Yeni Üyelik
80.
Bölüm

80. Bölüm

@hakugu

 

Anıl Şanlı kurtarıldıktan 3 gün sonra / Hacer Gazel emniyet müdürü olduktan 1 gün sonra

 

 

Hacer Gazel 💐

 

Beyin ölümü denilen şey hiçbir zaman gerçek ölüm demek değildir. Kalp atar, dokunuş hissedilir, acı ve tatlının tadı alınır. Çimdik atsanız canı yanar ve kanı akarsa halsizleşir. Lakin bir ruh gibidir. Ama ruh değil. Ruh değil. Olaydı şayet bir mevta olurdu, lakin ölü değil. Henüz değil.

 

Kolu kanadı kırık, beyin ölümü gerçekleşmiş, bitmiş bir bedendim. Etrafta gezinirken her şeyim var gibiydi fakat her şeyden de mahrum gibiydim. Emniyet müdürü olarak başa geçtiğimde yoldaşlarımdan kimseler kalmamıştı yanımda. Yapayalnız geçmiştim o makama. Üstelik tamamen değişen kişilerle. Emre, Onur, Meriç, Yağız, Gamze, Cihanşah, Memati ve Haris...

Hepsinin yerine yenileri gelmişken devir teslim töreni yapıldı. Devran komiser dahil hep beraber toplantılarımızın yapıldığı odada bu sefer masanın başında ben vardım. Yüzüme yabancılıkla bakan gözlerle birlikte hiçliğin ortasında kayboluyordum. Hemen önüme bir dosya koydular ve tanıtım yazısı içeren bir de rapor. On dördünde anne olmuş gibi hissediyordum. Müthiş bir yalnızlık ve yabancılık. Her şeye uzaklık.

 

"Ben Üzeyir," dedi. "Ben Süleyman." "Ben Berfin," dedi biri ve "Ben Şirin."

 

Tüm bu yeni isimlere bakarken gözlerim dalıp gitti eskilere. İçimde kopan fırtınalara onları ortak etmesem de içim yangın yeriydi. Tan o anda kapı çaldı. Üzeyir hemen kalkıp kapıya koştu. Gelen kişinin ses tonu tanıdık gelse de Üzeyir reddettiği için kapı kapanmıştı.

 

"Kimmiş?"

 

"Müdürüm bir çocuk. Sizinle görüşecekmiş toplantıda olduğunuzu söyledim. Bekliyor dışarıda."

 

"Çocuk mu? İçeri al lütfen."

 

"Emredersiniz komiserim."

 

Kapı açılıp Üzeyir davet edince içeri giren kişi Anıl'dan başkası değildi. Şaşkınlıkla ona bakarken "Polis abla özür dilerim ama evde bekleyemedim. Benim arkadaşlarım tehlikedeler. İçim içimi yiyor ve ne yapsam bilemedim," dedi.

 

"Buraya gel Anıl," dedim masadaki boş sandalyelerden birini göstererek. "Madem buraya kadar geldin ifaden alınsın o halde."

 

"Müdürüm işlenmesi gereken daha öncelikli dosyalar var," dedi Savcı Şirin.

 

"On dakika ayıracağız savcı hanım. Sakin olun lütfen." Şirin yerinde huzursuzlukla kıpırdanırken

"Süleyman sen yap sorgulamayı," dedim benden yaşça büyük Süleyman kalkıp Anıl'la birlikte gideceklerken "Emre ve Onur abi gördüler beni," dedi Anıl.

 

Gözlerim kuşkuyla kısılırken o ikisinin ismini duymam her şeyi değiştirdi. Ben komiser Devran'ın cenazesi uğraşırken pek dikkat edememiştim ve Anıl emniyete sığındı sanıyordum. Emre ve Onur da onu emniyete kadar götürdüler diye düşünmüştüm. Ama o ikisi gördüyse iş değişirdi.

 

"Buraya gel," dedim ayağa kalkarak. Anıl ile Süleyman masaya yeniden döndüler ve Anıl masanın en baş köşesine benim hemen çaprazıma oturduğunda Süleyman ayakta bekliyordu.

 

"Şimdi bana her şeyi anlat."

 

"Çok geç kalmış olabiliriz polis hanım. Arkadaşlarım tehlikedeler. Onlar ölebilirler."

 

"Ama önce anlatmalısın. Polis de olsak bir yeri kontrole gitmek için hem resmi belgemiz olmalı hem de geçerli bir nedenimiz. Bize demezler mi bir çocuğun lafına mı bakıp geldiniz diye?"

 

"Ben çocuk değilim abla," dedi Anıl kanlı ve yaşlı gözler ile dişlerini sıkarken. Çenesi gerilmiş alnında da damarı belirmişti. Kendini sıkıyor ve içinde büyüyen sıkıntı tüm vücuduna yayılıyordu.

 

"Anlat hele koçum bak müdür hanım seni dinleyecek," dedi Süleyman abi Anıl'ın omzunu hafif sıkarak.

 

"Biz dört arkadaşız. Yetimhanede kalıyoruz ve son günlerde çok tuhaf şeyler olmaya başladı. Aslında çok önceden de oluyordu ama biz fark edemiyormuşuz."

 

"Ne gibi tuhaf şeyler? Bağırıyorlar mı size? Ya da dövüyorlar mı?"

 

"Hayır. Öldürüyorlar."

 

Bir anda buz kesen odada kanım çekilmişti. Her yere bakmayı akıl etsem bile yetimhane ya da sevgi evleri gibi yerlere bakmayı akıl edemezdim. Zira orada kayıt altına tutulan çocuklar da sadece yöneticilerin bilgisi dahildedir ve ailesi de olmayan bu çocuklar kimse tarafından aranıp sorulmaz. Oldu ki böyle bir vahşet işlense bile kimselerin haberi olmamıştır.

 

Şirin ayağa kalkıp ellerini pantolonun ceplerine koydu ve Anıl'a daha yakından bakmak için bana doğru yaklaştı.

 

"Gümüş gün diye bir merasim vardır bize. O vakit geldiğinde insanlar evlatlık edineceği çocukları seçmek için yetimhaneye gelirler. Beğendikleri çocukları alıp götürürler. Ama... ama sonra fark ettik ki..."

 

"Çekinme söyle," dedim kaşlarımı çatarak.

 

"Gelen kişiler hep aynı."

 

Tüm bedenim kaskatı kesilmişti sanki. Şirin eliyle ağzını kapattığında Berfin ve Üzeyir de yavaşça ayağa kalktı. Oturan sadece ben kalmıştım. Kimse duyduklarından sonra sakin kalamayacakmış gibi en azından ayağa kalkmayı yeğlemişti.

 

"Sadece kılık değiştiriyorlar efendim. Ya peruk takıyorlar ya da sadece kıyafet değiştiriyorlar. Onları hemen tanıyamazsınız ama çünkü hareketlerini de değiştiriyorlar. Sanki... sanki oyuncu gibiler. Her role uygun şekilde hareket ediyorlar. O kadar değişik davranıyorlar ki eğer doğum izleri ya da ne bileyim ben gibi işaretleri olmasa asla tanınmazlar."

 

Gergince yutkundum. "Devam et."

 

"Ve yastıklarımız. Bir gün yatakhaneyi temizlerken bir yastığın içinden insan saçları bulduk. Birçok farklı insana ait saçtı. Üstelik hepsi de yepyeni ve tazeydi."

 

"Vay or...u çocukları!" Şirin duvara bir tekme attığında gözlerim titredi. Mezalim asla dinlenmiyordu. Mutlaka bir yerlerde çalışmaya devam ediyordu. Onun bu hali asla ama asla geri plana atılacak bir durum değildi.

 

"Biz önce ne olduğunu anlamadık. Takip ettik. Bize her gece uyumadan önce süt verirler. Ve hep de uyuruz. Ama en çok gümüş günde bayılmış gibi uyuruz. Sabahı hatırlarız sadece. Bir gün sütleri içmedik. Ve yatakhanemize daha önce gelmeyen birileri geldi. Efendim içlerinde şu evlatlık almak için gelen çift de vardı."

 

Anıl yardım çığlığı bekleyen gözleri ile her birimizin gözlerine tek tek baktı.

 

"Tepegöz diye bir hademe var. O da onların içinde. Arkadaşlarımız birer birer evlatlık veriliyordu. Seviniyorduk onlar adına. Ama meğer sadece öldürülüyormuş. Onların..." dedi ellerini açıp içlerine bakarak. "saçlarını bulduk biz."

 

Anıl'a bakmaya devam ederken başımı çok az yukarı kaldırdım ve mekanik bir sesle "Üzeyir hemen üç ekip hazırla, Berfin ve Şirin resmi belgeleri hazırlayın, Süleyman abi sen de Anıl için bir pedagog çağır,"dediğimde iki saniye içinde odada sadece Anıl ve ben kaldık. Damarımda akan kan bile buz gibiydi. İnsan kanının donduğunu bu kadar net hisseder mi? Hissedermiş. Tek bildiğim planlanan bu iş sistematik ve uzun vadede gerçekleştirilen bir plandı. Yeni fark edilmiş olması asla ama asla yeni olduğu anlamına gelmiyordu. Bu çocuklar sadece şanslıydı. Veyahut daha doğru tabirle Allah onları korumuştu.

 

"Şimdi bana daha ayrıntılı bir şekilde hatırladığın tüm her şeyi bir kere daha anlat bakalım."

 

🎭

 

 

Üç ekiple birlikte yetimhanenin kapısına dayandığımızda Anıl da bizimleydi. Üzeyir kapımı açtığında dışarı çıktım ve gözümdeki güneş gözlüğünü çıkarıp binaya şöyle bir baktım. İçerden koşarak gelen müdür ve müdür yardımcıları ceketlerinin önlerini iliklerken ben bahçede gezinmeye başlamıştım bile.

 

"Memur Hanım içerisi müsa..."

Bahçeyi gezmeme müsade etmeyecek gibi araya giren müdürün önüne kocaman belgeyi açan Şirin "Her b*ka bakma hakkımız var uzak dur," dediğinde o güneş gözlüğünü çıkarmamıştı. Ceketinin uçuşan etekleriyle birlikte ellerini pantolonun ceplerine koyup "Şu Tepegöz mü ne haltsa onu gösterin bana," dediğinde konuşma tarzı umrumda değildi. Her zaman ve bana karşı bile patavatsızdı ama doğrusu onlara karşı böyle olması hoşuma gidiyordu. Ben bahçede gezinirken Anıl'ın tarif ettiği çıkış kapısını ve ormanı inceledim. Ormana varana dek genişçe bir arazi vardı.

 

"Burası size mi ait?"

 

"Evet efendim. Ekim dikim yapıyoruz. Yalnız kaç senedir mahsül almadık."

 

Tarlaya baktığımda tümsekler ve düz alanlar olduğunu fark ettim. Çiçekler tümseklerde birikmişti ve düz alanlar daha kuraktı.

 

"Süleyman abi Berfin ile birlikte tüm öğretmenlerle görüşün. Ayrı ayrı mümkünse."

 

"Emredersiniz müdürüm."

 

O ikisi gittiğinde geride ben Üzeyir, Anıl, müdür ve müdür yardımcısı kalmıştık.

 

"Buradan başlasam ormana kadar kaç dakikada koşarım sizce?" diye sordum. Müdür ve müdür yardımcısı araziye bakıp hesaplamaya çalışırken yüz ifadelerini inceliyordum.

 

"Yaklaşık beş dakikada ormana ulaşırsınız. Ormandan sonra da bir tali yol geliyor ve ilerdeki şehir hastanesine giden ana yola bağlanıyor. Yani toplamda yarım saatte ormanla birlikte tali yola yarım saatte varırsınız."

 

"Peki ya bir çocuk? O ne kadar sürede ulaşır?"

 

Müdür ve müdür yardımcısı bana bakarken bir gözleri ile Anıl'a baktıklarında dudağımın kenarıyla gülümsedim.

 

"Ne o? Hesap yapması zor mu geldi? Yoksa daha mı az çıktı? Aaah," dedim dudaklarımı büzerek "kesilme korkusu olan bir horoz dört nala koşar sonuçta değil mi?"

 

Müdür bana bakıp derin bir nefes aldı.

 

"Memur Hanım neden bahsettiğinizi anlamıyorum fakat Anıl okulumuzdan kaçan bir çocuk. Ve biz onun peşinden tüm ormanı aramak zorunda kaldık. Doğrusu bu bizim için de çok zor bir durum."

 

"Kaçtı mı?" Kaşlarımı çatarak onlara bakarken "Hayır abla kaçmadım," dedi Anıl. "Sadece yaşamak için mecburdum. Üstelik diğer üç arkadaşım da biliyor ve hatta İsmail öğretmen de. Tabii hâlâ hayattaysa."

 

Anıl ima ile sorduğunda müdüre baktım.

 

"Neden hayatta olmasın Anıl'cığım. İsmail öğretmen hayatta ve derslere de giriyor. Müdür hanım sizinle çok az yalnız konuşabilir miyiz acaba?"

 

Müdür kulağıma eğilip fısıldadığında başımla onayladım. Diğerleri arkamızda kaldığında biz ikimiz kapıdan içeri girip depoların olduğu yere geldik.

 

"Bunu size söylemeli miyim bilmiyorum ama sanırım şu durumda bilginiz olmalı. Öncelikle Anıl bizim zihinsel olarak karmaşa içinde olan bir yavrumuz."

 

"Nasıl yani?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

 

"Kendisi şizofreni belirtileri gösteriyor senelerdir. Olmayan şeyleri hayal etmek ve kendi zihninde dönüp duran hayal ürünlerini gerçekle karıştırmak gibi."

 

Böyle bir şey söyleyeceklerini tahmin ediyordum zaten. Başımla onaylayıp "Demek öyle," dedim. "Peki madem, belgelerini gösterin. Ayrıca onu tedavi eden doktorla da görüşmek isterim. Sonuçta benim de resmi belgeleri doldurmam gerekecek değil mi?"

 

"Tabii ki, istediğiniz her türlü belgeyi size getireceğim." Bu da normaldi. Sahte bir doktor ve sahte belgeler çok kolay bir şekilde hazırlanabilirdi. Günümüzde diplomasız doktor bile var. Belge nedir ki?

 

Müdür belgeleri getirmek için yukarı çıktığında ben de depoları gezmeye başladım. O arada dışarıda olan müdür yardımcısı ve Anıl da içeri girdiler. Eski sıralar ve eski masalarla dolu olan depoyu gezip en köşede duran piyano gözüme iliştiğinde durdum. Okullarda genelde piyano bulunmazdı pek. Ona doğru yaklaşıp tuşlarına dokundum. Hâlâ daha sağlam bir şekilde duruyordu. Hayatımda en çok istediğim şeylerden biri de piyano çalmayı öğrenmekti. Parmakların ahenkle sağa sola koşturması ve telaşla notaları yetiştirmeye çalışması benim için sanattı. Elim piyanonun üstünde gezinirken bir pürüze denk geldi. Kenarının tahtasının olduğu yerde bir işleme vardı. Kesici bir şeyle kazınmıştı sanki. Eğilip ne olduğuna baktığımda bir isim olduğunu gördüm.

 

"Ali Ulupınar."

 

Biraz daha eğildiğimde bir işleme daha gördüm. Bir yılandı. Uzunca bir yılan kazınmıştı.

 

"Yılan mı? Demek bir yılan ha?"

 

Birilerinin geldiğini işittiğimde ayağa kalkıp piyanodan uzaklaştım.

 

"İşte belgeler burada efendim."

 

Müdür belgeleri bana sunarken hepsini okumak için aldım.

 

"Bu arada öğretmenler odasına görüşmek istediğiniz herkes hazır bekliyor efendim. Dilerseniz sizi oraya alalım," dedi. Her şey mükemmel işliyordu. Gecikme ve telaş yoktu. Kuşku duymak için kendimi zorlasam da görünen pek bir şey yoktu.

 

Ben önde müdür ve Anıl'la birlikte diğerleri arkada üst kata çıktık. Koridoru biraz geçince soldaydı oda. Kapıyı tıklatarak içeri girdiğimde herkes ayağa kalktı. Benim ekip de buradaydı. Şirin pencereden dışarı bakarken pek mutlu görünmüyordu. Muhtemelen doğru dürüst bir kanıt bulamadığı için sinirliydi.

 

"Oturun lütfen."

 

Elimle onların oturmasını işaret etmiştim ki Anıl "Samet, Serhat! Mehmet!" diye bağırdı. Şaşkınlıkla ona baktığımda koşarak üçlü arkadaş grubunun yanına gitti. Her biri teker teker birbirlerine sarıldıklarında Anıl'ın gözleri dolmuştu. Onların arasına oturduğunda üçlü pek de memnun değil gibiydi. Bu hareketleri daha önceden görmüş gibi olan Şirin ise bıkkınlıkla nefes verdi.

 

"Evet herkes buradaysa oturun lütfen. Öncelikle Tepegöz diye anılan kişi kim?" diye sordum.

 

"Benim efendim," dedi kapıda bekleyen kişi. Anıl'ın tarif ettiği gibi aksak yürüyordu ve gözlerinde sorun vardı. Dayandığı bastonu ile içeri girerken "Temizlik yetişmedi de geç kaldım kusura bakmayın," dedi.

 

"Önemli değil otur."

 

"Anıl'ın şikayetleri var ve bu şikayetler doğrultusunda her birinizin ifadesini almak için emniyete götüreceğiz ancak öncesinde sizinle okulun içinde görüşmek istedim. Öğrencilerin hayatlarının tehlikede olduğu doğru mu?"

 

Müdür ilk defa duyduğu bir şeymiş gibi şaşkınca kaşlarını kaldırdı.

 

"Hayır efendim böyle bir şey nasıl mümkün olabilir. Ben senelerdir bu işi yapıyorum ve bizim amacımız zaten onlara güzel bir hayat sunabilmek. Bu nasıl mümkün olabilir?"

 

"Peki ya gece vakti süt içine koyduğunuz uyku ilacı? Anıl bize her şeyi anlattı. Tepegöz ve onun oğlu İlhan ile öğrencileri seçip sonra da katlettiğiniz onların saçlarını yastıklara doldurduğunuz doğru mu?"

 

"Ne? Hayır efendim bu kesinlikle mümkün değil."

 

"Samet? Doğru mu? Serhat? Peki ya Mehmet?"

 

Üçüne birlikte baktığımda Anıl da onlara baktı teker teker. Üçlü sadece sağ ellerini hareket ettiriyor sol ellerini hiç yukarı kaldırmıyorlardı.

 

"Biz," dedi Samet. Anıl umutla ona baktı. "Böyle bir şey olduğunu düşünmüyoruz efendim."

 

Anıl'ın yüzündeki umut yavaşça karanlığa büründüğünde Mehmet elini kaldırdı.

 

"Süt içtiğimiz doğru ama uyku gibi bir şey söz konusu değil. Özellikle okulun en büyükleri olarak gece vakti etrafta rahatça gezebiliyoruz. Nöbet de tutuyoruz."

 

"Samet... Mehmet..." diye mırıldandı Anıl. "Size ne oldu böyle?"

 

"Ben de bir şey söylemek istiyorum," dedi Serhat. "Burada herkesin içinde böyle özel bir şeyi dile getirmek ne kadar doğru bilmiyorum ama madem öğretmenlerimiz ve okulumuz zan altında o halde söylemek zorundayız. Anıl bize hiç hoşumuz gitmeyen şeyler söyleyip duruyordu. Buna sadece ben değil üç arkadaşım da şahit. Her gün gördüğümüz arkadaşlarımız bir gün ortadan kaybolsa öldürüldüğünü söylüyor ve içinden elyaf çıkardığımız yastığın saçla dolu olduğunu söylüyordu. Kaç defa müdüre bildirdik ama sadece psikolojik tedavi almakla yetinildi. Doğrusu eskiden böyle değildi," dedi Anıl'a bakarak. "Biz çocukluktan beri arkadaşız ama bir defasında gece vakti merdivenlerden düşüp kafasını çarptı. Kendisinde olduğunu düşündüğümüz için öğretmenlere haber vermedik ama o günden sonra bu değişimler yaşanmaya başladı."

 

"Yalan söylüyorsunuz!" diye bağrıdı Anıl. Geri geri gidip oturduğu sandalye yere düştüğünde çok büyük bir ses çıkmıştı. Sinirden yumruklarını sıkıp ağlıyordu. "Benimleydiniz. Konuşulanları siz de duydunuz. Tepegözün gerçek yüzünü de gümüş günde neler olduğunu da çok iyi biliyorsunuz. Sizi tehdit mi ettiler yoksa?" Anıl Serhat'ın yakasına yapıştığında onu bir kişi defa sarstı.

 

"Bak polisler burada. Bu abla emniyet müdürü ona her şeyi anlatabiliriz. Doğruları söyleyin siz de gördünüz o saçları. Beraber temizlerken bulduk."

 

Anıl çaresizce çırpınırken arkadaşları ifadesiz bir şekilde yakalarını kurtarmaya çalışıyordu sadece.

 

"Bir de şöyle bir durum var," dedi Mehmet son olarak. "Anıl bir keresinde bir arkadaşımıza tecavüz girişiminde de bulundu. Zavallı kız revirde haftalarca kaldı ve artık kimseyle konuşmuyor. Onu yakalayan Tepegöz şikayet edeceğini söylediği için ona karşı nefret ve kin beslemeye de başladı."

 

"Ne? Mehmet sen nasıl?" Anıl delirecekmiş gibi kalbinden hançerlenmiş gibi dururken "Yalan mı?" diye sordu Mehmet. "Rabia'ya tecavüz etmeye kalkışmadın mı? Belki de yaptın kız konuşmuyor. Burada seninle onun sevgili olduğunuzu bilmeyen yok."

 

"Seni!"

 

Anıl Mehmet'e yumruk atmak için hareket ettiğinde Süleyman abi ve Üzeyir onu tuttu.

 

"Bunu bana yapmayacaktınız. Geri geldim. Sizin için geri geldim. Polisler var yalan söylemenize gerek yok."

 

"Yalan söylemiyorlar," dedi bir ses. Hepimiz sesin geldiği yöne döndüğümüzde kapıda Rabia ile karşılaştık. Kızın rengi atmıştı ve bir ruh gibi görünüyordu. Anıl kollarından tutulsa da ayakta durmakta zorlanıyordu.

 

"Beni bu insan bu hale getirdi. Beni kirletti," dedi Anıl'ı işaret ederek. Ne diyeceğimi ve ne yapacağımı şaşırmıştım. İşler öylesine birbirine girmişti ki Anıl'a baktım, sırada ne vardı. Şimdi ne diyecekti? Kendisini nasıl savunacaktı?

 

"Rabia sen? Neden? Ne oldu size? Hepiniz tehdit mi ediliyorsunuz yoksa?"

 

"Ne tehdit edilmesi Anıl?" diye sordu müdür. "Burada polislerin önünde ne tehdidi? İsterlerse doğruları söyleyebilirler. Sen de biliyorsun ki bunlar tamamen hayal ürünü. Öğretmenlerin bana her şeyi anlattı. Ve tabii arkadaşların da."

 

"Öğretmenlerim..." diye mırıldandı Anıl. "İsmail öğretmen! Evet. Onu öldürdünüz değil mi? O da mı hayal ürünü yoksa? O vardı. Hepimizin derdine girdi. Ders kitaplarımızda bile var. İsmail öğretmen nerede? Onu getirin o zaman. İşte bu kadar yolun sonu. Onu yok ettiniz değil mi? Eğer o olsaydı..."

 

"Ben buradayım Anıl."

 

Son gelen kişi de kapıda göründüğünde hep beraber bir kere daha o tarafa baktık. Sarışın bir öğretmen kapıdaydı. Gayet düzgün görünen vücudu sapasağlamdı.

 

"Öğretmenim..."

 

Anıl koşarak öğretmeninin yanına gitti ama İsmail öğretmen eli ile durdurdu onu. Üstündeki ceket gri, pantolonu farklı bir takımın siyah pantolonuydu. Kemer olağanüstü şekilde sıkılmış beli buruşmuştu.

 

"Rabia'ya yaptıklarını neden benimle paylaşmadın? Bana her şeyi anlatırken neden onu atladın? Eğer bir şeyler söyleseydin şimdi bu kız bu halde olmayacaktı. Ve sen... eğer böyle bir şeye meylediyorsan benimle konuşmalıydın. Belki o zaman seni hapse gitmekten kurtarabilirdim."

 

"Hapis mi?"

 

Anıl tamamen tükenmişti. Odadaki herkes sessizce onu izliyorduk. İsmail öğretmenden geri geri uzaklaştı. Arkasını dönüp Rabia denen kıza baktı. Sonra kendi arkadaşları Serhat, Mehmet ve Samet'e. Kendi etrafında üç yüz altmış derece dönüp müdüre, Tepegöz'e ve Şirin'e baktı. En son bende durduğunda göz göze geldik. Bayılmak üzereydi sanırım. Beti benzi atmış, dudakları morarmıştı. Gözlerinin feri gitmişçesine bana bakarken cezayı benim vereceğimi sanıyordu muhtemelen. Yutkundu sanki bunca şeyi yok edecekmiş gibi. Bir daha yutkundu. Hıçkırık kapmış gibi. Bu çaresizliği anımsıyordum. Bana benziyordu biraz. Lakin şu durumda ona nasıl itimat edebilirim ki.

 

Gözlerimi ondan alıp penceredeki Üzeyir'e yönlendirdim. Gözlerimle onayladığımda o ne demek istediğimi anladı.

 

"Anıl Şanlı," dedi Üzeyir pencereden ayrılarak. "Tecavüz, hırsızlık ve kamu malına zarar vermekten dolayı tutuklusun. Ayrıca görev başındaki memurları kandırmaktan dolayı da cezan ağırlaştırılacaktır."

 

Masadaki ellerime odaklanmışken Anıl bana bakmaya devam ediyordu. Bakışlarını hissetsem bile ona bakmıyordum. Masaya yansıyan Tepegöz'deydi gözlerim. O farkında değildi ancak onu seyrediyordum. Ruhu bile duymadan dudağının kenarında beliren gülüşü teşhis ettim. Tek kelimeyle Anıl'ın tutuklanması işine gelmişti. Hemen sonra gözlerim üçlü arkadaşına gitti ama onlarda tebessümden eser olmadığı gibi bakışları da donuktu. İsmail öğretmene ve müdüre baktım onlar da normaldi. Bu benim için yeterliydi. Ayağa kalktığımda herkes benimle kalktı.

 

"İfadeleriniz alınması için teker teker emniyete çağırılacaksınız. Ancak öncesinde rahatsızlık verdiğimiz için kusura bakmayın. Böyle vakalar hep oluyor ama takdir edersiniz ki sorgulamak da bizim görevimiz."

 

"Ne demek memur hanım kapımız size her zaman açık."

 

Önden çıktığımda peşimden gelenlerle birlikte okulun koridorlarında yürüdüm. Yarıya kadar antrasit yarıdan sonra laciverte boyanmış duvarlar çeşitli çerçevelerle süslenmişti. Yerlerde halı yoktu ve sınıflar öğrencilerle doluydu. Her geçtiğim yerde herkesin gözü benim üzerimdeydi ve neredeyse her biriyle tek tek göz göze geliyorduk. Bu kadar kısa sürede nasıl oluyordu bilmiyorum ama bir şekilde hepsi onları tanımam için bana bakmamı istiyor gibiydi. Nihayet okuldan tamamen çıktığımda müdürle el sıkıştım ve bir de gülümseyerek veda ettim. Şirin her hareketime hayal kırıklığı ile bakarken göz deviriyordu. Onun her bir hareketini tahmine derken o kendisine uzatılan hiçbir eli tutmadı bile.

 

Güneş gözlüğümü takıp araca bindiğimde üç ekip birlikte geri dönüş yoluna girdik. Bu sefer gelişten farklı olarak Şirin benim aracıma binmişti. Direksiyon ondaydı ve yanında oturuyordum. Yaklaşık beş dakika arayla bana bakıp oflayarak önüne dönüyordu. Son bakışında telefonuma bakmaya devam ederken "Söyle ne söyleyeceksen, arabanın içi karbondioksit doldu," dedim.

 

"Yani size inanamıyorum. Orada hepsinin yalan söylediği açıktı. Zavallı Anıl'ı köşeye sıkıştırdılar. Bir yalancının gözünden anlarım. Gidip o p*çlerin uyluk kemiklerine birer tekme çakmak yerine bir de el sıkıştınız. Yetmezmiş gibi özür dilediniz. O da yetmezmiş gibi Anıl'ı tutukladınız. Anlamıyorum her şey elinizde. Gücünüz var ve onları gebertebilir ağızlarına s*çabilirdik."

 

Telefonumu kapatıp gülümseyerek camdan dışarı baktım.

 

"Yani ben beceriksiz bir emniyet müdürüyüm öyle mi?"

 

"Hayır efendim. Sadece onların hadleriniz bildirmediğiniz için yani ben olsam..."

 

"Sen olsan hepsinin uyluklarına birer tekme çakıp içeri atardın değil mi?" diye sordum ona bakarak.

 

"Evet. En azından içimiz soğurdu. Nasıl da sırıtıyorlardı. O Tepegöz mü ne haltsa onun bir tecavüzcü manyak olduğu besbelli. Hadım etmeli ve organından tutup asmalıydık."

 

"Hadi ama," dedim oturduğum yerde kıpırdanırken. "Sen bir hukukçusun. Türk hukuk siteminde vücuda zarar verme yoktur sen de biliyorsun."

 

"O leşlerin hukukla bir işi kalmamış ki."

 

"Peki," dedim parmaklarıma bakarak. "Okulun arka bahçesindeki tümsekleri fark ettin mi?"

 

"Tümsek mi?" diye sordu şaşkınlıkla bana bakarak. Sonra yeniden önüne dönüp "Hayır," diye cevap verdi.

 

"Tümseklerin üzerinde fazladan çiçekler yetişmişti. Üstelik genelde mineralin daha çok olduğu yerlerde olan çiçeklerden. Diğer yerler sadece ot ile kaplıyken o tümsekler neden öyle zengindi sence?"

 

"Altında bir şey mi var? Ne fark ettiniz?"

 

"Sadece o da değil. Anıl'ın en yakın üç arkadaşının sol ellerinin içinde bir şey vardı. Yalnızca sağ ellerini masaya koydular."

 

"Nasıl ya? Ben hiç fark etmedim."

 

"Ayrıca İsmail öğretmen de takım elbisesini farklı giymiş. Altındaki pantolonun kemeri öyle çok sıkılmış ki beli kırışmış."

 

"Eee yani? Tüm bunlar ne demek oluyor?"

 

"Ve bir de piyano var tabii."

 

"Piyano mu? Depodaki mi?"

 

"Hıhı. Bak sen de fark etmişsin. Orada bir isim ve bir de şekil kazılıydı. Eğer tahminlerim doğruysa şu an yapıp yapabileceğimiz en iyi şey onları kırmızı halılarda karşılamak o kadar."

 

"Hiçbir şey anlamadım," dedi Şirin. Aracı park ettiğinde emniyete gelmiştik bile.

 

"Ali Ulupınar," dedim Şirin'e bakarak. "Bana bu kişiyi bulabilir misin? Ayrıntıları daha sonra konuşuruz. En acilinden ona ulaşmamız lazım."

 

Şirin tam bir bocalamayla bana bakarken yine de emrimi yerine getirmek için harekete geçti. Arkamızdan gelen iki aracı bekledim. İkincisinden çıkan Berfin Süleyman abi yanına geldiklerinde üçüncü aracı bekledik. Son araçtan Üzeyir ve Anıl geldiğinde diğer tüm polisler görev mahalline dönerken biz de toplu şekilde ilerliyorduk. Sonra bir ara Anıl'ın omzunu sıktım ve hafifçe kulağına fısıldadım.

 

"Sana inanıyorum."

 

Tamamen bitmiş bir ifadeye sahip yüzü işittiği cümle ile baharda açan çiçekler gibi canlandı. Parlayan gözlerle bana baktığında koridor ayrımına girmiştik bile. Üzeyir ve Anıl başka yere giderken ben ve Süleyman abi ile Berfin başka yere gidiyorduk. Anıl tüm koridor boyu arkasına yani bana baka baka yürürken hiç de eskisi kadar kötü değildi. Umutluydu ve benim de isteğim tam olarak bu yöndeydi.

 

🎭

 

Toplantı salonuna geldiğimde telefonum çaldı. Arayan kişi Gamze'ydi. Beklemeden açtım.

 

"Gamze?"

 

"Sana da geldi mi?"

 

"Ne geldi mi?"

 

"Demek gelmedi. Hepimize gelmiş."

 

Ceketimi çıkarıp askıya asarken aynı anda bir arama daha olduğunu gördüm. Meriç arıyordu. Telefon ekranına bakıp geri döndüm.

 

"Meriç de arıyor neden ki?"

 

"Ona da gelmiş muhtemelen."

 

"Ne gelmiş anlamıyorum ki?"

 

Masaya doğru yürüyüp kendi sandalyeme doğru yürüyordum ki dosyaların üzerinde bir şey fark ettim. Çokça incelememe gerek yoktu aslında.

 

"Heyzır? Beni duyuyor musun Heyzır?"

 

Elime aldığım davetiye Haris ve Pelin'in düğün davetiyesiydi. Gamze'nin sesi artık kulağıma ulaşmamaya başladığında telefon masaya düştü. Davetiye elimde bir kara büyü gibi kasvet salarken gözlerim bana oyun oynuyor sandım. Bunu hiç ama hiç beklemiyordum. Bütün varlığım en uçtan en sona dek sarsılmıştı sanki. İçimde başlayan bir yangın kulaklarıma ve gözlerime ulaştığında yazıları pek net okuyamadım. Hızla gözlerimi kurulayıp daha dikkatli baktığımda Haris Çelik ve Pelin Korkmaz'ın düğün davetiyesi olduğunu gördüm. İçini açtığımda sevgili Gazel ailesine yazıyordu. Sanki ailemden biri kalmış gibi, dalga geçer gibi. Dudaklarım ve çenem titrediğinde kapı açıldı ve içeri Şirin ile Süleyman abi girdi.

 

"Müdürüm Ali Ulupınar..."

 

Benim halimi görünce Süleyman abi Şirin'i durdurdu. İkisi birlikte şaşkınlıkla bana bakarken gözlerimden yaşlar istemsiz akıyordu. Sonra içeri Üzeyir ve Berfin girdi. Hepsi birer birer kenara geçip bana bakarlarken ben elimdeki karton parçasındaki birkaç cümleyi daha da iyi okuyabilmek için dikkat kesilmiştim. Dördü de sessizce bana bakarken davetiyeyi masaya bırakıp hızla dışarı çıktım. Peşimden dördü birden kâğıda bakmak için masaya koştular.

 

"Haris Çelik kim?" diye sordu Şirin.

 

"Bilmiyoruz," dedi Üzeyir Süleyman ve Berfin'e bakarak.

 

"Pelin Korkmaz. Bu kız şey değil mi? Eski emniyet müdürü Devran Korkmaz'ın kızı. Onun evlenmesine mi bu kadar üzüldü?" diye sordu Üzeyir.

 

"Kadınları hiç tanımıyorsun," dedi Berfin. "Haris kimse ona üzülmüş olmalı."

 

Dördü birden davetiyeyi incelemeye devam ederken emniyetten çıktım. Araca bindiğimde onu aradım. Ya beni engellemişti ya da telefon numarasını değiştirmişti. Başka bir telefondan aradığımda çaldığında daha iyi anladım. Mesaj attım sadece. Madem konuşmak istemiyordu artık son bir kez sorularım vardı.

 

Hacer Gazel

Tebrik ederim evleniyormuşsun.

 

Haris Çelik

Kimsiniz?

 

Hacer Gazel

Heyzır

 

Uzun bir süre cevap gelmedi. Bekledim bekledim. Ve sonunda pişman olacağımı bilsem bile son kez yazdım.

 

Hacer Gazel

Son kez buluşabilir miyiz?

 

Haris Çelik

Heyzır işleri daha da zorlaştırma. Herkes kendi yoluna gitsin artık.

 

Hacer Gazel

Yarım saat sonra halk kütüphanesinde.

 

Başka bir şey yazmadım. O da yazmadı. Direksiyon başında gözlerim kızarırken yaşlarını akıtmamaları için elimden geleni yapıyordum. Aracı eve çektim ve kıyafetlerimi değiştirdim. Hazırlanırken, evden çıkarken ve yeniden araca binerken bile ağlıyordum. Onunla karşılaştığımda muhtemelen gözlerim şişmiş olacaktı.

 

Beş dakikalık yoldan sonra halk kütüphanesine geldiğimde araçtan indim ve içeri girdim. İçeri sessiz ve nezihti.

 

Kütüphanede dolaplar arasında gezinirken gözlerim onu arıyordu. Camel trençkotum, siyah botlarım ve siyah beremle tanınmayacak hale gelmişken etrafımdaki herkes ya kitap okuyor ya da ders çalışıyordu. O neredeydi? Buluşma saatiydi. Geç kalmazdı hiçbir zaman, cevap vermese bile. Kalmamıştı da.

 

Dolaplar arasında on dokuzuncu bölmede gördüm onu. Eline aldığı bir kitabı inceliyordu. Tamamen siyah giymişti. Siyah keten kargo pantolon, siyah sweat ve siyah şapka ile tanınmaz haldeydi. Uzun ve güzel şekilli parmakları kitabın sayfalarını çevirirken onu bu halde sonsuza kadar seyredebileceğimi düşündüm. Lakin bu mümkün değildi. Kader ayrılmamızı söylemişti. Hem de defalarca kez...

 

Aramızda bir dolap olacak şekilde tam karşısına geçtim ve yüzlerimize denk gelen kitabı kaldırdığımda boşluk oluştu. Hemen fark etti. Hiçbir şey umrunda değil gibi görünse de o bir profesyoneldi.

 

"Gelmişsin," dedim elimdeki kitabı incelemeye başladığında.

 

"Çok vaktim yok," dedi elindeki kitabı yerine koyup başka bir tane daha alırken.

 

"Tüm dünya için varken benim için yok." Böylesi bir söylem bizim gibi bir durumda olan kişiler için yersizdi ama içimden bunu söylemek gelmişti. "Tebrik ederim, evleniyormuşsun," dedim iç çekerek.

 

"Teşekkür ederim," dedi derin bir nefes alarak. "Pelin hamile. Evlenmek gerek."

 

Son duyduklarım ile elimdeki kitabın sayfasını nasıl çevirdiysem kâğıt parmağımı kesip attı. Kağıt kesiğinin ne kadar can yaktığını tahmin edebilirsiniz. Kitap elimden düşerken tiz bir acı ile inledim.

Olduğu yerden gelip önümde durdu. Ona bakamıyordum. Bakarsam ağlarım diye korkuyordum, bunca gözyaşından sonra önünde böylesine aciz olmak istemiyordum. Hemen elime uzandı ama geri çektim. Bir kere daha uzandığında kolumu kenara çektim. Sonra bir kere daha bir kere daha ve en sonunda tuttu elimi. Sağ elimin yüzük parmağının olduğu yer derin bir şekilde çizilmişti ve kanıyordu.

 

Bir süre inceledi sonra da nereden yırttığını anlamadığım bir parça uzun ince bez ile bağlamaya başladı.

 

"Bırak önemli değil," dedim ama durmadı. Sıkıca bağladığında yüzük parmağımda ondan bir parça vardı. Sonra baktım tişörtünün alt tarafı yırtılmıştı. Hızla gözlerine baktığımda o çoktan bana bakıyordu. Bakışlarımız gözlerimizde sonra yüzümüzde sonra dudaklarımızda ve en son yerde son buldu. Onun kaşları çatılırken ben yutkundum. Onu o kadar çok özlemiştim ki sımsıkı bir sarılma ile kendime gelebilirdim belki. Olan biten her şeyi anlatıp, onun tavsiyeleri ile kalbim rahatlardı belki. Kokusunu içime çekip sesiyle rahatladığımda huzura ererdim belki. Lakin bana kalan uzaktan seyretmekti sadece.

 

"Ne söyleyeceksen söyle artık gitmem lazım. Ayrıca bu şekilde bir daha da rahatsız edilmek istemiyorum."

 

O böyle söyleyince ne diyeceğimi bilememiştim. Üstüne titrediğim ve delice sevdiğim birine yük olduğumu duymak kalbimi tamir edilmeyecek şekilde parçalamıştı. Aslında sormak ve söylemek istediğim çok şey vardı ama o pek dinlemeye müsait değildi.

 

"Söyleyeceğim bir şey yok. Rahatsız olduğunu söylemene sevindim. Hayatında başarılar diliyorum."

 

"Hiç eski Heyzır gibi davranmıyorsun," dedi ellerini pantolonun ceplerine koyup hafif tebessüm ederek. "Israr etsene, zorlasana, bıktırsana."

 

Ben de hafif tebessümle ona baktım.

 

"İkimiz de eski değiliz artık. Değiştik. Ben de eski Haris'i göremiyorum," dedim. Hüzün ve hasret karışık bir kırgınlıkla baktık birbirimize. Baktığımız yüzlerimizdi belki ama gördüğümüz yılların verdiği hatıralardı.

 

"Onu seviyor musun?"

 

Böyle bir soruya hazır değildi. Gafil avlanmıştı ama belli etmedi.

 

"Ben bir erkeğim. Üstelik pek iyi bir erkek olduğum da söylenemez. Bir kadına sadık kalmak, sevdiğim için evlenmek ve ona aşkla bağlı olmak bende yazmaz. Pelin hamile kaldı ve evleneceğiz."

 

Yüzüm düşmüştü. Bir aile olacaklardı. Çocukları ve anne baba.

 

"Sen de evlen artık. Annen evlenmeni istiyordu hatırlarsan."

 

Bir kere daha baktım ona. Benim içim yanarken o nasıl böyle bir şeyi söylerdi? Hiç üzülmüyor muydu? Benim kadar sevmemiş miydi?

 

"Peki ya ben?"

 

"Sen ne?" Yutkunduğunu fark ettim. Ve çatallı çıkan sesini de.

 

Cevap vermeden bakmaya devam ettim. Onun gibi zeki biri ne demek istediğimi pekala da anlamıştı. Anlamazdan geldi ama sonra pes ederek bakışlarını çevirdi.

 

"Sen diye bir şey yok Heyzır. İş yaptık seninle ve örgütün adamıyım. Kullanıldım ve buna izin de verdim. Sen ne sandın? Aramızda yalandan başka bir şey olmadı. Hem senin gibi birinin beni sevmesi de saçma olurdu zaten. Ancak bir aptal bir yalancıya aşık olur."

 

Alaya alarak biraz daha hayal kırıklığı ile gülerken bana baktı. Ama ben gülemiyordum. Onun gülüşü de yavaşça silindi.

 

"Öyle bir şeyler hissettiysen de bitir artık. Senin eşin ben değilim. Başkasına ait olan biri için yas tutmaya değmez. Kendi hayatına bak çünkü ben de öyle yapacağım."

 

Gözlerim dolunca akmaması için hızla elimin tersi ile kuruladım.

 

"Peki. Madem bundan sonra karşı karşıyayız gözünün yaşına bakmayacağım o halde."

 

Sözlerim ona bir kız çocuğunun tatlılığı gibi gelmişti sanki. Dudakları tatlıca kıvrılırken "Elinden geleni ardına koyma. Ancak bu şekilde Hacer Gazel'in şanına yakışan bir tavır görmüş olurum," dedi.

 

Ona sinirle baktım o ise bana bir abiymiş gibi tebessümle. Başını hafif yana eğip buğulu bir şekilde bakarken elini başımın üstüne koydu. Parmakları saçlarımı okşarken "Olur da bir daha görüşemezsek, beni asla affetme tamam mı?" diye sordu. Boğazımda biriken yumru gözlerimi nemlendirirken alt dudağımı ısırdım.

 

"Bir polis bir hırsızı asla bağışlamamalı." Onun gözleri de doldu. Çenesi kasıldığında daha fazla dayanamayan gözyaşım çeneme doğru süzüldü.

 

"Hoşçakal," dediğinde elimin tersi ile gözlerimi sildim. Gidiyordu. Gerçekten gidiyordu.

 

Hoş kalamayacaktım ama ben de ona "Güle güle," dedim. O gün beni kitaplar arasında bıraktığında ardından ne kadar süre ağladım bilmiyorum. Gitmişti. Ve bitmişti.

 

Neden sonra onun tarafına geçip baktığı kitabı elime aldım. Başlığını okuduğumda daha çok daha çok ağlamaya başladım. Bitmek bilmeyen bir sancı tüm bedenimi kapladığında göğsüme bastırdığım kitapla yere çömeldim.

 

Zihnimde dönüp duran tek şey kitabın ismi ve benim de istediğim cümleydi. Yani...

 

Ben de çok sevdim.

 

 

 

Merhabalar...

5. Kitabı yazarken kurgu sonra yaklaştığı için biraz hüzünlüyüm. Ama yine de böyle güzel bir seriyi yazdığım için mutluyum. Yazarken keyif alıyorum, okurken keyif alıyorum ve yıllandıkça da güzel bir kurgu olacak diye düşünüyorum. Bazı konulara değinmek istiyorum.

 

Öncelikle Anıl grubu yani yetimhane grubu bizim Heyzır ekibi ile aynı vakitte olan olaylar. Bazılarınız geçmişte olduğunu düşünmüş ama zaten geçmiş olacağı zaman tarih veriyorum.

 

İkincisi bölüm günü ayarlamak istiyorum bir tane. Çünkü vakit belli olmayınca ben de yazmak için acele etmiyorum. En azından siz o gün beni darlarsınız ben de yazmak durumunda kalırım ☺️

 

Üçüncüsü 5. Kitap bitince yine bir ara vereceğiz ama 6 son olsun diye kararlaştırdığım için bu ara ne kadar sürer bilmiyorum.

 

Evet Wattpad ulaşılamıyor ama yine de bol bol yorum yaparsanız sevinirim. Dönüp hepsini okuyacağım. Sizleri seviyorum.

 

Yeni bölümde görüşmek üzere. İstediğiniz günü ve aralığı yazmayı unutmayın. Muah 💋

Loading...
0%