@hakugu
|
2 ay önce Haris'in örgüte katıldığı 2. gün Haris Çelik
"Şirketimize katıldığınız için sizi tebrik ederiz. Sizin için bir daire, bir araç bir de silah tesis edilecek. Kullanmanız için geçici telefon kartları ve bir de telefon şahsınıza tanımlanacaktır. İhtiyacınız olması durumunda bir kredi kartı bir de nakit olarak her ay olarak düzenli ödemeniz yapılacaktır."
Karşımda duran genç kadın bana ön bilgi verirken tüm dişlerimi göstererek gülümseyip dinlemeye devam ediyordum. Böyle gülümsemekten yüz ve çene kaslarım ağrısa da mecburdum. İnsanların zihninde gözlerimden ziyade dişlerimin kalıcı olmasını istiyordum.
"Sormak istediğiniz başka bir şey?" Kadın kahve kaşlarını kaldırarak sorduğunda "Tuvalet?" diye sordum.
"Efendim?"
"Tüm bu stres beni biraz sıkıştırdı da tuvalet nerede acaba?"
Genç kadın yapay sarı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp alaya alarak baktı bana sonra da kapı dışındaki koridoru işaret ederek "Sol tarafta," dedi.
"Oh çok sağolun." Ayağa kalkıp bacak aramı tutup çarpık yürüşle ilerlerken kadın bana deliymişim gibi bakıyordu. Ayaklarımı sürüyerek ilerlerken ona gülmeye devam ediyordum ki masanın köşesine çarptım. Birkaç adım tökezleyerek kendimi zor durdurduğumda ise ellerimle "Bir şey yok iyiyim," diye düzenleme yaptım. Ben pek umrunda değildim ama tam bir sakar olduğumu düşünmesi belki de zekamdan şüphe etmesi işime gelirdi. Nitekim öyle de olmuştu.
"Size eşlik etmemi ister misiniz Haris Bey?"
"Ha yo yo ben giderim. Çok sıkıştım da..." Bu sefer gözlerim de yok olacak şekilde çok gülümsemiştim ki yüzünü buruşturarak önündeki dosyaya döndü. Odadan çıkıp kapıyı kapattım ve normal adımlarla koridorun sonuna doğru yürürdüm. Lavaboya ulaştığımda içeride kimsenin olmadığından emin oldum ve telefonumu çıkararak ses dinleme cihazını kontrol ettim
"Tam bir avanak bu nasıl hırsız olabilmiş almadım. Bir de dâhi diye bahsediyorlar. Emniyetin neden kovduğu belli oldu."
Dudağımın kenarında oluşan gülümseme biraz önceki kadına taktığım ses cihazından gelen seslerden dolayıydı.
"Adı da belli değil soy adı da. Türkiye'de her on kişiden dokuzu ya Çelik ya da Korkmaz ya da Yılmaz soyadına sahip. Bu adamda her soy addan isim var. Hangisi gerçek belli değil."
Başımı yukarı kaldırarak içimdeki tüm havayı dışarı verdim. İstediğimi elde etmiştim. Bir şekilde kimliğim deşifre olsun istemiyordum. Aynı cihazdan girişteki güvenliğe ve serçelerden mor olanına da takmıştım. Ama tüm cihazlar sadece bir günlük çalışıyorlardı. Duş alma gibi durumlara çamaşırlar yıkanana dek üstlerinde birer sinek gibi yapışıyor sonrasında kendi kendini imha ederek dökülüyorlardı. Daha önce cihaz taktığım kişilerden kayda değer bir şey elde edememiştim o yüzden pek bir bilgim yoktu ama bu kadından anladığım üzere onların üzerinde bıraktığım etki tam olarak sakar görünümlü bir Haris'ti.
"Neyse birazdan gelir. Ama ben bir daha bununla görüşmek istemiyorum. Danışmaya söyleyin başka biri ile görüşsün. Salak salak sırıtıyor aptal mı nedir?"
"Kalbim kırıldı," diye mırıldandım dudaklarımı büzerek. Klozetin sifonunu çektiğimde lavabodan çıkıyordum ki dışarıda yürüyen menfur bakışlı orta yaşlı bir adam ve hemen arkasında el pençe divan duran dört kişi gördüm. Lavabodan çıkıp ıslak ellerimi pantolonuma silip onlara el sallarken adam sadece göz devirdi. Beni görmezden gelerek diğerleri ile görüşmeye devam ettiğinde ben de yeniden odaya doğru geçiş yaptım. İmkanım olsaydı ona da bir böcek takmak isterdim ama fazladan dikkatli ve titiz görünüyordu. Ona yaklaşmak şimdilik mümkün değildi. Arkama dönüp bir kere daha ona bakacaktım ki zaten gözlerinin benim üstümde olduğunu gördüm. Bu iyi bir şey değildi. Demek ki tıpkı benim gibi ben de onun dikkatini çekmiştim. Ayağım halıya takarak bir iki takla ile yerde yuvarlandığımda ayaklarım görüşme yaptığım odanın kapısına çarptı. Böylesi bir hareket o adamın bendeki dikkatini kaldırır diye umuyordum ama içimden bir ses sadece öylesine bir uzaklaşmaydı. Gözlerini benden aldı lakin dikkatinin henüz benden kalkmadığına adım kadar emindim. Kapıya çarpan ayak seslerim içerideki kadını korkutmuş olacak ki telaşla dışarı çıktı.
"Ay ne oluyor? Haris Bey iyi misiniz?"
"İyiyim iyiyim. Şurada halının tümsek yerine ayağım takıldı sadece."
"Ah geçmiş olsun. Gelin yardım edeyim kalkın hadi."
Kadın kolumdan tutarak beni kaldırırken aynı adam tam olarak bakmasa da göz ucuyla beni süzmeye devam ediyordu. Doğrusu onun hakkında daha fazla şey bilmeme neden olmuştu. Kadınla birlikte içer geçtiğimizde "Neyse ki burada düştüm bari... Şu koridor başındaki adamların önünde düşseydim ne olurdu? Bayağı korkunç görünüyorlar," dediğimde kadına baktım.
"Öyledirler. Şansınız varmış gerçekten."
"Kimki onlar?" Merakla kadına bakarken dosyasını yeniden açtı.
"Baş sekreter Aslan Merdaneli. Kendisi en kıdemli üyelerimizdendir. Daha özenli olsanız ona karşı, iyi olur," dedi başını iki yana sallayarak.
Aslan Merdaneli...
Bu ismi zihnime kazımıştım. Olur da başka bir karşılaşma durumunda dikkatli olmam gerekenlerden biriydi. İnsanları hemen tanırsınız aslında. Biraz vakit geçirince yeni yüzleri ortaya çıksa da genel olarak ilk on dakikada ne olduğunu hemen ortaya koyar. Asla kolay lokma değildi. Benim bu numaralarım onda pek de etkili olacak gibi görünmüyordu. Yine tüm dişlerimi göstererek kadına gülümsediğimde görüşmemize kaldığımız yerden devam ettik.
"Size şirketimizin çalışma sistemi hakkında bilgi vermeden önce arşivimizi gezdirmek isterim, tabii siz de hazırsanız."
"Tabii tabii çok isterim."
Kadın önde ben arkada yürürken binanın daha önce hiç geçmediğim bir bölümüne geçtik. Farklı bir bloktu ve burada çalışanlar resmi kıyafetle değildi. Birçoğu sivil giyinmişken beni aralarında görmekten de pek memnun değil gibilerdi. Tüm tatlılığımla gülümseyip onlara bakarken ofisleri geçiyorduk. Yazı işleri, kayıt işleri, sosyal medya ofisi, dijital dönüşüm derken bu dallarla ne işleri var diye de düşünüyordum bir yandan. Kendileri hakkında propaganda da mı yapıyorlardı? Pek isimlerini duymamıştım acaba hangi alanda kullanıyorlardı sosyal medyayı?
Asansörle en alt kata indiğimizde diğer bloktan farklı olarak burasının en alt katının diğer katlara göre daha işlevsel olduğunu gördüm. Dizaynı ve iç mimarisi epey özenliydi. Tıpkı bir müze gibi dolaplarla bezeliydi ve her dolap da ağzına kadar dosya ile doluydu.
"Burası şirketimizin kalbi sayılır. Lakin bilirsiniz kalp dursa bile beyin yaşamaya devam eder..."
Dişlerimle gülümseyip gözlerimi kapatırken başımı onay için sallıyordum. Bir yandan ne demek istediğini düşünürken bir yandan bir şekilde tüm bunların tek kopya olmadığını anlamıştım. Galiba beyin derken başka bir yer vardı ve asıl depolama orada yapılıyordu.
"Şu an için stajyer pozisyonunda olduğunuz için arşivlere bakma hakkınız bulunmamaktadır..." Elimi attığım dolaptan geri çekerken "Ah tabii haklısınız," dedim. Yıllara göre düzenlenmişti ve gittikçe daha eskiye gidiyorduk. Yirmilerden sonra daha eskiye gittik.
2013
2012
2011
...
2000
1999
1998
...
Hepsi dikkatimi çekiyordu lakin işin ilk başladığı vakti de merak ediyordum en aslında. Dolaplar bitmek üzerdeydi ki biz 1994'te durduk.
"Daha eski arşiv de var ancak bizim elimizdekiler 1994'e kadar."
"Anlıyorum. Şey acaba bu dosyalarda tam olarak ne arşivleniyor?" Kaşlarımı kaldırıp sorduğumda kadın hınzır gülüşüyle dudağını eğdi. Bu sanki en ağır küfürü etmiş gibi bir hissiyat vermişti. Gerçekte hakaret etse bu kadar aşağılık hissettirmezdi herhalde.
"Ah, aslında her şey... Yani aklınıza ne gelirse işte... Bilirsiniz bir şirket öyle kolay kurulmuyor. E kuruluşta da ne ile karşılaşılıyorsa hepsi rapor ediliyor."
"Evet tabii tabii." Ellerimi önümde bağlayıp kadın önden yürümeye başladığında el çabukluğuyla dosyalardan birini alıp tişörtümün içine yerleştirdim.
Arşiv gezisinden sonra kadın beni daireme getirmişti. Son derece lüks ve şehri ayaklarımın altında göreceğim şekilde konumlanan bu dairede duştan mutfağa, geniş çift kişilik yatak ve çeşit çeşit kıyafetten yiyeceğe kadar ihtiyacım olabilecek her şey vardı.
"İş başınız saat altıda başlıyor. Verilen emirlere göre hareket ederek günü tamamlayacaksınız. Saat tam altıda şirkette olmayı unutmayın."
"Tabii tabii hiç merak etmeyin hatta şimdiden saatimi kurdum bile." Telefonumun saatini altıya kurup kadının yüzlüne tutarken pek de hoşnut olmayan bakışla beni süzdü. Bir an önce benden kurtulmak istediği açıkça belli oluyordu. Nihayet o gitti ve ben de kapıyı kapattım. Olası bir mikrofon ya da kamera kaydı için kıyafetlerimi değiştirdim ancak dairenin köşelerinde bulunan kameraları sa fark etmem geç olmadı. Elbette beni rahat bırakmalarını beklemiyordum. Görüş açılarını iyice kontrol ettiğimde yatağın baş kısmı kör noktaları olduğunu fark ettim. Ayaklarımı uzatıp baş kısmına doğru kendimi çektim ve çaldığım dosyayı incelemeye başladım. İlk iş arşiv dedikleri şeyi kontrol etmekti. Her ne konu hakkında arşiv tutma ihtiyacı hissediyorlarsa en büyük ilgi alanları oydu. Osman Çelik beni bu şirkete onları yok etmem için göndermişti ancak ne iş yaptıklarını söylememişti. Şirketin Yusuf Gazel ile olan bağlantısını da göz önünde bulundurduğumda insan kaçakçılığı, gasp ya da hırsızlık gibi bir şey bekliyordum ancak dosyayı açmamla çocuk fotoğraflarının çıkması bir oldu.
"Çocuklar mı? Birbirinden farklı çocuklar? İsimleri ve altına kaydedilen yıllar ile birlikte. Bu yıllar doğum tarihleri olamazdı. O yaşta doğsalar şimdi çok daha büyük bir şekilde hayatta olmaları gerekirdi. Peki ya bu tarihler de neyin nesiydi?
Elime aldığım dosyada çocukların tek açıdan çekilme fotoğrafları vardı. 2004 dahil daha da eskiye doğru uzanıyordu. 2003, 2, 1... Ben en eski dolaptan aldığım için böyleydi sanırım. Diğer dolaplarda 2024 bile vardır belki de. İyi de bunlar ne anlama geliyor ki?
Her bir fotoğrafa bakarken gülüşlerinin bile kendilerine has olduğunu gördüğüm bu çocuklar capcanlı yanımda beliriyorlardı sanki. En son 1994'e geldiğimde durdum. Daha eskisi yoktu.
"Doksan dörtte ne oldu da bu şekilde fotoğrafları kayıt altına almaya başladılar?" Gözlerimi boşluğa kaydırıp kaşlarımı çattım. "Heyzır babasının doksan dörtte şehit edildiğini söylemişti. Bin dokuz yüz doksan dokuz?"
Tarihi kendi kendime tekrar ettiğimde telefonu elime aldım ve Yusuf Gazel yazdım.
Türk şehit polis. Yusuf Abdullah Gazel. Doğum 1972. Ölüm 1994...
Beklenti içine girdiğim sorunun cevabını aldıktan sonra telefonu kapatıp yeniden cebime koydum.
"Yusuf Gazel'den sonra başlamış demek ki." Tüylerim ürpermişti. İçimde bir yerden bir yere hareket eden kanın ılık akışını bile hissetmeye başlamıştım nedense. Ama kadın daha eskisi de var derken Yusuf Gazel onlara bir şey yapmış olmalı ki ondan sonra bu şekilde arşive geçtiler. Peki ya ondan önce ne oluyordu?
"Ah Yusuf Gazel..." Başımı iki yana sallayıp ne kadar büyük bir şey yaptığını düşünüyordum. Hayatını bu uğurda feda etse bile dişlerine dokunmuştu besbelli.
"Tüm bu çocuklar senin mezarında çiçek olarak açsın sevgili Yusuf Gazel. Keşke senin gibi bir amcam olsaydı benim de. Beni senin gibi seven ve koruyan bir babam olsaydı keşke. Senin tarafından değer görmeyi ne çok isterdim. Keşke ben de şu çocuklardan biri olsaydım da gelip beni sen kurtarsaydın."
Gözlerimde doluşan nemi elimin tersi ile silip burnumu çektim. Ne zaman Yusuf Gazel ile alakalı bir şey duysam kalbim sıkışıyordu. Askere ve polise hep hayrandım ama o başkaydı. Bir insanın ömründe yetişebileceği en yüksek mertebeye sahipti benim gözümde.
Ne zaman Yusuf Gazel'i anımsasam asla ama asla uzak bir isim gelmezdi. Onun ismini ilk kez on altı yaşımda bir tırcıdan işitmiştim. Osman Çelik gübre satın almam için beni Mersin'e göndermişti. Bitmek bilmeyen geniş arazileri için hayvan gübresi sipariş etmişti o vakitler. Böyle işleri de hep bana yaptırırdı. Çimen için doğum günü partisi düzenlenirken ben bu tarz işlerde çalışırdım. Gocunmazdım lakin bir kez olsun aile sıcaklığını da hissetmek isterdim. Kalbim kararana dek üşütmüşlerdi. Nihayetinde kendimden başkasını hayatıma dahil edemeyecek duruma geldiğimde ise ilk hırsızlığımı yapmıştım. Şöyle düşünüyorum da benimle ilgilenen ve beni düşünen tek kişi Hacer Gazel olmuştu. Onun ismini duyduğumda da büyün bir hevesle gitmiştim emniyete. Yusuf Gazel'in kızını görecek olmak, onunla çalışacak olmak ve onunla aynı ortamda bulunacak olmak bile kalbimi titretiyordu. Hatırlıyorum da beni ilk gördüğünde küpeleri ile oynamıştı. Başka bir şeye dikkat kesilmeme izin vermeden tedirgin bir kuş gibi bütün ilgimi üstüne toplamıştı.
Boğazımda hafif bir sızı olduğu için yutkundum. Burnum da sızlamıştı ki çektim hafifçe.
Mersin'de gübreyi iki tıra yükletmiştim de birine de ben binmiştim. Şöför çok konuşkan değildi lakin bana ne iş yaptığımı sorduğunda ona ırgat olduğumu söylemiştim. O zamanlar yalanla işim yoktu ve gerçekten de bir ırgattım.
Bana ırgat olduğu gençlik zamanlarında bir polis memuru ile tanıştığını ve bir an için onu anımsadığını anlatmıştı. Gözleri dolmuştu hatta hiç unutmuyorum.
"Onun çamur içinde köyde gezinip de beyaz tavşanlı bir çikolatayı aradığını hiç unutmuyorum. Bisiklet izlerini takip ederken ayakkabısı çamurda yırtılmıştı da köyde diktirip tüm olay boyunca aynı ayakkabıyı gitmişti."
Bu anıdan sonra Yusuf Gazel'e karşı bir merak salmıştım. Tek bildikleri bir davayı araştırırken vefat ettiğiydi. Sonrasında birçok kişiye onu sordum. Herkesten ayrı ayrı hikayesini dinledim ve gazetelerde olduğu kadarıyla hakkında bilgi edindim. Malikanede çalışan yaşlı teyze ve amcalardan da bilgi edinmek istedim ancak ne garipse onlar ismini bile duymamıştı. Sanki benim silinen çocukluğum gibi onlardan da silinmişti bu bilgiler. Onlara bir şey diyemezdim zira ben de hatırlamıyordum çocukluğumu. İlk anımsadığım anı Osman Çelik'in benim elime bir tırpan tutturduğu andı. Yedi belki sekiz yaşındaydım. Her ne olduysa ondan öncesi yoktu. Bir keresinde bir doktora görünmüştüm de bana ağır bir travma yaşadığımı o yüzden beynimin beni korumak için anılarımı sildiğini söylemişti. Ne gibi bir anı yaşamıştım bilmiyorum ama belki de annem beni doğurup da dışarı atıp sonra da sokaklarda kaldığım bir an olsa gerekti. Şu yaşıma gelmeme rağmen bir annenin çocuğunu bu şekilde ötelemesinin tek nedeni olduğunu düşünüyorum o da bakamayacak kadar kötü durumda olması. Benim annem de öyle olmalıydı.
İç çekerek veyahut belki de efkarla nefes vererek sayfaları karıştırmaya devam ettim. Albüm o kadar eskiydi ki biraz sert çeksem kopacak gibi duruyordu. Çocukların fotoğrafları neredeyse hep aynı yerde çekilmişti ve çoğusunun gülüşünün zoraki olduğu net bir şekilde anlaşılıyordu. Biri ya da birileri onları anı olsun diye değil bu şekilde rapor tutmak için kayda almıştı belli ki.
İçim daralmıştı. Albümü bir kenara koyup ellerimle başımı tuttum. Buraya neden geldim? Nasıl çıkacağım bu işin içinden? En derine indiğimde hiçbir şey o kadar da kolay değil. Çaresizim. Yalnızım ve hep olduğum gibi bir başımayım.
Tüm bu karanlık düşünceler içinde aklıma hediye edilen kitap geldi. Hızla ayağa kalktım.
"Nereye koymuştum onu?"
Çantama baktım en dış gözünde duruyordu. Kitabı görmek bile içimi açıyordu. Aklıma yazarı gelince hafifçe gülümsedim.
"Okuyalım bakalım."
Yatağa oturup ilk sayfasını açmamla yarısına gelmem bir oldu. Olaylar birbiri ardınca ilerlerken ben saatlerdir oturduğum yerdeydim. İçine girmemle çıkamamıştım. Kendine zarar veren Batı Süheyl ne kadar da bana benziyordu.
"İyi de Hande Kayla Emirgan'ı ben nerede bulayım?"
Gülümseyerek başımı sağa eğdim. Kitap devam ederken dayanamayıp sonunu da okudum ve tam anlamıyla yıkıldım.
"Vay canına bu kadar emekten sonra yazar neden böyle bir son yazmış ki?"
En arka tarafta yazarın iletişim bilgileri yazıyordu. Telefonumu elime alıp yazarın hesabına girdim. Çok değil birkaç fotoğraf ve geçen gün kurtardığım kedi vardı. Yazarın kendi fotoğraflarından birine yaklaştırarak baktım.
"Ben burada acı ile kıvranıyorken nasıl da güzel gülümsüyor... Haksızlık."
Bir mesaj yazdım beklemeden.
Haris_Çelikkk Madem birileri üzülecek o halde bu adil bir şekilde olmalı.
Mesajı yazdıktan sonra kullanıcı adına baktım.
"Hakugu mu? Ne kadar kısa. Benimkine bak bir de açık adresimi yazsaydım bari. Ben de çok özgün ve muhteşem bir kullanıcı adı bulacağım. Hımm ne olsun?"
Hariku Kullanıcı isminiz de pek tanıdık geliyor.
Cevap vermesini beklerken alt dudağımı dişliyordum. Yazıyor yazısı görününce yerimde zıpladım.
"Voah! Biliyordum bir şekilde çalıntı yaptığını. İsme bak Hakugu ile Hariku. Benimki daha güzel. Kabul et yazar hanım."
Hakugu Yanılmıyorsam isminizi değiştirmişsiniz. Ancak benimki hep aynıydı.
Gözlerimi sağa sola çevirip bir şekilde yazar tarafından izlenip izlenmediğimi kontrol ettim ama yoktu öyle bir şey.
Hariku Bunu nasıl anladınız?
Hakugu Sosyal medya böyle bir şey...
Beğeni ile dudaklarımı büzdüm. Yeniden yazıyor yazısı belirdi.
Hakugu Bu arada hangi hüzünden bahsediyorsunuz acaba?
"Peh. Bu yazarlar da pek umursamaz. Benim şu kitap yüzünden ciğerim söküldü o neden bahsettiğimi bile bilmiyor. İlgilenmeyecekseniz doğurma... şey aman yazmayın o zaman..."
Kitapla birlikte bir fotoğraf çekilip gönderdim. Beklediğimden daha hızlı cevap verdi.
Hakugu Ah şu geçen gün göl kenarında tanışmıştık değil mi?
Hariku Evet hatta kedinizi kurtarmıştım.
Hakugu Evet evet hatırladım. Tekrar teşekkür ederim.
Hariku Ben teşekkür ederim. Ankara'da mı yaşıyorsunuz?
Hakugu Konya.
Hariku Ben de Konya. Belki birer...
"Yok bir yazara nasıl bir şeyler içelim mi diye sorabilirim ki?"
Mesajı geri sildim. Ne diyeceğimi düşünürken bir cevap daha aldım.
Hakugu Yakında imza günüm olacak. Gelmek isterseniz beklerim.
Gözlerim parlamıştı. Tam beklediğim şeydi.
Hariku Gelmek isterim tabii ki. Adresi vermeniz yeterli.
Gelen adrese ve tarihe bakarken gülümsüyordum. Neden bilmiyorum şu an ihtiyacım olan tek şey dışarıdan bir güç tarafından her şeyin iyi olacağını işitmekti. Belki biraz övgü ya da destek. Yoksa tüm bu şeylerle tek başıma mücadele edecek gücü bulamayacaktım.
İçim huzurla dolarak nihayet uykuya çekildim. Yarın önemli bir gündü. Her yerden gelecek desteğe ihtiyacım vardı.
🎭
Günümüz Haris ve Pelin'in düğün günü
"Sağdan git sağdan sağdan..."
"Gidiyoruz herhalde Emre salak salak tekrar edip durma..."
"Gitmiyorsun abi. Sağda ben varım. Hani yoksun yanımda?"
"Ulan angut şu yanındaki kırmızı araba benim."
"Ha ben onu rakip sanıyordum..."
"Len hadi! Geç len. Emre seninle oyun falan oynanmaz. Embesil ruh hastası seni."
"Etmediğin hakaret kalmadı abi ya. Az kaldı işte bitirdik yarışı."
"Oğlum onlar ikinciye dönüyor sen daha birinci turdasın."
"Oynamıyorum ben ya."
"Sus lan, sür şu arabayı."
Emre ile Onur ellerindeki soketlerle bilgisayar oyunu oynarken kapı çalındı iki kere. İçeri giren hemşire elinde dosyalar ve güleç bir yüz ile onları karşıladı. Kısıtlı hareketlerle oyun oynayan iki mumyaya benziyorlardı.
"Merhabalar efendim bugün nasılsınız?"
Hemşire ekranın karşısına geçtiği için Emre hafif sola eğilirken Onur da sağa eğildi.
"İyiyiz iyiyiz sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim çok teşekkür ederim. Bugün sargılarınız çıkacak da öncesinde hazır olup olmadığınızı kontrol etmek istedim."
İkisi birden soketleri bırakıp hemşireye odaklandılar.
"Ne dedin ne dedin? Çıkıyor mu? Oh şükürler olsun!"
"Allah'ım sonunda yaşasın! Çok şükürler olsun yüce rabbim! Mevlam."
İkisi birden sevinçle bağırırken alçı ile desteklenen sargılardan dolayı birbirlerine sarılamıyorlardı. Bir korkuluğu dahası bir mumyayı andıran ikili mutlulukla hemşireye el salladılar.
"Biz çok hazırız inan ki. Hemen kurtar bizi bacım şu bezlerden. İçinde çürüyecekmişiz gibi hissediyoruz kendimizi." Onur bıkkınlıkla söylenirken Emre de dudaklarını büzüp aynı fikirde olduğunu ifade ediyordu.
"Tamam tamam gördüğüm kadarıyla epey hazırsınız. O halde yaklaşık bir saat sonra sizi bu ağır yükten kurtaracağız."
"Bir saat mi? Amanın ağzından bal damlıyor yemin ederim. Tamam bekliyoruz biz."
Onur ve Emre gülümseyerek hemşireyi uğurladıklarında aynı anda ikisinin de dudaklarındaki gülüş silindi.
"İyi güzel de hastaneden çıkınca ne yapacağız? İş yok güç yok," dedi Emre.
"Doğru artık polis de değiliz," diye karşılık verdi Onur. "Hiç değilse bir mesleğimiz vardı."
"Olsun be abi biz de... Limon satarız." Onur Emre'nin fikrine göz devirirken iç çekti.
"Ne limonu oğlum. Bir limon olmuş kaç lira millet limon almıyor anasını satayım. Ekşi niyetine birbirlerinin suratını çekiyor. Bir de limon satarsak batarız. Yıllarca beklesek bile satamayız bir o limonları."
"Doğru diyorsun. Memleketlerimize mi dönsek o zaman? Zaten uzun zamandır ziyarete bile gitmedik ikimiz de."
"Olmaz. Ben Mardin'e dönersem babam beni keser," dedi Onur. "Toplamda dokuz kardeşiz ve hepsi iş güç sahibi insanlar. En büyük abim mimar, ondan sonraki abim mühendis, ondan sonraki abim doktor, ondan sonraki abim diyetisyen, ondan sonraki ablam kaymakamlık sınavlarına hazırlanıyor, ondan sonraki ablam butik açtı ve ondan sonraki... ah her neyse. İşten atılan polis olarak ne deyip de yanlarına gideyim? Bunca zaman doğru dürüst para bile gönderemedim zaten. Hatta başım sıkışınca babamdan istedim. Şimdi ne deyip de geri döneyim?"
"Haklısın... Ben de Antalya'ya dönemem. Bir sürü sera var. Şu yaştan sonra gidip muz mu toplayayım?"
"Seninki yine iyiymiş. Muzu yiye yiye toplarsın artık."
"Sen öyle san," dedi Emre sıkıntı ile iç çekip. "Bizimkilerin durumu da iyi değil. Bir muzun bile hesabını yapıyorlar ne yemesi? Çiftçi dediğin zengin mi olur babey? Boşuna polis olmadık sonuçta."
"Demek ki ikimiz de battı balık yan gideriz... Konya'da kalamayacak mıyız artık? İyi de bütün arakadaşlarımız burada. Ulan ilk atandığımda ıyy Konya dedim ama şimdi de gidesim gelmiyor bu ne garip iştir."
"Alıştık alıştık. Yaz aylarında Antalya'da nefes alsan alev alırsın. Tamam Konya sıcak falan ama gölge var en azından."
"Doğru diyorsun. E şimdi ne yapacağız biz? Böyle çulsuz bir şekilde evlenemeyiz de. Kimse kız vermez bize. Oğlum verse bile nasıl bakacağız lan? Çocuk bezi olmuş bin tl. Para ile altını silsen daha ucuz yemin ediyorum. E bunun maması var kıyafeti var. Hanım da kendine bakım ürünü alır mutfak malzemesi elektrik su derken biz müzmin bekar olarak kalacağız galiba. Vay anasını."
"Hiçbir fikrim yok inan ki..."
İkili sıkıntı ile iç çekerlerken Onur'un telefonu çaldı. Kısıtlı hareketleri ile masanın üstündeki telefona bakan Onur "Allah Allah bu niye arıyor ki şimdi?" diye sordu.
"Kim?"
"Şu savcı var ya, Heyzır'ın ekibinde olan hani Cedi Osman gibi boyu olan."
"He şey şey Şirin. Niye arıyor ki aç bakalım."
"Açalım bakalım. Aluu. Ben yakışıklı eksi polis memuru Onur Katmer buyruuun?"
"Alçıda kala kala ulumaya da mı başladınız?"
Onur yüzünü buruşturarak telefonu kendinden uzaklaştırıp ahizesini eli ile kapattı.
"Hep aynı sevimsiz şey, hiç değişmiyor." Emre de gözlerini kapatıp onu onaylayarak yüzünü ekşitti.
"Evet ne diyeceksin söyle savcı hanım."
"Bir onay almak için aradım."
"Ne onayı?"
"Müdürümüz siz hastaneden çıktıktan sonra birer pozisyon hazırlamamı söyledi. Birkaç tane var ama yine de siz seçerseniz daha sağlıklı olur diye düşündüm."
"Pozisyon mu? Ne pozisyonu?"
"Çalışma pozisyonu ne olacak? Bana gelen emirde müdürümüz Hacer Gazel sizin isterseniz emniyette isterseniz sivil olarak çalışmanızı istedi. Polislik rütbelerinizi geri verecek ve sizi yeniden ekipte görmek istiyor. Ama istemez..."
"İstiyoruz! İstiyoruz! Deli gibi istiyoruz!" Onur ahizeye doğru bağırmaya başladığında Emre şaşkınca ona bakıyordu.
"Ne? Ne istiyoruz? Bana da söyle ne istiyoruz?"
"Heyzır! Bizi yeniden emniyete çağırıyor, polis olarak çağırıyor hemi de..."
"Allah be! Allah be! İstiyoruuuz! Her şeyden çok istiyoruz hem deeee!"
"Çok bağırmayın lütfen duyamıyorum. Ne istiyorsunuz tam olarak? Hangi pozisyonda yazayım?"
"Emniyette tam da Heyz... şey aman müdür ve şahane insan, harikalar harikası Hacer Gazel'in ekibinde çalışacağız. Canla başla hem de iliklerimize kadar..."
"Peki o zaman ekibe ekliyorum. Rütbeleriniz yeniden verilirken güvenlik soruşturmasından geçeceksiniz lakin o vakit sizinle birlikte olacağım. Eski müdür Devran Korkmaz tarafından ihraç edilmiş olsanız bile yeni müdürümüz bu ihracı reddediyor. Doğal olarak resmi olarak bir sıkıntı yok ama yine de bir soruşturma yapılır bilginiz olsun. Sizi bu konu hakkında bilgilendireceğim."
"Tamam savcı hanım. Tabii ki savcı hanım. Siz ne derseniz o savcı hanım."
Telefon kapandığında Emre ile Onur hareket ettirebildikleri kadarıyla kolları ve kalçaları ile sallanarak dans ediyorlardı. Öyle çok mutlulardı ki sevinç çığlıkları yerlerinde durmalarına izin vermiyordu. Daha fazla dayanamadılar.
"Ben daha fazla duramayacağım bizimkilere de haber vereceğim. Ne kada ballı olduğumuzu görsünler."
"Ara ara. Meriç'i ara," dedi Onur.
Emre telefonundan Meriç'i aradı ancak meşgul çalınca Gamze'yi aradı.
"Emre? Nasılsınız?"
"İyiyiz kız. Biliyor musun Heyzır..."
"Siz de mi duydunuz?"
Emre bir anda durduğunda Onur da ona baktı. Siz de mi duydunuz derken neyi kastettiğini pek anlayamamıştı Emre.
"Neyi duyduk mu? İşe alındığımızı bizden önce sana mı söylediler yoksa? Vay anasını ya şu insanların hiç dur durağı yok. Ağzı olan konuşuyor. O değil de biz bile yeni duyduk siz nasıl hemen duydunuz ki?"
"Ne işi? Düğünden bahsediyorum ben. Heyzır düğüne gelecek birazdan."
"Ne düğünü ya?" Emre anlamayarak sorduğunda Onur da kaş göz işareti ile öğrenmeye çalışıyordu.
"Haberiniz yok anlaşılan ama Haris ile Pelin evleniyor."
"Ne?! Çüş!"
"Ne oluyor oğlum söylesene?"
"Haris ile Pelin evleniyormuş."
"Ne?! Yuh!"
"Emre kapatmam lazım davetliler geliyor. Yine ararım."
Telefon kapandığında Emre ve Onur çatık kaşları ile hayali bir noktaya bakarak donup kalmışlardı. Üst üste yaşadıkları şoktan en ağırı bu düğün olmuştu. Kırk yıl düşünseler böyle bir şey akıllarına gelmezdi. Evet Haris örgüte katılıp hain olmuştu ama yine de bir şekilde Heyzır'ı sevdiğini düşünüyorlardı. Böylesi bir düğün tamamen işleri bozmuştu.
"Müdürümüz sevdiği adamın düğününe katılmak zorunda kalmış," dedi Emre robotik bir ses tonu ile.
"Hacer Gazel bizim için onca iyilik yaparken onu yalnız mı bırakacağız? Hayır bu asla olamaz. Kabus bile görmem ben bu kadar kötü."
"Haris ne g*t bir adammış böyle. Gül gibi kızı bırakıp sümüklü Pelin'e gitmiş."
"Pelin de güzel ama şimdi. Üstelik daha genç," dedi Onur.
"Evet güzel ve daha genç."
"Hem de gözleri renkli. Üstelik Heyzır'dan da uzun."
"Kalçaları da güzel. Heyzır düz biraz."
"Evet. Heyzır'ın da yüzü güzel şimdi. Pelin daha seksi ama."
"Dudaklar ön planda bir kere," dedi Emre.
"Haklısın. Dudakları da güzel Pelin'in. Ama asıl..." Onur avuçlarını göğüslerine getirmişti ki Emre ile göz göze geldiler.
"Tövbe tövbe ne diyoruz biz? Vur ağzına vur vur!" İkisi birden elleri ile ağızlarına vurup silkelendiler.
"Burada müdürümüz harika insan en güzel kadın Hacer Gazel söz konusu." dedi Onur.
"Evet. Onu yalnız bırakamayız."
"Yo bırakamayız."
İkili son planlamalarını yaptıklarında aradan on dakika geçmişti.
Odaya gelen hemşire sargılarını çıkarmak için Onur ve Emre'yi yerlerinde göremeyince elindeki tıbbi malzemeleri taşıdığı tepsiyi yere düşürmüştü. O vakit Onur ve Emre çoktan odadan çıkmıştı bile.
İki kişi yürüyordu hastane koridorlarında. Tüm herkesin ağzını açık bırakan, çocukların ve gençlerin dehşetle sonuna dek süzdüğü iki kişi...
Bunlar lahitlerinden dirilip gelen iki mumya mıydı yoksa mezarından hortlayan iki hayalet mi?
Yanlarından geçtikleri insanlar şaşkınlıkla onlara bakarken her ikisinin de vücutlarından sargı bezleri sallanıyordu. Ağır çekimdeymiş gibi yürürken geçtikleri yerlere mutlaka bir miktar bez parçası bırakıyorlardı.
İkili asansöre binip alt kata indiklerinde karşılarında ameliyata girecek olan doktor ve ekibini gördüler. Hem doktor hem hemşireler kalplerini tutarak bu iki mumyaya karşı dik durmaya çalıştı. Görüntüleri öylesine gerçekçiydi ki biz mumyayız deseler inanırlardı. Şaşkın ve dehşete kapılan insanların arasından geçip giden ikili hastane önündeki taksi durağına geldiler nihayetinde. Esen rüzgara karşı otostop çektiklerinde taksiler sıra ile durmaya başladı.
Onur açılan pencereye doğru eğilip "Abi bizi Kent düğün salonunun oraya bırakır mısın?" diye sordu. Kolunu yasladığı taksi ve eğildiği yer dahil her tarafından uçuşan bezler taksi şoförünü bir tehdit mahiyetindeydi sanki.
"O-olur. A-atlayın..."
"Yaşa sen be abim."
Onur şoförün yanına ön koltuğa Emre arka tarafa bindiğinde taksinin kapaklarından ve pencerelerinden uçuşan uzun sargı bezleri ile taksi de bir mumyaya dönmüştü sanki.
Taksi şoförü son nefesini verecekmiş gibi korku ile ikili her ne isterse onu yapmaya hazırdı. Daha önce böylesini gelmemişti ve belki de bu onun için bir işaret olabilirdi. Bundan sonra daha iyi bir insan olacağına yemin eden şoför içten içe günahlarından da tekne etmeye başlamıştı bile. Tabii nereden bilecekti ki düğüne giden iki mumyanın gerçekte ne olduğunu?
Emre ve Onur taksi ile son sürat düğüne yetişmeye çalışırken trafik ışıkları da onlara ayak uydurmuşçasına hep yeşil yanıyordu.
"Seni asla yalnız bırakmayacağız sevgili müdürümüz..."
"Kesinlikle. Ne olursa olsun her daim Hacer Gazel'in yanındayız!"
Onur ve Emre son kez ellerini çarptıklarında salona çok az kalmıştı.
🎭
Herkese merhaba... Bu bölümle birlikte 5. kitabın bitmesine toplamda 9 bölüm kaldı. Son kitaba gittikçe yaklaşırken gidişat hakkında merak ettiğiniz ya da şunu da anlatsanız dediğiniz bir konu varsa buraya yazabilirsiniz.
Yeni bölümler Cuma günleri geliyor. Cuma'dan önceki günlerde ne kadar teşvik mesajı alırsam o kadar düzenli bölüm gelir.
Evet her yorumu özenle okuyorum.
Cuma günü görüşmek üzere ❤️ |
0% |