Karşımda büzüşen Murat da benim gibi şoka girmişti. Daha farklı bir şey bekliyorduk.

 

Bir seri katil? Ruh hali bozuk bir genç? Takıntılı bir yaşlı adam? Çocuğu hasta bir anne? O organlara ihtiyacı olan bir kimse?

 

Asla aklımıza bir örgüt, bir teşkilat, bir güruh, bir topluluk gelmedi.

 

Şoka girdik çünkü ihtimal vermedik. Minicik dimağların ciğerlerinden kendine şekerleme yapan bu kadar zalim insanların varlığına ihtimal vermedik. Hayır, bunu hiç düşünmedik.

 

Adeta yıkılmıştık. Nasıl devam edeceğimizi bilmiyorduk. Bir yolu var mı yoksa biz mi çizmek zorundayız onu da bilmiyorduk. Ne aile ne arkadaş, hiçbir şeyin tadı kalmayan o dakikalarda ölüm ne de uluydu...

 

🕯

 

 

 

 

 

 

 

 

Huh!!!

 

Ne bölümdü ama...

 

Yazarken ne kadar zorlandım bilemezsiniz. Sürekli ara verdim ve ilham toplamak zorunda kaldım. Defalarca oda ve mekan değiştirdim. İnşaAllah istediğim ambiyansı verebilmişimdir.

 

Burada Ölü yiyenlere giriş yaptım ama korkarım örgüt hakkında yine çokça detaya giremeyeceğiz. O 4. kitaba sarkacak gibi. Çünkü o da başlı başına bir konu ve bu kitapta anlayacağım şeyler daha bitmeden ona giremem.

 

Bu bölüm nasıldı? Biraz kafanız karıştı mı yoksa açık mıydı her şey?

 

Seriyi henüz yeni okuyan varsa bilgileri tazeyken genel görüşünü alırım bi (; ve eksik olduğumuz yerleri...

 

Bir de ben eskiyi unuttuğum için isimlerde bir hata varsa lütfen düzeltiniz...

 

Mesela Yusuf'un eşinin aşk Asiye miydi Meryem miydi adhfkdk

 

Ölü yiyenler başta Engerek zehri miydi yoksa o başka bir şey miydi?

 

Bunları bulmam için geriye dönüp bakmam lazım ama bilgisi taze olan biri yazabilirse çok makbule geçer.

 

Ayarlamalarıma göre önümüzdeki 4 bölüm Hacer Gazel'den olacak. Ondan sonra yeniden Yusuf Gazel'e gideceğiz ve sanırım Yusuf Gazel için son 2 bölüm kaldı 😪

 

Zaten 3. kitabın bitmesine de toplamda 10 bölüm kaldı.

 

Nasıl 3. Kitabı sevdiniz mi? Annie iyi misini aratmadı değil mi?

 

Yusuf Gazel ne yapacak sizce?

 

Örgüt fena... Ne yazık ki böyle insanlar var. Günümüzde bile.

 

Kurgunun gidişatı kaba taslak zihnimde hazır ama bazen yazarken de bir şeyler geliyor aklıma. O yüzden ben de sizinle birlikte merakla ilerliyorum.

 

Sizce 5 kitap yeterli olacak mı?

 

Geriye 2 kitabımız kaldı ve her defasında geri döneceğimi bildiğim için üzülmüyordum ama sonlara yaklaştıkça nedense bir hüzün çöküyor );

 

Hepsi ve daha fazlası yeni bölümlerde...

 

Sizleri seviyorum...

Bayramınız tekrardan kutlu olsun.

 

Sevgiler,

HaKuGu

Loading...
0%